Pazar günüydü... İzmir treninin gelmesi yaklaştığından bütün halk parktan istasyona doğru akmaya başladı. Gar bir anda hınca hınç dolmuştu. Şimdi treni bekliyoruz. Gar bir karınca yuvası gibi kaynaşıyor. Aradan bir müddet geçti, uzun bir (ti) borusu duyuldu ve bunu bandonun nağmesi takip etti. Görmediğime rağmen ordu evinde bayrak indirildiğini anladım. Hür semada dağılarak kulaklarımıza kadar gelen marşın sert, sert olduğu kadar tatlı ve munis ahengi hepimizi bir anda yerimize mıhladı. Herkes put kesildi.. Mehmetçik dediğimiz köylü asker derhal sağ elini alnına, sol elini de sol bacağının yan tarafına yapıştırdı; bir hamal elinin biriyle eskimiş şapkasını çıkarırken diğer eliyle yağlı ceketinin düğmesini ilikleyerek başını önüne eğdi. Genç ihtiyar, kadın erkek herkes dimdik susuyor, garda en küçük bir ses yok…
Gişenin kapısının önünde oturan ve tahminen yetmiş yaşlarında gözüken bir ihtiyar köylünün derhal ayağa kalkarak kamburlaşmış belini dik tutmağa çalışması gözlerimi sevinç yaşlariyle doldurdu.
Bu millet ne büyük, ne saygılı bir milletti Yarabbi?
Marşın gönülleri dolduran sedası semayı kaplayınca gara yaklaşmakta olan tren de keskin bir frenle olduğu yerde durmuş, yüzlerce yolcu Türk vatandaşı da bu saygı merasimine iştirak etmişti.
İstiklal Marşı'na saygının ne şekilde gösterileceğini bize ilk ve orta okul sıralarında öğretmişler, ( maalesef cahil halkımız bunu bilmiyor, fakat sizler bunu öğrenin ve İstiklal Marşı'nı duyduğunuz her yerde ona saygı gösterin) ihtarına da lüzum görmüşlerdi. Şahidi olduğum bu manzarada anladım ki artık bugün yediden yetmişe kadar her Türk bu düsturu ismi gibi bilmektedir.
Ne iftihar edilecek bir hal!..
Türk milleti İstiklal Marşı'nı kendi yarattı. Şimdi de yarattığı esere saygı gösteriyor:
Ne büyük bir özellik!..
Kendi ruhunu dinlemek için yüzlerce vatandaş şu anda kirpiğini bile kırpmıyor.
Ne büyük bir saygı!..
Türk milleti büyüklüğünü ve olgunluğunu bir daha gösterdi.
Böyle imanlı ve mukaddesatına sadık bir milletin evlatları olmak:
İşte en büyük saadet!..
İstiklal Marşı ruhumuzun ifadesidir. Biz onu Milli Mücadele kalemi Sakarya’nın mürekkebiyle yazdık ve zafer nağmesiyle besteledik. Bu nağmeyi hazırlayanlar şehitlerin ve ölmez Âkif’in aziz ruhları şad olsun.
Mukaddesatına saygıyı vazife bilenlere ne mutlu!..
İ. Nafiz Alkan, Damla Dergisi, cilt 3 sayı: 7-8, 1950
Çünkü en büyük hâdisenin yazdırdığı marştır, iman ve azim ordularının bütün dünyaya, bütün kâinata bu iman ve bu azmin, ebedi yankılar bırakan okuyuşudur:
Tevfik Fikret, bir zamanlar, daha çok, Avrupalılaşmış münevverlerimizce hissedilen bir istibdâda kızarak, İstanbul’a lânet yağdıran bir şiir yazmıştı: Sis
Cihanın yedi ikliminin yetiştirmesi, çeşit çeşit renk renk insanlar, vahşet bahsinde ittifak etmişler, kudurmuş gibi saldırıyorlar, her taraftan gülle, ateş yağdırıyorlar… Fakat bütün bu cehennemî taarruz, “pâk alnının istihkâmına sığınmış kahraman Mehmed’in göğsünde sönüyor.”
İstiklal marşı, bir marş olarak, yani beste bakımından belki kusurlu bir eserdir, fakat tarihsel ve bediî değeri inkar edilemiyen bir şaheserdir.
San'atkâr elinde kalem, dokunduğu yerden nur çıkaran bir peygamber asasıdır. Fakat, dokunduğu yer, ya bir kuru taş olmalı, ya bir kara toprak.