Durmuş Küçükşakalak:
Selamun aleyküm,
Panel başlığımıza bakan bir arkadaş “Dur bakalım ne çıkacak, merak ediyorum.” dedi. “Yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurtadan meselesine benziyor.” diye de ilave etti. Aynı sözleri, aynı benzetmeyi İkinci Başkanımıza da yapmış başka bir arkadaş. Demek ki kafalarda bu benzetmeyle irtibatlı böyle bir şey oluşuyor.
Yumurtayla tavuk arasında kurulan böyle bir ilişkinin olmadığıyla söze başlayayım o zaman. Birincisi yumurta sadece tavuktan çıkmaz: Kazdan, ördekten, hindiden… Bilumum kanatlılardan hatta sürüngenlerden; kaplumbağadan, timsahtan, yılandan… Hatta eklem bacaklılardan; arıdan, karıncadan yumurta çıkar. En kıymetli yumurta da balık yumurtasıdır; havyar. Yani muhtelif hayvanlardan yumurta çıkar. Sadece tavuktan yumurta çıkmaz. Ha illaki meselemiz tavuk yumurtası ise o yumurtadan da tavuk çıkmaz. Koca tavuk o küçücük yumurtadan çıkmaz. Ondan çıkan şeye civciv denir. İki cinsiyetten birisi vardır onda: Ya erkektir ya dişidir. Dişi olursa önce palaz olur, ondan sonra tavuk olur. Erkek olursa ona önce ferik denir, sonra horoz olur o. Dolayısıyla yani "önce Türk mü ortaya çıkmıştır, Türkçe mi?” dediğimizde biz bu yumurta tavuk polemiğine, ikilemine girmeden “bizim için lazım olan şey horoz” demiş oluyoruz. Çünkü Türkiye kümesinde yeterince, fazlasıyla tavuk var. Horozumuz parmakla sayılacak kadar çok az. Çok çok az Türkiye'de horoz. Bunun ne gibi bir neticesi oluyor? Dilimizden başlamak üzere her alanda dölsüz yumurtalar peydah oluyor. Horozsuz kümeste sadece karın doyurmaya yarayan, bir canlılığı, bir devamlılığı olmayan dölsüz yumurtalar elde ediyoruz. Marketlerde satılan yumurtalar gibi. İkincisi, horoz olmazsa kümesin emniyetine halel gelir. Nasıl bir tehlike geliyor? Bunun habercisi horoz. O, gelen tehlikeye karşı hem mücadele eder hem öncesinde haber veren bir görev ifa eder. Üçüncüsü de horoz hangi vaktin girdiğini tayin ediyor. Bu yüzden vakitsiz öten horozun başı gidiyor.
Her neyse bu yumurta-tavuk-horoz metaforundan çıkıp meselemize dönecek olursak geçenki panelimizde, bir önceki panelimizde Türklüğümüze bidayet olarak Tebük Seferi'ni gösterdik, Türklüğün niçin bidayet olduğunu izah etmeye çalıştık. Ortada henüz Türk yokken, Türkçe yokken adına Türklük dediğimiz bir rolün, bir karakterin, bir seciyenin doğduğunu söyledik. Demek ki bu panelimizde de Türk ve Türkçe meselesini bunun üzerine koyduğumuza göre bunlar arasında bir kademelendirme var. Hangisi hangisinin mukaddimesidir? Hangisi hangisine takaddüm edecek? Tebük Seferi ile temele Türklüğü koyduğumuza göre bu kaidenin üzerinde hangisi yükselmiş devam etmiş? Elbette ki tarihe gideceğiz ama Türklüğün temeline, bidayetine Tebük seferini koymamızdan da anlaşıldığı gibi resmî, popüler, akademik bütün tarih anlatılarını altüst etmiş oluyoruz bu yaptığımız işle.
Şimdi tarihe niçin ihtiyaç duyuyoruz? Eğer bir gayeye matuf olarak bu dünyada değilsek, bu dünyada bulunuşumuzun bir maksadı yoksa tarih dediğimiz şey en lüzumsuz insan uğraşlarından birisidir. İnsan bir gayeye matuf olarak tarihe müracaat eder. Veya hiç böyle bir gayesi olmasa bile insanın anasını, babasını, dedesini merak ederek yaratılışından gelen bir tarih merakı vardır. Tarih şuuru da buradan doğar. Yani dünyanın muvakkaten yaratılmış olduğu, mukayyet bir yer olduğu; bir yerde yaratıldığı, bir yerde kıyametin kopacağı, biz insanoğlunun da bu şekilde bir yerde doğduğumuz, bir yerde öleceğimiz bilgisi tarih merakını ve ardından şuurunu doğurur. Bu duygu olmadan tarih bir kendini eyleme aracına dönüşür veyahut da bugün bolca örneğini gördüğümüz toplumları ifsat etmek, zihinleri iğfal etmek vazifesi görür. Kâinatın bir yerde yaratılmadığını, bir yerde kıyametin kopmayacağını, kâinatın ezeli ve ebedi olduğunu söyleyen birini ciddiye almak laubaliliktir. O tarihle ancak ifsat etmek için uğraşıyordur veya yapacak başka işi olmadığı için böyle bir yola girmiştir veyahut böyle bir eğlence bulmuştur kendine. İstiklâl Marşı bizim bu dünya hayatındaki gayemizin programı olarak vardır. Ve bugün bir kimlik ve dil problemi, problemden öte kimliğimizin ve dilimizin varlığı-yokluğu meselesiyle karşı karşıyayız. Bir tasallut altındayız. Tarihimizden başlamak üzere dilimizle kimliğimizle Türk varlığı bir tasallut altında. Onun için bazı şeyleri tebarüz ettirmek lazım. Yeniden yeniden tekrarlayarak ele almak lazım. Bunun için böyle bir panele geldiniz. Bakalım ne çıkacak? Hep birlikte göreceğiz. Zihnimizdeki en önemli şeylerden birisi Batı karşısında Batı'nın hegemonyasını kabul etmiş her bakımdan -bunu itiraf etsek de etmesek de- onun altında ezilmiş zihinlerle meselelere yaklaşıyoruz. Dolayısıyla Türkçe, Türk gibi meselelere kendimiz kalarak bakmayı unuttuk. Bu en başta dilimizden başlayarak başımıza açılmış bir bela olarak bugüne geldi.
Bizim Türklüğün başlangıcı olarak; daha henüz ortada Türk kelimesi yokken, Türkçe diye bir dil yokken, Türklüğün başlangıcı olarak Tebük Seferini göstermemiz elbette bir tuhaflık arz ediyordu. Ve işte anakronizm deniyordu buna. Yani o zaman olmayan bir kavramı, kelimeyi bugünden o zamana taşımak şeklinde... Fakat tarih denilen şey anakronizm olmadan anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anakronizmin en bariz örneği bugün bizlere mekteplerde, okullarda öğretilen Türk tarihidir. Batılılar XVIII. yüzyıldan başlamak üzere, XIX. yüzyılda daha kesif hale gelen çalışmalarla, başlarına asırlarca bela olmuş Türkleri başlarından defetmek için -örneklerini vermeye çalışırım dilim döndüğünce- anakronik bir Türk tarihi okuması yapmışlardır. Yani “Bu Türkler nereden geldi başımıza bela oldu? İslâm’dan kopuk bir Türk mümkün müdür, Kur’an’dan bağımsız bir Türkçe olabilir mi?”
Bunun en bariz örneği Orhun Kitabeleri. İşte “Türk mü önce ortaya çıkmıştır, Türkçe mi?” dediğimizde, burada herkes herhalde bir şekilde okul okumuştur; lise, üniversite okumuştur ve orada öğretilen bilgilerle bunun cevabı çok basittir. “İşte Göktürkler vardır tarihte. İlk Türk devleti, ilk Türk topluluğu olarak ve bunların konuştuğu dil Göktürkçe vardır. Bunun cevabı budur. Yani bunun nesini konuşacağız?” diyebilirsiniz aldığımız eğitim neticesinde. Orhun Kitabelerinin 730 küsürde dikildiği, yazıldığı söyleniyor. 1720’lerde de Batılılar tarafından keşfediliyor. Ama keşfedildiğinde bunun hangi dilde, ne olduğu, hangi millete ait olduğu 170 sene boyunca bir soru işareti olarak kalıyor. Bazıları “Orhun kitabelerinin bir yüzünde, yanında-yöresinde Çin harfleriyle, işaretleriyle yazılmış taşlar da var. Bu kuzeydeki Çin hanedanlarının kullandıkları bir dildir.” diyor. Başka bazıları da diyor ki “Hayır bu Avrupa Hunlarının Moğolistan topraklarına getirdiği runik alfabedir.” Ki aynı alfabeyle yazılmış, 3-5 karakter değişik olmak şartıyla aynı runik alfabeyle yazılmış Danimarka'da, Norveç'te, İsveç'te, Finlandiya'da yüzlerce taş var aynı harfleri bulabileceğiniz. Yine “Runik harfler Vikingler tarafından Orta Asya’ya getirilmiş olabilir” görüşleri de serdediliyor. Vesaire... Bu tür görüşler atılıyor, ama 170 sene sonra Danimarkalı dil bilimci Thomsen bu yazıtları okuduğunu iddia ediyor. İddia ediyor diyorum çünkü Agop Martayan'ın, sonradan Dilaçar soy ismini alan Agop Martayan'ın dil üzerine mülahazalarından, yazdığı makalelerinden birinde Orhun Kitabelerinin nasıl deşifre edildiği izah ediliyor. Orada diyor ki o güne kadar kimsenin aklına gelmeyen bir şey geldi Vilhelm Thomsen'in aklına: “Bu olsa olsa Türklere aittir.” diyerek bir önkabulle yola çıktı. Sezgisi güçlü, zeki biriydi. “Bu olsa olsa Türklere aittir.” diyerek, Türkçe sesleri Orhun Kitabelerindeki işaretlere yerleştirmeğe çalıştı ve üç sene boyunca bunula uğraştı. Bir ara “Bu iş olmayacak.” dedi, bıraktı ve sonra uymayan yerleri de uydurarak, bazı kelimelerle bazı harfleri atarak, “Bu iş oldu.” dedi ve yayınladı. 1896 yılında! Aynı yıl bir şey daha oldu. Yine Alman Türkolog, o da aynı isimle Wilhelm Bang -Willy Bang diye de kısaltıyorlar- Thomsen’in Orhun Kitabelerini okuduğunu ve yayınladığını görür görmez Arşimet'in hamamdan “Evraka, evraka!” diyerek fırladığı gibi, “Buldum, buldum!” diyerek tarihte hiçbir kaynakta geçmeyen “Köktürk” diye bir kelimeyi, halkı, dili, devleti icat ediyor. Bulduğu şey: Türkçe’nin ve Türk’ün kökü! Diyor ki “Bu harflerin adı Köktürkçedir. Bu insanların adı Köktürklerdir. Oradaki o askerî-siyasî teşkilatlanmanın adı da Köktürk Devleti’dir.” İlk defa bu tabirleri 1896 yılında Orhun Kitabeleri yayınlanır yayınlanmaz, aynı yıl Alman Türkolog Bang söylüyor. Yani “Köktürk Devleti” diye bir devlet Orta Asya'da değil Almanya'da kuruluyor! Böyle bir devletin, böyle bir topluluğun, böyle bir dilin varlığının ne Çin, ne Bizans, ne Arap, ne de Fars kaynaklarında geçtiğini gösterebilen kimse yok. “Köktürkçe”nin ne olduğunu Orta Asya'da bilen yok, Almanya'da biliniyor! Anakronizmin hasıdır bu bahsettiğim hadise ve bunun üzerine bütün Türk tarihi denilen müktesebat yığılıyor. Daha sonra burası da yeterli gelmiyor, bunun altı da dolduruluyor. Şimdi bizim mankafa Türkçülerimize bakarsanız M.Ö. 10 bin yılında bile size Türk bulabilirler: Etrüksler Türk’tür, Trakyalılar Türk’tür, Targitablar Türk’tür… Ne bileyim “t-r-k” sesini duyduğunuz her yerde Türk vardır. O sesler Türk'ün habercisidir. Tarih belge ise, eğer bir evraksa, evraklar bu şekilde okundu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: XI. yüzyıldan önce yani bu topraklar Dâr’ül-İslâm olmaya açılmadan önce Türk tarihi ve Türk dili üzerine araştırma, çalışma yapacak akademik kariyer düşünen birisinin işine yaramayacak tek dil Türkçedir. Onun dışında Almanca bilmesi olmazsa olmazdır, Fransızca bilmesi gerekir, Rusça bilmesi fena değildir. Doğu dillerinden de biraz Çince, Arapça ve Farsça bilse bu işi fazlasıyla kotarır. Ama sadece Almanca bilmekle bizim önümüze ciltler dolusu Türk tarihi yazıp koyabilir ki bugün olan budur.
Şimdi oryantalizm diyoruz. Oryantalizm, şarkiyatçılık Türkçesi. Avrupalılar işte Şark’ta ne olup bittiğini araştırdılar. Böyle meraklı insanlardı! Her şeyi araştırdılar. Şarkiyatçılık! Avrupa'nın, Batılıların şarkında yüzyıllar boyunca “Türk” dedikleri Müslümandan başka bir şey yoktu. Oryantalizm dediğimiz şey Türkleri araştırmak meselesidir. Kur'an-ı Kerim'den başlamak üzere Hadis-i Şerifleri, bütün fıkıh kaynakları ve medreselerin tüm müktesebatı… Didiklenmemiş hiçbir alan bırakılmadı. En son XIX. yüzyıla geldiğimizde zaten Türk devleti olarak izah ettikleri Osmanlı Devleti'nin sarsıntıları başlamıştı zaten. Türk tarihi, Türkçe de bu tecessüsten payını fazlasıyla aldı. Bütün o şarkiyat mevzuu Türkleri tanıma, Türkleri tanımlama mevzuudur aslında. Bu iş nihayetinde Almanlar birliğini tamamladıktan sonra, Alman birliği diye bir şey ortaya çıktıktan sonra, “Her şeyin adını biz koyarız.” mevzuudur aslında. Yani “Sadece Türk tarihi meselesinde değil, Türkçe meselesinde değil, dünyada olup biten şeylerin ismini biz koyarız.” Felsefede de bu böyle, sanat olayında da bu böyle, tarihte, fizikte, matematikte de bu böyle. Yani Batılıların, hassaten XIX. yüzyılda Almanların “İsmini biz koyarız ve bizim kurallarımıza göre de oynanır.” meselesidir aslında. Şarkiyatçılığa sonunda işte Türkiyatçı diyoruz, Türkolog diyoruz. Bu iş tamamen Türkleri çözümleme meselesidir ve çözümledikten sonra ifsat etme, gözlerine at gözlüğü takmak meselesidir aslında. Atlara gözlük takılır. Çünkü atlar 360 derece görür. Sadece kuyrukların arkası kör noktadır, orayı göremezler. Onun dışında sağı, solu, altı, üstü, her tarafı görür. Gözleri bağımsız çalışır; biri sağa bakarken biri sola bakabilir, biri öne bakarken biri arkaya bakabilir. Onun için dilimizde “feraset” kelimesi var; at görüşlülük! Çevresindeki her şeyi dikkate alma, her şeyi görebilme meselesi. Firaset sahibi bir millete şarkiyatçılık ve daha sonra Türkoloji çalışmalarıyla at gözlüğünü takmış oldular. Şu anda biz at gözlüklü insanlar olarak belli bir yöne bakıyoruz. Yani batıya doğru bakmamız gerekirken şu anda biz nereye bakacağını şaşırmış, ağzına da gemi vurulmuş, nereye çekilirse oraya giden, sadece bastığı yeri gören bir millet hâline getirildik. Söyleyeceğim bu topraklara gelmeden Türkün ne olduğunu, Türkçenin ne olduğunu tarihe bakarak anlamanız imkansızdır. Sonrası da meşkuk ama öncesinde akıl hocanız muhakkak bir gâvur olacağı kesin. Dediğim gibi, kesinlikle öncesinde bir şarkiyatçı size onu öğrettiği için siz öyle söylüyorsunuzdur. Bunun ayrıntılarını arkadaşlar ayrıntılıca anlatacaklardır herhâlde.
Batılılar her zaman bu topraklara ve bu topraklarda yaşayan Müslüman unsura Türk dedi. Ama bunu kimse üzerine alınmadı. Osmanlı da Türk dedi Müslüman unsura. Hatta Osmanlı devletluları şaşırıyorlardı yani: “Bu batılılar, Avrupalılar bize de Türk diyor, biz Türk değiliz.” Bunu ısrarla vurgulamaya çalışıyorlar. “Biz Türk değiliz. Türk olan bunlar.” diyerek işaret ettikleri bir şey vardı; bu topraklardaki Müslümanlar. Bu topraklardaki Müslümanların da pek yakın zamana kadar Türk olduklarını söyledikleri vaki değildir. Yani Türklük kimsenin üzerine almadığı bir isimdi ama varlığı sıkıysa inkar edilsin diyeceğimiz Türkçe diye bir dil vardı bu topraklarda. Ne zamandan beri? İlk izlerini işte, XI. asrın sonunda, XII. asrın başında görmeye başladığımız ama kâmilen Yunus Emre ile ortaya çıkmış ve “Evet, bu Türkçedir” diyebileceğimiz bir dil XX. yüzyıla kadar büyüyerek, devasa, kimsenin inkâr edemeyeceği bir dil olarak geldi. Ama tabii bunu da çok iyi becerdi gene aynı bize Köktürk diye bir şeyi yutturanlar; Osmanlıca diye bir dil uydurdular. Yani Lisân-ı Türkî diye bildiğimiz, Türk lisanı diye bildiğimiz daha sonraları Türkçe dediğimiz dil artık Osmanlıcaydı! Türkçe dediğimiz şey ise Cumhuriyetle başlayan yeni bir şey olarak tanımlandı. Bahsettiğim Wilhelm Bang -o Köktürk Devletini Almanya’da kuran arkadaş- bu konu üzerine yazdığı makaleleri “Köktürkçeden Osmanlıcaya” ismiyle kitaplaştırdı ve bu 1917 yılında basıldı. Türkçeye tercüme edildi hemen. Kitabın isminde de, içinde de Türkçe yok! “Köktürkçe” var, “Osmanlıca” var ama Türk lisanı, Türkçe yok. Çok büyük yankı uyandırdı, özellikle cumhuriyetimiz ilk Türkçü kadroları elden ele gezdirdi bunu. Bir şey çıkarabilir miyiz acaba “Köktürkçe”den diye. Hatta o kadar manyak insanlar vardı ki Köktürk alfabesini kullanabilir miyiz diyecek kadar gülünç insanlar gördük. Daha sonra “Köktürk” yani Türk’e kök buluyoruz diyerek yola çıktılar. “Kökle gök aynı yazılır. Biz bunu gök yapalım, hem gökle de irtibatı olur, göktanrı falan… Göktürk olsun.” dediler. Biz lisede, ortaokulda okurken bunu Göktürk olarak biliyorduk. Başlangıçta Köktürk’tü, sonra göktürk oldu, şimdi yine -on beş yirmi senedir herhâlde- Köktürk hâlini almış. Necip Âsım da dedi ki: “Türkün gökü oluyor da Oğuzun niye gökü olmasın?” O da Gagavuzları “Gök Oğuz”dan getirdi! Bu şekilde bir Türk tarihimiz değil, Türkçülük tarihimiz var aslında.
Türkçenin ve Türkün Kur’an’la ve hadis-i şerifle birebir irtibatlı olduğunu anlamadan bizim bu topraklarda yapacağımız herhangi bir şey yoktur. Kısır, dölsüz yumurtalar bırakmak mecburiyetindedir herkes. Bütün çıkarılan yumurtalar cılk olmaya mahkûmdur. Hangi konu olursa olsun, eğer ortada dil yoksa, ortada Türkçemiz yoksa, felsefe de yapsanız matematik, fizik bile yapsanız orada bir kısırlık hâkim olacaktır ki şu andaki üzerimizdeki karabasan budur; mesele budur, diyerek ben şimdi sözü Muammer Parlar’a bırakayım. Ondan sonra devam edelim. Buyurun.
Muammer Parlar:
Selamun aleyküm,
Bir hadiste de beyan edildiği gibi hilâfet otuz sene sürdü. Devamında saltanat geldi. İmam-ı Âzam hicretin 80’inde doğdu ve 150’sinde öldü. Yaşadığı zamanda itikadi ve siyasi ihtilâflar gün yüzüne çıkmıştı, yani 80 yıl geçmiş hicretten. İmamı Âzam’ın İmam-ı Âzam olduğu zamanda -tabii ki hicretten 100-120 yıl geçmiş idi- Şia, Havaric, Kaderiyye, Cebriyye, Mutezile gibi siyasi ve itikadi ihtilâflar yaygın hâle gelmişti. Kendisi mezhep imamlarımız içinde yaşı büyük olduğu için yani en yakını İmam-ı Mâlikdi ki o da 93 doğumluydu ve İmam-ı Mâlik Medine’de yaşamıştı. Medine sahabe çocuklarının ve torunlarının yaşadığı bir belde idi. Bu ihtilâflar, itikadi ihtilâflar, Medine’de kendine taban bulamadı. Ancak İmam-ı Âzam Kûfe’de hayatının önemli bir kısmını, -üç sene Medine’de kalması dışında- Kûfe’de yaşadı. Kûfe Hazret-i Ömer döneminde tesis edilmiş, teşekkül etmiş bir belde idi ve yeni İslâmlaşan unsurların tamamının bulunduğu bir bölge olduğu için bu ihtilâflar Şia, Havariç ve Mutezile gibi ihtilaflar yaygınlık kazandı, kendisine bir taban buldu. Bu sebeple de İmam-ı Âzam bu siyasi ve itikadi ihtilafları defetmek için, bunların belâsından Müslüman ahaliyi muhafaza etmek için ilk dönem çalışmalarında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akaidini, bu akaidin temel taşlarını tesis etti. Bizim akaid kitaplarımızdan ilk bilineni İmam-ı Âzam’ın Fıkh-ı Ekber diye bilinen metnidir. Bu metin fıkıh diye de tanımlanıyor, en büyük fıkıh diye tanımlanan bir metin. O dönem bugünkü anladığımız anlamda fıkıh ve akaid ya da kelâm iki bilim gibi kabul edilmiyordu. Fıkhın içinde, fıkıhla bütün. Yani “Fıkıh kişinin kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” diye bir tanım esas alınıyordu. İmam-ı Âzam da bu itikadi ihtilâfları defetmek için yani Şia’nın dediğine karşı sahabenin üstünlüğü meselesi, Hulefâ-yi Râşidîn içinde öncelikle Hazreti Ebu Bekir’in akabinde Hazreti Ömer’in, akabinde Hazreti Osman’ın akabinde Hazreti Ali’nin üstünlüğü meselesi gibi, işte halku’l-Kur’ân meselesi, Kaderiyye meselesi, irade meselesi vb. ilk dönem ihtilafların hemen hemen tamamı Fıkh-ı Ekber denilen metinde yer aldı. Bizim itikatta imamımız kabul ettiğimiz İmam Maturidi de tamamen İmam-ı Âzam’ın beyan ettiği, esaslarını koyduğu bilgiyi açıkladı bize, bugüne getirmiş oldu.
İmam-ı Âzam hem Abbasi döneminde hem Emevî döneminde yaşadı. Emevî saltanatı biliyorsunuz 132 yılında bitti. İmam-ı Âzam hayatının 52 yılını Emevî saltanatı döneminde yaşadı ve Emevî hilafeti tarafından, valisi tarafından kendisine kadılık teklif edildi. Bunu kabul etmedi. Bundan dolayı hapse atıldı. Ve hapisten çıktığı zaman da Medine'ye gitti. Üç sene Medine'de kaldı. Abbasi dönemi geldiğinde yeniden Kûfe'ye döndü. Yine birkaç sene akabinde halife tarafından kendisine Bağdat kadılığı, Kûfe kadılığı teklif edildi. O uygulamaları beğenmediği için, uygun bulmadığı için bunlara dahil olmadı. Ve o dönemde de işkence gördü. İmam-ı Âzam'ın belki de zindandayken aldığı darbe ya da gıdaların tesiriyle vefat ettiği söylenir. Yine mezhep imamlarımızdan İmam-ı Malik de sıkıntılar yaşadı. Hicretin 218 yılında Abbasi hilafeti Mutezilî akaidi kabul etti. Yani hilafet Mutezilî bir itikadı kabul etti ve Ehl-i Sünnet alimlerinin tamamını sigaya çekti, halifenin talimatıyla hepsi tek tek toplanıp işte itikad konularından özellikle halku’l-Kur’an, Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı meselesi üstünden imtihana tabi tutuluyordu. İmam Ahmet bin Hanbel bunu kabul etmediği için 28 ay zindanda kaldı ve kırbaçlandı. Hayatının da son beş yılında tecrit edilip sadece çocuklarıyla temas etmesine müsaade edildi. Yani hilafetten sonra, Asr-ı Saadet ve Raşid Halifeler dönemi bittikten sonra hem Emevî döneminde hem Abbasî döneminde Ehl-i Sünnet alimleri eziyet çekti ki İmam Ahmet bin Hanbel 241'de vefat etti. 256'da Buhari vefat etti. Buhari'nin de bu Halku’l-Kur’an meselesinden dolayı bir başka veçhesiyle sıkıntı çektiği bilinir, kitaplarda nakledilen bir şeydir. Devam eden dönemde İslâm devleti denilen Büveyhîler uzun zaman Mutezilî oldu. Fatimiler Şia oldu, Şii itikadı kabul etti. Hatta Alparslan'a kadar Selçuklular bile Muteziliydi. Alparslan'dan itibaren Ehl-i Sünnet itikadı esas oldu. Bu sadece devlet bazında değil bunlar halk nezdinde de yaygın hale gelmişti. Ancak bu topraklarda Sünni-Hanefi itikad kendine bir beden bulabildi. Yani bundan öncesinde biz İslâm Devleti dediğimiz zaman, hilafet dediğimiz zaman hepsinin İslâm'a uygun, Ehl-i Sünnet akaidine uygun bir kanaldan aktığını kabul ediyoruz. Aklımız bunu mantıklı buluyor. Ama böyle olmadı işte. Yani mezhep imamı dediğimiz, bizim bildiğimiz insanlar bile işkenceye, bizzat halifelerin talimatıyla işkenceye tabi tutuldu.
Sünnilik ve Hanefilik yani hem Sünni itikad hem Ehl-i Sünnet alimlerinin bize naklettiği bilgi ancak bu topraklarda beden buldu. Bu da az sayıda gelen münadinin, az sayıda gelen münadinin çok sayıda mühtediyle bir tesanütüydü. Yani bu topraklarda Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli, Yunus Emre, Tapduk, Celalettin Rumi dergahlarında bazı günler binlerce kişi ihtida etti. Bu ihtida edenler yani az sayıda nida eden insanlarla bunlara kulak veren büyük kalabalık, kadim ahalinin kaynaşmasından, tekevvününden Türklük doğdu. Yoksa öncesinde bir şey yoktu. Yani Türklük dediğimiz şey Hanefi-Sünni akaitle bu topraklarda bir kaynaşma, bir tekevvündü. Bu da lisan üstünden doğdu. Yani bunun doğumu da lisan yoluyla oldu. Bizim lisanımız tamamen kitap ve sünnetin hem telaffuzu hem manasıyla alındığı gibi Ehl-i Sünnet itikadının da bize medrese ve tekke yoluyla nakliydi ancak. Hem medrese üstünden hem tekke üstünden İslâmlaştık. Gelen insanlar da, az sayıda gelen insanlar da buradaki kadim ahaliyle oluşturduğu tekevvünle de hem İslâmlaştılar, İslâmî durumlarını yükselttiler hem de İslâmlaştırdılar. Yani yeni doğan bir şey, yeni bir dünyaydı buradaki doğan şey. Bu da dediğimiz gibi tamamen lisan üstünden doğdu. Yani Kitap’taki söylenen şeyin ne anlama geldiği, Sünnet’teki şeyin ne anlama geldiği bilgisi üstünden bizim hem Türklüğümüz hem lisanımız doğdu. Lisan bunun eğitimine yönelikti. Şimdi İmam-ı Âzam'dan başlattık, İmam-ı Âzam'ın hem ehl-i sünnet akaidi üstündeki merkezi konumu -çünkü ilk ihtilaflarla muhatap olması ve bunları cevaplandırmış olması- hem de İmam-ı Muhammed üstünden gelen fıkıh külliyatı tamamen bizim bilgilenmemizi temin eden metinlerdir. Yani İmam-ı Âzam'ın fıkıh külliyatı bizde ana metinler olarak okutuldu. Ve biz dilimizi bu metinlerden aldık. Bu metinlerde, hangi ayetin ne manaya geldiği, hangi hadisin nasıl uygulanacağı, ne için amel edeceğimiz, nasıl amel edeceğimiz bilgisini bu metin kitaplarından öğrendik. Bu nedenle bizim dilimiz klasik Arapça’dan da daha itikadi bir dil oldu. Çünkü biz iletişim için dil edinmedik. Edindiğimiz şey lisandı, bir iddiayı üstüne almış bir şeydi. Dolayısıyla tamamen dinin ne dediği bilgisi esastı. Bunun da ispatı sadedinde olması bakımından şunu da söyleyelim. Tabii sözle geçmedi. Sözlü kültürden, ağızdan ağıza gelen bir şey değildi bizim dilimiz. Tamamen yazıdan gelen bir şeydi. O nedenle de yazılı metinler esas oldu.
Şimdi önce bir metinden, yani Âmentü metninden başlayalım.
Âmentü آمَنْتُ : “iman ettim” demek. Arapça aslı “iman ettim” demek. Bizde “bir şeyin esasını, temelini teşkil eden şey” manasına da gelmiş. Yani bu Arapça’da yok. Bizde sadece bir şeyin, yani şunun âmentüsü, şu kitabın âmentüsü dediğimiz bilgi sadece bizde olmuş. Bu da Cibril hadisinde Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet'in, yani imanın şartlarının söylendiği hadiste “آمَنْتُ بِاللهِ وَمَلَئِكَتِهٍ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ” dendiği için, biz bütün hayatın temeline, esasına آمَنْتُ demişiz. İlaveten, Arapça'da olmayan anlamda bizde âmentü kelimesi olmuş. Zaten kelime, esasen fiil cümlesi. آمَنَ ve تُ zamirinden oluşuyor. Klasik Arapça bakımından fiil cümlesi de öyleyken, fiil cümlesi haliyle gelmiş ama bizde bir hadise dayanmış, hadiste de imanın esaslarını, bir şeyin temelini anlattığı için bizde “bir şeyin temelini, esasını anlatan şey” ilave manasıyla gelmiş.
El-aman, اَمَانْ : "Eman dilemek, medet ummak" anlamında gelmiş. Bizde el takısıyla اَلْاَمَانْ "bıkkınlık, illallah” anlamında gelmiş. Sadece Allah'tan yardım dilemek, el takısı bilinen bir şey ifade ettiği için “Sadece Allah'ın bilinen emanına sığınma” sözü anlamında gelmiş.
Emin kelimesi, اَمِینْ kelimesi: "İtimat edilen, emin, güvenilen kimse” demek. Peygamberimizin de bir sıfatı. Ama Türkçede “şüphesi olmayan” anlamına gelmiş ilaveten. Bu da İmam-ı Âzam'ın “İmanda şüphe bulunmadığı gibi küfürde de şüphe yoktur, Mü'min belki Müslümanım, inşallah Müslümanım diyemez, Mü'min kimse kesinlikle, hakikaten Müslümanım demelidir, emin kimsenin şüphesi olmamalıdır.” itikadı sebebiyle emin kelimesi Arapça’da olmadığı halde bizde “şüphesi olmayan kimse” anlamına gelmiş.
Emanet, اَمَنَ kökünden üç beş örnek olması bakımından söylediğim son kelime. اَمَانَتْ kelimesi bizde aynı zamanda “can, can borcu” anlamına gelmiş. Arapça’da böyle bir anlamı yok. Bilindiği anlamıyla emanet Arapça’daki anlamı bilinen anlamıyla “eminlik, mutemet olmak” anlamında. Evet bizde de “eminlik, mutemet olmak” anlamında gelmiş ama bir de “can borcu” anlamında gelmiş. Bizim bilgece halkın söyleminde de olan “Allah'a bir can borcumuz var” ifadesi hayata bakışımızda itikadımızın bir göstergesi. Hayatın bize emanet edilmiş bir şey olduğu, Allah yolunda kullanılması icap ettiği bilgisi ve itikadı eşliğinde gelmiş. Arapça’da böyle bir anlama gelmemiş.
Yine dedik ki, metin kitaplarından gelmiş. Yani tefsirlerden bize ilave anlam gelmiş:
Rahmet رَحْمَتْkelimesi, “O rahmetinin önünde müjdeleyici rüzgarları gönderiyor…” (A’râf, 57) ayetinden dolayı bizde aynı zamanda “yağmur” anlamına gelmiş. Arapça’da yağmur anlamında bir kullanımı yok.
Hasret حَسْرَتْ kelimesi, klasik Arapça’da "keder, şiddetli üzüntü” anlamında. Hasret ayet-i kerimeyle gelmiş. Ayetin tefsirinde İbn Cevzî, Nîsâbûri, Sa’lebî “özlem, kaçırılan bir şeye duyulan özlem” anlamında tefsir etmişler. Bu anlam bizde ilave anlam olarak tefsirlerden gelmiş.
Bizzat hadis metinlerinden gelen, Arapça’da olmayan ama bizzat hadis metinlerinden gelen kelimelerimiz olmuş:
Caize جَائِزَەَ kelimesi. Peygamberimize ''Ya Resulallah bu konuğun caizesi nedir?'' diye sorulmuş bir hadiste: O da "Bir gün ve bir gece yiyeceğidir.” demiş. (Buhârî) Bizde "azık" anlamına gelmiş. Arapça’da böyle bir anlamı yok. “Bahşiş, ödül” demek Arapça’da. Bizde aynı zamanda “yol azığı” anlamına gelmiş. Bu anlam doğrudan bu hadisten alınmış.
Habbe حَبَّە kelimesi: Bizde "en küçük şey" anlamına gelmiş ilaveten. Arapça’da "tohum" demek. Dane, tohum dediğimiz kelime. Evet bizde de "dâne" anlamına gelmiş. Ama ilaveten "en küçük şey, zerre" anlamına da gelmiş. Çünkü bir hadiste kişinin eliyle düzeltmesi, diliyle düzeltmesi, kalbiyle düzeltmesi, bu da yapılmazsa hardal tanesi kadar bile imanın kalmayacağı “حَبَّة الْخَرْدَال” terkibi ile ifade edildiğinden en küçük şeyin bile kalmayacağı hadiste açıklandığı için bu hadisten “habbe” kelimesi “en küçük şey, zerre” anlamında da ilave anlam olarak bizde gelmiş.
Helâ kelimesi: “boş yer” demek خلا kelimesi aslında. Arapça’da da “abdest bozmaya mahsus yer, tuvalet” anlamında bir kullanımı yok. Ama bizde hem Buhari hadisinde hem Nesâi'de “Helâya gittiğiniz zaman kıbleye dönmeyin” diye bir hadis var. Bizzat da اِلَی اَلْخَلَا denmiş. Aynı kelimeyi biz aynen dilimize manasıyla almışız. Arapça’da alınmadığı halde biz manasıyla almışız.
Fıkıh kitaplarımızdan da geçenler olmuş:
Fıkıh metinlerini -az önce bahsettim- esasen temel metin olarak İmam-ı Âzam'dan başlatıyoruz. Yani klasik fıkıh kitaplarında, bizde en yaygın, tabii kendi geleneğimiz içinde, Kudûri metni, Hidâye metni dediğimiz metinler. Hidâye ve Hidâye'nin şerhleri çok yaygın fıkıh kitapları. Yani 60 tane şerhi var Hidaye'nin. Bu da tamamen İmam-ı Muhammed'in İmam-ı Âzam'dan aldığı metinlerin açıklaması şeklinde oluşmuş. Son dönem bir alim, bu konu üstünde İmam-ı Âzam'a bazen hadisler üstünden fazla çalışmadığına yönelik eleştiriler üzerine Tehânevi İ’laü’s-Sünen diye bir kitap telif etti. 1974 vefatı. 18 cilt mukaddimeler ve fihrist ile 22 cilt bir kitap olarak sonradan basıldı. İmam-ı Âzam'ın, Hanefi mezhebinin hangi hadislerden dayanak aldığına ilişkin deliller ortaya kondu. Bazı metinlerde de bu deliller 70 bin hadis diye naklolunuyor. Zaten Hidâye metnine baktığımız zaman yazılan cümleler hemen hemen lafzen bir hadis metni. Yani bunu baştan açıp ben de müşahede ettim, baştan abdestten, oruçtan açıp baktığınız zaman hemen hemen hadis metinleri, yakın hadis metinleri var. Bu sonraki bir çalışma olduğu için bununla eşleştirildiği zaman, İmam-ı Âzam'dan gelen nakillerin de aslında hadis metinleri, onların işlenmesi olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla fıkıh kitaplarımızdan ilave anlam ile gelen kelimelerimiz var … Özellikle ben Hidâye ve şerhleri üstünden baktım:
Asla اَصْلَا kelimesi: اَصْل kelimesinin tenvinli hali, "aslen" demek yani "asıl bakımından, asıl yönünden" gibi bir anlama gelen bir kelime, bizde bugünkü anladığımız "asla, asla olmaz" anlamında kullanılmış. Bu çünkü bir metin kitabımızda, işte Hidâye metinlerinde “asla bu akit yapılamaz, asla şunlar cennete aşağıdan da yukarıdan da katılamaz, giremezler” şeklinde asla ifadesiyle kullanılmış. Biz de bunu Hidâye vb. fıkıh metinlerinden almışız.
Husumet خُصُومَتْ kelimesi. Husumet: "düşmanlık" demek. Arapça'da düşmanlık anlamında kullanılıyor. Ama ilaveten bizde “davada hasım olmak, davanın bir tarafı olma” anlamı gelmiş. Bazı ayet ve hadislerde de kullanılır. Sad suresinde “sana davacılar geldiğinde…” hasım kelimesiyle, yine Peygamberimizin “bana hasımlar gelip kendi haklarını iddia etmektedirler” dediği bir hadiste gelmiş. Yine Hidâye metninde “husumet” şeklinde de davalaşan iki tarafı anlatmak için bu ifade gelmiş, biz de bunu fıkıh metinlerinden almışız.
İstikbal اِسْتِقْبَالْ kelimesi. İstikbal-i-kıble dediğimiz “kıbleye yönelmek” aslında ana manası bu. Bu mana bizde de bulunmuş. Ama aynı zamanda “gelecek” anlamında kullanılmış. O da yine Hidâye metninde, Tefsir-i Begâvi’de aynı şekilde “hal ve istikbal mukabili, şimdiki zaman ve gelecek zaman” gibi kullanılmış. Bu anlamda yine fıkıh metinlerinden gelmiş.
Muvazaa مُوَاضَعَه kelimesi “danışıklılık” demek. Bugün hukukta da kullanılan bir şey. Arapça'da sadece “başka bir kimsenin kanaatine muvafakat etmek” demek. Bizde ise “hileli anlaşma” anlamında kullanılıyor bugün muvazaa kelimesi. Bu da aynı şekilde Hidâye metinlerde gelmiş. “Taraflar, muvazaa, hileli olarak anlaştığında…” diye metinlerde gelmiş.
Müsaade مُسَاعَدَە kelimesi, aynı şekilde Arapça’da "yardım etmek" demek. Bizde aynı zamanda “elverişli, müsait olmak, müsaade etmek, bir şeyin müsait olması” anlamında da yine bu ana klasik fıkıh metinlerimizde kullanılmış. “Elverişli bulunma, uygun olma” anlamı Arapça'da olmadığı halde bizde bulunmuş. Müsait, müsaade ikisi de aynı şekilde söyleyebiliriz.
Bunun dışında, metin kitapları yanında itikadımız sebebiyle, yani inandığımız şey sebebiyle de ilave kelimeler aslında ikisini belki birbirinden tam ayırmak mümkün değil ama bir kısmının bizzat metinlerde olduğunu müşahede ettiğimiz için onu tasnif ettim, anlaşılması bakımından yani. Kimisi bazen aynı zamanda tefsir kitabında da gelmiştir, hadis kitabında da gelmiştir. Ben, yani fıkıhta olan tespitleri ve hadiste olanları tasnif ettim.
Elifbâ, اَلِفْبَاkelimesi bir şeyin -bildiğimiz bugün alfabe mi diyeceğiz- elif cüzü dediğimiz şey. Bizde ama aynı zamanda “bir şeyin başlangıcı” diye de bir anlamda gelmiş. Yani biz elifbayı her şeyin başlangıcı kabul ettiğimiz için bir şeyin başlangıcına da yani coğrafyanın da elifbası var demişiz, yani bugün emsal kelimeler içinde coğrafyanın elifbası deniyor. Bunu biz elifba ile bağımız sebebi ile yapmışız. Elife benzer biz kumaş görmüşüz, "elifî" diye bir kelime ilave etmişiz.
Ahî اَخِى kelimesi Resûl-i Ekrem'in bir hadisinde Hz. Ebubekir için "O benim kardeşim" diye gelmiş. Bizde Ahîlik aynı zamanda hem Hz. Ebubekir'in cömertliği üstünden hem Peygamberimizin kardeşlik ifadesi üstünden aynı zamanda bir teşkilâtın adı olmuş. Bunda cömertlik önemli bir unsur olmuş. Ahî kelimesi ilâve bir anlamla gelmiş.
Rahle رَحْلَه kelimesi Arapça’da “deve semeri” demek, bizde "Kur'an okunan masa" anlamında kullanılmış. Rahle kelimesi Arapça’da deve semeri anlamında kullanılıyor.
Sebil سَبِيل kelimesi, sebil “yol demek” bizde aynı zamanda “Allah rızası için yapılan şey” فِي سَبِيلِ اللهِ nin kısaltılmışı olarak “Allah için yapılan, su sebili, sebil için yapılan şey” anlamında ilave anlam gelmiş. Arapça’da bu anlamda kullanılmamış.
Naat نَعَتْ kelimesi "sıfat” demek “bir şeyi sıfatlamak” demek. Bizde hususen Peygamberimiz için yazılan kaside ve şiirler için naat ismi verilmiş ilâveten.
Hisse حِصَّه A'râf sûresinde: فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ diye ayet-i kerimede gelmiş. "Kıssaları anlat, umulur ki tefekkür edip düşünürler." (A'râf, 176) Hisse bizde "ders almak, pay almak" Arapça’da sadece “nasip, pay” demekken bizde “ders almak” anlamında ilâve bir anlam gelmiş.
Rıhlet رِحْلَتْ kelimesi "göçmek" demek aslında, "yolculuk" demek. Bizde ise "ölmek, ölüme yolculuk etmek" anlamında "dünyada bir yolcu gibi ol" hadisinin ifham ettiği anlamdan bizde aynı zamanda "ölmek" anlamında da kullanılmış.
Şamata شَمَاتَه da böyle bir şey. Şamata "sevinmek" demek "düşmanın içinde bulunduğu kötü duruma sevinmek" demek. Resul-i Ekrem'in vefatında gürültü ve patırtıyla sevinen cariyelerin ellerini kestirmiş Hz. Ebubekir. Bizde "gürültü patırtı" anlamına gelir ilâve anlam olarak. Sevinmek yanında ilave anlam gürültü ve patırtı anlamına gelmiş.
Tanzimat sonrası oluşan kelimelerde de aslında aynı kaynak kullanılmış. Kimisi doğrudan Arapça'dan alınsa da bir kısmında dinî metinler kullanılmış. Hepsi için söylemeyiz elbette ama ben birkaç örneğini aldım:
Âfâkî آفَاقِى kelimesi "objektif" karşılığı, Babanzâde belirttiği gibi Fussilet sûresinden almış. Yani Fussilet sûresinde فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ (Fussilet,53) diye ayet-i kerimede geldiği için biz diyor "âfâkî ve enfüsî, subjektif ve objektif kelimelerini bundan öğrendik." Özellikle felsefede ve dinî metinlerde buna özen gösteren insanlar aynı kaynağı, Kitap ve Sünnet kaynağını kullanmış.
İdhâl اِدْخَال kelimesi için böyle bir şey var. İmam Ebu Yusuf ve İmam Şâfi'den rivayette "Müslümanların şehirlerine domuz eti ithal edilmemesi" denmiş. Sonradan çıkmış bir kelime ama bu metinlerden kullanılmış.
İstînafﺍِﺳْﺘِﻴﻨَﺎﻒ kelimesi bugün istînaf mahkemeleri için kullanılıyor. "Yeniden başlamak" demek ama Peygamberimizin hadisinde ve Serahsî'nin Mebsût'unda "davaya yeniden başlıyordu" diye اِسْتَأْنَفَ kelimesi ile gelmiş. Bu metinler bizde alınmış, sonradan Mecelle'de ilk düzenlemesi yapılmış.
Mibzer مِبْزَر diye bir kelime türetilmiş ekmekten. Bugün tohum ekme aleti. Bezr-bizr, buzûr gibi aynen hadislerden yer alan Türkçe kelimelerle kurulan bağı devam ettirmek için.
Bundan başka 3-4 tane daha bileşik kelime söyleyip tamamlayacağım yani uzadıysa.
Siyak ve sibak ﺳِﻴَﺎﻕْ ve سِبَاقْArapça’da siyak "sürmek, bağlam", sibak "koşu" demek. Bizde "önü ve sonunun uygunluğu" anlamında gelmiş. Hidâye şerhleri Fethü'l-Kadir'de, Nihâye'de, Bidâye'de aynen bulunmuş siyakına sibakına bakılacağı kelimenin. Siyak ve sibak anlamı bundan gelmiş.
Zevk-i selim ذَوْقِ سَلِیمْ hiss-i selimحِسِّ سَلِیمْ aynen bu metin kitaplarında bulunmuş. Arapça'da bulunmadığı halde bizde kalıp olarak bulunmuş hiss-i selim ve zevk-i selim kelimeleri.
Emr-i hak اَمْرِ حَقّ yani Peygamberimiz kendi çocuğu İbrahim öldüğü zaman bu اَمْرٌ حَقٌّ"” yani Allah'tan gelen bir emirdir, Va'd-i sıdk, sıdk bir vaattir ki ahirette birbirimize katılacağız” demiş. Biz bundan dolayı ölümü “emr-i Hakk, Hakk emri, Allah’ın emri, Hakk'ın emri” anlamında bir metin olarak kullanmışız.
Sabit kadem ثَابِت قَدَمْ, ayağın sabit kalması... Hem A'râf sûresinde şeytan "Beni azgınlığa mahkûm ettin ve bu sebeple andolsun ki onların sırat-ı müstakimine pusu kurmak için oturacağım sonra, andolsun onların önlerinden, arkalarından, sağından, solundan musallat olacağım" (ayet 16, 17) diye gelmiş. Ve yine Nuh sûresinde "Ey iman edenler, şeytanın adımları ardına gitmeyin" (ayet 21) ayetleri gelmiş. Bizde sabit kadem “sözüne devam eden, ayağı sağlam basan anlamında” Türkçede bulunmuş. Arapça’da böyle bir kullanım yok.
Son kelimemiz eyvallah اي وَاللهِ kelimesinden gelmiş. اي evet demek Arapça. "Vallahi de yemin olsun" bizde aynı zamanda وَ birliktelik anlamında kullanılmış. "Allah'la birlikte, Allah'ın hakkı için, Allah'ın kabulü için tamam, kabul ettim, eyvallah" anlamında da kullanılmış.
Dolayısıyla bizim yazımız tamamen Kitab'ın, Sünnet'in hem telaffuzuyla -bundan önce metinlerini yayımladığımız gibi, hem “Türk'ün Dili Kur'an Sözü” hem “Resul-i Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu” kitabında- Kur’an ve hadis metinlerinin bizzat telaffuzuyla geldiği gibi, telaffuzun aynı manasıyla da gelmiş. Hatta bunun itikatla, bir Ehl-i Sünnet Akaidiyle işlenmesi sonucu metin kitaplarımız üstünden, medrese ve tekke üstünden dilimiz teşekkül etmiştir. Buna nüfuz etmenin yolu ise yazımızı geri almaktır. Yani yazımızı geri almadıkça bunlara nüfuz etmemiz, buna ait dünyaya dahil olmamız mümkün olmuyor. Hepimizin bu dünyanın, yeni bir dünyanın ancak yazımızı geri almakla mümkün olacağını bilmemiz lazım deyip tamamlayayım.
Durmuş Küçükşakalak:
Muammer Parlar’a teşekkür ederiz, şimdi söz Yusuf Mert Akpınar’da, buyurunuz.
Yusuf Mert Akpınar:
Selamun aleyküm,
Beyanın üç merhalesi vardır. Dil, lisan ve lügat. Dil ile beyandan yalnızca bir vasıta olarak yararlanırız. Gündelik işlerimizi görürüz. Dilin muhtelif türleri vardır. Mesela evlerin uzak ve arazinin engebeli olduğu yerlerde iletişim kurabilmek için kuşdili kullanılır veya denizciler haberleşebilmek için mors kodlarından yararlanırlar. Yani dil yalnızca ihtiyacı gidermek içindir. Herhangi bir iddia taşımaz. Dilin üstünde lisan vardır. Bu merhalede söylemlerimiz sadece ihtiyaca matuf değildir. Lisan ile birlikte bir iddiayı yüklenmiş oluruz. Lisan merhalesinde söylenen her söz bir dünya görüşünün yansımasıdır. Lisanımız kimliğimizle aynı hizadadır. Bizim alimlerimizin kullandığı “kefere lisanı” diye bir tabir var. Türkçe bilmesine rağmen kefere lisanı tekellüm edenlerin tazir edilmeleriyle alakalı fetvalardan öğreniriz bunu. Lisanın kemale ulaştığı forma ise lügat diyoruz. Bu merhalede her şey yerli yerince ifade edilir. Bir milletin lügat sahibi olması o milletin çıkılabilecek en üst mevkiye çıktığını gösterir. Eskilerin bir sözü var: Kemalat teferruattadır. Yani lügat sahasında ince işçilik vardır. Şairler bize oradan seslenirler.
Beyanın dil, lisan ve lügat olmak üzere üç merhalesi olduğundan bahsettik. Peki “Önce Türk mü Ortaya Çıkmıştır, Türkçe mi?” sorusundaki Türkçe ifadesine hangi anlam üzerinden yaklaşacağız? Burada Türkçe ifadesi en az lisan seviyesinde anlaşılmalıdır. Türkçe, Türklüğün lisanıdır. Bizans’ı bu topraklardan kovan ve diyar-ı Rum’u İslâmlaştırmak suretiyle Türk vatanı haline getirmiş insanların konuştuğu lisandır. Bu cihetten Türkçe iddiaların en üstününü, i’lâ-yı kelimetullah iddiasını taşır. Allah her millete o milletin karakterine göre bir dil verir. Türkler tarih sahnesine gaza ederek çıktıkları için Türkçe de bir gaza dili olarak doğmuştur. Türk’ün ve Türkçe’nin ortaya çıkışında bu toprakların -Orta Asya’nın değil bilhassa diyar-ı Rûm topraklarının- merkezi bir rolü vardır.
İsmet Bey “Bir toplum, toprağın ruhu ve insanların kavliyle selamete kavuşur” diyor. Ben biraz toprağın ruhu meselesinin üzerinde durmak istiyorum. Anadolu toprakları yüzlerce yıl önce Romalılar ve Persler, daha sonra da Bizans ve Müslümanlar arasında bir uç bölgesi olmuştur. Bu vaziyet buralarda bir uç kültürünün neşet etmesine sebep oldu. Ucun iki tarafında da bir iddiası olan, merkezi otoriteden hazzetmeyen ve ucun diğer tarafına akınlar düzenleyen gruplar vardı. Uçlarda cereyan eden savaşlarda Rum olanlara akritai, Müslüman olanlara gazi denmiştir. Battal Gazi bunlardan biridir mesela. Digenes Akrites de en meşhur Rûm akrîtelerinden biridir. Uçlarda yaşayan gazileri düşünürken onları sıradan askerler gibi düşünmemeliyiz. Bunlar devlet mantığıyla hareket eden insanlar değiller. Ömürleri boyunca uçta yaşıyor ve kazanım elde ettikçe ilerliyorlar. Canları ucun diğer tarafından gelebilecek bir saldırı ile her saniye tehlikede. Bu yüzden karakterleri çok sağlam olan insanlar. Gazilere benzer bir hayat süren Rûm akritailerin ihtidası da bundan dolayı sühuletle gerçekleşmiştir. Mesela Dânişmendnâme’den öğrendiğimize göre Dânişmend Gazi, meşhur bir Rûm akritaisi olan Artuhi ile karşılaşır ve onu yenerek Müslüman eder. Bundan sonra Artuhi, Dânişmend Gazi’nin en iyi dostu olur ve hep birlikte gazalara giderler.
Tarihe akışa tekrar dönecek olursak, Arap halifelikleri sırasında Gaziler Bizans ile birkaç yüzyıl çarpışsa da Rum diyarında kalıcı bir ilerleme kaydedemedi. Hatta XI. Hıristiyan yüzyılına gelindiğinde Bizans sınırları doğuda Azerbaycan’a, güneyde Lübnan’a kadar ilerlemişti. Bu tarihten sonra devreye Türkler giriyor. XI. Hristiyan yüzyılında, henüz Malazgirt savaşı vuku bulmamışken, irili ufaklı pek çok gazi teşkilatı Bizans uçlarına doğru akınlar düzenliyor. Gazilerin Rum diyarına yaptığı akınlar İran Selçuklularından müstakil hatta zaman zaman onların hilafına gerçekleşiyordu. Zaten başlangıçta İran Selçuklularının Bizans ile savaşmak gibi bir niyeti yoktu. Selçuklular Bağdat’ı ele geçirdikten sonra Abbasi Halifeliğinin de gücünü kullanarak Suriye ve Mısırdaki Fatımiler’in üzerine gitmek istiyordu. Ancak Suriye ve Mısır’a giderken olası bir Bizans taarruzundan korktuğu için de Bizans ile dostane ilişkiler yürütüyordu. Bizanslılarla uzlaşmayı temin edemedikleri için Malazgirt seferine teşebbüs ettiler. Malazgirt savaşı kazanıldıktan sonra Diyar-ı Rûm’da herhangi bir idare kurmadılar ve Bizans İmparatorunu da esir aldıktan sonra iade ettiler.
Malazgirt savaşından altı sene sonra Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından Anadolu topraklarına gönderildi. Ama bunun sebebi İran Selçuklularının Anadolu topraklarına duyduğu alakadan değildir. Selçuklu Sultanı Kutalmışoğulları ailesinin sultanlık arzusuna son vermek için Süleyman Şah’ı Anadolu’ya sürmüştü bir bakıma. Süleyman Şah burada İznik’i fethedip Anadolu Selçuklu Devletinin temelini atmıştır. Ancak diyar-ı Rum’un İslâmlaştırılması Selçukluların yürüttüğü bir süreç değildir. Zaten dediğim gibi İran Selçukluları, Anadolu’yu değil Suriye ve Mısırı hedeflemekteydi. Rûm Selçukluları ise başlangıçta yalnızca sürgün edilen bir şehzadenin kurduğu küçük bir sultanlıktı. Ve asıl maksadını ilerleyen yıllarda Gaza Beyliklerine karşı takındığı tavır ile belli edecekti. Mesela Çaka Bey İzmir’i fethedip Ege Adalarına akınlar düzenlediği sırada Rûm Selçuklusu ve Bizans’ın ortak tertibi ile şehit edildi.
Diyar-ı Rûm’un İslâmlaşması Gaza Beylikleri’nin öncülüğünde teessüs etmiştir. Bilhassa Dânişmendliler önderliğinde Saltuklular, Mengücekliler, Çaka Beyliği gibi irili ufaklı bir sürü gazi teşkilatı Diyar-ı Rum topraklarına İslâm hayatının tohumlarını ekmiştir. Rum Selçukluları’nın amacı ise İran Selçuklularından aldıkları merkezi devlet tecrübesini diyar-ı Rum’a tatbik etmekti. Bu yüzden sürekli gaza edip Bizans topraklarının tamamını İslâm’a açmak isteyen Gaza Beylikleri Rum Selçukluları için bir tehdit oluşturuyordu. Bugün yazdıkları ciddiye alınabilecek birkaç tarihçiden biri olan Cemal Kafadar, Dânişmendliler’in Rum Selçukluları ile mücadelesinin, birbirlerinden büsbütün ayrı iki kültürün ve siyaset geleneğinin çarpışması olduğunu, Dânişmendliler’in gazi olup, gazilikleriyle övünen, kendi vazifelerini fütuhatın idamesinde gören ve memleketlerinde hiçbir hakiki siyasi teşkilat kurmayan bir Beylik olduğunu söylüyor.
Rum Selçukluları ise merkezi bir devlet mantığıyla hareket edip devleti dinin önüne koyuyordu. Onlar kendilerine Gazi demezlerdi. Saraylarının içinde bir kilise vardı ve Rumca konuşmaktan da imtina etmezlerdi. Hıristiyan takvimine göre 1180 yılına gelindiğinde Rum Selçukluları Dânişmendliler’i tamamen ortadan kaldırdı. Bu tarihten sonra diyar-ı Rum topraklarına büyük ölçüde hakim oldular. Bizans-Türk savaşlarının inkıtaa uğraması ve uzun süreli bir sulhun başlaması da bu tarihe denk düşer. Böylece, diyar-ı Rum’un orta ve doğu kısmı Rûm Selçukluları, Batı kısmı da Bizans hakimiyetinde kaldı. Fakat XIII. Hristiyan yüzyılına gelindiğinde Moğolların, Rum Selçuklularını tâbiyyeti altına almasıyla Bizans’ın İstanbul’u Latinlerden geri alıp devletin merkezini yeniden İznik’ten İstanbul’a taşıması siyasi iklimi tamamen değiştirdi. Selçuklu otoritesinin zayıflamasıyla birlikte yine irili ufaklı Gaza Beylikleri kuruldu. Bunlar ilk iş olarak 10 sene süren Çaka Bey idaresi haricinde, 250 senedir fethedilemeyen Batı Anadolu topraklarını Bizans ve Haçlılar’ın elinden aldılar. Başlangıçta başı Menteşe Beyliği çekiyordu. Daha sonra Aydınoğulları yaptıkları akınlar ile dikkat çekti. Gazi Umur Bey Yunanistan, Trakya ve Makedonya’ya kadar uzanan akınlar düzenliyordu. Kuzeyde de çok küçük bir teşkilatlanma olmasına rağmen Küçük Sinop Beyliğinin reisi Gazi Çelebi, Kırım’a ve Trabzon Rumlarına karşı cüretkar akınlar düzenliyordu. Osmanoğulları ise henüz mütevazı bir rol oynuyordu.
İki Beylik ise varlık sebebi olarak Gaziliği değil merkezi bir devlet kurma hülyasını benimsemişti. Germiyanoğulları ve Karamanoğulları. Bu iki beylik de Selçukluların mirasını devralmak iddiası ile hareket ediyor ve Gaza beyliklerine tabiri caizse abilik taslıyordu. İbn Battuta seyahatnamesinde Germiyan eşkıyalarından birkaç defa bahsediyor ve “Allah onların şerlerinden korusun” diye ilave ediyor. Hiçbir Germiyan Beyi, tıpkı Selçuklular gibi, kendisine gazi dememiştir. Osmanoğulları da başlangıçta Germiyanoğulları’na düşmanca bir tavır takınmış ve diğer Gaza Beyliklerinin desteğini almıştı. Osmanoğulları, bilhassa Orhan ve Murad dönemlerinde önemli fetihlere girişmiş ve sınırlarını genişletmişti, diğer beylikler bu fütuhatın asker gücünü karşılamaktan imtina etmemişti. Osmanoğulları’nın liderliğinde bir sürü gazi teşkilatı Macar hudutlarına kadar gittiler. Bu, tabii Osmanlılara müthiş bir itibar ve ganimet temin etti. Bir süre sonra Gaza Beyliklerinin birbirleriyle yaşadıkları münakaşalar Osmanlı’yı onlardan yukarıda bir mevkiye yükseltti. Çünkü Osmanlılar gaza ederken onlar birbirleriyle münakaşa etmeye başlamıştı. Fakat Osmanlılar, elde ettikleri kazanımları bir süre sonra tıpkı Rum Selçuklusu gibi merkezi bir imparatorluk kurma hevesine hasretti. Belki de bunu en başından beri planlıyordular. Mesela Orhan’ın Bursa’yı fethettikten sonra orada Yahudilere bir mahalle kurdurduğunu ve Sinagog inşa etmelerine izin verdiğini biliyoruz. Yine Orhan döneminde ticari hayatın geliştirilmesi için muhtelif işlerde uzmanlaşmış Yahudiler ülkeye davet edilmişti. Murad devrinde de yeniçerilik kurumu ihdas edilip padişaha sıkı sıkıya bağlı bir kapıkulu sınıf icat edildi.
Fakat işin aslı Yıldırım Bayezid’e gelindiğinde iyice ayyuka çıkıyor. Bayezid bütün Gaza Beyliklerini boyunduruk altına aldı. Ve merkezi hükümetin denetimini güçlendirecek yeni bürokratik mekanizmalar ihdas etti. Bunun üzerine Gaziler Timur’dan yardım istedi. Ankara Savaşı’nda, Gaza Beylikleri Timur’un, gayrimüslim unsurlar ise Osmanlı’nın yanında yer aldı. Timur Osmanlı’yı mağlup ettikten sonra Osmanlı’nın kafirlerden aldıkları topraklara dokunmayıp Gaza Beyliklerinden aldıkları toprakları Gaza Beyliklerine iade etti. Daha sonra Rodos Şövalyelerinin elinde olan İzmir’i fethedip geri döndü. Timur İzmir’i fethederek hem dahili münakaşalarla meşgul olan Gaza Beyliklerine hem de merkezi bir devlet kurmaya çalışan Osmanoğulları’na tabiri caizse şu mesajı veriyordu: “Sizin buradaki varlık sebebiniz, yalnızca gaza etmek. Burada bir imparator olacaksa benim soyum buna müsait. Fakat siz teşkilatlarınızı soy sop üzerinden değil, ancak gaza üzerinden inşa edebilirsiniz.” O zamanlarda Gaza Beyliklerinin itibarı bütün İslâm coğrafyasına yayılmış vaziyetteydi. Diyar-ı Rum dışında kalan Müslümanlar Gaza Beyliklerine kafirlerle çatıştıkları için mümtaz bir mevki tahsis etmişti. Timur’un Gaza Beyliklerinin yardımına koşmasının bir sebebi de bu. Buradan bir itibar temin etti böylece.
Toprağın ruhundan biraz bahsetmiş olduk. İsmet Bey’in cümlesini tekrar hatırlayalım: “Bir toplum, toprağın ruhu ve insanların kavliyle selamete kavuşur.” Peki insanların kavli ifadesinden ne anlayacağız? Kavil, söz demek. Buradaki insanların kavli 1000 senedir değil, en az 2500 senedir şiir ile iç içe. Bunu nereden biliyoruz? Yine İsmet Bey’in dikkat çektiği bir şey bu. Homeros bu topraklarda şiire üstün ve nüfuz edici bir hususiyet verilmesini sağladı. Homeros’un epik anlatımı dilin bir iddia yüklenmesini mümkün kıldı. Bu sayede dil, gündelik bir dil olmaktan kurtuldu. Geçmişten beri bu topraklarda söze verilen kıymet gazilerin dillere destan olmasını sağladı. Manzum olarak da söylenen Battalnâme, Hamzanâme, Dânişmendnâme ve Saltuknâme gibi destanlar Türklerin fütuhatı sırasında bölgeden bölgeye ve kuşaktan kuşağa, şifahi kültür ile yayıldı. Bunlar daha sonra yazıya geçirildi. Mesela Saltuknâme’nin yazıya geçirilmesini bizzat Cem Sultan himaye etti. Saltuknâme gazilerin verdikleri hizmet karşılığında yeterince mükafat alamadıkları hissiyle yazılmış bir metindir.
Saltukname’de Sarı Saltuk, İstanbul henüz fetholunmadığı bir sırada, Edirne’yi ziyaret edip hükümdarı şöyle uyarıyor: “İmdi Rûm’u her kim ki zabt etmek isterse Edirne’de karar dura ve ondan her kim küffarı ve adûyu zebun etmek isterse Kal’a-i Edirne’de dursun, zira gaziler ocağıdır, gazaya ondan özge yer olmaz. Bu dünya bir yüzük gibidir, hatemin nigini gibidir Rûm ili ve ol niginin ortası Edirne’dir. Her kimin elinde bu Rûm hatem gibi parmağında ola, pes onun niginin merkezi bu yer gerekdir.” Sarı Saltuk ayrıca nesl-i Al-i Osman’dan, Mehmed adlı bir sultanın çıkıp, İstanbul’u fethedeceği ancak o şehrin elinde sonunda fesat, zina, livata ve zulümden yıkılacağını, Edirne’nin ise Müslümanlar gazadan vazgeçmedikçe baki kalacağı kehanetinde bulunur. Bütün bu anlatılar İstanbul’daki kapıkulu hakimiyetinden mustarip olan Gazilerin endişeli ifadeleridir. Cem Sultan bu eseri himaye ederek kapıkullarına karşı gazilerin desteğini almak istedi. Çünkü bilhassa İstanbul başşehir olduktan sonra gaziler tecrit edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed ile birlikte gazi kimliği Osmanlı hükümdarlarının kullandığı muhtelif kimliklerin en önde geleni değildi artık. Fatih Sultan Mehmed, kendini Kayser-i Rum olarak görecek hatta kendisi için iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı manasında “sultanü’l-berreyn ve hakanü’l-bahreyn” diyecekti. Çok enteresandır ki Osmanlılar gazilikten ne kadar uzaklaşsa da Battal Gazi’den 1000 sene sonra Mustafa Kemal millet nazarında bir yer edinebilmek için, kendine Gazi demek mecburiyetinde kalmıştı.
Yani bu diyarın gazileri ve Şairleri burada yaşayan insanları selamete kavuşturmuştur. Ve bu inşa sürecindeki en önemli âmil bu insanların Kur’an-ı Kerim’e besledikleri sadakattir. Bu insanlar Kur’an-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri doğru okuyarak bir lisan elde ettiler. Türklük ve Türkçe bu topraklardaki tarihi ve edebi mirasa kıymet veren ve en tepede Kur’an-ı Kerim’i baş tacı eden bir zihniyetin mahsulü olarak ortaya çıkmıştır. Türklerin Kur’an-ı Kerim ile ne kadar içli dışlı olduğunu İbn Battuta’nın seyahatnamesinde görebilirsiniz. Seyahatnamede dikkat çeken bir başka husus bu topraklardaki Sünnilik ve bilhassa da Hanefilik ile alakalı. İbn Battuta, diyar-ı Rûm halkı için şöyle söylüyor: “Halk, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebindendir. Hak Teala ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfızî ne Mu’tezilî ne Haricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah, onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır.” Sonunda da “haşiş yemekten de çekinmezlerdi” diye ilave ediyor.
Yine bir başka seyahatinde İbn Battuta bir gün Gazi Çelebi’nin şehri Sinop’a gidiyor. Orada cemaatle namaz kılarken İbn Battuta Maliki olduğu için ellerini bağlamıyor. Cemaatte Malikilerin nasıl namaz kıldığını bilmediği için İbn Battuta’yı Şiilikle itham ediyor. Çünkü ellerini bağlamadan namaz kılan Şii mezhepler varmış. İbn Battuta Malikilerin bu şekilde namaz kıldığını anlatsa da kimseyi inandıramıyor. Bunun üzerine belde yöneticisi oraya bir tavşan gönderiyor. Şimdi Şiiler tavşan eti yemezler. Hatta “Ömer Osman Komazuk, Tavşan Eti Yemezuk” diye de bir sözleri var. İbn Battuta’nın tavşanı yiyip yemeyeceğine göre onun Şii mi Sünni mi olduğuna karar verecekler. İbn Battuta tavşanı kestirip pişiriyor ve afiyetle yiyor. İbn Battuta tavşanı yiyince tamam diyorlar, bu adam Sünniymiş. Hürmet edip daha çok ikramda bulunuyorlar. Bu topraklarda Sünnilik böyle bir şey.
Diyar-ı Rûm’un İslâmlaşması gerçekten çok özel ve her aşaması tetkike muhtaç bir saha. İslâm’ın yayılışı haritalarına bakarsanız Anadolu topraklarını o haritalarda göremezsiniz. Arapların kurduğu çok büyük devletler olsa da Diyar-ı Rûm’u bir türlü İslâm’a açamıyorlar. Fakat sonra birtakım insanlar geliyor ve diyar-ı Rûm’u İslâmlaştırarak bir vatan sahibi oluyorlar. Birtakım insanlar geliyor dedim. Bunu şu şekilde anlamayalım: “İşte Orta Asya’da birtakım insanlar var. Bunlar Türkler, oradan buraya gelip burayı fethediyorlar.” Böyle bir şey yok. Tabii ki Hazar kıyılarından, Cend’den, Nişabur’dan, Rey’den, bir sürü yerden buraya gelen insanlar var, yok demiyorum. Ama bu insanlar buraya Türk olarak gelmiyor, aksine burada Türklüğe geliyorlar. Sadece onlar değil burada zaten yaşayan Rûmlar, Ermeniler ve diğer kavimler de ihtida edip burada Türklüğe geliyor. Mesela konuşmamın başında bahsettiğim Dânişmendoğulları ihtida etmiş Ermeni bir aile. Veya Menteşeoğulları ihtida etmiş bir Rum aile. Ve bunlar gazada başı çeken insanlar. Yani gerek uzaklardan gelen gerek bu topraklardan gelen insanların gaza fikrinde birleşmesiyle, Türklük bu topraklarda doğan bir şey. Türk Türkiye’yi, Türkiye’de Türk’ü yapıyor.
Bu insanlar Kur’an-ı Kerim’e sadık bir şekilde Türkçe tekellüm ediyor ve destanlar ve şiirler söylüyorlar, Ahilik denilen içtimai bir yapı ile örgütlenip modern devletlerle kıyasa gelmeyecek küçüklükteki siyasi teşkilatlanmaları ile kafirlere göz açtırmıyorlar. Doğrudan, Resul-i Ekrem’in işaret ettiği istikamet üzere gidip Bizans’la çarpışıyorlar. İsmet Bey “Homeros’tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi” başlıklı yazısında Gaza Beylikleri için şöyle diyor: “Allame değildiler; Diyâr-ı Rum, kimi acizlerin yurdu olmaktan, alnı açık, başı dik galiplerin vatanı olmağa inkılâp ettiyse bu değişmeye Allah kelâmı denilince neyin kastedildiğini bilen insanlar sebep oldu.”
Türkçe konuşan insanların tarih sahnesine bir aşiret örgütlenmesi olarak değil de bir gazi örgütlenmesi olarak girmeleri, ilk defa Hıristiyan takvimine göre 1937 yılında Paul Wittek tarafından dile getirildi. Ve bu görüş bütün dünyada kabul gördü. Türkler’in gazi bir millet olduğunun sadece Türkiye’de üstü örtüldü. Wittek İstiklâl Harbi’nden sonra “Türkiye Türkleşiyor” başlıklı bir yazı yazmıştı. İstiklâl Harbi Türklerin genetik kodlarına dönmesi için bir imkandı. Fakat Türkiye’de tekrar Türklerin sözünün geçeceği anlaşılınca Birinci Meclis gayr-i hukuki bir şekilde feshedildi. Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu Lozan Antlaşması’na muhalefet eden gurup ikinci meclise alınmadı. Lozan Antlaşması’nı inkılaplar takip etti ve İstiklâl Harbi’nin kazanımları tek tek heba edildi. Bilhassa harflerimizin elimizden alınmasıyla birlikte Türkçe, lisan seviyesinden eciş bücüş bir anlaşma aracı seviyesini indirildi. Biz Türk milliyetçileri olarak Müslümanların İslâmi bir hayat kurmasına mani olan siyasal İslâm’ın bugüne kadar hiçbir zaman gündeme getirmediği harflerimize yeniden kavuşma arzusunu gündeme getiriyor ve bunu teklif ediyoruz. Çünkü bir Türk Milleti olacaksa bu ancak Türk lisanıyla ve bir Türk lisanı olacaksa o da ancak İslâm harfleriyle olacaktır deyip konuşmamı hitama erdiriyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Yusuf Mert'e teşekkür ederiz. Şimdi ikinci başkanımız sizlere hitap edecek. Gökhan Göbel, buyurunuz.
Gökhan Göbel:
Selamun aleyküm,
İstiklâl Marşı "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!" diyor bize. Biz de bu ikaza kulak vermenin hayati olduğunu düşünüyoruz. Bu ikaza kulak vermek kimliğimizi tasrih etmemize yarayacaktır diyoruz. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak da Türkiye Türk'ü, Türk Türkiye'yi yapmıştır diyoruz. Misâk-ı Milli'nin bunu tasdik eden bir vesika olduğunu ve hem ana hem baba yurdumuzun bu yaşadığımız topraklar olduğunu söylüyoruz. Türkçe'nin de bu söylediklerimizin en bariz senedi olduğunu zikrediyoruz. Bunun anlaşılmasının Türkiye'ye bir istikamet tayin edeceğini düşünüyoruz. Bu hususta ısrarlıyız, bu paneli onun için tertip ettik.
Bu topraklar iki kez Dâr’ül-İslâm olmak suretiyle vatanımız oldu. Bu, evvela Gaza Beylikleri'yle oldu Yusuf Mert'in belirttiği gibi. İslam'ın yayılması haritası, o çok hayati bir şey yani o haritada bu yaşadığımız topraklar yok. Misâk-ı Milli toprakları diyelim... Bu topraklar henüz bir İslâm diyarı olmamış. İslâm'ın yayılması haritası yani Çin sınırlarından İberik Yarımadası'na kadar olan bölge. Asr-ı Saadetten sonra işte bir yüz, yüz elli sene boyunca olan fetihlerle bu İslâm'ın yayılması haritası ortaya çıkıyor. Birkaç asır sonra bu topraklar Dâr’ül-İslâm oluyor. Bu topraklar o esnada, birkaç asır daha Bizans hakimiyeti altındaydı. Emevî saltanatı zamanında İslâm'ı bir Arap dini olarak algılama temayülü vardı. Allah Türk milletini yarattı. Bugün mesela işte haberler dolayısıyla herkes görüyor; Suriye’nin resmi adı Suriye Arap Cumhuriyeti. Bunu kâfirlerin dediği manada demiyorum, tarihi bir gerçek olarak söylüyorum; Suriye Araplaşmış bir yerdir. Yani İslâmlaşma ile beraber zaman içinde Araplaşmış bir yerdir. Ama bu yaşadığımız topraklar İslâmlaşma ile beraber Türkleşmiş topraklardır. Bu ikisi, at başı aynı anda olmuştur. Türkiye'de İslâm düşmanları Araplaşma lafını bir lafmış gibi zikrediyorlar, dünyadan haberleri yok. Çünkü bugün İslâm denince dünya Arap'tan önce Türk'ü anlıyor ve gene bugün İslâm'ın sembolü denince hilâl ve yıldız anlaşılıyor. Yani bu hilal ve yıldız ne Orta Asya'dan gelmiş ne başka bir yerden gelmiş bir simgedir. Biz burayı Dâr’ül-İslâm kılıp vatan edindikten sonra burada bulduğumuz ve Türklerin İslâm simgesi haline getirdiği bir şeydir. Bugün gavurcada da yahut herhangi bir dilde "Symbol of Islam" diye aratırsanız google’da hilâl ve yıldız çıkar karşınıza. Bu da Türklüğün İslâm'ın sembolü haline getirdiği bir şeydir. Yusuf Mert bahsetti, belli başlı üç destan var bu topraklar İslâmlaşırken bu hadiseyi zikreden. Bir tanesi Battalnâme, birisi Dânişmendnâme bir tanesi Saltuknâme. Bunların en başı tarihi olarak Battalnâme'dir. Battal Gazi Destanı'dır hepimizin bildiği. Battal Gazi soy, nesep olarak bakarsak bir Arap'tır. Seyyid Battal Gazi'dir zaten. Ama yani Battal Gazi'den âlâ bir Türk yoktur Türkler için. Ve o destanların hepsi Türk destanıdır.
İsmet Özel geçenlerde yazdığı bir yazıda "Şehid oğlu olduğumuz doğru, peki gazi oğlu değil miyiz?" diye sordu. Biz gerçekten bir Türk varlığı olarak tarihe bakacaksak gazi oğlu olarak tarihe girdik, şehit oğlu olarak da bunu tasdik ettik İstiklâl Harbi'yle. Gaza Beylikleri devrinde buralar Dâr’ül-İslam olarak vatan oldu diyoruz. Gaza Beylikleri ele geçirdikleri yerlerde camiler, medreseler, tekkeler, zaviyeler açtılar. Ve Müslüman nüfusun bu topraklara akmasını sağladılar. Oraları İslâm beldesi yaparak Türkiye'ye, bu bulunduğumuz topraklara Müslüman nüfusun akmasını sağladılar. Bunlar sadece ahali değildi, ulema da, dünyanın bütün o günkü İslâm toprağı içinde bulunan ulema da Gaza Beylikleri'nin İslâmlaştırdığı yerlere geldiler. Selçuklu zamanı var. 1071'le başlayan, Malazgirt'le başlayan bir şey var, Selçukluların hakimiyeti var. Selçuklular da birçok eser yaptılar. Yani gözle görünür eserler bu yaşadığımız topraklarda, Anadolu'da Selçukluların eserleridir. Mesela Han Duvarları şiirini hatırlayın. "Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar" diyor Faruk Nafiz. Kervansarayların hemen hepsi -bugün kalıntıları var- XIII. asırda Selçukluların eliyle yapılmış yerlerdir. Bunların hepsi 40 kilometrelik bir deve menzili boyuncadır. Yani ticaret yolları boyunca her 40 kilometrede bir kervansaray yaptırmışlardır. Gözle görünür birçok eseri vardır Selçukluların fakat gözle görünmeyen İslâmlaşmayı, Türkleşmeyi Gaza Beylikleri sağlamıştır. Nasıl sağlamıştır? Yani İslâmlaşma ve Türkleşme beraber oldu burada. Selçukluların resmî dili Farsçaydı. Hiçbir kimse inkâr edemiyor ki Türkçe'nin doğuşu Gaza Beylikleri zamanında, neşv ü nema buluşu, ortaya çıkışı Gaza Beylikleri zamanına tesadüf eder. Dediğim gibi Selçuklular zamanında resmî dil Türkçe değildi, Farsçaydı.
Şimdi dikkat ederseniz, yöre yöre türkülerimiz vardır. Bunu buranın Türkleşmesiyle irtibatlandırırsanız beylikler haritası gibi türküler haritasıyla karşılaşırsınız. O haritalar birbirine çok benzer. Gaza Beylikleriyle Türkçe'nin doğması inkar edilemez bir şeydir. Bu bizim konuştuğumuz dil, asırlarca yazılan, bu konuşulan dil Yunus Emre'ye kadar geri gidiyor. Yani burada Türkler yaşıyor bunların konuştuğu, yazdığı bir dil var. Bu nereye kadar geri gidiyor? Yunus Emre'ye kadar geri gidiyor. Bu da inkâr edilemeyen bir şeydir. Akademik manada adlandırmalara dikkat edin, bu konuştuğumuz, yazdığımız dili adlandıranlar diyorlar ki; Eski Osmanlıca, Eski Anadolu Türkçesi, Eski Türkiye Türkçesi. Üç adlandırma da bu dilin bu topraklarda doğduğunu kabul eden adlandırmalardır. Yani Anadolu, Türkiye, Eski Osmanlıca. Bu dili Orta Asya'ya doğru takip edemiyorsunuz. Zaten bu işten anlayanlar, yani diyorlar ki -onlar da işi Asya'ya götürmek isteseler de götüremiyorlar- bu konuştuğumuz dilin yazıya geçişi, bir dil kabul etseniz bile bunun yazıya geçişi XIII. asırda Anadolu topraklarında oldu, Gaza Beylikleri döneminde. Ta o zamanlar, Türkçe ortaya çıktıktan sonra XIII-XIV-XV. asırda illaki Asya'dan getirdiği lehçelerle yazmak, eser yayınlamak isteyenler olursa onların ürettiği eserler aynen gene bu topraklarda doğmuş bir ifade olarak “sarih, fasih, rûşen Türkçeye,” yani bu bizim Türkçemize çevriliyordu, öyle istinsah ediliyordu o kitaplar.
Nazım Hikmet'in meşhur mısraları "Dörtnala gelip uzak Asya'dan / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket, bizim" diyor. Kendisi Sovyetler Birliği'nde yaşamak durumunda kaldı fakat Türkçeyi dinlemek için kendi mısralarında zikrettiği gibi uzak Asya'daki ülkelere gitmedi, Türkçeyi dinlemek için Varna'ya gitti Nazım Hikmet. Bunu da bir şiirinde belirtti. Hatta gene kendi beyanıdır, kendi şiirlerinin o Asya dillerine tercümesini pek tatsız bulurmuş. Yani Özbekçe, Azerice, Tatarca gibi dillere. Bence bugün bizim daha da ilgilenmemiz gereken başka mısralarını söyleyeceğim size Nazım Hikmet'in. “Memleketimden İnsan Manzaraları” şiirinde: "Hayasızın öz Türkçesi / Çağatayca'dan uydururlar yine / Bizim Türkçemizle utanmaz, sıkılmaz desek, hayır / Hayasızda çok daha çıplak, daha yüzsüz bir şeyler var." Hayasız biliyorsunuz İstiklâl Marşımızda geçer. Nazım Hikmet'teki tesiri de biraz ondandır. Ama tabii o Kur’anî bir kelime, haya kelimesi. O da gördüğünüz gibi “Çağatayca'dan uydururlar yine” diyor, “bizim Türkçemizle” diyor.
XIII. asırda bu dil doğdu, inkar edilemiyor bu. Yani Türklerin eski yazısı falan diyenler maval okuyor. Hatta işte Türkler dilini bu harflerle yazmaya başlayınca falan diyorlar. Bu da çok saçma bir şey çünkü bu dilin kendileri de başka yerde kabul ediyorlar XIII. asırda burada doğduğunu. Yani bu dili geriye doğru takip edemediklerini biliyorlar ve bu yazıyla doğdu bu dil. Yani Kur'an harfleriyle olmasa doğmayacaktı. İsmet Özel'in mesela bir beyanı; Türkçenin doğuşunda Arapça bilen ulemanın rolüne dikkat çektiği için tuhaf hallere giriyor insanlar, halbuki, yani az evvel söyledim, sadece ahali değil ulema da buraya akıyor. Ve XIII. asırda yayınlanan ilk eserlere bakarsanız zaten hepsi şer'i ilim eserleri. Ve Ziya Paşa mesela, meşhur “Şiir ve İnşa” makalesinde zikreder. Henüz Şiileşmemiş Acem'den gelen ulema bizim dilimizin şekillenmesine de fail oldu der. Şimdi Ziya Paşa bunu kusur olarak sayar ama bu iş böyledir. Yani XIII. asırda bu dilin nasıl doğduğuna dair işi bilenler neyin ne olduğunu biliyorlar. XIII. asırda ilk telif ve tercüme eserler doğdu zaten. Mesela bu Türkçenin doğuşu, burada Kur'an'ın ve Sünnet’in amil oluşunu tahsilimiz öyle olmadığı için, yani Arapça o kadar bilmiyoruz, ancak Türkçe’nin içindeki kadar Arapça biliyoruz. Ama öz Türkçecilik yapanların neşriyatından bunu anlamak mümkün. Çünkü onlar Arapça biliyorlardı. Zaten itiraf ediyorlar. Diyorlar ki, bu dil diyorlar, imla, telaffuz, sarf, nahiv, yani gramer ve sentaks bakımından Kur’an’ı esas aldığı için biz öz Türkçecilik yapıyoruz diyorlar. Türklerin dili değil diyorlar yani bu konuştuğumuz dile. Bunda sonuç aldıkları, alamadıkları şeyler var. Mesela Nurullah Ataç öldükten hemen sonra Vedat Günyol bir yazı yazıyor. Diyor ki “Türk düşüncesini, Türk dilini, Türk edebiyatını temizleyen temiz bir insandı Nurullah Ataç.” Nurullah Ataç yaşasaydı, ona kızardı. Çünkü Nurullah Ataç o kadar Arapça biliyordu, Vedat Günyol bilmiyor. Temiz kelimesi, Muammer Ağabey birçok örnekler verdi ama temiz bugün herkesin kullandığı, öz Türkçe sanılan halbuki Arapça bir kelime. Aslında Kur'anî bir kelime. Temiz kelimesinin aslı temyiz kelimesi. Ayırmak demek. Bu kelimenin yerine öz Türkçe konacak hiçbir kelime yok. Yani tâhir desen Arapça, nazif desen Arapça, pak desen -bugün böyle kafla telaffuz ediyoruz, aslı پاك dir-. O da Farsçadır. Temyiz ayırmak demek. Bizde bu niye temiz olmuş? Yani bu manaya gelmiş? Bu kelime Kur'an-ı Kerim'de açıp bakarsanız birden çok yerde murdarla temizin ayrılması olarak geçiyor. Murdarla temizin ayrılmasındaki kelime temiz. Yani o temiz kelimesinin kökü. O yüzden temiz kelimesi bizim dilimizde Arabi değil Kur'anî olarak var. Muammer Ağabey birçok kelime söyledi, Kamus-i Türki'ye de bakarsanız, Kamus-i Türki'nin birçok maddesinde der ki bu kelime Arapça’da yoktur, bu kelime Arapça’da böyle söylenmez, bu kelime Arapça’da bu babda kullanılmaz falan. Mesela Abdülhak Şinasi Hisar'ın kitabının adı Fahim Bey ve Biz. Fahim Arapça'da yok. Yani bunu bizimkiler de biliyorlar, Araplar da biliyorlar. Fahim, Türk lügatinde, Türkçe söylenmiş bir kelime. Yani Arabi kaidelere göre ama Arapça’da öyle söylenmiyor, yok o kelime.
Bu dil böyle doğdu, yani Arapça, Farsça bilgisi, bu topraklardaki dil tecrübeleri, buna şiir dahil ve aruzla doğdu. Yani bu da çok açık yani tetkik eden ediyor, görüyor. Yunus Emre aruzla yazdı. Bu dil aruzla, bu harflerle ve aruzla şiir yazabildiği için bizim bugünkü dilimiz var, Türkçemiz var. Yunus Emre'nin neşriyatını daha sonra tetkik edenler aslında daha çok şiirinin aruz vezniyle olduğunu ama Cemal Süreyya'nın "Yunus ki süt dişleriyle Türkçe'nin / ne güzel biçmişti gök ekinini" deyişi gibi henüz süt dişleriyle olduğu için kusurlu aruzlar olduğunu ama hepsinin aslında aruzla yazıldığını söylüyorlar. Zaten Yunus Emre tarihi itibariyle de bu toprakların kimlik değiştirmesini yazdıklarıyla aksettirmiştir. Yazdıklarının hepsinin arkasında ayetler, hadisler vardır. İslâmi kültür, İslâmi ıstılahtan başka bir şey yoktur Yunus Emre'nin yazdıklarında.
Türkçe şiirle doğduğu için çobanından padişahına şair bir millet olduk. Ve lügatimiz çok çok zengin olmasına rağmen mecazlarla konuşuyoruz günlük dilimizde. Onun için tabirlerimiz çok zengindir. Şiirden taşan ifadeler günlük hayatımıza mecazlar olarak giriyor. Bunlarda da tabii aruzun etkisini böyle bir tahsil görmediğimiz için fark edemiyoruz. Mesela hesapsız, lüzumsuz, fazladan, hor harcamayı ifade etmek için “har vurup harman savurdu” diyoruz, burada mesela har vurup harman savurma aruzla bir ifade. Yani fâilatün fâilatün. Yani aruza uyan bir ifade. Mesela 27 Mayıs 1960'a kadar Kur'an harfleriyle tahsilli olmak, kalem oynatmak için aslında şarttı. Bu sebeple biraz aruz öğrenip gazete manşetlerine başlıklarına bakarsanız, bilinçli yahut bilinçsiz aruzla atılmış başlıklar, manşetler görürsünüz. Mesela “Askeri Heyetimiz Londra'da”. Bu aruzla yazılmış bir cümle. Fâilatün feilatün feilün. Böyle bir dil doğmuş. Allah böyle bir şey nasip etmiş. Fakat bugün Türkçe'nin korkunç durumunu misallendirmek için size Türkiye'yi idare ediyormuş gibi görünen, yani her gün onlara mikrofon uzatılıyor, insanların konuşmalarından birkaç misal vereceğim. Mesela Recep Tayyip Erdoğan dedi ki muhalefete hitaben: "Sırtınızda küfe taşımıyorsunuz." Şimdi böyle bir tabir Türkçe’de yok. Yani böyle bir mecaz yok. Biz tabii, Türk milleti olarak mecazlara tutkun olduğumuz için siyasetçiler de o yola başvurmaya çalışıyor ama ne dediklerini bilmiyorlar, Türkçeyi tahrif ediyorlar. Türkçede “sırtında yumurta küfesi taşımak” diye bir tabir var, sırtında küfe taşımak diye bir tabir yok. O da çok hassas bir mesuliyeti ifade etmek için kullanılır. Bu söylediği burada kalmıyor. Sonra muhalefet de ne yapıyor? Özgür Özel mitingde sırtına küfe getirtiyor, ver küfeyi benim sırtıma diyor! Ver küfeyi, ben alırım o küfeyi sırtıma diyor, boş küfeyi alıyor sırtına. Mesela geçenlerde gene onun konuşmasında işittiğim bir şey, yani bunlar söyleniyor ve rezil edilmiyorlar. Çünkü bütün millet olarak Türkçe hassasiyetimizi kaybetmiş durumdayız. Yani hükümeti tenkit edecek ekonomik olarak, etsin. Diyor ki Özgür Özel “Para pul oldu. Arkadaşımı sabah postaneye gönderdim, posta pulu aldırdım. Yüz küsur lira olmuş, neredeyse iki yüz lira, bizim en büyük banknotumuz, bakın, para pul oldu. Atasözü gerçek diyor.” “Atalarımız boşuna dememiş para pul oldu diye” diyor. Halbuki ben konserde de çaldım. Dairedeki zile de pul deniyor. Esasında o sözdeki pul en küçük sikke. Yani para pul oldu deyince en küçük değerine düştü demek. Yani pul bozuk para demek. En küçük sikkeye pul deniyordu. Posta puluyla alakası yok. Türk milleti gözümde pul kadar değerin yok deyince posta pulunu kastetmiyor. Devlet Bahçeli de -başkaları da söylüyor sadece Devlet Bahçeli söylemiyor- mesela “Değil taşın altına elimizi, gövdemizi koymaya hazırız.” diyor. Şimdi Türk milleti elini taşın altına koymak demiş. Niye demiş? O taşı alıp oradan kaldırmak için, yoldaysa, başka bir yerdeyse, bir şeye mani ise o taşı elinle kavrayıp ya tek başına ya da beraberce kaldırmak için demiş. Gövdeni taşın altına koymak o taşın altında ezilmeye varır. Başka bir şeye varmaz.
Şimdi bu üzerimizdeki Misak-ı Milli haritası bizim Dâr-ül-İslâm kılarak vatanlaştırdığımız toprakların Türk toprağı olduğunun tescilidir. Burada gene Türkçe’nin doğuşuyla çok hususi bir irtibat vardır. Bize İstiklâl Marşı hediye eden şair etnik köken olarak bakarsanız bir Arnavut’tur. Arnavutlar asla onu Arnavut saymaz. Ama iş öyle değildir. Yani zaten İstiklâl Marşı da baştan sona bir Türk istikbalini konuşur. Misak-ı Milli ve Türkçeyle alakası şu: Misak-ı Milli'nin batı sınırı Varna'dan Selanik’e kadar olan yerlerdir. Bugün hala daha bu topraklarda, bu yay içinde, Varna’dan Selanik’e olan yay içinde Müslümanların çoğunluk olduğu yerler var. Fakat bakarsanız bu topraklara Arnavutluk dahil değil. Arnavutluk’ta, “Müslüman” nüfusu bugün hala daha çok olmasına rağmen Arnavutluk Misak-ı Milli’ye dahil değil. Neden? Yani batıdaki topraklarımız da birinci harp öncesinde elimizden çıkmıştı ama Arnavutluk yok burada. Neden? Çünkü Arnavutlar Türk bütününden kendilerini Latin harflerini kabul ederek ayırdılar. Yani Kur'an harfleri Türk topraklarına işaret ediyor. Araplar Misak-ı Milli'de dışarıda tutulmamıştır. Onların tercihine bırakılmıştır. Ama burada Arnavutların olmamasının sebebi Arnavutların kendilerini Latin harflerini kabul etmek suretiyle Türklerden ayırmalarıdır. Misak-ı Milli bir bütün. Sadece mümkün bir parçası konuşularak ele alınamaz. Batıda Varna'dan Selanik’e bu topraklar, Misak-ı Milli toprakları. Şimdi Türkiye'de bu kısım hiç söz konusu edilmiyor ama Türk düşmanları bunun gayet iyi farkında. Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği'ne hiçbir saldırı olmuyor. Ama Türkiye'nin Selanik Konsolosluğu'na ayda bir, iki ayda bir, üç ayda bir muhakkak Yunan Devleti'nin yol verdiği bir saldırı oluyor. Varna'da ibadete açık olan camiler yakılıyor. Oradaki baş müftü bunun sabotaj olduğunu söylemesine rağmen Türkiye'de haberimiz olmuyor. Yani Misak-ı Milli’nin bir bütün olarak düşünülmesi, buranın bir Türk varlığına işaret ettiğinin anlaşılması lazım.
Hem dünya tarihinin hem de İslâm tarihinin en kritik hadisesi, bu toprakların Dâr’ül-İslâm olmak suretiyle Türklerin vatanı olması olduğu için akademik sahada ve diğer sahalarda bunu tersine döndürmek için çaba verenler çok. Fakat Türkler bu konuda, kendi elleri altındaki şeyler hususunda bir şuur temin etmiyorlar. Mesela buraların İslâmlaşması hususunda en hacimli kitabı yazan adam Vryonis diye bir adam. Bu adam Amerika'da yaşayan bir Rum, Yunan. Bu adam bir Yunan milliyetçisi ve yazdığı bütün satırlar Türklerin burayı Dâr’ül-İslâm kılarak vatan haline getirmesinin acısıyla yazılmış satırlar. Adamın yaptığı hizmet biliniyor, bütün Yunan diasporası ona bir enstitü kuruyor falan. Türkiye’de biz türkülerimize bakmıyoruz ama Türkiye’de yirmi yıl önce falan bir plak şirketi kuruldu. Prestijli yayınlar yaptı ama gücünü yaptığı prestijli yayınlardan almıyordu. Kalan Müzik bahsettiğim plak şirketi. Bu plak şirketi gücünü Batı destekli olmasından alıyordu. Çünkü bizzat sahibi türküye türkü denmesine itiraz ediyordu. Bu plak şirketi Pontus müziği, Ermeni müziği, Yahudi müziği gibi albümler de yaptı ve mesela benim bildiğim bu işleri destekleyen Hollandalı Prince Claus Vakfı'ndan Türkiye'den ilk ödülü alan da o plak şirketi oldu. Japonlar mesela... Bugün insanlar Japonları Katolik sanmıyorlar ama yani Japonların üst tabakası Katolik. Hatta bugünkü imparatorun anası resmi olarak yani saklı gizli değil Katolik. Japonlar dünya ölçüsünde ilk turizm yatırımlarını bugün Türkiye'de Kapadokya'ya yapıyorlar. Japonlar Kapadokya'da çok biliyorsunuz, oraya gidiyorlar. Peribacası falan için gitmiyorlar. Orası onlar için Hıristiyanlığın kutsal bir merkezi.
Trump'ın iktidarı oldu. Ben bir şey hatırlatmak istiyorum bu vesileyle. Trump şimdi Meksika Körfezi’nin adını değiştirelim diyor, Amerika körfezi yapalım diyor. Meksikalılar falan, başkaları da buna itiraz ediyor. Çünkü Meksika'nın o körfezde toprağı var. Aynı ABD'nin olduğu gibi. Biz yaklaşık 10 sene önce dedik ki; Marmara Denizi'ni Türk Denizi yapalım. Çünkü Meksika Körfezi, Amerika Körfezi tartışmasına sebep olacak iki sınır da yok burada. Dört tarafı Türk. Bunun bir iç deniz, bunun bir Türk denizi olduğu şuurunu Türk milleti olarak beyan edelim dedik. Tekrar bu vesileyle hatırlatmış olayım.
Şimdi Trump’ın gelişi dolayısıyla dünyada bazı şeylerin değişeceği gibi laflar ediliyor. Bilhassa Çin politikası falan diyorlar. Onunla ilgili bir şey söylemek istiyorum: Bu bir oyalanma olabilir ancak. Çin, ABD'nin fasoncusu olması yanında çok bariz bir gerçek var. Hıristiyanlaşma çok büyük derecede Çin'de. Yani bir senede yüz binlerce, milyonlarca insan vaftiz oluyor şu anda Çin'de. Nüfusta bir yekûn tutması söz konusu şu anda. Bu, Çin'den sistem aleyhine tehdit olmayacağının delili çünkü Çin Hıristiyanlaştırılarak köleleştirildi. Boxer isyanı diye bir isyan oldu, öyle diyorlar, asıl “Haklı ve Ahenkli Yumruklar”dır onun adı. Çin'de esaret Hıristiyanlaşma ile beraber olduğu için Çin'den buna bir tepki geldi ve bütün dünyayı titreten bir tepki geldi. Çünkü Batılı olan insanlara ve Batılı her şeye karşı ve Hıristiyanlaşan Çinlilere karşı büyük bir hareket oldu: Haklı Yumruklar. O günkü bütün dünya güçleri istisnasız birleşerek o isyanı bastırdılar. O isyanda başı çeken de Müslüman Çinlilerdi. Bu bilindiği için Alman İmparatoru Osmanlı padişahından yardım istedi. Bir heyet gönderin şunlara bir laf dinletin diye. Padişah kabul etti, o heyeti gönderdiler ama o heyet varamadan o isyan son bulmuştu. Yani Çin Müslümanlaşmıyor, Hıristiyanlaşıyor. O yüzden yani dolmuşa binmenin alemi yok diyorum.
Aynı şey İran için de geçerli. Bu konularda dolmuşa binmemek için aslında beyanlara bakmak kâfi gelir. Eski lideri İran'ın, Ruhani, dedi ki “ABD yaptırımları nedeniyle çok kötü durumdayız, tarihin en berbat durumundayız. Halbuki sekiz sene Irak'la savaştığımızda hiçbir şekilde bir problem çekmedik, ne ithalat ne ihracat ne petrol satışı, bu konularda bir problem çekmedik, sadece silah konusunda bize bir yaptırım oldu.” dedi. Yani burada adamın itiraf ettiği gibi anlamak mümkün. İran tamamıyla göbeğinden Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlıdır. Sadece onun müsaade ettiği kadar bir aksiyon gösterebilir. Avrupa... Ukrayna Savaşı dolayısıyla görmek mümkün. Avrupa'da kendi Milleti lehine laf söyleyecek adam yok. Laf söylemeye çalışanları tu kaka ediyorlar. Hatta bir tanesini öldürmeye kalktılar. Slovakya Başbakanı'nı... Adam ölümden döndü. Yani savunamıyorsun. Adam diyor ki “Ben niye Rusya’yla ticaretimi keseyim? Yani halkım soğukta mı kalsın?” Adam başına iş alıyor. Romanya'da Rus düşmanı olmayan -yani dostu olması gerekmiyor- Rus düşmanı olmayan bir idare seçildi, seçimi iptal ettiler.
Rusya'nın durumu bu bakımdan dikkate değer. Ukrayna çatışması boyunca görüldü ki yaptırımlar dolayısıyla Rusya konusunda Batı sonuç elde edemiyor. Hatta galip Rusya ama ilan edemiyorlar. Ne kadar galip olduğunu şöyle söyleyeyim size. Yaklaşık on beş sene önce Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un bir beyanı vardı. Dedi ki, “Eğer NATO Ukrayna ve Gürcistan'ı içine alırsa biz de Kırım'ı, özerk olan Kırım'ı, kendi topraklarımıza katarız.” dedi, on beş sene önce. On sene önce Kırım Rusya’ya katıldı. Ukrayna ve Gürcistan da NATO üyesi olamadı. Buradan Rusya'nın ne kadar bu durumdan galip olduğunu anlayın, ama bu kadardır. Rusya devlet başkanı Putin'in dediği gibi, Putin kendisi bunu söylüyor. Diyor ki “Biz ne uluslararası sisteme karşıyız ne dolara karşıyız. Biz sadece Batılıların bizi mecbur bıraktığı şeyleri yapıyoruz.” Bir iddia yok. Sadece adam amiyane tabirle “Alemin enayisi biz miyiz?” diyor. Bunu dediği için de bu kadar üstüne gidiyorlar ona bile müsaade etmiyorlar. Ama bu kadardır dediğim gibi Rusların pozisyonu da. Müslüman olurlarsa ancak Rusların sistem karşısında bir iddia sahibi olmaları mümkün olabilir.
Bu da çok açık bir şeydir. İsmet Özel'in son yazılarında bilhassa vurguladığı bir şey, ona dikkat çekeyim. “Kızılhaç” diyor İsmet Özel “önce Hilal-i Ahmer'e sonra kolayca Kızılay'a dönüştü.” “Ama” diyor “gavur memleketlerinde Yeşilay'a rastlamanız mümkün mü?” Yok. Yani mümkün değil. Çünkü bunu bize temin eden şey İslâm. Sadece İslâm insan sağlığına zararlı, keyif verici, sarhoşluk edici maddeleri menediyor. İslâm her zaman başvurduğumuzda bize o desteği verdi yani. Yeşilay Hilal-i Ahdar olarak ortaya çıktı. Yani Arapçası, Hilal-i Ahmer gibi Hilal-i Ahdar. Ne zaman çıktı? İşgal İstanbul'unda çıktı. İşgal İstanbul'unda gavurların astığı astık, kestiği kestik olduğu için, onların hayatı hakim olduğu için Türkleri bir şeyden koruma ihtiyacı hasıl oldu ve Yeşilay işgal İstanbul'unda kuruldu. Sonra birkaç ay sonra Ankara'da meclis açıldı. Meclisin kabul ettiği ilk kanunlardan biri de Men’-i Müskirat Kanunu oldu. Yani Ankara'da açılan meclis de içkiyi yasaklayan bir meclis olarak başladı işe. Çünkü İstanbul zaten bu işi başlatmıştı. Cumhuriyet’in ilanıyla beraber bu kanun kaldırıldı. Yani İstiklâl Harbi esnasında milletle devletin arasındaki uçurum kapatılabilir, sonrasında teşkil edilen idarede gerçekten bu ayrılık giderilebilirdi. Fakat öyle olmadı. Dediğim gibi bu serbest kaldı, serbest kalmakla kalmadı. Şimdi Ankara'da bir Tunalı Hilmi Caddesi var. Bu cadde 1964’ten beri var. Daha önce o caddenin adı Özdemir Caddesi’ydi. 1964’te oranın adı Tunalı Hilmi Caddesi oldu. Çünkü Tunalı Hilmi Osmanlı'dan beri bir siyaset adamı. Bu adam İstiklâl Marşı’na mecliste açıktan karşı çıkan kişi. Meclis zabıtlarında açıktan karşı çıkan onun adı var. Ankara başkent olduktan sonra Mustafa Kemal Tunalı Hilmi'ye şuradan -Kavaklıdere tarafından sanırım- bir arazi almasını söylüyor. Yani teşvik ediyor. O da büyük bir arazi alıyor. O araziye bugün bildiğimiz Kavaklıdere Şarapları Fabrikası’nı kuruyorlar onun varisleri. Sonra bugün satılmış o arazi sanırım, ben görmedim ama Ankara'da, okuduğum kadarıyla orada Sheraton Hotel ve Karum İş Merkezi varmış. Yani ne kadar büyük bir alan olduğunu oradan düşünün. Diyeceğim o ki, İstiklâl Harbi hangi moralle verildi ama sonrasında İstiklâl Marşı'na mecliste karşı çıkan adam, Ankara başkent oldu, bir arazi satın aldı, bütün sülalesini ihya edecek bir mal varlığına kavuştu. İstiklâl Marşı şairi ise vatanında yaşayamadı. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir yer ve bu zamanda bu daha fazlasıyla devam ediyor, şu anda da. Hani tek parti devri diyor da şimdiki iktidar, onlar da aynı onların yaptığı usullerle işler yapmıyorlar mı?
Vaktimiz varsa bir şey daha söyleyeyim, bitireyim. Posta güvercini çok eski çağlardan beri kullanılan bir şey. Roma'da kullanıldığı biliniyor ama Haçlı Seferleri zamanında gavurlar bizden görüyorlar posta güvercinini. Biz o esnada bunu faal olarak kullanıyoruz. Nasıl kullanıldığını görüyorlar ve buradan o güvercin soylarını alıp götürüyorlar. Kendileri Orta Çağ'dan sonra Haçlı Seferleri’nden öğrendikleri güvercinle haberleşme yolunu tatbik ediyorlar. Bilhassa Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nda bunu kullanıyorlar. Verdun Savaşı'nda falan çok büyük hizmetleri oluyor, hayatlarını kurtarıyor. Bugün Fransız ordusunda, resmi olarak, ordunun bir parçası posta güvercinleri. Türkiye'de insanlar haberleşme aletleriyle sarhoş olmuş haldeler ama bugün Fransız ordusu resmi olarak ordusunda posta güvercini bulunduruyor. Çünkü sonuçların ne olacağını kimse kestiremiyor. Lübnan'da çağrı cihazlarıyla beraber güneş panellerini patlattılar. Türkiye'nin bir aralık bütün elektriğini birden kestiler. Bunun dünyada farkında olan insanlar var. Türkiye'de bu işin ne kadar farkında olan insanlar var deyip teşekkür ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Vaktimiz bitti. “Önce Türk mü ortaya çıkmıştır, Türkçe mi?” Bunun cevabını size tevdi ediyoruz. İsmet Bey'in derneğin ilk kurulduğu yıl “Türk oldu, vatan oluyor, millet olacak.” bahsine getirecektim lafı vakit olsaydı. Şunu bilelim ki: Türk çok yeni bir şey! Ama Türkçe bu topraklarda doğdu, vardı. Bahsettiğim başlığa bakabilirsiniz çok merak ediyorsanız. “Önce Türk mi ortaya çıktı Türkçe mi?” Hepinize hayırlı geceler, selamun aleyküm.
25 Recep 1446 (25 Ocak 2025) Cumartesi, İstanbul
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı dördüncü bülten "Sakın, Alçakları Uğratma!" çıktı.
Sınıf Bilinci’nin ikinci merhalesindeyiz. Evvelce Güz, Kış, Bahar, Yaz olarak dört nüsha neşrettiğimiz Sınıf Bilinci’ni bu sene sekiz nüsha neşredeceğiz.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in son on dört senedir neşredilmemiş kitabı SORULUNCA SÖYLENEN’in yeni baskısı yapıldı.
İstiklâl Takvimi’nin 1436 senesine ait nüshası yeni resimleri, yeni dersleri, yeni temrinleri ve yepyeni şekliyle neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği’nin Hanyalı Konya mecmuası tanıtım toplantısı yapıldı.
TİYO’nun "Türkçe’den İslâm’a Giriş" serisinin onuncu kitabı "Sınıf Bilinci"nin Kış nüshası neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı dördüncü bülten "Sakın, Alçakları Uğratma!" çıktı.
Sınıf Bilinci’nin ikinci merhalesindeyiz. Evvelce Güz, Kış, Bahar, Yaz olarak dört nüsha neşrettiğimiz Sınıf Bilinci’ni bu sene sekiz nüsha neşredeceğiz.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in son on dört senedir neşredilmemiş kitabı SORULUNCA SÖYLENEN’in yeni baskısı yapıldı.
İstiklâl Takvimi’nin 1436 senesine ait nüshası yeni resimleri, yeni dersleri, yeni temrinleri ve yepyeni şekliyle neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği’nin Hanyalı Konya mecmuası tanıtım toplantısı yapıldı.
TİYO’nun "Türkçe’den İslâm’a Giriş" serisinin onuncu kitabı "Sınıf Bilinci"nin Kış nüshası neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı dördüncü bülten "Sakın, Alçakları Uğratma!" çıktı.
Sınıf Bilinci’nin ikinci merhalesindeyiz. Evvelce Güz, Kış, Bahar, Yaz olarak dört nüsha neşrettiğimiz Sınıf Bilinci’ni bu sene sekiz nüsha neşredeceğiz.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in son on dört senedir neşredilmemiş kitabı SORULUNCA SÖYLENEN’in yeni baskısı yapıldı.