YÜRÜRLÜKTEKİ ANLAYIŞIN GEÇERLİ OLMADIĞINI GÖSTERMEK
Böyle bayramlarda benim size hitap etmem bir teamül oldu. Bu teamüle zarar vermemek için gene bugün karşınızdayım. Bana “Bayramda insanlara hitap edecek misin?” diye sorulduğunda dedim ki: “Kafamda bir konferans metni olabilecek bir hazırlık yok ama nasıl olsa oraya oturduğum zaman söyleyecek şey bulurum.” Bunu da evden buraya gelirken aklımdan geçirdim: Yaşadığımız çağı anlamak ve anlatmak. Bunun edebiyat meraklısı herkes için ana mevzu olduğu benim gençliğimde söylenirdi. Bence bu tam yerine oturmayan bir tespittir. Bir tespittir… Yani insanlar yaşadıkları zamanı kaçırmamaları lazım yani bihaber olmamaları lazım ama bu aynı zamanda büyük bir tehlike, büyük bir tehdit insanlık için. Çünkü insanlık günübirlik yaşamanın usullerini geliştirerek devam edegeldi bugüne kadar. Şimdi Türkiye’de bulunmak ne anlama geliyor? Bunu bir kere fikretmek lazım. Yani Türkiye diye bir ülke niçin var? Bunu tarihten gelen bir çizgiyi yakalayarak açıklamak mümkün. Türkiye’de bir hadise cereyan etti. Ne zaman? XIII. yüzyılda. XIII. yüzyılda Türkiye’de Gaza Beylikleri vardı. Bugün Anadolu dediğimiz topraklarda irili ufaklı beylikler vardı. Şimdi dikkatinizi buna çekmek istiyorum çünkü yaşadığımız, bugün vatan diyebildiğimiz topraklar Büyük Selçuklular hakimiyeti altına girdi. Sonra tarih kitaplarında okuyorsunuz, Anadolu Selçukluları çıktı. Ama bütün bunlar bugün bizim varlığımızı izah edecek gelişmeleri başlatmadı. Bu gelişmeler Gaza Beylikleri suretiyle doğdu ve sonucunu aldı. Doğdu ve sonucunu aldı diyoruz çünkü Gaza Beylikleri hükümran oldukları alanlarda İslâm kültürünün kökleşmesini sağladılar. Yani ciddiye alınacak birçok İslâmî kurum ve anıt Gaza Beyliklerinden kalmadır. Osmanlılar bugün bizim vatan diye bildiğimiz toprakları endişeyle ellerinde tuttular. Çünkü bunlar Gaza Beylikleri’ydi yani varlıklarını kafirle çatışmaya ve bu çatışmadan galip ayrılmaya bağlamış insanlardı. Benim konuşmalarımı, yazılarımı takip edenler defalarca bu fikirle karşılaşmışlardır: Şimdi tarih atlasına baktığımız zaman İslâm’ın yayılması başlığı altında çizilen haritada bugün bizim vatan bildiğimiz topraklar İslâm toprakları değildir. Doğu Roma İmparatorluğudur. 1071’i de önemli sayabiliriz çünkü ilk defa düzenli Bizans ordusunun Türk yerleşimcilere karşı etkin olma imkânı bu savaş sonucunda ortadan kalkmıştır. Yani XII. yüzyılda başlayan nüfus olarak İslâmlaşma hareketi Gaza Beylikleri döneminde olgunluğa ulaşmıştır.
Bir kırılma anı var, Timurlenk’in bizim topraklarımıza gelmesi. Bunun tarih kitaplarını dikkatle okuyanlar sebebini anlarlar. Osmanlı Devleti çeşitli vesilelerle Gaza Beylikleri’ni ortadan kaldırmaya başladı, onları Osmanlı mülkü haline getirdi ve I. Bayezid, Yıldırım Bayezid bugün yaşadığımız şehirde Anadolu Hisarı dediğimiz Güzelce Hisar’ı yaptı. O inşa edildiği zaman bu Gaza Beylikleri, beyleri daha doğrusu, Timur'a haber saldılar, dediler ki: “Bu adamın niyeti İstanbul'u almak -çünkü Boğaz'da yapıldı bu sur- ve oradan bir merkezi devlet tesis etmek…” Onun için Timur'dan gelip Yıldırım Bayezid’in haddini bildirmesi istendi Gaza Beylikleri tarafından ve Timur isteğe uygun bir cevap verdi. Geldiği zaman bugün yaşadığımız topraklara ilk yaptığı iş İzmir'i almak oldu. Yani İzmir zaman zaman Hıristiyanların, zaman zaman Müslümanların eline geçiyordu. Gaza Beyliklerine “Burada bulunuşunuzun gayesini hatırlatıyorum.” mesajı verdi “Burada siz kafirlerin hayat sahasını daraltmakla görevlisiniz.” dedi. Ve gerçekten bazı tarihçilerin Fetret Devri dedikleri bir dönem başladı Ankara Muharebesi’nden sonra, Hıristiyan takvimine göre 1403 yanılmıyorsam. (1402-1413). O zaman bazı Gaza Beylikleri yeniden Gaza Beylikleri oldular.
Osmanlı tarihi boyunca Osmanlı idaresine hâkim olan zümre akıllı bir siyaset güttü, devamlı olarak Batı'ya sefer yaptılar yani dolayısıyla Batı'da Hıristiyanlar vardı ve oralarda fetihler gerçekleştirdiler. Burada da kafamızı kurcalayan bir soru var, o da "Neden İstanbul'un fethinden sonra sıra Roma'ya gelmedi?" sorusudur. Gene çok geniş bir yorumla diyebiliriz ki o dönem Müslümanlara sözü geçen insanlar bir çeşit Ortodokslukla akrabalık tesis ettiler, dolayısıyla nasıl Doğu Roma ayrı bir imparatorluk olarak, Roma'dan farklı olarak hayatını devam ettirdiyse Osmanlı da bunu devralmış gibi oldu. Osmanlı tarihini anlatacak değilim size fakat III. Selim saltanatı sırasında ilk defa Avrupa'da kafirlerle yapılan muharebelerde Osmanlı ordusu başarısız oldu ve bu başarısızlığın belgelendiği anlaşmalar yapıldı. Bu anlaşmaların İslâm'la uyumlu olmadığına dikkat çeken ulema vardı. III. Selim bu ulemadan rahatsız olduğu için bunları yerlerinden etti, onların yerine devletin menfaatini güden ilim adamlarını getirdi. Böylece bugüne kadar çektiğimiz bir sıkıntı doğmuş oldu. Yani ümmetin menfaati değil, devletin menfaati gözetilerek bir idare tarzı hâkim kılındı Türkiye'ye.
Biliyorsunuz bu Batı'da doğan modernleşme bütün dünyayı tesiri altında bıraktı. Osmanlı Devleti de bu modernleşme macerasına en yakın yerde bulunuyordu ve tabiî ki Osmanlı idareci zümresi de bu modernleşme furyasından nasibini aldı. Bu ne demekti? Şu demekti: Yani bizim Tanzimat sadrazamlarından birisi -verdikleri baloda insanlar münakaşa ediyorlarmış o da yaklaşmış- “Ne konuşuyorsunuz siz böyle?” demiş. “Avrupa’da en kuvvetli devlet hangisidir onu tartışıyoruz.” demişler. O da “Osmanlı Devleti” demiş. Herkes tabiî -çünkü Rus Çar’ının “kollarımızda bir hasta adam var” dediği bir dönem bu- tabiî hayretle bakmışlar ne demek? “E biz içeriden siz dışarıdan bakın hala yıkamadık bu devleti.” demiş. Yani toplumsal yaramızın en kanayan kısmı budur. Yani Türkiye’de yaşayan insanlar Türkiye’de yaşamaktan tatmin olmuyorlar. Yani bugün 5 milyonu aşkın insan Avrupa’da yaşıyor Türkiye kökenli ve bazı istisnalar dışında Türkiye’ye kesin dönüş yapan yok. Hala da şu anda Türkiye’de yaşayan insanlar -anketler bunu gösteriyor, tahsil gören öğrencilerin çoğu- kapağı Batı’nın gelişmiş diye adlandırılan ülkelerine atmaya çalışıyorlar ve dönmemeyi düşünüyorlar Türkiye’ye.
Lafı şuraya getirmek için bu kadar cümle sarfettim: Balkan Harpleri, 1912-1913 yıllarında cereyan eden Balkan Harpleri işte bu Türkiye’nin bünyesinde bulunan hainlerle, Türkiye’yi dışarıdan yıkmak isteyen insanların ittifakı sonucunda tarumar oldu. Bütün Balkan topraklarımızı kaybettik. O kadar ki Bulgarlar Çatalca’ya kadar geldiler. Bu yüzden o güne kadar dolaylı olarak Osmanlı Devleti’ne saldırmış olan güçler perva etmeden, hiç endişe duymadan Çanakkale önlerine geldiler: İngiliz ve Fransız donanması. Ve kafalarındaki düşünce hiçbir zorlukla karşılaşmadan İstanbul’u işgal edecekler ve harbin sonucunu kendi lehlerine bağlayacaklardı. Böyle olmadı. İşte bu böyle olmama hadisesi bizim İstiklâl Harbi başlatmamıza sebep oldu. İstiklâl Harbi, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra başladı. Yani 1918’de başladı. Ve ilk defa insanlar kafirlerle baş edebileceklerine dair bir inancı kalplerinde büyüttüler. Bunu yaparken gene Türkiye’nin içinde karar verme mevkiinde olan insanların kafirlere boyun eğmekten doğan zaafları etkili oldu. Yani Türkiye sınırları Misâk-ı Millî’den en çok taviz veren insanların yetkisine devredildi. Bu yetki devrini şeyden anlayabilirsiniz. Yani biz İstiklâl Harbi’nin üç cephede cereyan ettiğini biliyoruz. Birisi Kazım Karabekir’in kendi ordusunun başında, başta Ermeniler olmak üzere Türklere silah sıkan bütün unsurlarla yaptığı mücadeledir. Ve bu mücadelede o kadar başarılı olmuştur ki Kazım Karabekir’in orduları, bugünkü kuzey sınırlarımızı Ermenilerin isteğiyle çizdik. Yani Ermeniler dediler ki daha fazla gelmeyin burada anlaşalım. Ve 1918’de bir anlaşma imzalandı. Sonradan 1917 yılında Çar devrilmişti Rusya’da ve Çar devrildikten sonra Çarcı güçler direnmeye devam ettiler. Rusya 1924 yılına kadar bir iç savaş yaşadı. Kızıllar ve Beyazlar arasında iç savaş cereyan etti. Ve bu savaşın Bolşevikler lehine sonuçlanması üzerine -bu 1921 yılıydı- işte Türkiye’de ilk defa sınırlarla ilgili anlaşmalar bu tarihte yapıldı ve biz bugün güney sınırımızı Fransızlarla, Fransız işgal kuvvetleriyle bir anlaşmayla sonuçlandırdık. İngilizlerle değil. Yani Musul Türk vilayeti sayılıyordu ve bunu Lozan Antlaşması’nı okuyanlar görürler, Musul'un Türk vasfı hala Lozan Antlaşması’nda ikrar edilmektedir. Ama dediğim gibi ilk büyük taviz o zaman verildi. Yani Halep şehrinin 18 kilometre güneyinden geçer Mîsâk-ı Millî sınırları. Yani Halep bir Türk şehridir Mîsâk-ı Millîye göre. Nasıl Kerkük Türk Şehriyse. Yani biz bugün Türkiye'de kendimizi emniyette hissediyorsak -ne bakımdan olursa olsun- İstiklâl Harbi hatırası sebebiyledir. Çünkü İstiklâl Harbi’nden hemen sonra Türkiye'nin nüfusunun yüzde doksanının, yüzde doksan beşinin hatta Müslüman olduğu söylenmeye başlandı. Bu doğru değildi. Bu ama böyle görünmek zorunda kaldı çünkü aslı Ermeni, Rum, Yahudi olan insanlar bunu açıkça dışa vurmadılar. Çünkü dışa vuracak olurlarsa, ha sen de onlardan birisin, suçlaması altında kalacakları için hepsi Türk oldu nedense.
Şimdiye kadar söylediklerimden varmak istediğim noktayı çıkarmanız zor olabilir. Varmak istediğim nokta modernlik dediğimiz şeyin ferdiyetin önemi üzerine bina edildiğini anlamaktır. Yani modern insan ferdiyeti dışa vuran, ferdiyetini kabul ettirmiş insandır. Bu kafirlerin yaşadıkları kültürde ferdin toplum karşısındaki gücü gibi algılandı. Müslüman coğrafyada ise ümmetin bir parçası olan fertten bahsetmeye başladık. Bunu bahsetmeye bile değmiyordu çünkü böyle yaşanıyordu. Şimdi böyle bir ortamda Müslüman olmaktan bahis açmak bizi kolaylıklara ulaştırmaz tam tersine önümüze büyük bir zorluk çıkarır. O da şudur: Bizim günlük hayatımızda tabiî olarak karşımıza çıkan hadiseler dinin -bu din hangi din olursa olsun ister Budizm olsun ister Taoizm olsun ister Hıristiyanlık olsun ister Yahudilik olsun- dinin kabulleriyle uyumlu değildir. Dinin kabulleri modern hayatın el üstünde tuttuğu, baş üstünde tuttuğu şeylerle çelişme halindedir. Yani benim Amentü başlıklı bir şiirim var biliyorsunuz. Neden şiirime Amentü başlığını seçtim? Çünkü Türk Edebiyatında Haluk'un Amentüsü diye bir şiirden haberim var, Tevfik Fikret'in. Yani ben de kendi Amentümü yazayım diye karar verdim ve ona başlamıştım. Şimdi آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَمَلٰائِكَتِهٖ وَكُتُبِهٖ وَرُسُلِهٖ diye devam eden bir metin ezberimizdedir hepimizin. Ama bunların hepsi modern dünyanın kabullerinin dışındaki şeylerdir. Yani meleklerin varlığına inanmak itiraz edilen bir şey değildir. Çünkü Amentü’de olan bir şey. Ama insanlar kalben buna inanmazlar. İnsanlar melekler yokmuş gibi yaşarlar. Onun için melekleri yardıma çağırmazlar. Onlar da çağrılmadıkları yere gelmezler. Yani böyle bir hayat içinde yaşıyoruz. Mesela Yahudi ve Hıristiyanlar bizim Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edilmiş olduğunu iddia etmemize çok sinirlenirler, çok kızarlar buna. Böyle bir şey yok demek isterler, halbuki kendi tarihlerini ciddiyetle okusalar bizim haklı olduğumuzu bilirler yani. Çünkü Hıristiyanlar İznik Konsülü sırasında ortalıkta dolaşan binlerce İncil'den sadece dört tanesini esas alma kararı aldılar: Yuhanna, Markos, Matta, Luka. Halbuki merakı olup neymiş bu Hıristiyanların kutsal metinleri diye okuyan insanlar rahatlıkla bu dört İncil’in de birbiriyle çeliştiğini görebilirler. Hani seçe seçe bu dördünü seçmişler onlar da tutarlı değil yani. Ve zaten İnciller bizim hadis kitaplarımıza tekabül eder. Yani “İsa böyle dedi” üzerine yazılmış metinlerdir. İsa’nın ağzından çıkmış metinler değildir yani. Halbuki İsa öyle bir olağanüstü varlık yani.
Bizi insan olarak bir dönemin ruhuna dönmek bekliyor. Yani bizi bekleyen şey yürürlükteki anlayışın geçerli olmadığını göstermektir. Bunu merkezden muhite doğru yapmamız tavsiye edilir İslâm’da. Yani insanlar en yakınlarındakini kendilerine bağlarlar ve bu genişleyen halkalar halinde bütün dünyaya yayılır. Bunu denememiz lazım. Yani sosyal hayatın en önemli yapı taşı olan aile aynı zamanda dinî hayatın da en önemli yapı taşıdır. Biz bugün Ramazan Bayramı kutluyoruz. Benim çocukluğumda Ramazan Bayramı ibaresi pek halk arasında dolaşmazdı, biz Şeker Bayramı derdik. Kurban Bayramı’nda kurban kesildiği için o Kurban’dı gene o zaman da. Ama öbürü de Ramazan Bayramı değildi, Şeker Bayramı’ydı. Ve Cumhuriyet’in ilanı üzerine Türkiye’de büyük bir fizikî, cisme dair bir değişiklik oldu. Ben onu şöyle ifadelendiriyorum: Mustafa Kemal Türkiye vasıtasının kaportasını değiştirdi. Motorunu değiştiren de Turgut Özal’dır. Şimdi bu kaporta değiştiği zaman ne oldu biliyor musunuz? Ben çocukluğumda bunu çok yaşadım, Şeker Bayramı’nda misafirlerimize likör ikram ederdik, yanında da çikolata. Likör nedir diye bilmeyen varsa söyleyeyim alkollü bir içkidir. Ama aroması çeşitli meyvelerden… Mesela muz likörü olur, vişne likörü olur. Yani meyvelerden yapılma aroması vardır ama alkollü bir içkidir. Yani biz alkol kullanarak bayram kutlardık. Şeker bayramını öyle kutlardık. Tabiî “dık” dediğime bakmayın, ben, emekli başkomiserin oğluyum. Yani biz memur aileleri böyleydi daha çok, halk başka bir kültür yaşıyordu.
Belki Türkiye’de, bütün Türkiye’de yaşayanları tesir altında bırakabilecek bir kültürel dönüşüm yaşanabilir. Yani insanlar çeşitli vesilelerle sağa sola savrulmuş olabilirler. Bugünkü siyasi manzaraya da baktığınız zaman bunu tespit etmek çok zor değil yani. İnsanlar neden dolayı ne tarafta olduklarını bilmeden o taraftadırlar. Böyle garip bir şey var yani.
Ben kendi başıma, bunu defalarca yazdım da yani… 27 Mayıs 1960’tan sonra Türkiye’de bir sosyalist olma furyası başladı, aydınlar arasında. Herkes sosyalist olduğunu söylüyordu. Hatta Zeki Müren de sosyalist olduğunu söylüyormuş ama kandan hoşlanmadığı için yüzde 30 sosyalistmiş meselâ. Ben kendime şu soruyu soruyorum: Niçin ben o günlerde bu dalganın etkisi altında kaldım? Niçin o zaman İslâm’ı seçmedim? Bunun cevabını kendim gayet iyi biliyorum. Çünkü solcu olmak, sosyalist olmak, komünist olmak; bunlar çok tehlikeli şeylerdi sosyal hayat içinde. Ve ben de bu tehlikeyi göze alan insanların yanında olmayı şerefli bir şey saydım kendi adıma. Yani dolayısıyla “Onlara uğrayacak belâ bana da uğrasın.” düşüncesiyle o yönde faaliyette bulundum. Tabiî, sayıca biz çok az olduğumuz için çok dikkat çektik ve tesirimiz de o bakımdan farklı oldu. Devlet bunun üzerine kendi tedbirini aldı ve Türkiye’de bu sefer işte Kemalist Solcu havalı bir ortam üretti. Böyle bir gariplik yaşadık. Bunda mesela Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan… Bunlar üçü idam edildiler, biliyorsunuz. Onların idam kararı verildikten sonra idam edilmesinler diye bir propaganda, bir kampanya başladı. Benim o zaman arkadaşım olan Murat Belge de bu kampanyanın yürütücülerinden biriydi. Burhan Belge'nin oğlu olduğu için belli çevreler tarafından da tanınan birisiydi. Bize dedi ki Murat Belge: “Afet İnan bunların idamına hayır demeyi reddetti.” Yani imza atmadı. “Çünkü bunlar Atatürk’ü de reddediyorlar, dedi”. Afet İnan öyle demiş. Şimdi bu hiç söylenmemiş bir söz oldu. Yani herkes Deniz Gezmiş’in falan Atatürkçü olduğunu… Bugün sorsan, herkes öyle diyecek. Değildi yani. Yani gerçeği en azından en az çarpıtılmış şekliyle yakalamak da bir görev olarak bizi bekliyor yani.
Biliyorsunuz, bizim dinimizde iki bayram vardır: Birisi hâlen içinde bulunduğumuz Ramazan Bayramı, diğeri de haccın yapıldığı Kurban Bayramı’dır. Onun için “Bu sene de hac Kurban Bayramı’na denk geldi” diye haberler yapılan bir basınımız var. Bu aslında vahiyle falan tespit edilmiş bir şey değil. Cahiliye devrinde iki sevinç günü varmış. Rasulullah “Ben de size iki sevinç günü vereceğim.” demiş ve bu iki bayramı tesis etmiş. Birisi Ramazan Bayramı. Birisi bir Müslüman’a demiş ki: “Siz” demiş “Müslümanlar neden oruçtan nefret ediyorsunuz?” “Olur mu!” demiş adam, “Biz çok severiz orucu. Dünya kadar insan vardır namaz kılmadığı halde oruç tutar.” demiş. “Öyle mi?” demiş, “Neden oruç günleri bitti diye bayram ediyorsunuz?” demiş. Şu anda içinde bulunduğumuz böyle bir bayram yani. Hepimiz oruç bittiği için bayram ediyoruz. Hatta Ramazan Bayramı sırasında oruç tutmak da haramdır yani. Bu bayramın tespiti, hatta ezanın okunmasına karar verilmesi ya da takvimin hicretle başlaması... Biz Hıristiyanlara göre zaman ayarlaması yapıyoruz. Onun için ben işte Hıristiyan takvimine göre demek zorunda kalıyorum birçok tarihi söylemek için çünkü hepimiz çocukluğumuzdan itibaren Hıristiyan takvimine göre zamanı ayarlıyoruz. Ben 1944 doğumluyum mesela. Yani İsa’nın doğduğu yıldan 1944 yıl sonra doğmuşum. Hicri olarak, aslında sonunda öğrendim… 1363 1 Şevval doğumluyum ben. Bayram günü doğdum, evet. Onun için Bayram adını vermeyi de düşünmüşler annemler babamlar. Fakat çocuklarım çok isabetli olmuş derler çünkü Bayram Özel programı falan yapıyorlar.
Evet yani Müslümanların namazı kıyamla başlar. Yani biz önce kıyam ederiz. Sonra rüku ederiz. Sonra secdeye varırız. Yani bu bize yeter. Yani Allah huzuruna çıkarız, hürmetimizi gösteririz ve kendi varlığımızı sıfırlarız. Secde etmek o demektir. Onun için secde ettiğin sırada başının, alnının yere değmesi gerekir ama şeye de dikkat etmek lazımdır, burnun da yere değmelidir. Çünkü burun sosyal itibarla alakalı bir şeydir. Yani biz kibirli insanlara burnu büyük deriz değil mi? Halbuki adamın burnu büyük değildir yani.
Merkezden muhite demiştim biraz önce. Bu çok önemli. Kendimiz merkeziz. Çünkü İslâm’a girmek için Kelime-i Tevhid ikrar edilir. اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ deriz. Yani Müslüman olmak için önce şahit olmak lazım. Yani Allah’tan başka tapılacak olmadığına şahitlik ederim, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şahitlik ederim. Şimdi bunu insanlar çocukluklarında öğrenirler ve ne olduğuna önem vermeden tekrar ederler. İşte bu kaçınmamız gereken bir şeydir. Çünkü çocuk buluğa ermeden önce günah işlemez ve sevap kazanmaz. Yani cinsel temas sonunda yeni bir insanın ortaya çıkmasına sebep olacak bedenî olgunluk İslâmî mesuliyetin esasıdır. Yani insan mesul bir insandır fakat bu mesuliyet buluğa ermekle başlar. Yani kendin de, kendin gibi birisi ortaya çıkabilecek bir bedenî kıvama gelirsen hesabın ona göre tutulacaktır yani. O yüzden herkes için "ben" var, herkesin bir "ben"i var. Bunu bizzat o "ben"e sahip olan kişinin fark etmesi lazım. "Ben dünyanın aldığı şekle tepki vermekten mesulüm" demesi lazım. Onun için meselâ bugün de siyasî ortamda bütün dünyada yani akıl almaz bir cereyan var. Yani Filistin lehine konuşan herkes cezalandırılıyor bütün ülkelerde. Türkiye hariç diyemeyeceğim. Türkiye'de de işte gazete haberlerinden görüyorsunuz. Adam görevinden alınıyor derste Filistinlilerin haksızlığa uğradıklarını söylediği için.
Gökhan Göbel: Amerika’da...
İsmet Özel: Hayır, Türkiye’de. Kafadar.
Gökhan Göbel: O Amerika’da işte.
İsmet Özel: Ha, Amerika’da.
Gökhan Göbel: Harvard’da.
İsmet Özel: Ha, Amerika’da olmuş. Evet, ben adam Türk diye Türkiye’de olmuştur…
Evet, yani Amerikan üniversitelerinin destekçilerinin çoğunluğu Yahudi sermayesidir. Ve dolayısıyla onlar bu destekten mahrum kalmamak için veyahut buna benzer bir sebepten dolayı İsrail'in şakşakçılığını yapıyorlar. Hatta -biliyorsunuz- en son Netanyahu Amerika'ya gittiğinde Donald Trump adamın sandalyesini tutuverdi. Onun için altına da Amerikalı gazeteciler bile yazdılar Amerika'yı kim idare ediyor diye yani.
Evet yani bu önemli bir şey. Nedir o önemli şey? Bizim tek tek hepimizin kendi kabiliyetimiz, kendi zekâmız, kendi üslubumuz ne olursa olsun tek tek hepimizin bir mesuliyet taşıdığını bilmemiz lazım. Oradan bir şey doğar. Yani insanlar öbür dünyada sevdikleriyle beraber olurlar. Onun için insanın içiyle dışının bir olduğu yer öbür dünya olacak. Bu dünyada herkes kolaylıkla numara yapabiliyor. Sevdiklerinden uzak kalabiliyor yani. Ama öbür dünyada o açığa çıkacağı için herkes "Ya bu münasebetsiz herif de niye yanımda!" diye sinirlenebilir yani. Neden peki hani sevdiği ile insan yan yana oluyor? Demek ki dünya hayatında her türlü numara yapabiliyoruz. Yani sevdiklerimizi bile kendimizden uzak tutabiliyoruz isteyerek.
Gene benim yazılarımı okuyanlar benim ısrarla beşer-insan ayrımı yaptığımı okumuşlardır. Bu çok önemli bir şey çünkü Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Ben de sizin gibi bir beşerim." Yani bunu "Benim önüme kesinlikle haklı olduğunuza inanmadığınız davaları getirmeyin." fikrini pekiştirmek için söylemiştir. "Ben bilmeden o insanların müdafaa gücüne kanarak birine hakkı olmayan bir şeyi verirsem bilin ki cehennem ateşinden bir parça vermişimdir." Yani bugün o dini sohbetlerde falan filan karşınıza çıkıyordur. İşte Rasulullah'a yakın olmak falan filan istediğini söyler insanlar. Bu çok cüretkâr bir ifadedir. Yani Asr-ı Saadet'te Allah Rasulünün hizmetinde olan ve bunu çok canlı bir şekilde gerçekleştiren bir adam varmış. Rasulullah da bunun farkına varmış tabiî demiş ki: "Benden bir şey iste, onun için dua edeyim senin için." "Benim tek istediğim" demiş adam "Öbür dünyada senin yanında olmak". "Sen başka bir şey iste" demiş. "Yok" demiş adam yani “Ben bundan başka bir şey istemiyorum." Bakmış ki adamın fikrini değiştirmek imkânsız "peki" demiş, "Ama sen de bana yardımcı olacaksın." Yani Rasulullah da duasının kabul olmasının şartının o adamın sâlih bir insan olmasına bağlı olduğunu biliyor yani. O yüzden kendimiz eğer kalbimizi genişletebilirsek mutlaka yanımızda kalbi geniş bir insan isteriz ya da kalbi geniş bir insana meylederiz. Bu da aslında Müslümanların dünya ölçüsündeki talihli durumudur. Yani Müslümanların arasında çok az sayıda da olsa kalbi kirlenmemiş insanlar varsa, bunlar sayılamayacak kadar çok insanın belli bir lütfa ermesine vesile olurlar. İslâm orduları için de bu geçerli olan bir şeydir. Yani ordunun diyelim ki yüzde 3’ü halis gayelerle savaşıyorsa bütün orduyu kurtarır. Yani bütün ordu onların sayesinde zafere ulaşır. Bilmem diyebileceklerimi dedim mi?
Tekrar hepinizin bayramını tebrik ederim.
2 Şevval 1446 Pazartesi
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı Türkçe’den İslâm’a Giriş serisinin üçüncü kitabı olan ve dört ciltten müteşekkil “Rasulü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu” neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in son on dört senedir neşredilmemiş kitabı SORULUNCA SÖYLENEN’in yeni baskısı yapıldı.
İstiklâl Marşı Derneği olarak hem Kur’an okumayı hem de Türkçe okuma yazmayı öğrenip ve öğretebileceğimiz bir kitap hazırladık.
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı Türkçe’den İslâm’a Giriş serisinin üçüncü kitabı olan ve dört ciltten müteşekkil “Rasulü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu” neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in son on dört senedir neşredilmemiş kitabı SORULUNCA SÖYLENEN’in yeni baskısı yapıldı.
İstiklâl Marşı Derneği olarak hem Kur’an okumayı hem de Türkçe okuma yazmayı öğrenip ve öğretebileceğimiz bir kitap hazırladık.
İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı Türkçe’den İslâm’a Giriş serisinin üçüncü kitabı olan ve dört ciltten müteşekkil “Rasulü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu” neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.
Ezani saate göre ve şubelerimizin bulunduğu vilayetlerimiz için hazırladığımız imsakiyeleri dernek şubelerimizden temin edebilirsiniz.