Merhaba.
Kitabın kapağında İngilizce bir söz var. Arka kapakta da Fransızca bir söz var. İngilizce sözü Türkçeye tercüme etmeye çabalarsak "Yahudi Olmamak Hakkında" diye bir karşılık bulabiliriz Arka kapaktaki Fransızca "De La Frayeur D’etre Plombier Borgne" sözünü Türkçeye tercüme etmeye yeltenirsek orada da şöyle bir şey diyeceğiz: "Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında"
Yani benim kitabımdaki şiirler -iki kapak bahis konusu olunca- “Yahudi Olmamak Hakkında” ile “Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında” arasına sıkıştırılmış. Bunları bir toplantıda konuşmak, bir yerden bir yere gelinmiş olmanın bilinci yedeğinde olabilirdi. Benim bu kitabımla neyi tebellür ettirdiğim, belirginleştirdiğim, billurlaştırdığım meselesi, nereden nereye gelindiğinin bilinciyle anlaşılabilinir, hissedilebilir hale gelebilirdi. Ama böyle bir şey yok. Bugün neden bahsedeceğimizi bilemiyoruz. Türk kültür hayatının bir safhasından mı bahsedeceğiz? Türk toplumunun varlığının devam edip etmeyeceğinden mi bahsedeceğiz? Ya da Türkiye'de yaşayan insanların gidecek bir yeri, ulaşacak bir hedefi olup olmadığından mı bahsedeceğiz? Bütün bunlar ne yazık ki dünya ölçüsündeki kafa karışıklığı, daha doğrusu bilinç kirlenmesiyle kolay ifade edilir olmaktan çıktı, uzaklaştırıldı. Kolay ifade edilen şeyler, insanların kontrol edilmeleri suretiyle servetlerini günden güne yükselten insanların söylettiği şeyler. Bu bakımdan şiirin ulaşılabilen bir anlayış, anlama safhası olarak değer sahibi olması lazım. Dolayısıyla neden konuştuğumuz konusunda zihni berraklığa ulaşmış insanlarla yapabileceğimiz şeyler var. Ama sanıyorum ki bunu sağlayamayacağız. Onun için daha kaba şeyler söylememiz lazım.
Türkiye'de bir şeyler oluyor mu? Bunu anlamak lazım. Türkiye'de bir şeyler oldu mu, olacak mı, bunları bilmek lazım. Bu adam neden ıkına sıkıla hiçbir şey söyleyemiyor diye kafanızdan geçiyor, biliyorum. Çünkü size kötü şey söylemek istemiyorum. Sizin hakkınızda kötü şeyler söylemek istemiyorum yüzünüze karşı. Türkiye'de şiir ile toplumun hali arasında ciddi bir irtibat var. Bu irtibatı fark ederek yaşamış insanlar olmadığınızı biliyorum. Türkiye'de şiirle bu milletin hayatiyeti arasında çok doğrudan, sıkı bir bağ var ama büyük sayıda insan bu bağdan habersiz olarak, bu bağa bigâne kalarak ve hatta bu bağı reddederek yaşıyor. Onun için ben rahat konuşamıyorum karşınızda. Biraz şematize edeyim meseleleri. O zaman neden rahat konuşamadığımı daha iyi anlayacaksınız.
Türkiye toprakları dediğimiz yer… Bu “Türk toprakları” sözü mesela şu anda Türkiye'de milyonlarca insanı rahatsız ediyor. Türk toprakları dediğiniz zaman Türkiye'de milyonlarca insan huzursuz oluyor. Çünkü Türk toprakları diye bir şeyin olmasını istemiyorlar. Daha geçtiğimiz, en yakın safhada, yani Türkiye Cumhuriyeti diye siyasi bir varlığın ortaya çıkması safhasında mesele kritik bir noktaya gelmiş. Ben bir şey söylediğim zaman insanlar bundan rahatsız oluyorlar. Nedense benden başkası da böyle bir konuya girmeye hevesli değil. Şu "Türkiye" sözü bile Cumhuriyet'in ilanından sonra benimsediğimiz bir sözdür. Türkiye kelimesini Türkiye dışında kullanıyorlardı. İngilizler Turkey, Almanlar Turkei, Fransızlar La Turquie diyorlardı. Böyle bir kelime Avrupa lisanlarında telaffuz edilen bir kelimeydi. Türkiye'de Türkiye'ye Türkiye denmiyordu. Türkiye'de, Türkiye'ye, Türkiye denmemesinin sebebi, Türkiye'nin Türkiye olmasını istemeyenler yüzündendi. Çünkü Türkiye ya Büyük Yunanistan'ın topraklarını işgal etmiş bir kuvvetin idaresi altındaydı; ya Büyük Ermenistan'ı haksız yere elinde bulunduran gücün idaresinde bir yerdi; veyahut Pontus'a fırsat vermeyen bir idarenin eli altındaydı veyahut Kürdistan olan toprakların işgali sonucunda düzenlenmiş bir yerdi. Türkiye'ye Türkiye denilmesini isteyen insanların sayısı pek kabarık değildi. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanıyla beraber adını aldı. Yaşadığımız hayat biçiminin şiirle irtibatını kurmaya gayret edersek bu, yaşadığımız toprakların dar’ül İslam haline getirilmesiyle başlayan bir süreç. Yaşadığımız topraklar 1071 Malazgirt Savaşı'nın sonucunda Bizans ordusunun Türk akıncılarını önleyebilecek güçten mahrum bırakılması sonucunda buraların -tabii buralar ta 1453'e kadar Bizans, en azından Anadolu topraklarının- dar’ül İslam haline getirilmesiyle alakalı bir şey. Bu toprakların dar’ül İslam haline getirilmesi, bugün Türkçe diye konuştuğumuz ve şu anda birbirimize bir şeyler söylememize imkân veren lisanın da başlangıcı. Bazı kitaplarda “Türkiye Türkçesi” diye geçer, aptalca bir laf bu; Türkçe işte bu. Mesela Özbek Türkçesi diye bir şey yoktur. Özbekçedir o. Türkmen Türkçesi diye bir şey yoktur, Türkmence'dir o. Dolayısıyla Türkiye Türkçesi demek tuhaf bir şey. Bizim konuştuğumuz dil Türkçe. Bizim lisanımız, dilimiz de dinimizin bize kazandırdığı bir anlaşma ve ifade alanı, sahası. Bu topraklarda bir Türk şiirinin doğması bu toprakların tapusunun kimde olduğunun da belgesi. Tapu senedi, Türk şiirinin mevcudiyetidir. Bu da ana gövde itibariyle Yunus Emre'nin şiiriyle ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu şiir, hayat tarzıyla beraber, kavrayış biçimleriyle beraber Divan Edebiyatı olarak yüzyıllarca devam etti. Ama yaşadığımız topraklarda Türk hâkimiyetinin sonunun geldiği; buna mukabil Batı Avrupa'da doğmuş olan medeniyetin Türk hâkimiyetini gölgelediği dönemde Divan Edebiyatı dediğimiz uğraşı, meşguliyet alanı terk edildi.
Bizim Şeyh Galib, klasik edebiyatın sonu modern edebiyatın da başı sayılabilir. Hüsn- ü Aşk metnini, son Divan Şiiri örneği olarak algılayabiliriz; ilk modern Türk Şiiri örneği olarak da algılayabiliriz. Orada bir geçişme, bir kenetlenme alanı vardır. Daha sonra, Divan Edebiyatı terk edildikten sonra, Türk topraklarında bir milletin yaşadığının ispatı hala Türkçe şiir yazılabiliyor olmasına dayalıdır. Yani Türk varlığının ispatı Türk şiirinin mevcudiyeti manasına gelmiştir. Yani Türk şiiri yok, Türk Milleti hiç yok. Bu, Tanzimat’la başlayan bir süreç fakat Türk şiiri Divan Edebiyatı’nı terk ettikten sonra Batı'da yükselmiş bir edebi tarzın, bir yazma ve ifade formu tutturma tarzının esas kabul edilmesi suretiyle devam etmiş bir şey. O manada bizim Tanzimat edebiyatımız bir bocalama edebiyatıdır. Divan edebiyatı terk edilmiş ama nereye rapt olunacağı konusunda kesin bir kaide konamamış. Ama iki adam: Cenap Şehabettin ve Tevfik Fikret Türk lisanıyla Avrupai kavrayış çerçevesinde şiir yazılabileceğini göstererek Türk şiiriyle Türk Milleti arasındaki irtibatı netleştirmişlerdir. Bu da çok uzun bir zaman parçası değildir. Zaten Tanzimat'ın ilanı 1839. 1939'a geldiğimiz zaman ise Mustafa Kemal hayatta değil. Yani yüz sene geçtikten sonra.
Türk Milleti'nin mevcudiyetinin inkâr edilemeyeceği şiir ile gösterildikten sonra başımıza Birinci Cihan Harbi'nin mağlup kampında yer almaktan dolayı bir bela geliyor. Türk Milleti bundan sonra da devam edecek mi, meselesi var. Bunu yine şiir bize aydınlatıyor. 1923'te Cumhuriyet ilan ediliyor, beş sene sonra harf inkılâbı denilen şey oluyor. Türk lisanının Latin alfabesiyle yazılması mecburiyeti getiriliyor. İşte şiir, Latin alfabesiyle yazılsa dahi Türk lisanının idame ettiğini gösteren tek kazanç alanımız bizim millet olarak. Sadece şiir ile bu devam ediyor. Diğer edebiyat ve sanat ürünlerinde milletin mevcudiyetine dair, milletin varlığının teminat altında olduğuna dair bir işaret mevzu bahis değil. Ama dediğim gibi şiir bu işi üstlendi ve bugüne kadar getirdi.
Bugünden sonra bir yere gider mi Türk şiiri? Çünkü bugün aktüel olarak çok siyasi ve sanki millet hayatını birinci derecede ilgilendirmiyormuş gibi bir hava içindeyiz. Mesela Türkiye'de Albay Muammer Kaddafi'nin iktidarını kaybetmesinin iyi bir şey olduğunu düşünen insanlar var ve bu insanların herhalde birçoğu da burada. Ben uzun yıllar yazarlık yaptım. Albay Muammer Kaddafi lehine bir tek satır yazı yazmadım. Ama bugün Albay Muammer Kaddafi'nin iktidarını kaybetmesini müsbet bir şey kabul edenlerin hepsi bir Amerikan köpeğidir. Albay Muammer Kaddafi'nin matah bir adam olup olmaması önemli değildir. Şiir böyle şeyler yapar. Bunları sadece şairler görür. İki mısralık şiiri var Orhan Veli'nin. Şiirin adı "Vatan İçin" Hepinizin, birçoğunuzun ezberinde olabilir bu: "Neler yapmadık şu vatan için / Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik." Bu Latin alfabesiyle yazılan Türkçenin mahsulü bir şiir. Ve bu şiirin gücünde, pek az şey var. Bu iki satırlık, iki mısralık bir şiir.
Birçok başka vesileyle belirttiğim ve dünyada da çok iyi bilinen bir örnek var. Mesel denebilecek bir şey var. O da şu: Eğer bir kurbağayı kaynar suya atarsanız kurbağa can havliyle sıçrayıp canını kurtarıyor. Ama kurbağanın içinde bulunduğu su kabını yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa meselenin ne olduğunu anlamıyor. Su kaynayıp fokurdamaya başladığında kurbağa çoktan ölmüş oluyor. Türkiye'deki insanların durumu, içinde bulunduğu kabın ısıtıldığı kurbağa durumudur. Kimse sizi kaynar suya atmıyor. Sadece içinde bulunduğunuz kabı ısıtıyorlar. Bunu fark edebilmek için, suyun sizi öldürecek bir ısıda olduğunu fark edebilmek için şiirle temas kurmak mecburiyetindesiniz. Bunu sadece şiirle temas kuranlar fark edebilir. Resimle, müzikle, tiyatroyla, sinemayla, romanla irtibatları çok sıkı olanlar bunu göremez mi? Hayır göremez. Çünkü şiir hiçbir şeyi dolaylı ve mantıklı bir izah suretiyle size ulaştırmaz. Şiir size ne deniyorsa en çıplak, en soyulmuş haliyle verir. Başka sanatlar mutlaka söyledikleri şeyi giydirmek ve süslemek, sizi onu alır hale getirecek değişikliklere uğratmak zorundadırlar. Yani ilaç öbür sanatlarda, şiir dışında, tatlı bir zarla kaplanır, yutulabilmesi için. Ama şiir, ilacı orijinal tadına uygun şekilde size verir.
Yani şiir kelimesi, anlama ile alakalı manası olan bir kelime. Şiir, şuur birbirinin akrabası olan kelimeler. Yani şuura dalmak şiirle mümkündür ve başka bir şeyle de mümkün değildir. Başka bir şey, diyelim ki vahiy, bize ihtiyacımız olan ilmi kazandırırken bizim aynı zamanda iman sahibi olmamız şartı da onunla beraberdir. Kur'an-ı Kerim'in bize ne dediği, bizim için neyi seçtiği anlaşılmak isteniyorsa Müslim, Mü’min olmamız zarureti de vardır. Şiir için böyle bir zaruret yoktur. Şiir doğrudan, aracısız, şuur yolunu açar ve bizim halimizin akıbetimizin karşısında ne olduğunu gösterir.Akıbetimiz karşısında halimizin ne olduğunu şiir bize gösterir.
Bu manada 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’nin çok büyük bir değişiklikle karşı karşıya kalmasının akabinde, birkaç sene geçtikten sonra, 1964 yılında Türk şairlerinden Turgut Uyar “Çıkmazın Güzelliği” diye bir yazı yazdı ve bu yazıda Türk şiirinin o güne kadar insanı ifadede kullanılan ifade kalıplarının artık işe yaramadığını; insanın değişmesi halinde şiirin buna nasıl bir tepki vereceğinin tekrar ele alınması gerektiğini savundu. Yıl 1964’tü. Şimdi 2011 yılındayız. Bizim bu geçen süre içinde, elli yıla yakın süre içinde değişen insanla değişen insanın halinin, onun akıbetiyle irtibatını bize verecek, yansıtacak olan şiirin ne olduğu, ne olması gerektiği konusunda bir netliğe varmış mıyız? Bu, dediğim gibi, belki çok dar bir çevrede ve belirli bir meselede hayatını biçimlendirmiş, bu meseleyle beraber hayatını biçimlendirmiş insanlar arasında konuşulabilecek bir şey. Anlaşılmaya değer şeyler olduğunu bilmeden, hazırlop, insanlara “bu iş şöyledir, böyledir” diye söylediğinizde, onları kandırıyor olursunuz. Ben öyle bir şeyi hiçbir zaman kendime yakın bulmadım. Onun için konuşmamın başında da söylediğim gibi sizinle konuşmam çok zor. Çünkü uhdenizde neler olduğu konusunda hiçbir bilgim yok. Zaten son elli yıldır Türkiye’nin mevcudiyeti konusunda bir kafa karışıklığı, bir zihin kirlenmesi, bir sakat bilinç söz konusu. Bütün bunların nasıl tekrar benimsenebilir bir biçimde şekilleneceğini belki şiire bakarak ve dolayısıyla benim son kitabıma biraz nazar atfederek kavrayabiliriz. Acaba öyle mi? Bunları, dediğim gibi, ancak seçkin bir edebiyat çevresinde ölçüp biçebilir, tartıp değerlendirebiliriz diye düşünüyorum.
Türk Milleti dediğimiz millet çok lazım olduğu zaman ortaya çıkan bir millet. Pek ortalıkta görünmüyor. Onun sonunda neye el atacağını, neye vaziyet edeceğini şimdiden bilemiyoruz. Bizim bir Sakarya Meydan Muharebemiz var. Sakarya Meydan Muharebesi 22 gün 22 gece sürdü. Böyle bir şey olmaz. Bir meydan muharebesi saatlerle ölçülür, öyle birkaç gün de sürmez. Ama 22 gün 22 gece sürdüğüne göre Sakarya Meydan Muharebesi; başka bir şey oldu orada. Türk Milleti diye bir şey tarihten silinecek mi, silinmeyecek mi? O 22 gün 22 gece süren savaşta ortaya çıktı. Burada bulunan insanların birçoğu Necip Fazıl’ın şiirlerini seviyordur. Ben o kadar sevmem. Ama Necip Fazıl’ın şiirleri arasında “Sakarya” şiirinin neden çok meşhur bir şiir olduğu on beş dakika bile kimsenin kafasını meşgul etmemiştir. Bunu düşünmemiştir insanlar. Düşünmüş müdür sizce? Orada bir mısra var: “… Ayağa kalk Sakarya!” değil mi? Demek ki Sakarya’yı, Sakarya savaşından sonra, artık yüzüstü mü, sırtüstü mü bilmiyorum ama yere yatırmışlar. O şiir “Ayağa kalk Sakarya” diyor. Ve o şiirin bazılarını tehdit edişi de bu yüzdendir.
Şöyle şeyler oldu Türkiye’de. 1946 yılında çok partili bir seçim oldu. Cumhuriyet ilan edildikten sonra çok partili rejime geçmek için 1930’da bir tecrübe yapıldı, Serbest Fırka kuruldu. Ama hemen, seçime girmeden o kapatıldı. Sonra 1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’nın yegâne galibi olması sebebiyle 46’da biz de duruma intibak etmek üzere çok partili bir seçim yaptık. Bu seçim çok netameli bir seçimdi. Sonra 50’deki seçimde, dört sene sonra girilen seçimde Türkiye’de Türk tarihi boyunca olmamış bir şey oldu. O da Türkiye’de yaşayan insanların büyük çoğunluğu, kendilerini kimlerin idare etmemesi gerektiği konusunda kararlılık gösterdi. 1950’de insanlar Demokrat Parti’yi başa geçirmediler. Cumhuriyet Halk Partisi’ni baştan indirdiler. Bu ikisi aynı şey değil. Sonra 54 seçimleri var, 57 seçimleri var ve bu Türkiye’de yapılmış son seçimdir. 1957’den sonra bir daha Türkiye’de seçim yapılmadı. Hepsi manipülasyondur. Ama buna rağmen, manipülasyonlara rağmen Türk Milleti birtakım mesajlar verdi.1957’den sonraki seçim, dört sene sonra, 1961’de yapıldı. Ben o zaman, gayet net hatırlıyorum, büyük baskılar altında bir seçimdi. İktidardan devrilen Demokrat Parti’nin oylarına talip iki parti vardı, biri Yeni Türkiye Partisi, diğeri Adalet Partisi… Dolayısıyla 1961 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi en çok milletvekili çıkaran parti oldu. Fakat 1965 seçimlerinde Adalet Partisi 450 kişilik Millet Meclisi’nde 240 milletvekili çıkararak, tek başına bütün kanunları çıkarabilecek bir çoğunluk elde etti.
Yani 27 Mayıs’ta yapılan darbenin milletçe değerlendirilmesi ancak 1965 yılında, ama çok başka faktörlerin de araya girmesiyle, körebe oyununda olduğu gibi yapıldı. Yine millet birini yakaladı. Kendisini ebelikten kurtaracak, gözü bağlı olduğu halde bir şey yaptı. İşte 1965 seçimleri, 1969 seçimleri, arkasından 1971 muhtırası. 1971 muhtırasında yine oyla iktidara getirilmiş bir hükümet muhtırayla iktidardan uzaklaştırıldı. 1965’te yapılan şey tekrar edilmesin diye bu sefer Türk Milleti’nin millet olmasına yegâne sebep gösterebileceğimiz İslamiyet siyasi koz olarak ortaya atıldı. Böylece 1973 yılında Siyasal İslam doğdu. Bu da birilerinin iktidarının, Cumhuriyet’in ilanıyla beraber itibarlarının inkâr edilemeyeceği insanların iktidarının idamesinde bir işe yaradı. -Bütün bunların şiirle bir irtibatı var. Ama, dediğim gibi, bunları tek tek belli bir seviyenin üstünde bir anlayışla, bir kavrayışla konuşabilmek lazım.- Doğrudan doğruya bu ülkede yaşayan insanları ilgilendiren meselelerde bu çok önemli bir rol oynadı ve sonunda Siyasal İslam, Türkiye’nin İslami bir dönüşüme uğramasını engelleyen bir cesamet kazandı. Türkiye’yi İslam’dan uzaklaştıran bir Siyasi İslam yürürlüğe sokuldu.
Burada şiirin de söyleyeceği bir şeyler olması lazımdı. Ama nerede o şair? Daha doğrusu, Türkiye’de yaşayan insanlar şiirden beslenmeyi, şiiri bir mugaddi unsur olarak kabul etmeyi becerebilecek seviyede midir? Bu çok önemli bir şey. Ortalama görüşler bizi günübirlik, maddi kazançlarımızla alakalı seviyeye hapsetmiş durumda. İnsanlar otomobillerinden, beyaz eşyalarından başka bir şey düşünmeden yaşıyorlar. “Hayır hayır! Ben başka şeyler de düşünüyorum!” diyenlerin hepsi “Arabaya bir şey oldu mu” diye hemen dışarı çıkıyor. Bu adamların şiiri anlamaları mümkün değil.
25 Ağustos 2011, Bağlarbaşı
Genel Başkanımız İsmet Özel, 16.05.2010 Pazar günü Kocaeli Kitap Fuarında "Boştan Almak, Doluya Koymak" başlıklı bir konuşma yaptı.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 22 Mayıs 2010 günü Kayseri’de “Ne Bahar Kaldı Ne Gül” başlıklı bir konferans verdi.
"bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"
Bu son mısraları tekrar edebilmek için bu şiiri yanıma aldım kitaptan koparıp. Bu mısralar yazıldığı zaman henüz İstiklâl Marşı Derneği yoktu. Şimdi “Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" serlevhalı bir konuşma yapacağız burada.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.
İSTİKLÂL MARŞI, TIPKI CUMHURİYET TÜRKİYESİ GİBİ, KÂFİRLERDEN KAÇIRILMIŞ BİR METİNDİR.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kırıkkale'de yaptığı "HUDUDU AŞMAK, HUDUDU KORUMAK" başlıklı konuşmanın metni
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısını Kocaeli Kitap Fuarı’nda imzaladı.
“Türk Tarihin Neresinde?” Konuşmamızın başlığını böyle tespit ettik. Bunu, bu sorunun cevabını merak ettiğiniz için mi buraya geldiniz, bilmiyorum. Hiç sanmıyorum.