Genel Başkanımız İsmet Özel'in 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de verdiği “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferansın metni.
Sayın vali, sayın ve değerli dinleyiciler selâmün aleyküm.
Bazı yanlış beyanları, eksik ya da farklı ifadeleri düzelterek başlayayım. Bütün konuşmam da zaten hep yanlış bilinen şeylerin tekrar ele alınması teklifi şeklinde devam edecek. Niğde Belediye Başkanı açış konuşmasında Türkiye’nin bağımsızlığını elde ettikten sonra İstiklâl Marşı’nın yazıldığı izlenimini verecek bir ifade kullandı. Böyle değil. İstiklâl Marşımız 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından millî marş olarak kabul edilmiştir, yani henüz cumhuriyet ilân edilmiş değildir. Bu fevkalâde önemli bir şey, konuşmamın ağırlığı burada olacak. İkinci düzeltme ihtiyacı duyduğum şey, beni tanıtmak üzere söylenen sözler arasında benim sosyalist görüşleri terk edip İslâmî düşüncelere ulaştığımı söylemiş olmaktır. Bu külliyen yanlıştır. Ben Allah’a, bana ömrümün bir kısmını komünist olarak geçirtmiş olmasından dolayı hep hamd ederim. Ben sosyalist görüşlerimi hiçbir zaman terk etmedim, Allah bana belki de bu sebepten hidayet nasip etti. Yani ben üzerinde doğduğu toprakları, birlikte yaşadığı insanları anlamak ve sevmekle fikrî bir zenginliğe sahip olmayı kabul ettiğim için Allah beni mükâfatlandırdı ve bana ihtida nasip etti. Üçüncü -belki biraz hafif kalacak- düzeltme de şu: Ben tanıtılırken iki torunum olduğu söylendi. Benim dört çocuğum, dört torunum var.
Konuşmamızın başlığı: İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri. Bu ifadeyi yerine oturtabilmek için önce hayatımızın ne olduğunu bilmemiz lâzım. İstiklâl Marşı’na hayatımız içinde bir yer bulacağız, ama hayatımızın ne olduğunu biliyor muyuz acaba? Yani biz ne hayatı yaşıyoruz? Bitkisel bir hayat mı yaşıyoruz, hayvanî bir hayat mı yaşıyoruz, eğer insanî bir hayat yaşıyorsak nasıl bir insanın hayatını yaşıyoruz? Bir Avrupalı şunu söylemiştir: “Ben hayatımda hiç insanla karşılaşmadım. Karşılaştıklarımın hepsi ya İtalyan, ya Rus, ya Alman, ya Fransız’dı.” Bir insanın insan olup olmadığını elinden, ayağından, saçından, tırnağından anlayamayız. İnsanın insanlığı insana mahsus davranışlar göstermesinden anlaşılır. Biz bunu Türkçe’de, “Nerde insanlık” falan filân diye konuşarak ifade ederiz. Fakat mücerreden mensup olduğu yerden, mensup olduğu manadan kopuk bir insan da yoktur. Bazen insanlar tuzağa düşüp şunu söylerler: “İnsanın dini, milliyeti önemli değil; mühim olan insanlıktır.” İyi ama dini, milliyeti olmayan mücerret bir insan var mı? Belki vatansız insan var ama dini ve milliyeti olmayan insan bulamazsınız, böyle bir şey yoktur. Onun için hayatımızın nasıl bir şey olduğunu anlamak için ne hayatı olduğunu bilmemiz lâzım. Geldiğimiz noktada da bunun Türk hayatı olup olmadığını bilmemiz lâzım.
Dünyada -ben üstüne basa basa söylüyorum- bugün bütün dünyada insanların hüviyet olarak benimseyebilecekleri iki biçim var: Ya Türk olacaksınız veyahut Amerikalı. Dünyada başka bir milliyet ve din kalmadı. “Türk diyeceğine Müslüman desene.” diyorlar. Müslümanlığın Allah indinde din olmaktan çıkarılmasına hizmet edenlerin Müslüman kabul edildikleri bir ortamda, bir atmosferde Türk adını tercih etmenin hususî bir yeri var. Bunun Türkiye’deki etnik meselelerle falan filân alâkası yok. İstiklâl Marşı’nın hayatımızdaki yerini anlayabilmek için Türkiye’de yaşayan insanların hayatlarının ne olduğunu bilmemiz lâzım. Türkiye’de yaşayan insanlar nasıl bir hayat sürüyorlar, bunların canlı kalmalarını temin eden şey ne? Bunların canlı kalmalarını temin eden şey dünyada diğer insanların da canlı kalmalarını temin eden şeyse, o zaman bu ülkenin bir ferdi olmanın manası kaybolmuş demektir. Biz bu ülkede diğer bütün insanların hayatta kaldığı gibi, diğer bütün insanların canlılığını devam ettirdiği gibi yaşıyorsak buradaki hayatımızın bir manası yoktur. Buradaki hayatımızın bir manası olması bize İstiklâl Marşı’nı kazandırmıştır. Yani biz hayatımızın içinde İstiklâl Marşı’na bir yer arayacağımıza İstiklâl Marşı’nın içinde hayatımızı aramamız gerekiyor. Birilerine bu çok tuhaf, ters görünebilir. Çünkü biz İstiklâl Marşı’nın ne olduğunu bilmiyoruz, Türkiye’nin ne olduğunu bilmiyoruz, Türk’ün ne olduğunu bilmiyoruz ya da bilmek istemiyoruz. Veyahut birileri bilmemize mani olacak tedbirleri almış ve bu tedbirler işliyor.
Türkiye dediğimiz topraklar dünyada bulunan bütün millî unsurların ulaşamayacağı bir mana zenginliğine sahiptir. Bu topraklar dünya tarihi içinde iki kez vatan olmuştur. Bunlardan bir tanesi, bu yaşadığımız toprakların dârül-İslâm haline getirilmesi suretiyle 13. asırda, yani Hıristiyan takvimine göre 1200’lü yıllarda Türklerin vatanı kılınmasıdır. Bu topraklar dârül-İslâm haline geldi ve böylece Türklerin vatanı oldu ama buraya Türklerin vatanı demiyorlardı. Türklerin vatanı olduğunun tescili İstiklâl Harbi sonucunda gerçekleşti. Yedi yüz yıl sonra, 20. asrın ilk çeyreğinde üzerinde yaşadığımız topraklar ikinci defa Türklerin vatanı oldu ve ilk defa dünyaya Türk vatanı olarak tescil ettirildi. Bugünkü mantık bu sicilin bozulmasına dönük bir mantıktır. Türkiye’nin sicilini bugün bozmaya çalışıyorlar. Meselâ bir Ermeni meselesinden bahsediyorlar. Türkiye’de bir Ermeni meselesi var mı? Neden bir Ermeni meselesinden bahsetmek zorundayız? Dünyanın bazı yerlerinde biliyorsunuz ki parlamentolar Ermeni jenosidi olmadığını iddia etmenin suç olduğunu ilân etti. Buralarda, “Ermeniler jenoside uğramamıştır.” derseniz suç işliyorsunuz. Ve bekleniyor ki bu karar Amerika Birleşik Devletleri tarafından da tasdik edilsin, ondan sonra işler düze çıkacak.
Osmanlı Devletinin haritadan silinmesi Osmanlı Devletinin tebaası olarak yaşayan insanların bu topraklara sahip çıkmaları hareketini hızlandırdı. Dolayısıyla 1914 yılında 1. Dünya Savaşı patladığı zaman Osmanlı Devletinin tebaası olan Ermeniler kendi yaşadıkları yerlerin kendi idarelerinde olmalarını temin için harekete geçtiler ve bu hareketleri başarısızlıkla sonuçlandı. Hadise bundan ibarettir, yani bizim şu anda Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletimiz var.
Türkiye Cumhuriyeti var çünkü bu topraklar üzerinde bir Ermenistan yok,
Türkiye Cumhuriyeti var çünkü bu topraklar üzerinde bir Kürdistan yok,
Türkiye Cumhuriyeti var çünkü bu topraklar üzerinde bir Yunanistan yok,
Türkiye Cumhuriyeti var çünkü bu topraklar üzerinde bir Lazistan yok,
Türkiye Cumhuriyeti var çünkü bu topraklar üzerinde bir Gürcistan yok.
Türkiye Cumhuriyeti’nin var olması için bir İstiklâl Marşı yazıldı ve bu marşın duası kabul olundu. İstiklâl Marşı’nın hayatımızdaki yeri dediğimiz zaman, Türkiye’de yaşayan insanlarsak, buranın merkezî bir yer olduğunu kabul etmek zorundayız. Yani: İstiklâl Marşı yok, Türkiye de yok. Bu yüzden bunun ne kadar vahim bir şey olduğunu bilen insanlar 1982 Anayasası’nın metnine İstiklâl Marşı’nı dâhil etmişlerdir. İstiklâl Marşı 1961 Anayasası’nda zikredilmediği halde, 1924 Anayasası’nda zikredilmediği halde, 1921 Anayasası’nda da zikredilmediği halde -1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu bir daha düzenlendi, İstiklâl Marşı’nın kabul edilişi Mart olduğuna göre o sırada İstiklâl Marşı büyük bir ihtimalle vardı- 1982 Anayasası’nda zikrediliyor, hem de değişmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler arasında. Neden? Çünkü İstiklâl Marşı zikredilmediği taktirde Türkiye’nin hayatiyeti tehlikeye girmiş olurdu. Türkiye’nin hayatiyetinin başka garantileri olduğunu düşündükleri sırada anayasaya İstiklâl Marşı’nı dâhil etmediler. Ama öyle bir zaman geldi ki Türkiye’nin varlığı, Türkiye’nin haritadaki görüntüsü tehdit altına girdi. O zaman anayasaya İstiklâl Marşı’nın Türklerin, Türkiye’nin, Türk Devletinin millî marşı olduğu hükmü kaydedildi.
Hayatımız dediğimiz şey bileğimizin hakkıyla ele geçirdiğimiz şey değil. Hayatımız dediğimiz şey bize hayat sahası olarak tahsis edilen yerde günlerimizi öldürmemiz. İstiklâl Marşı 1921 yılında Türklerin millî marşı olarak kabul edildikten çok kısa bir süre sonra hükümsüz sayıldı ve rafa kaldırıldı. Biz İstiklâl Marşı’nın bize öğrettiği şeylerden uzaklaştık ve bize hayat sahası olarak tahsis edilen yerde yaşama mecburiyetini tabiî bir hadise kabul ettik. Oysa İstiklâl Marşı bizim nelerden uzak durmamızı, nelere yakın durmamızı öğretiyor.
Biz İstiklâl Harbi’ni verdikten sonra Sevr Antlaşması’nın hükümsüzlüğünü Türkler olarak dünyaya kabul ettirdik ve Lozan Antlaşması’yla beraber kendi devletimizi düzenleme işine talip olduk. Oldu olmadı, bilmem ama Lozan Antlaşması’yla beraber Türkiye topraklarında yaşayan insanlar ikiye ayrıldı. Türkiye topraklarında Müslümanlar yaşıyordu. Türkiye topraklarında ekalliyetlerin yaşaması beynelmilel garantiler altına alındı. Türkiye’de gayri-Müslimler yani Müslüman olmayanlar yaşama hakkına sahip idiler ve bunların haklarının ihlâl edilemeyeceği beynelmilel otoriteler tarafından garanti edilmişti. Onun için 1923 yılında Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun 1. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti’nin idare şekli cumhuriyettir” şeklinde ve 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dini, din-i İslâm’dır” şeklinde değişti. Yani biz Lozan Antlaşması’nın akabinde sadece cumhuriyet ilân etmekle kalmadık, aynı zamanda 1839 yılında kaybettiğimiz şeyi geri aldık. 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla beraber Osmanlı padişahı bütün tebaasının eşit olduğunu ilân etmişti. Bu karar Müslümanların bu toplumda hususî ve mümtaz bir yerleri olduğunun reddi manasına geliyordu. Tanzimat Fermanı Osmanlı padişahının tebaasının birbirine eşit olduğunu kabul ediyordu. Halbuki Tanzimat Fermanı’ndan önce böyle bir eşitlik söz konusu değildi, milletler prensibi cari idi. Osmanlı Devleti içinde yaşayan insanlar en yukarıda Müslümanlar olmak üzere, onların altında Grek Ortodokslar, onların altında Ermeniler, onların altında Yahudiler şeklinde tasnif edilmişti. O yüzden de Tanzimat Fermanı’na ilk itiraz edenler Rum Ortodokslar oldu, çünkü onlar Müslümanlardan sonra en kabule şayan millet olarak kabul ediliyorlardı. Rumlar parmaklarıyla Yahudileri gösterip, “Şimdi biz bunlarla eşit mi olduk?” diye itiraz ettiler.
Biz cumhuriyetin ilânıyla beraber bu toprakların esas unsurunun Müslümanlar olduğunu sadece kabul etmiş olmadık, dünyaya da kabul ettirdik. Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet var idiyse o devletin dini, din-i İslâm idi. Bu hüküm 1928 yılına kadar Anayasa’da muhafaza edildi. İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği kanun teklifiyle bu hüküm 1928 yılında Anayasa’dan kaldırıldı. Neden kaldırıldı? Çünkü 1928 yılında harf inkılâbı denilen şey yapıldı. Cumhuriyetin ilânından beş yıl sonra Türkiye’de, Türkçe’nin Latin alfabesi işaretleriyle yazılacağı hükmü esas kabul edildi. Anayasa’da “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dini, din-i İslâm’dır” hükmü varken İslâm yazısının iptal edilmesi imkânsız idi, dolayısıyla bu ikisini beraber yapmak gerekiyordu. Yani devletin dini İslâm olmasın ki İslâm yazısı kullanılamasın. Bu bizim hayatımızı izah edecek bir şey; tek şey değil. Bizim hayatımızı insan hayatı olmaktan çıkaran şey, bizim bileğimizin hakkıyla elde ettiğimiz istiklâlimizi ihtiyacımız olmayan bir yaşama bedeli karşılığında feda etmemiz ile manalandırılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti dünyada işleyen mekanizmanın bir tarafına monte edildi. O günlerde Türkiye’de ipleri elinde bulunduran insanlar bu montajı kabul ettikleri için işler düzene girdi. Türkiye Cumhuriyeti 1. Cihan Harbi’nin sonunda kurulmuş olan bir devlet. 1. Cihan Harbi 1918 yılında sona erdi, bu savaşın sonunda Osmanlı idaresiyle savaşın galipleri Sevr Antlaşması imzaladılar. Fakat Türk ordusu Sevr Antlaşması’nın hükümsüz kalması için harekete geçti. Bütün müesseselerimiz harbin bitimiyle beraber iflâs etmişti. Biz haritadan silinmemek, tarihten kovulmamak için 1. Cihan Harbi’ne bütün gücümüzle katıldık ve o yüzden de bu savaşa biz Seferberlik adını verdik. Tarihten silinmemek ve haritadan kovulmamak için seferber olduk. İsterseniz haritadan silinmemek ve tarihten kovulmamak deyin, ikisi aynı kapıya çıkar. Başaramadık, yani savaş bittiği zaman hem mağlûpların arasında kaldık hem de kendi milletimiz bakımından büyük bir çaresizliğe düştük.
1. Cihan Harbi bittiği zaman 1918 yılında bu topraklarda -Niğde de dâhil olmak üzere- can ve mal emniyeti bakımından en tehlikeli yer, en güvensiz yer Türk bayrağının altıydı. Onun için insanlar İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan ve eğer bulabildilerse bayıla bayıla Amerikan bayrağı altında güvenlik arıyorlardı. Canlarını ve mallarını teminat altına alabilmek için Türk bayrağı dışındaki bayrakları tercih ediyorlardı. Ama bu eğilime, bu gevşekliğe Türk ordusu direnerek cevap verdi. Bütün müesseselerimizin iflâs etmesi karşısında Türk ordusu direnmeyi üzerine aldı ve biz İstiklâl Harbi vermek suretiyle bu yaşadığımız topraklarda can ve mal emniyeti itibariyle en güvenilir yerin Türk bayrağı altı olduğunu temin ettik. Birkaç sene önce altında bulunmanın en tehlikeli olduğu yer İstiklâl Harbi’nin sonunda en güvenilir yer haline geldi ve biz bu kazançla 27 sene Tek Parti yönetimi yaşadık.
Tek Parti yönetimi, Türkiye’nin ziraî ürünler ihracatı, ama sınaî mekanizmaya katkıda bulunan ziraî ürünler ihracatı suretiyle Dünya Sistemi’ne raptedilmesi şeklinde oldu. Biz 27 yıllık Tek Parti döneminde Dünya Sistemi dediğimiz ve 14. asırda İtalyan Site Devletleri ile temellerini atmış, 17. asırda merkezini Hollanda’ya taşımış, 19. asırda ve İstiklâl Harbi verildiği sırada Londra’da dünyanın merkezi olma özelliğini koruyan sistemle bir anlaşmaya, bir uzlaşmaya, bir kenetlenmeye vardık. Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devlet sınaî işleyişe fayda temin eden tütün, pamuk, bazen incir, üzüm gibi ürünler aracılığıyla Dünya Sistemi’ne kenetlenmeye yol açan bir şebekeye dâhil oldu. Bu dönemde işler, kendi yağıyla kavrulmayı beceren ülkelerin birer uydu şeklinde sisteme kenetlenmeleri esasıyla yürüyordu. 1. Dünya Savaşı sonunda Dünya Sistemi, birtakım kendi yağıyla kavrulmayı başarmış birimlerin sisteme peykler, uydular şeklinde bağlanmaları şeklinde çalışıyordu. Türkiye Cumhuriyeti bu bağlanan unsurlardan birisiydi. Diğeri Sovyetler Birliği, başka bir tanesi Faşist İtalya’ydı. Daha sonra, 1933 yılından itibaren de Nazi Almanyası oldu. Sistem doğrudan doğruya işletmediği yerleri ayrı ayrı birimler halinde kendi uydusu haline getirmeyi başarmıştı.
Başınızı ağrıtmadan, kafanızı fazla karıştırmadan… Düzeltmeyi unuttuğum bir şeyi daha hatırladım. Niğde Belediye Başkanı benden bahsederken yazarlığımdan, filozofluğumdan dem vurdu fakat beni şair olarak zikretmedi. Ben İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanıyım. Bu İstiklâl Marşı Derneği harika bir şey! Çünkü Genel Başkanı bir şair, Genel Başkan Yardımcısı da bir baytar. Yani biz İstiklâl Marşı’nı kaleme alan zatın iki meslekî özelliğini Dernek’te birleştirdik. Ben tutarlılık adına bunları söylüyorum, bu adam neden bahsediyor diyesiniz diye.
Tek Parti yönetimimiz bu entegrasyonla geçti. Biz 1. Dünya Savaşı’nın sonunda kurulmuş bir devletiz. Fakat dünya ikinci bir savaş daha yaşadı. 2. Dünya Savaşı sonunda 1945 yılında Dünya Sistemi merkezini Londra’dan New York’a, Wall Street’e taşıdı. Yani Dünya Sistemi yeni bir işleyişe geçti. Bu köklü bir değişiklikti. Eskisine birçok bakımdan benzemiyordu. En önemlisi, daha savaş bitmeden Bretton Woods Antlaşmalarıyla beraber dünya ekonomisinde altın para sistemi terk edildi, onun yerine ölçü olarak dolar ikame edildi. Böylece dünya 1945 yılından itibaren ciddi bir şekilde düzen değişikliğine uğradı. Bu düzen değişikliği Amerika Birleşik Devletleri’nin iktisadî sıhhatinin bütün dünyanın sıhhati olmasını gerektirdiğini belirtiyordu. Ölçü olarak dolar kabul edilmişti ve dünyada finans ve iktisadî işleyiş bakımdan Amerika Birleşik Devletleri’nde birtakım şeylerin yön tayin edici olmasıyla bütün dünyanın etkileneceği bir düzen kuruldu. Bu, tabii hemen 1945–1950 arasında kendini göstermedi ama ondan sonra, bugünlerde artık kabını da taşırdı. Hepinizin bildiği gibi bütün iktisadî hareketler Amerikan ekonomisinin sıhhatiyle mana ortaklığına sahip.
Bizim İstiklâl Marşı ile hayatımız arasındaki irtibatı anlamak için bu kısa değerlendirmeyi yapmamız lâzım. Türkiye’de insanlar Dünya Sistemi’nin devreye soktuğu sosyal mekanizmayla hayatlarını tarif ediyorlar. Bu hem tüketim malları bakımından böyle, hem de zihniyet olarak böyle. İstiklâl Marşımız bunun böyle olmaması için yazıldı ve bütün marş boyunca bunun nasıl böyle olmayacağını İstiklâl Marşı bize anlatır. Ama biz İstiklâl Marşı’na kulak vermedik ve bugünlere geldik. Geldiğimiz yer İstiklâl Marşı’yla uyuşmayan, İstiklâl Marşı’nı devre dışı bırakan, İstiklâl Marşı’nı gereksiz hale sokan bir yerdir. Siz madem buraya gelerek İstiklâl Marşı’nın hayatımızdaki yeri konusunda bu adam ne diyecek diye merak ettiniz, ben size şunu söyleyeceğim: İlk bilmemiz gereken şey, İstiklâl Marşı’nın İstiklâl Harbimizin bir parçası olduğudur. Bana ne istiklâlden diyorsanız, bu arkadaşlar gibi salonu terk edin.
Bizim zihinlerimiz yeniden biçimlendirildi. Birtakım insanlar İstiklâl Harbi yerine Bağımsızlık Savaşı, Kurtuluş Savaşı diyorlar. Böyle bir şey yok. Biz bağımsızlık savaşı vermedik, biz kurtuluş savaşı da vermedik. Neden kurtulacaktık, neden kurtulduk biz? Böyle bir kurtuluş savaşı var mı, neden kurtulduk? Yok öyle bir şey! Padişahtan mı kurtulduk biz? 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, Meclis’in müttefiklerin elinde esir olan halifeyi kurtarmak üzere açıldığını beyan ediyordu ve Meclis bir Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkardı. Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne hakaret eden veya aleyhinde söz söyleyen insanların vatan haini olduğu ilân ediliyordu. Çünkü deniyordu ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi halifeyi kurtarmak üzere kurulmuştur, halifeyi kurtarmak için kurulan meclise hakaret eden vatan hainidir. Anlıyor musunuz? Hıyanet-i Vataniye Kanunu cumhuriyet ilân edildikten sonra muhafaza edildi ama Meclis’e hakaret edenlerin vatan haini olduğunu ilân ederek. Yani İstiklâl Harbimiz bizim millî kurtuluş savaşımız değildir, bağımsızlık savaşımız da değildir. İstiklâl bağımsızlık demek değildir. İstiklâl Arapça bir kelime değildir. İstiklâl Türkçe bir kelimedir. Arap dilinin kurallarına göre Türkler tarafından türetilmiş bir kelimedir. İstifâl babından, bir şeyi alıp götürme, bir şeyin selâmetini sağlama manasına gelen bir kelimedir istiklâl. Biz kendi istiklâlimize sahip çıkmış bir millet olarak dünya tarihine bir daha girdik. Yani biz ne saltanattan kurtulduğumuz için bir kurtuluş savaşı verdik, ne de bir yabancı hâkimiyetinden bağımsızlığımızı aldık. Bulgaristan’ın bağımsızlığından bahsedilebilinir çünkü Osmanlı hâkimiyetinden bağımsızlıklarını almışlardır. Ama Türk bağımsızlığı diye bir şey yok, biz zaten bağımsızdık. Bizim İstiklâl Harbimiz ve İstiklâl Marşımız var. Biz bir şeyi alıp taşıma, yüklenme işini başardık.
Dünyada istiklâlini kendi bileğinin gücüne borçlu olan bir tek millet vardır, o da Türk milletidir. Türk milleti herhangi bir millet değildir, dünyada eşi benzeri olmayan bir millettir. Çünkü Türk milleti dini ve milliyetini birbirinden ayırmayan dünyadaki yegâne millettir. Polonyalılar Katolik’tir, İtalyanlar da Katolik’tir ama bunlar iki ayrı millettir. Fakat Hıristiyan bir Türk milleti bahis konusu değildir. Şimdi onu sağlamaya çalışıyorlar, “Hem Türk, hem Hıristiyan olursun”u sağlamaya çalışıyorlar. Göreceğiz, nereye kadar gidebilecekler.
İstiklâl Marşı’nı anlamamız için İstiklâl Harbimizin üç yönü olduğunu bilmemiz lâzım. İstiklâl Harbimizin birinci ve ilk yönü, istikameti Maraş’ta başlayan hadiselerdir. Maraş’ta Fransız bayrağının altında cuma namazı kılınamayacağını öğrenen Türkler gâvuru topraklarından 12 gün 12 gece süren mücadele sonunda attılar; cuma namazı kılabilmek için. Bunu Urfalılar takip etti, onlar da gâvuru topraklarından kovdular. Verilen mücadele sonunda Fransızların çekilmesi kararlaştırıldığında silâh kullanılmayacağı protokole bağlandı. Fransızlar çekilirken Urfalılar Fransızlara değil ama havaya ateş ettiler. Bununla şunu söylüyorlardı: Siz burayı keyfinizden terk etmiyorsunuz, biz sizi kovuyoruz. Anlatabiliyor muyum? Fransızlar Urfa topraklarını terk ederken Urfalılar el sallamadılar onlara, havaya ateş ederek onları takip ettiler. Akabinde Antep ki aslında Maraş’tan da Urfa’dan da önce orada mücadele başlamıştır fakat çok hareketli bir vetire yaşandı orada. Ağır basan taraf her zaman belli değildi ama Gaziantep olacak kadar ciddi, kararlı bir mücadele verildi orada. Antep’teki direnişin nihai kararı da Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra alındı ve bu İstiklâl Harbi’nin bu cephesi, bu yönü böylece sona erdi. Yani İstiklâl Harbimiz birinci olarak doğrudan doğruya Türk milletinin müstevlilere karşı hiçbir yerden emir almaksızın mücadele etmeleriyle başladı.
İstiklâl Harbi’nin ikinci yönü Kazım Karabekir’in düzenli orduyla doğuda yürüttüğü harekettir. Biz 1918 yılında Ermenilerin barış istemeleri sonucunda bugünkü doğu sınırımızı çizdik. Ama daha sonra 1921 yılında gerek Anadolu’daki mücadele gerek Rusya’daki iç savaş sebebiyle bizim Moskova Antlaşması’yla doğu sınırımız bir daha teyit edildi. Bu da tabii Sakarya Meydan Muharebesi’yle alâkalı bir şey. Netice itibariyle asıl her şeyi karara bağlıyacak olan savaş Sakarya Meydan Muharebesi ile noktalandı.
12 Mart 1921’de İstiklâl Marşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından millî marşımız olarak kabul edildi. Daha Sakarya Meydan Muharebesi olmamıştı, bizim istiklâlimizi kazandığımıza dair bir sarahat yoktu. Biz istiklâlimizi kazanalım diye İstiklâl Marşı yazıldı. Onun için İstiklâl Marşı Sevr mağarasında Allah Resulü’nün Hz. Ebubekir’e hitap ettiği gibi başlar: Korkma! Yani durum aynıdır. Nasıl Allah Resulü, Ebubekir Sıddık ile mağarada mahsur kaldıysa, biz de dünya güçleri karşısında İstiklâl Marşı yazıldığı sırada mahsur idik. Onun için İstiklâl Marşı bir hadis-i şerifle başlar: Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak. Eğer bu al sancak yoksa ne İstiklâl Marşı ne de İstiklâl Harbi vardır.
Dünyada Türk milletinin eşi benzeri olmadığı gibi Sakarya Meydan Muharebesi’nin de eşi benzeri yoktur. Hiçbir meydan muharebesi 22 gün 22 gece sürmez. Meydan muharebesinde böyle şey olur mu? Yunan kuvvetleri mi yoksa gâvur ordusu mu demeli? Çünkü o kuvvetlerin içinde Yunanlı olmayan ne kadar gayri-Müslim vardı, onu bilmiyoruz. Gâvur ordusu Polatlı’ya kadar gelmişti ve savaşın kazanılacağına dair ümit sadece Allah’tan ümit etmeye kalmıştı. Fizikî şartlar itibariyle, maddi imkânlar itibariyle Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasına imkân yoktu. Türk ordusu 101727 kişiden müteşekkil. Bunun 5401’i zabit, 96326’sı erat. Çanakkale’den, Çanakkale’deki direnişten başlayan bir şey var, bizim ordumuzda genç subaylar bütün ağırlığı üstlenmiş durumdalar. Onun için rahmetli anacığım şöyle derdi: “Kurşun ‘mülâzımmm’ diye gider.” Mülâzım, teğmen dediğimiz şey. “Kurşun mülâzımmm diye gider.” Yani Sakarya Meydan Muharebesi de bir zabitler muharebesi olmuştur. 9 Alay Komutanımız ölmüştür. Alay komutanı meydan muharebesinde ölür mü? Savaş bittiği zaman bizim 5713 şehidimiz, 18480 yaralımız var, 828 kişi esir düşmüş. Fakat dikkatinizi çekerim, 14268 kayıp var, yaralı sayımıza yakın. Bunu nasıl yorumlayacağız? Bunlar kaçaklar! Bu asker kaçakları Cumhuriyet sonrasında insanların canını vererek kurtardıkları bu toprakların kaymağını yediler. 828 esire de ben bir mana veremiyorum. Bunlar, “O tarafı bıraktık, bu tarafa geçtik” diyenler mi? Çünkü gâvur ordusunun rakamlarına baktığımız zaman onlarda hiç esir yok. Ya biz hepsini öldürmüşüz veyahut onlardan bizim tarafa geçen olmamış, olmasına da imkân yokmuş.
Gâvur ordusu 123780 kişi. Bunun 3780’i subay diyeceğimiz rütbelilerden oluşuyor. Bizde 100000 içinde 5400 subay, onlarda 123000 içinde 3700 subay. 120000 de eratları, rütbesizleri var. Yunan ordusundan ölenlerin sayısı 3758, bizim şehitlerin sayısı 5713. Yaralı sayısı 18955, aşağı yukarı iki orduda eşit. Onlarda da kayıplar var, onlar da fıymışlar, 354 kişi. Ama bizim gibi 14000 değil. Savaştan sonra sağ kalan Türk 52438, sağ alan gâvur 100773. Onlarda iki misli sağ var. Biz daha çok ölmüşüz ama zaferi kazanmışız. Normalde kaybeden tarafın daha çok ölmesi lâzım değil mi? Hayır, öyle olmamış! Çünkü biz Sakarya Meydan Muharebesi’nde, “Sonunda nasıl olsa öleceğim -çünkü ölünce cennete gideceğim- ama ölmeden mümkün olduğu kadar gâvur öldüreyim.” diye savaştık. Ben öleceğim sonunda ama ölmeden bütün gâvurları mümkünse öldüreyim diye savaştık ve dolayısıyla gâvur ordusu bizim karşımızda… Çünkü onlar canımızı kurtaralım diye düşünüyor. Baktılar ki bunlar kırmakla tükenmiyor ve kaçmıyorlar, biz kaçalım bari dediler ve böyle oldu netice itibariyle. Geri kalan 52438 gazimiz de onları kovaladı. Bu ne zaman vuku buluyor? İstiklâl Marşı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildikten 4 ay sonra. Ondan sonra, “İstiklâl Marşı savaşı kazanmamıza yaradı, savaşı kazandığımıza göre artık ona gerek kalmadı.” deyip İstiklâl Marşı’nı bir kenara attık. İstiklâl Marşı’na sadakat göstermedik, ayağa kalkıyoruz falan.
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak / O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak / O benimdir, o benim milletimindir ancak.” Bir milletten bahsediliyor; sadece şafaklarda yüzen al sancağı kendi bayrağı olarak kabul etmiş olan milletten. O benim milletimindir, başkasının değil. Yani Türkiye’de Türk bayrağının dışında bir bayrağa -bırakın bağlılık göstermeyi- sempati göstermek vatana ihanettir. Ben yıllar önce, “Siz Bosna Hersek ve Çeçenistan bayraklarını seviyor musunuz? Ben sevmiyorum.” diye bir yazı yazdım. İnsanları kendi varlıklarını temsil eden dışında bir şeye irtibatlandırmak, o insanları insanlıktan çıkarır. Peki, Çeçenler ve Boşnaklar Türk bayrağını seviyorlar mı? Sevmek mecburiyetindeler! Çünkü Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devlet dünyada İslâm gücünün hâlâ ayakta kaldığını gösteren devlettir. 1918 yılında 1. Cihan Harbi bittiği zaman İslâm’ın bir siyasî teşkilât, bir organizasyon ve bir askerî güç olarak artık dünyada bulunmadığı kâfirler tarafından kabul edildi. “Dünyada İslâm diye bir şey tabii ki vardır ama bir siyasî organizasyon ve bir askerî güç olarak yoktur. Bunu tanımıyoruz.” dediler ve bizim Mekke’deki bayrağımız indirildi. Biz 1919 yılına kadar, savaşın bitmesinden bir sene sonra bile Medine’de bayrağımızı dalgalandırıyorduk. Hicaz’dan bayrağımızı çekmek zorunda kalmış olan bir millet olarak kendi iffetimizin korunduğu bir alan kalması şartı ve kaydıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni muhafaza ettik. Diğer yerlerin hepsi kâfir hâkimiyeti altındaydı. “Bu topraklarda bir İslâm ordusu vardır, bu topraklarda bir İslâm devleti vardır.” Bunu sadece temin etmedik, bütün dünyaya da kabul ettirdik. Dediğim gibi bunu İstiklâl Marşı ile yaptık. İstiklâl Marşı’nı rafa kaldırdığımız zaman bu iş de tabii ki rafa kalktı. Çünkü diyor ki İstiklâl Marşı: “O benim milletimin yıldızıdır, benim milletimin yıldızı parlayacak. O başkasının değil, benimdir; o benim milletimindir ancak.” Ve devam ediyor: “En azından Tanzimat’tan bu güne kadar birçok halt işledik, birçok lânetlenecek iş yaptık. Onun için ey Türkler tarafından İslâm’ın sembolü olarak dünyaya çakılmış olan hilâl, çatma kurban olayım çehreni. Biz sana lâyık olacak işleri bunca zaman yapamadık, onun için bana öfkeyle bakma, çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl. Kahraman ırkıma bir gül… Şimdi bu lâf İstiklâl Marşı’nda geçince “Bunlar ırkçı” diyorlar. Tabii ki ırkçıyız! Dünyada Kur’ân’ın nazil olmasıyla başlayan bir ırk vardır ve bu ırk her zaman kahramanlığıyla temayüz etmiştir.
Dünyada Kuran’ın nazil olmasıyla başlayan bir ırk vardır. Irk kelimesi İstiklâl Marşı’nı kaleme alan şairin Fransızca bilmesi sebebiyle Fransızca’dan tercüme ettiği bir kelimedir. Fransızca’da ras, İngilizce’de reys diye telâffuz edilen şey, Hitler rejiminden sonra etle kemikle irtibatı kurulan bir şeydir. İstiklâl Marşı yazıldığı sırada ırk kelimesinin taşıdığı mana “kültürel homojenlik” manasıdır. Onun için Avrupalılar çok rahatlıkla, “La race Française” derler: Fransız ırkı. Halbuki bütün Avrupalılar bilir ki genetik manada Fransa’da hiçbir birlik yoktur.
“Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?” Yani aslında İslâmî prensiplerle Türkiye’de yaşayan insanlara değer biçmeye kalkarsanız karşınıza şiddetli ve celâllenmiş sonuçlar çıkar. “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…” Biz aslında Kur’ân’ın nazil olmasıyla başlayan ırk olarak hilâl uğruna… Aynı şairin biliyorsunuz “Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!” şeklinde bir mısraı da vardır. “Biz hiçbir dünyevî kazanç gözetmeksizin sadece ahireti kazanmak üzere can verdik ve bunu hiçbir pazarlık konusu yapmadık. Onun için bize bir kez daha yaşama imkânı bahşedersen iyi; bahşetmezsen kanlarımızı helâl etmeyiz.” diyor. Ve hepimizin bildiği “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!”
Burada bir şeyleri netleştirmemiz lâzım. İstiklâl Marşı’nın içinde Allah kelimesi geçmiyor, Türk kelimesi geçmiyor, İslâm kelimesi geçmiyor. Neden? İslâm kelimesi geçmiyor, çünkü 19. asırdan itibaren İslâm kelimesi Müslümanlar tarafından değil, gayri-Müslimler tarafından tarif edilen bir şeyi işaret ediyordu. Müslüman ya da İslâm denildiğinde dünyada anlaşılan şey Müslümanların dünyaya anlattıkları şey değil, dünyanın Müslümanlara kabul ettirdikleri şey olmaya başladı. İslâm tanımlayan bir şey olmaktan çıkmış, tanımlanan bir şey haline gelmiş. Onun için İstiklâl Marşı İslâm kelimesini zikretmiyor. Türk kelimesi geçmiyor, buna da yüzümüz yok. Çünkü Mekke ve Medine’yi terk etmek zorunda kalmışız. Zorunda mı kalmışız? Biz Mekke ve Medine’yi Araplara karşı mı kaybettik? Böyle bir şey yok. Yani biz istesek orada kalamaz mıydık? Kalırdık. Demek ki orada da dünyevî hesapların devreye girmesiyle kendi varlığını geçer akçe haline getirememiş bir millet… Onun için İstiklâl Marşı’nda Türk adı da geçmiyor. İstiklâl Marşı’nda Allah adı da geçmiyor, Hak’tan bahsediliyor. Aslında bu daha öncelere dayanan bir hastalığımız. Bizim kendimize olan güvenimizi Avrupalılar yıktılar ve biz Tanzimat’tan itibaren -belki biraz öncesi de dâhil buna- çocuklarımıza Abdullah ismi koymak yerine Abdülhak ismi koymaya başladık. Yani bu günlerde çok moda olan semavî dinler, İbrahimî dinler falan filân diyerek gâvurlaşmanın yollarını açmayı biz zaten önceden yaşadık. İşte insanlar çocuklarına Abdullah ismi vermektense Abdülhak ismi vermeye başladılar. Bu baskılar altında alafrangalaşmış Türklerin de itiraz edemeyecekleri bir dil tercih edildiği için İstiklâl Marşı’nda “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!” denmiş. Burada kastedilen şeyin İslâm, Hak olarak geçen kelimenin de Allah olduğunu nereden anlıyoruz? “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-”. Yani İstiklâl Marşı diyor ki: Allahu Ekber Allahu Ekber, Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Eşhedü enne Muhammeden Resulullah. Şehadetleri dinin temeli olan, Kur’ân’ı ve Sünnet’i birinci meşgalesi olarak seçmeyen insanların Müslüman sayılamayacağına dair bir telmihtir bu: “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-”.
Sabrınız tükenmedi değil mi? Ben sık sık şunu söylerim: “Taşmayan sabır, sabır değildir.” Çünkü biz sabrın başka bir adı olarak “savm”ı biliriz. Oruç da sabırdır ama sahurda başlar, iftarda biter. Sabrın taştığı bir yer mutlaka vardır yani. Sabır etmiyorsan eğer, tahammül ediyorsun demektir. Anlatabiliyor muyum? Müslüman sabreder. Sabırla beni dinleyin, çünkü Allah-ü Teâlâ diyor ki, “Sabrın sevabını ben şahsen vereceğim.” Şahsen değil de “zatım olarak” diyelim, şahıs olunca insanlara karışıyor.
İstiklâl Marşı bize sadece “İstiklâl Harbi’nin kazanılmasının niçin zaruri olduğu”nu anlatmıyor. İstiklâl Marşı aynı zamanda bize “İstiklâl Harbi’nin kazanılması sonunda neler yapacağımız”ı da söylüyor. Biz bu programı terk ettiğimiz için bu gün bu duruma düştük ama bazılarına göre bu gün geldiğimiz nokta aliyyülâlâ bir şey. Niğde’de ben şimdi bir üniversitenin salonunda konuşuyorum. Birileri diyorlar ki, “Gördün mü? Niğde’de bile üniversite var, bu kadar insan da seni dinliyor, bundan daha güzel şey olur mu?” Hayır, böyle bir şey yok! Türkiye’de sadece Ankara ve İstanbul Üniversiteleri varken Türkiye’deki akademik seviye bu gün olandan en az 100 misli yüksekti.
İstiklâl Marşı’nın hayatımızdaki yeri, İstiklâl Marşı’nın hayatımızın nasıl seyredeceği konusunda bir şey söylemesiyle irtibatlıdır. Bir kere kim olduğumuzu anlatıyor İstiklâl Marşı. Diyor ki, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.” Bu şu demektir: Allah yeri ve göğü yarattıktan sonra onlara isteyerek ya da istemeyerek gelin dedi. Onlar da, isteyerek geliyoruz dediler. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” budur. Yani Kalûbelâ’da Allah’ın Rabbimiz olduğunu kabul edenlerin hürriyetinden bahsediyoruz. Onlar hür olarak, icbar edilmemiş bir şekilde Allah’ı Rableri kabul eden insanlardır. Biz Türkler bu toprakları vatan haline getirirken, bu toprakları dârül-İslâm haline getirirken Moğolların “hot zot”unu meşgale olmaktan çıkardık. Moğollarla didişmek ya da onlara galebe çalmaya gayret etmek yerine Hıristiyanlardan toprak kazanma tercihini yaptık. Bir şekilde isteyerek geldik buraya. Yani bir vatan edindik ve bunu dünyada Müslümanların şerefini yükselterek yaptık. Çünkü Haçlı Seferlerinin sona ermesinden sonra Bizans hâkimiyeti doğuda Müslümanların… Tabii Bizans hâkimiyeti Kur’ân’ın nazil olmasından önce başlayan bir şey. Kayzer ve Kisra var, değil mi? Biz bu toprakları vatan haline getirirken yeniden Resulullah’ın öngördüğü, hedef olarak seçtiği… Hendek Savaşı’nda hendek kazmak için kazmalar inerken Resulullah, “Kisra’nın, Kayzer’in saraylarının yıkıldığını görüyorum.” diyor. Bizim Müslüman oluşumuzda bu toprakların vatan oluşuna bir başlangıç var. Yani dünyada İslâm varlığının tecessüm etmesi ve etkin olmasıyla Türklerin Türkiye’yi vatan kılmaları arasında bir doğru orantı var. Ne oldu? Biz dünyada ne kadar Müslüman varsa bütün o Müslümanların Türkler olarak gözbebekleri haline geldik. Neden biliyor musunuz? Hıristiyanlardan toprak alarak.
O zaman bugünkü gibi haccedilmiyordu, bugün insanlar bir turistik seyahat gibi haccediyorlar. O zaman haccetmek dünya Müslüman meclisine katılmak demekti ve hacda konuşulan şeyler bütün dünyada Müslümanların gündemini oluşturuyordu. Hacca gidecek kadar şuuru ve serveti müsait olan insanlar dönüşlerinde bütün dünya Müslümanlarının ahvali hakkında etraflarını bilgilendiriyorlardı. Dolayısıyla bizim gaza beyliklerimiz, Selçuklu’dan sonra bu toprakların hâlâ Müslüman kalmalarını temin eden gaza beyliklerimiz, dünya Müslüman kamuoyu içinde çok mümtaz bir yer sağladı bize. Herkes “bu Türkler çok iyi şeyler yapıyor” diye düşünüyordu; Malezya’dakiler de, Sudan’dakiler de, Fas’takiler de… Bu prestij Osmanlı hanedanı tarafından saltanata dönüştürüldü. Ama İran’da Safevi saltanatının Şia fikrine istinat etmesi, bilhassa Yıldırım Bayezit’e geldiğimizde Sünni bir yükselme ile o Şii kuvvetin gölgede bırakılması meselesini canlandırdı ve biz dünyanın birçok yerinden gelen âlimlerle bu topraklarda medreseler kurup ilmî seviyenin yükselmesini sağladık. Ve aslında daha sonra İstanbul’un fethiyle beraber ilim tahsil etmek için Fatih’e gelme yolunu açtık. İstiklâl Marşımız onun için “Hangi çılgın bana bir zincir vuracakmış? Şaşarım!” diyor. “Biz dünyada birçok İslâm devletinin beceremediği bir şeyi becermiş bir milletken hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!” Onun için biraz yüksekten esiyor, “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım / Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” diyor. Helâl olsun, keşke öyle olsaydı! Ama olmadı. Türkiye’de insanlar günübirlik tatmin yollarını çok öne çıkardılar. Kısa vadeli kazançları, ahiret yurdunda elde edecekleri kazançlara tercih ettiler.
Benim babam 1315 doğumlu, Hıristiyan takvimine göre 1899’lu. 1315’liler bildiğiniz gibi türküde de, “Hey onbeşli onbeşli / Tokat yolları taşlı / Onbeşliler gidiyor / Kızların gözü yaşlı” şeklinde geçiyor. Neden kızların gözü yaşlı? Çünkü 15’liler askerlik çağı gelmeden askere alınanlar ve bunlar da şehit olacak olurlarsa kızlara koca kalmayacak. Benim babam işte o 15’lilerden. 14–15 yaşlarında askere alındı bunlar. O yüzden benim babam hem Seferberliğe katıldı hem de İstiklâl Harbi’ne. Bu “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım / Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım”da bir arzu var, istek var ama hakikat buna çok yakın değil. Babamdan dolayı söylüyorum. Babam Cihan Harbi’nde mekkâreciydi, İstiklâl Harbi sırasında jandarmaydı. Dolayısıyla cephede değildi. İstiklâl Harbi sonrasında sadece harpte yararlılık göstermiş olanlara verilen İstiklâl Madalyası benim babamda da var. Çünkü Demokrat Parti iktidara geldikten sonra bir kanun çıkardı ve -şimdi üniversite affı falan çıkıyor ya, o zaman da öyle bir şey oldu- İstiklâl Harbi sırasında askerliğini yapmış olan herkese İstiklâl Madalyası verdi. Böylece benim babam 52–53 yaşlarında İstiklâl Madalyası aldı. “Kükremiş sel gibi” değildik orada. “Ben bu memleketi gâvurlara bırakmam. Allah bana Türk olmayı gâvurlara boyun eğeyim diye nasip etmedi.” diyen insanlar İstiklâl Harbi’ni verdiler. Ama işte Demokrat Parti bu kanunu çıkarınca birtakım vatan hainleri, alçaklar, köpekler -bunların bir kısmı milletvekili de oldu- askerlik şubelerindeki kayıtları tahrif ettirerek İstiklâl Madalyası aldı. Ne yaptılar biliyor musunuz? Kendi isimlerinin karşısında “firar etti” yazıyor; fe’nin üzerine bir nokta koydurttular ve “karar etti” yaptırttılar onu. Bu işleyiş birçok yönden, birçok bakımdan dal budak saldı. Şu anda Türkiye’de İstiklâl Madalyası alan birçok sahtekâr var. Onun için insanlar Türkiye’de namuslu olmayı enayilik kabul ediyorlar. “Sen de çevir numaranı, sen de kazancını yola koy” diyorlar. Bu aslında Yahudi olmanın ilk adımıdır.
Bizler İstiklâl Marşı’yla beraber millet olarak yerimizi netleştirmiş insanlarız. İstiklâl Marşı bu netliği temin ediyor. Diyor ki İstiklâl Marşı, “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar”. Çelik zırhlı duvar = Teknoloji. Ne diyor devamında, “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”. Ben garpla, batıyla aramdaki hattı imanım vesilesiyle çekiyorum. Benim sınırım, benim hududum, benim serhaddim benim iman taşıyor olmamdadır; kâfirde iman yoktur. Dolayısıyla sırf İstiklâl Marşı yüzünden Avrupa Birliği’ne giremeyiz. Ama diyorsanız ki, ben İstiklâl Marşı’nı değiştirir gene de Avrupa Birliği’ne girerim; o zaman görürüz senin ne olacağını! “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar / ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?” Türkiye’de “medeniyetler ittifakı” diyen insanların hepsi İstiklâl Marşı’yla savaş halindedir. Benim “Kalın Türk” kitabımı okuyanlar bilirler, ben orada Huntington denen şahsın “Medeniyetler Çatışması” tezinin hiçbir iler tutar tarafı olmadığını birer birer gösterdim. Bir kere kelime hatalıdır. Medeniyetlerden bahsedersek eğer, tarihî bir perspektiften bahsediyoruz demektir. Çünkü dünyada birçok medeniyet yükselmiş ve çökmüştür. Tarihte nadiren iki medeniyetin aynı anda parlak olduğu ya da hükmünü yürüttüğü baki olabilmiştir. Çoğunlukla medeniyetler med ve cezir gibidirler ama aynı alanda olan med ve cezir değil. Yani Hint Medeniyeti yükseldiğinde Çin Medeniyeti pek o kadar yüksek değildir, Çin Medeniyeti yükseldiğinde Mezopotamya Medeniyetinden bahsedilemez. Mısır Medeniyeti yüksekken Yunan Medeniyeti o kadar ahım şahım bir şey değildir, Yunan Medeniyeti yüksekken Roma Medeniyeti yoktur, Roma Medeniyeti yüksekken Yunan Medeniyeti tamamen yok olmuştur. Bu böyle bir şeydir. Medeniyetlerden ziyade her çağda yükselen bir medeniyetten bahsedebiliriz. Ama velev ki bir anda birkaç medeniyet var diyelim, bu geçmişte olduysa olmuş bir şeydir. Günümüzde Batı Medeniyeti Türk hayatı karşısında yükselmiş bir medeniyettir ve rakibi yoktur. Onun için İstiklâl Marşı “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”dan bahseder. Bu bir canavardır. Canavar nedir? Canavar Anadolu’da kurt yerine kullanılır, değil mi? Canavarlığın esası şudur: Kurt sürüye girdiği zaman sürünün hepsini boğar, bir tanesini götürür veyahut bir tanesini yer. Ama boğabildiği kadar koyun boğar. Canavarlık budur. Meselâ aslan, kaplan, pars, panter vb. canavarlık yapmaz; avını kestirir, yakalar ve yer. Kurt gibi değildirler. Denizlerdeki canavarın da kofanalar olduğu söylenir. Kofanalar balık sürüsüne dalarlar ve yemedikleri halde onları dişleye dişleye giderler, sonra karınlarını doyuracak kadarını yerler. Medeniyet’in Türk topraklarına yaptığı kötülüklerden bir tanesi de şudur ki, birçok denizci tüfeklerle yunus öldürdüler bizim sularımızda. Yunuslar İstanbul Boğazı’nda kofanaları Karadeniz’e ve Marmara’ya kovuyordu ve onun için İstanbul Boğazı bir balıklar cennetiydi. Çünkü yunuslar diğer balıkların emniyetini sağlıyordu. Kofanaları kovdukları için öbür balıklar keyiflerince yaşıyorlardı orada. Sonra biz yunusları öldürdük. Medeniyet yaptı bunu! Medenîleştikçe yunusları sularımızda yok ettik. Ben ilk defa 1964 yılında İstanbul’a gittim. Şehir hatları vapurlarından hiçbiri yoktu ki yunusların yedeğinde seyretmesin. Hangi hatta olursa olsun mutlaka gemilerin yanında yunuslar yüzerdi. Hele o adalara giden vapurlarda iki taraflı yunuslar yüzerdi. 1969 yılında -gayet iyi hatırlıyorum- sadece ada vapurlarında yunuslar kalmıştı. Gene de ben pazar günleri Fener Burnu’na gidip sanki sirkmiş gibi yunus gösterisi seyrederdim. Biz medeniyet vasıtasıyla kendi topraklarımızı mahvettik.
Dediğim gibi İstiklâl Marşı bize sadece İstiklâl Harbi’nin kazanılmasının zaruret olduğunu göstermedi, savaşı kazandıktan sonra Türkiye’nin ne hal alacağına dair programı da verdi. Ama 1925 yılında İstiklâl Marşı’nı bize hediye eden şair Türkiye’de yaşayamaz hale geldi. Peşine polis taktılar. 1925 yılında artık Türkiye’de Müslümanlar tehlikeli insanlardı. Ardına polis takılınca Akif de bundan çok müteessir oldu tabii. “Ben vatan haini miyim ki peşime polis taktılar?” deyince, “Artık burası senin bildiğin Türkiye değil, git kumda oyna!” dediler Akif’in yüzüne karşı. Akif de Mısır’a gitti ve 1936 yılında ölmek için geldi Türkiye’ye. Hani Azeri türküsünde diyor ya, “Gezip görmeye başka diyarlar, ölmeye vatan yahşi” diye; Akif de geldi, vatanında öldü.
Biz İstiklâl Marşı’nda nasıl bir program olduğunu fark etmekle mükellefiz. Bu programın fark edilmesini önlemek üzere Türkiye birçok şeyle meşgul edildi, bu meşguliyetlerin akıbetini size tabii ki anlatmak isterim. 67 yaşındayım ve 17 yaşımdan itibaren Türkiye’yle kendimi müteradif sayarak yaşadım. O yüzden beni tanıtmak üzere söylenen sözler arasındaki yanlışlığı işaret ettim biraz önce. Yani ben bir fikirden bir fikre asla dönmedim. “Bir zamanlar sosyalistti, sonra İslâmcı oldu”, bu yanlış bir şey. Hepimiz namazda Allah’tan ihtida talep ediyoruz, bu herkesin her zaman istediği şeydir. Hepimize Allah ihtida nasip etsin! Onun için bu topraklarda yaşayıp da İstiklâl Marşı’nın ne dediğini kulak arkası eden insanlar bu ülkeye çok büyük kötülükler yaptılar ve yapıyorlar. İstiklâl Marşı Derneği bu kötülüklerin tesirini sıfırlamak üzere kuruldu ve aleyhindeki bütün faaliyetlere rağmen dört senedir büyüyerek varlığını devam ettiriyor. Önümüzde İzmir Temsilciliği’nin açılışı var, arkasından Kahramanmaraş’ta da şubemizi açabilirsek 10 kuruluşlu bir dernek olacağız. Diyeceğiz ki, “Onuncu ama sonuncu değil!”
Eğer İstiklâl Marşı’yla Türk milleti arasındaki irtibatı yeniden hayata sokabilirsek o zaman dünyanın istifade edebileceği bir güzergâh da ortaya çıkmış olacak. Çünkü dünya bugün küreselleşme ya da globalizasyon dedikleri bir belâyı çekmek zorunda. Ama İstiklâl Marşı’nın Türk milletine ne söylediği anlaşıldığı taktirde, ebedî yurdumun üstünde inleyen bir ses bu topraklarda işitildiği taktirde bunun dünyadaki küfür hâkimiyetinin sesini bastıracağından eminim.
Teşekkür ederim.
12 Mart 2011, Niğde
Dokuz sene geçti İstiklâl Marşı Derneği kurulalı. Bu toplantının böyle sakin bir toplantı olması normal değil; yani dokuz senede İstiklâl Marşı Derneği’nin geleceği yer burası değildi. İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene sonra buraya gelmek üzere kurulmadı. Benim şimdi ayakta, heyecanlı bir şekilde sizlere “omuzdaşlarım” diye hitap ederek bir konuşma yapmam gerekirdi.
Adana Şubemizin açılışının ardınan Genel Başkanımız İsmet Özel'in yaptığı "Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir" başlıklı konuşmanın metni
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 02.04.2010 tarihinde Bayrampaşa'da "OF NOT BEING A JEW, BİR VEFA DAHA, SON İLAVELER" adlı şiir kitabının tanıtımı için yaptığı "Türkiye Şiirin Neresinde?" başlıklı konuşmanın metni
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 23 Kasım 2013 Cumartesi günü Mardin-Kızıltepe'de yaptığı "HER FERDİMİZE İSTİKLÂL" serlevhalı konuşmanın tam metni
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 21 Kasım 2013 Perşembe günü Ankara'da Bilkent Üniversitesinde yaptığı "KALIN TÜRK" serlevhalı konuşmanın tam metni
İstiklâl Marşı hakkında yapılacak bir konuşmanın yerinin Sivas olarak seçilmesi fevkalade önemli; çünkü Sivas, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan durumun ortadan kaldırılması yani İstiklâl Harbi’nin muvaffakiyetle sona erdirilmesi için yapılan işlerin önemli bir dayanak noktası.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kırıkkale'de yaptığı "HUDUDU AŞMAK, HUDUDU KORUMAK" başlıklı konuşmanın metni
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.