Mehmed Âkif Bey’in çok eseri olmakla beraber, Türk milletlinin hayatınca yaşayacak olan en büyük eseri “İstiklâl Marşı”dır. “O benim değil, milletimin malıdır” diyerek kitabına almadığı bu şâheser şanlı destan, zamanındaki en büyük ve en meşhur edib ve şâirlerin iftiharla baş tâcı ettiği bir san’at hârikasıdır.
Kurtuluş Savaşı’nda, ilhâmını milletinin hamâset hamlelerinden alan ve ölümü cana minnet bilen, Hak uğrundaki şehadet mertebesinin Arş-ı A’lâ’ya mi’râc olduğuna inanan ve küre-i arzdaki bütün mazlum milletlere felah ve necat örneği veren kahraman oğlu kahraman milletinin asil ruhu, onun da yüksek ruhunu coşturmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu en ihtişamlı devrini altı asır yaşadıktan sonra müttefikleri olan devletlerle birlikte Birinci Cihan Harbi sonunda mağlup olmuş ve adı harita-yı âlemden silinmiş; önce kurucu mâhiyette “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” sonra da 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti, İmparatorluğun yerini almıştır.
1920’de hükûmet kurulunca, her müstakil devlet gibi onun da bir Marş’ı olması tabiî bulunduğundan, Meclis’in kararıyla bir marş müsabakası açıldı. Bu müsabakaya Türkiye’den 724 şâir iştirâk etti. O zaman Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Bey, Burdur mebusu, Safahat şâiri Âkif Bey’e müsabakaya katılmasını teklif etti.
Âkif Bey: “Ben mebusum, müsabakaya giremem” deyince, müsabaka dışı yazmasını rica etti. Merhum da kabul ederek, nihayet bu eseri vücûda getirdi. Kanunen alması lâzım gelen mükâfatı Ankara Sarıkışla Hastahanesi’ndeki yaralı askerlere hibe etti. Mükâfat o zamanki para ile 500 lira idi. Bu esnada Âkif Bey’in kendisine 250 lira borçlu olduğu, Erzurum Mebusu Gözübüyük-zade Ziya Bey bana söylemişti.
Merhumun şiârı, maddeten ve mânen gücü neye yetiyorsa, dostlarına, tanıdığına yardım etmekti. Ya okur, ya okutur, ya başkasının yardımına koşar, istirahat zamanında ise, kısa ve öz konuşur hikmetli fıkralar söyler veya dinlerdi. Vaktin hayra sarfını en iyi bilen ve gösteren bir içtimaî mürşitti.
İstiklâl Marşı, emsalsiz bir hamâset âbidesidir, her vatanperver, onu her okuyuşunda ilk şevk ve heyecanını duyar.
Meyveli ağacı taşlamak faslından, mahrum nâkısların ötedenberi huyu olduğundan ve yarasa gözlüler, nura tahammül edemediklerinden, bu dev cüsseli âbide-i san’ati bir çocuk haşarılığı ile hırpalamak istediler.
Bu güne kadar, fırsat buldukça, bu çocukça haylazlıklarını icradan geri durmadılar. Fakat güneşe tükürmek veya adı çıksın, meşhur olsun diye Zemzem kuyusunu kirletmeye kalkmak ne ise, bu hareketler de ondan farksızdı. Çamur elmasın kıymetini düşüremezdi.
İşte yarım asra yaklaşan ömründe ona ayak uydurmak veya çelme takmak isteyenler yaya kaldılar. Çünkü ihlâs içinde yazılmış olduğundan te’yîdine mazhar olacak ve Hızır’ın ömrü gibi bu milletle beraber yaşayacaktır.
Şimdi millî marşımızı şöyle bir gözden geçirelim:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Haymana Ovası’ndan düşmana atılan top seslerinin duyulduğu, hükümet merkezinin Kayseri’ye nakil tekliflerinin görüşüldüğü zamanlar gibi en ümitsiz anlarda, Türk orduları başkumandanı meclis kürsüsünden: “Hedefimiz Akdeniz’dir. Düşmanı mutlaka mahvedeceğiz, denize dökeceğiz” cümleleri ile millete zafer imanını telkin ederken, Âkif Bey İstiklâl Marşı’nda:
“Korkma, yani endişe etme, sakın ümidini kesme… Bu vatanda yanan tek bir ocak kalıncaya kadar, bu şafaklarda yüzen şanlı bayrağımızın söneceğini sanma” başlangıcı ile milleti yeisden ümitsizlikden koruyan imanlı şâir, kalp kuvvetini arttırıp, insanı itmînâna götüren sözlerini şu mânâda sıralar:
“O bayrağın üstünde gördüğün yıldız, benim milletimin yıldızıdır.”
Eski astronomi telâkkisine göre halk arasında yayılmış bir söz vardır. “Herkesin bir yıldızı mevcuttur.” Bu, şans denilen talihin bir sembolüdür. “Yıldızı söndü” demek, “idbâra döndü, yani gözden düştü, mevkiinden uzaklaştı” mânâlarına gelir. “Yıldızı düşkün”, tâlihsiz demektir.
Edebî yenilik devrinin başta gelenlerinden merhum Şinasi, bir beytinde şöyle söyler:
“Göğe mi erdi başım, yeryüzüne geldimse”
“Var mıdır bencileyin yıldızı düşkün kimse?”
İşte: “O benim milletimin yıldızıdır[,] parlayacak” demek, gökteki ay-yıldız gibi hiç sönmeyecek demektir. “O başka milletin olamaz, ancak benimdir.”
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Sonra iltifat ve teşhis san’atlariyle, bayraktaki “ay”a sesleniyor:
“Ben senin uğruna, tek canımı vereyim, aman bana darılma; çehreni çatma; kahraman milletime bir kere tebessüm et; bu hiddetin ve bu öfken nedir? Senin uğruna milletim asırlarca kan döktü, seni yüceltmek, yükseltmek, ayakta tutmak için can verdi. Korkarım ki dökülen bu kanlar, sonra sana helâl olmaz. Hakk’a tapan milletimin, istiklâl ve hür yaşamak elbette hakkıdır.”
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
“Ben tarihin kaydettiği asırlardan beri hür yaşadım ve daima hür yaşayacağım. Beni zincire vurmak isteyen, aklını yitirmiş o çılgın kimdir! Ben tarih boyunca kükremiş bir sel gibi ülkelerde çağladım. Benim karşıma çıkan dağlar, kayalar, bana engel olamadı; hepsini aştım ve parçaladım.”
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
“Eğer Garb’ın yani Avrupa’nın ufuklarını, hudutlarını çelik zırhlı duvarlar, tanklar, toplar çevrelediyse; ona karşı bugün benim ancak kalpleri iman ile dolu askerim ve milletim var. Onlar benim çelikten daha sağlam siperlerimdir. Ey aziz milletim, şanlı ordum, sen çekinme, ürkme; insanlığın mahvına yürüyen o medeniyet canavarı varsın ulusun, böyle azimli, kuvvetli ve şanlı bir imanı boğamaz.”
Çünkü o canavar artık ihtiyarlamıştır. Tek dişi kalmıştır. (İyi niyetinden şüphe edilen bazı kısır düşünceliler, medeniyete canavar dedi diye merhum Âkif Bey’e ta’n etmek istediler. Medeniyet insana saadet ve refah getiren bir hayat unsurudur. Yoksa insanları felâkete götüren medeniyet, dün de, bu gün de, yarın da canavardan başka bir şey değildir.)
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Aziz kardeşim, yurduma hücum eden alçakları, defetmek, kahretmek için toplu bir halde gövdeni siper et; hayasızların akınını durdur. Sen ki Hakk’ın varlığına ve birliğine inanmış bir milletin evlâdısın. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki:
“Siz Hak yolunda giderseniz, Allah size yardım eder.” (Ankebûd Sûresi, 69. âyet)
“Sen ki, Kur’ân’a ve Hazret-i Muhammed’e inanmışsın, işte Hakk’ın sana va’dettiği nusret bugün değilse yarın, mutlaka tahakkuk edecektir.”
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Üzerinde gezip dolaştığın mübarek toprakları, insan ayağı basmamış çorak arazi zannetme; senin yurdunun her karış toprağı şehid kanıyla sulanmıştır. O toprakların altında kefensiz ecdâdın yatıyor; ona hürmet et ve üzerine düşman ayağı bastırma. Sülâlende nice şehidler vardır.
“Sen o şehidlerin oğlusun. Düşman saldırısında kayıtsız kalırsan, onların ruhunu incitirsin. Sana bütün dünyayı bağışlasalar, dünyanın gözünü diktiği bu cennet yurdu düşmana bırakma.”
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
“Bu cennet gibi zümrüt vatanın uğruna kim canını vermez! Onun bir avuç toprağını bile alıp sıksan, şehid kanı fışkıracaktır. Allah, benim canımı, sevdiklerimi, bütün varımı, yoğumu alsın, tek şu mübarek vatanımdan beni ayırmasın.”
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
“Yarabbi, bütün rûhumla sana niyaz ediyorum, yalvarıyorum. Senden tek bir emelim var: Benim mukaddes mabetlerime değil düşman ayağı, bir yabancının eli dahi dokunmasın. O ezanlar ki –içinde dinimin temeli olan kelime-i şehadet vardır– işte o ezanlar, benim mübârek yurdumun üstünde her an sana yükselmelidir.”
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki, başım.
“İşte o zamandır ki, benim rûhum binbir vecd ve heyecan içinde sana secdeler edecek, yani mezar taşım bu vazifeyi yapacaktır. Aldığım her yaradan kanlı şükran yaşları boşanırken, cesedim bir ruh gibi kabrinden fışkıracak ve işte o zaman sevinç ve iftiharla başım göğe değecektir.”
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet.
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
“Ey Şanlı Bayrağım! Sen vatan ufuklarında şafaklar gibi dalgalan. Senin uğrunda asırlardır döktüğüm kanların hepsi, artık sana helâl olsun. Dünya durdukça ne sana, ne de bana inanmış sevgili, büyük milletime zevâl yoktur. Bugüne kadar esaret zilleti görmemiş olan milletimin hürriyet hakkıdır. İstiklâl ise, daimâ Hakk’a tapan aziz milletimindir.”
***
Bu ihtişamlı feryâdın bütün vatan hudutlarında çınladığı günleri tâkiben, Allah lûtfunu esirgememiş ve yurdunu, bu imanlı aziz millete bağışlamıştır.
M. Ertuğrul Düzdağ, Üstadım Mehmed Âkif: Muallim Mâhir İz’in Hâtıraları, (s. 267-273)
Şekil bakımından yanlış olan bağım ve bağımsızlık kelimeleri istiklâl ve müstakil yerine kullanılıyor. Bağ kökünden türetildiği anlaşılan kelimenin şekil bakımından yanlışlığı
Yeni Adam'ın 16’ıncı sayısında Şair Mehmet Akif hakkında ankete bir cevabım neşredildi. Bu cevaba mecmuamızın 173'üncü sayısında Sadettin Öcal "inkar edilemiyen sanat" diye bir cevap veriyor.
İstiklâl marşını yapan şair (Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl) tarzında yani kendi diliyle konuşurken...
Ziya Gökalp, büyük mefkûrelerin, cemiyetlerin buhranlı devirlerinde doğduğunu ve onlara yol gösterdiğini söyler. İstiklâl marşları da böyledir.
Şekil bakımından yanlış olan bağım ve bağımsızlık kelimeleri istiklâl ve müstakil yerine kullanılıyor. Bağ kökünden türetildiği anlaşılan kelimenin şekil bakımından yanlışlığı
Yeni Adam'ın 16’ıncı sayısında Şair Mehmet Akif hakkında ankete bir cevabım neşredildi. Bu cevaba mecmuamızın 173'üncü sayısında Sadettin Öcal "inkar edilemiyen sanat" diye bir cevap veriyor.
İstiklâl marşını yapan şair (Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl) tarzında yani kendi diliyle konuşurken...
Ziya Gökalp, büyük mefkûrelerin, cemiyetlerin buhranlı devirlerinde doğduğunu ve onlara yol gösterdiğini söyler. İstiklâl marşları da böyledir.
Şekil bakımından yanlış olan bağım ve bağımsızlık kelimeleri istiklâl ve müstakil yerine kullanılıyor. Bağ kökünden türetildiği anlaşılan kelimenin şekil bakımından yanlışlığı