1920 yıllarının heyecanlı ve büyük günlerini yaşıyoruz... Trakya'da Edirne ve Tekirdağı’nı alan Yunanlılar Anadolu’da Bursa ve Afyon’u da ele geçirmişlerdi... Doğuda Ermenilere karşı savaşıyorduk... Yurdun her bucağında çıkan iç isyanlar milletin moralini zayıflatmıştı; herkes ve her fert büyük bir kötümserlik ve ızdırap içinde idi... Ankara’da toplanan bir avuç vatanperver Türk tarihinin son ölüm-kalım savaşına hazırlanıyordu.
İşte bu korkunçüstü korkunç günlerden soğuk Kasım ayı akşamı Ankara’nın en mütevazi binalarından biri olan Maarif Vekâletinde, Vekil Rıza Nur’un kapısı çalınır. Gelen bir kurmay albaydır. Bakan’a milletin moralini yükseltecek ve gelecek nesillere bu mücadelenin büyük heyecanını yaşatacak olan bir şiirin -ileride bestelenmek üzere- yazdırılmasını teklif edecektir.
Bu teklif üzerine açılan yarışma bütün yurd sathına ilân edilmişti. Her taraftan gelen yüzlerce şiiri Orta Tedrisat Genel Müdürü Kâzım Nami (Duru) bir dosyada topluyordu. Kısa zamanda toplanan yüzlerce şiirden hemen hepsinin samimi, güzel ve heyecanlı olduğu niteleniyordu. Ama, Vekil esas aradığı, istediği sesi; bütün bir millete heyecan ve hareket aşılayacak olan sesi bulamıyordu. Öyle ki, bu ses mücâdelenin büyüklüğü ve yüceliği nisbetinde kudretli bir terennüm olsun; bu savaşın içinde yaşayanlara olduğu gibi, bundan sonra gelecek Türk nesillerine dahi o büyük heyecanı bütün azametiyle, bütün ruh dalgalarıyla anLatabilsin ve onların bir Türk olmanın gurur ve heyecanını duymalarına dayanak olsun. İşte Maarif Vekili bunları istiyordu...
Bu arada Doğu’da savaşan ordumuz Kars ve Ardahan’ı kurtarmış Milli Mücadelemizin ilk zaferi kazanılmıştı. Ama Batıda vaziyet hiç de iyi gitmiyordu. Karşısında nisbeten yeni teşekkül etmeye başlayan ve kuruluş halinde bulunan kıtalarımıza karşı "ucuz" başarılar kazanan Yunan kuvvetleri Afyon’u aşmış orta yaylaya doğru ilerliyordu. İşte o günlerde bir Meclis oturumu sonunda vazifesine henüz başlamış olan yeni Maarif vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Karesi (Balıkesir) Mebusu Hasan Basri (Çantay)ı bir tarafa çekerek: "Basri Bey, biliyorsunuz milletin heyecan ve duygularını ifade edecek bir marş yazdırılması için yarışma açtık. Bu yarışmayı genelge halinde bütün yurdumuza yaydık. Ancak elimize gelen pek çok şiirden marş olacak nitelikde bir eser bulamadık. Kaldı ki, böyle bir eseri esas yazabilecek olan Mehmed Âkif (Ersoy 1873-1936) dahi bu yarışmaya katılmamıştır. Sizin yakın arkadaşınız olması hasebiyle kendisiyle bu konuda konuşmanız gerekmez mi?" demişti...
Basri Bey'in olumlu cevap vermesi üzerine Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Âkif’e hitaben bir mektup yazarak, "istenilen marşın ancak kendisi tarafından meydana getirilebileceğini" kaydeder. "Memleketi bu tesirli iman ve heyecan vasıtasından yoksun bırakmamasını" müsabakaya konulan ve kendisinin katılmamasına sebep teşkil eden "para"nın bertaraf edilebileceğini kaydeder. Bunun üzerine bazılarının aklına "para" gelebilir diye yazmayan "memlekete kurtulacağını para ile mdjdeleyemem" diye düşünen Âkif’in yazdığı İstiklâl Marşı meydana gelir. Şiiri ilk defa (1 Mart 1921) Meclis’de okuyan Hamdullah Suphi’nin sesi sık sık alkışlarla kesiliyor, yüzlerce ses, bir tek ses halinde yükselerek bu büyük eseri dört defa okutuyorlardı. Marşın hemen her mısraı Meclisden büyük bir heyecan dalgasının yükselmesine sebep oluyor, her satırı şiddetli ve sürekli alkışlanıyordu. Nihayet Büyük Meclisin 12 Mart 1921 günkü toplantısında Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği bir oturumda, yeni Türk devletinin İstiklâl Marşı olmak üzere kabul edilmiş, bütün mebusların ve İstiklâl Savaşı'nı yöneten subaylarımızın alkışları arasında ve ayakta dinlenmek suretiyle resmiyet kazanmıştır.
Aradan kırkbeş yıl gibi bir insan ömrü kadar uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen her mısraı bir yanardağ ve her kıtası bir alev gibi ayakta duruyor ve bir nesil heyecanlarını onda terennüm ediyor.
Bu yıl milli marşımızın da şairi olan Mehmed Âkif Ersoy’un ebediyete intikalinin 30uncu ve İstiklâl Marşımızın yazılışının 45nci yıldönümünü kutlayacağız. Bu münasebetle başta Millî Eğitim Bakanlığımız olmak üzere bütün talebe teşekkülleri, dernekler ve hattâ partilerimizin kültür kolları şimdiden hazırlıklarını yapmaktadırlar.
Mehmed Âkif Ersoy, bugüne kadar kendisinden en fazla bahsedilen, eserleri en fazla okunan ve hayatı hakkında -mübalâgasız- en fazla neşriyat yapılan Türk büyüklerindendir. Ancak, bu gibi neşriyatı ilmî bir tetkikten geçirdiğimizde bir çoklarının Mehmed Âkif’i iyi anlatamadıklarını; daha fenası, yanlış anlattıklarını görürüz. Özellikle İstiklâl Marşı konusunda çeşitli düşünceye sahip muharrirlerin ya kendi eserlerini (!) onun yerine koymak istemeleri veyahut kendi ideolojilerinin zaferi yolunda çaba harcamalarıdır. Şimdi biz bu seri yazılarımızda Cumhuriyetin 45. yılı içinde O’nun hakkındaki neşriyatın bu görüş açısından bir tahlilini yapmaya çalışacağız. Özellikle İstiklâl Marşımızın dünden bugüne muarızlarının psikolojik ve ilmî bir tahlilini yapacağız.
Bu münekkidler (!) kimlerdi ve Mehmed Akif’den ne istiyorlardı, işte size zehir gibi bir soru ki içinde bütün bir Türk neslinin kırkbeş yıllık manevi dünyasının kader çizgisi yer alıyor. Bu münekkidlerin arasında İstiklâl Marşımızın değişmesini isteyen şahıslardan kimler var: Orhan Seyfi Orhon, Behçet Kemal Çağlar, Sabiha Zekeriya Sertel, Necip Fazıl Kısakürek, Prof. Suphi Nuri İleri, Şükûfe Nihal Başar, Nadir Nadi... Nazım Hikmet vs. vs...
Biz aynı zamanda bu yazılarımızda İstiklâl Marşımızın değişmesi yolunda bugüne kadar yıllar boyu aleyhte neşriyat yapan bu zatlardan bugün hayatta olanlarla yapacağımız seri röportajlarımızda şimdi bu konuda ne düşündüklerini öğreneceğiz.
Muhiddin Nalbandoğlu, Milli Hareket, Kasım 1966, S.1
""Şiir bitince tekrar okunmasını" bağırarak teklif etti. Şiir bir daha, bir daha... Tam dört defa okundu ve mebuslar ayakta dinlediler."
Dostlarım dinlemekle yetinmedim, o günlerde Ankara’nın savaş ve siyaset hayatının içine bir de sanat fırtınası düşmüştü. Meclisi, ordusu sağlam kurulan yeni devletimizin
Millî Marş Değiştirilemez
İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif
KASTAMONU’DA NEFRET UYANDIRAN BİR HADİSE
Kastamonu lisesinde emniyet müdürlüğünün ehemmiyetle üzerinde durduğu ve Millî Eğitim müfettişi Bay İsmail Hakkı’nın da tahkikile meşgul olduğu bir hâdise cereyan etmiştir. Bütün lise talebesinin nefretle karşıladığı hâdise şudur:
Afgan devlet-i İslâmiyyesi sefîrinin Anadolu’ya gelmesi İslâm târîhinin en mes’ûd hâdiselerinden birini teşkîl eder. Garb müstevlîlerinin İslâm âlemine karşı mütemâdî savlet ve tahakkümleri yüzünden perîşân olan, dinlerinin vahdet ve izzet emreden düstûrlarına arka çevirdikleri için yekdiğerinden cüdâ düşen Müslüman milletleri arasında bugün vahdete doğru bir hareket başlamış olduğu görülüyor.
Hasan Basri Çantay - Âkifname; İstiklâl Marşı Nasıl Yazıldı? Nasıl Kabul Edildi? İstiklâl Marşı'na "Red Sadaları"
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Başbakanlığı döneminde Celal Bayar çağrılı olarak Yunanistan'a, oradan da Yugoslavya'ya resmi bir geziye çıktı.
Nizamettin Nazif - İstiklâl Marşı değişir mi değişmez mi?
Üç dört gün evvel bir arkadaşın evinde konuşuyorduk. Biri dedi ki:
— İstiklâl Marşı’nı nasıl buluyorsun?
Filhakika İstiklâl Savaşı günlerinin ağır havasını teneffüs etmemiş, o kara günlerdeki şartları hiç tanımamış olan bugünkü nesle ve gelecek nesillere, milletin ve vatanın geleceği hakkında sönmez bir ümit ve iman, dönmez bir azim ve cesaret ve gururlu bir itimat telkin etmek istenildiği bir zamanda, sanki muhatabına ortada korkulacak bir şey mevcut olduğunu ve fakat kendisinin farkında olmadığını ihsas etmek istermiş gibi "Korkma" kelimesiyle söze başlamak, psikoloji itibariyle de isabetli olmasa gerektir.


