Türkiye’ye Yönelen Bütün Tehlikeler Türkiye’yi Yönetenlerce Üretiliyor!

İstiklâl Marşı Derneği’nin hazırladığı “Yükselen Ruh: İstiklâl Marşı ve Anayasa” adlı belgeselin İstanbul’daki ikinci gösterimi 9 Mart 2013 akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde yapıldı. Filmin gösterilmesi öncesinde Genel Başkan İsmet Özel de bir konuşma yaptı. Konuşmasında Genel Başkan İsmet Özel şunları söyledi:

“İstiklâl Marşı metninde Türk ve İslâm kelimeleri geçmiyor. Bunun hangi sebebe binaen böyle olduğunu defalarca izaha gayret ettim. Ama hala insanlara ulaşamadığım bariz. İstiklâl Marşı’nda İslâm kelimesi geçmiyor. Çünkü İstiklâl Marşı Hıristiyan takvimine göre 1921 senesinde yazıldı ve bu topraklarda verilen mücadelenin bir İslâm davası olduğunun alenen, adı konmuş olarak söylenmesine mani şartların baskınlığı altında doğdu. 1916 yılında bayrağımız Mekke Kalesi’nden indirildi. 1917 senesinde de Medine’yi terke mecbur bırakıldık. Medine’yi terk eden kumandan Fahrettin Paşa kutsal emanetleri orada bırakmadı ve İstanbulumuza getirdi. İstanbul’a getirmedi, İstanbulumuza getirdi. Bundan ne mana çıkaracağız? Demek ki onlar orada bırakılamazdı. Yani biz ne Mekke’yi, ne Kâbe’yi, ne de Medine’yi, Resulü Ekrem’in yattığı yeri Müslümanlara devretmedik. İstiklâl Marşı’nda İslâm kelimesinin geçmemesi İstiklâl Marşımızda İslâm kelimesini zikretmeye yüzümüz olmayışındandır.

Türk kelimesi de geçmiyor. Çünkü İstiklâl Marşı’nın yazıldığı sırada bugün birçoklarının pek meraklı olduğu şey çok daha canlı idi: İslâm ayrı, Türklük ayrı (!) Bu İstiklâl Marşı’nın yazıldığı günlerde, yıllarda şimdikinden çok daha şiddetli bir tesir uyandıran hadise idi. O sırada Sovyetler Birliği doğmuştu ve bu kavmî vasıfların öne çıkması göze batıcı hale gelmesi şimdikinden daha çarpıcı idi. Sovyetler Birliği kurulduğu zaman bütün etnik unsurlara o topraklarda yaşayan bütün etnik unsurlara hususi muhtar bölgeler verildi. Mesela Çingene Muhtar Bölgesi vardı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Kırgızistan’da Lenin heykelini sökemediler. Halk, Lenin’in şehrin en merkezi yerinde en önemli makamı işgal eder şekilde bulunması dolayısıyla “Biraz daha geri çekelim, ikinci, üçüncü derecede bir yere nakledelim.” teklifini de şiddetle reddetti. Çünkü Sovyetler Birliği kurulduğu zaman “Buraları da Kırgızlara verelim” diyen Viladimir Ulyanov İlyiç Lenin’dir. Yani Lenin “Buraları da Kırgızlara verelim” diyene kadar Kırgızistan diye bir yer yoktu. Bunları niçin anlatıyorum? İstiklâl Marşı’nın bizim için ifade ettiği manayı bilelim diye. Neden Türk ve İslâm kelimeleri yok İstiklâl Marşı’nda? Çünkü İstiklâl Marşı kelimelerin taşıyamayacağı kadar ehemmiyetli bir yükü gösteriyor bize. Bu kelimeler eğer İstiklâl Marşı’nda zikredilmiş olsaydı İstiklâl Marşı’nın asıl söylemek istediği şey gölgelenebilirdi. Türk o zaman alafranga insan manasına geliyordu. Hatta Türkiye Komünist Partisi’nin sekreteri Ethem Nejat hem Türkçü, hem de komünistti. Bu ortamda Türklüğün Müslümanlıktan ibaret olduğunu söylemek doğru bir şeyi söylemekti ama birtakım kötü niyetli insanların bunları nasıl Türk Milleti’nin aleyhine çevireceği bilinemiyordu. İstiklâl Marşı’nda Türk ve İslâm kelimeleri geçmiyor fakat İstiklâl Marşı bu iki kelimenin dünya ne aradığını, bu iki kelime dolayısıyla dünyada ne aranabileceğini söylüyor.

Biz bize hasmane bir şekilde öğretilen, bizim çaresizliğimizi artırmak üzere yayılan haberlere çok rağbet ediyoruz. Tıpkı İstiklâl Marşı’nda Türk ve İslâm kelimelerinin geçmeyişi gibi bugün birtakım siyasi, sosyal, iktisadi meselelere birtakım kulplar takıyoruz. Oradan tutabileceğimizi düşündüğümüz kulplar.

Bugün Türkiye’nin çok büyük bir tehlike içinde olduğu ve bu tehlikenin tamamının Türkiye’yi yönetenler tarafından yaratıldığı, üretildiği bilgisinden mahrum yaşıyoruz. Türkiye büyük tehlikeler altındadır. Ve bütün tehlikeler Türkiye’de işlere hâkim olan insanlar tarafından üretilmektedir. Mesela insanlar Barzani’nin Türk dışişleri tarafından yıllar yılı kırmızı pasaportla ödüllendirildiğini konuşmuyor. Mesela hiç kimse PKK’nın gerçekte bir Kürt örgütü mü yoksa Ermeni örgütü mü olduğu meselesini ciddi bir şekilde sorgulamıyor. İnsanlar sanki dangalaklık onların iftihar edecekleri en büyük şeymiş gibi yaşıyor ve münasebetlerinin bu şekilde devam ettiriyorlar. Türkiye’de bu mesele bugün çözüme götürülmek istenen mesele nasıl doğdu? Herkes bu konuda anlaşmış. Hıristiyan takvimine göre 1984 yılında PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasıyla doğan bir meseleyi çözüme götürmek istiyorlar. 1984 senesi nasıl bir zamandır? 12 Eylül darbesinin tesirinin hiç azalmadığı bir zamandır. Üniformalı insanların duruma tamamiyle hâkim oldukları bir zaman. Zaten bugün de 12 Eylül’ün getirdiği şartlar hâkim değil mi Türkiye’ye? İnsanlar kendilerinin ahmak yerine konulmasını kabul etmeme ciddiyetine kavuşmalı diye söylüyorum bunları. Bunları 30 sene önce de söylüyordum. Ama ne yazık ki müşterisi çıkmadı bunların. Dünyada Kürt nüfusunun en kalabalık olduğu yer Türkiye Cumhuriyeti sınırları içidir. Söylendiğine göre bütün dünyadaki Kürtlerin %80’i Türkiye’dedir. Dolayısıyla dünyaya hâkim olmak isteyen gücün elinde bir kozdur. Neye karşı? “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”ı zikredenlere karşı. Bu bir kozdur. Bu dünya siyasetinin çekilip çevrilişinde mutlaka bir Kürdistan problemi doğacağı bilindiği için ve bu da Ankara’da bulunanları reddedemeyecekleri talepler karşısında bırakacağı için Kürt meselesini kendi meselesiymiş gibi ilan eden bir kuruluşun Türkiye içinden harekete geçmesine fırsat verilmesi tavsiye edildi birilerine. Çünkü Kürt meselesini yürüten Barzani ve Talabani güçlerinin devletler hukukuna göre tanınabilirlik vasıfları vardı. Peşmergelerin bir üniformaları var. Birleşmiş Milletler diyor ki üniformalı bir kuvveti olan şey devlet sayılabilir. Eğer Kürt meselesini Barzani ya da Talabani Türkiye’de ilerletecek olursa buna karşı Ankara hükümetinin mecbur olduğu beynelmilel kaideler var. Onun için Ankara’dan bir kendi denetimi altında Kürt unsuru, Kürt savaşçısı üretilmesi tavsiye edildi ki Beynelmilel mecburiyetlerden sıyrılabilinsin. Ben işin ayrıntılarını bilmiyorum, sadece teorik bir mülahaza. Birçok şeyler olup bitmiştir. Ama Türkiye’de konuşulan şeylerin tamamının bizi aldatmak üzere üretilmiş şeyler olduğunu söylememiz lazım. Dikkat ederseniz bu Kürt meselesi konuşulduğu zaman birtakım insanlar -ki bunların çoğu akademik titre sahiptir, derler ki “Hayır! Asla bu Kürt işinde bir uluslararası müdahale bahis konusu değil, talepler Kürt halkının talepleridir.” Bu işin bir Türkiye aleyhine mesele olduğunun bilinmesi böyle argümanlarla önlenmiştir. İşin bize Türkiye’de “Ben Türk Milleti’ne mensubum.” diyen insanlara ne mana ifade ettiğini kavramamız lazım. Türkiye’de yapılan işler asla Türkiye’nin daha üstün bir pozisyona geçmesine yarayan işler değildir. Recep Tayyip Erdoğan için “Mustafa Kemal’dan daha etkin reformlar yaptı.” El-hak doğrudur. Ecevit İkinci Atatürk olmayı beceremedi ama bence Recep Tayyip Erdoğan becerdi.

Size bir anımı nakledeceğim. 1966 yılının Mart ayı olabilir. Cizre’den Suriye’ye geçtim. O zaman ben çok sıkı bir Kürtçüydüm. Etnik olarak Kürtlükle hiçbir alakam yok. “Pasavan”la geçiliyordu o zaman. Sınır insanları böldüğü için sınırın iki tarafında da aynı aileden insanlar var. Dolayısıyla ben dilekçemi Dayımın hastalığı sebebiyle” gibi uyduruk bir şeyle verdim. Ve bir pasavan aldım kaymakamlıktan. Yanımda Cizreli, Hukuk Fakültesi talebesi veya mezunu –şu anda hatırlayamıyorum- biriyle geçtim sınırı. Orada ben on gün kaldım. Birçok köy ve kasaba gördüm. Bizim Türkçede Derik adını verdiğimiz, onların Arapça başka bir isim verdikleri bir kasabada çok militan sıkı Kürtçü Kürtlerle tanıştım. “Ah sizin oradaki dağlar bizim orada olacaktı ki siz görecektiniz” diyorlardı. Bir tanesi, yanılmıyorsam Agit isminde biri bana “Bütün derdimiz sizin topraklarınızdaki Kürtler” dedi. “Onlara Kürt olduklarını anlatamıyoruz. Tutturmuşlar ‘Türk’üz’ diye!” Hacca giden ve Hac’dan dönen insanlara propaganda yapmaya çalışıyorlar. Fakat bunları hiç dinlemiyorlar. “Gidin işinize! Bir Türk’üz!” diyorlar. Bunu Kurmanci söylüyorlar. “Sonunda o kadar öfkelendim ve ‘Ulan sizin ananızı Türk mü bilmem ne yaptı!’ diye onlara küfrettim.” dedi. Yıl 1966. Türkiye sınırları içinde bir asimilasyon politikası bilhassa Batılı güçlerce engellenmiş olduğu halde insanların dini dayanakları yüzünden kendilerini İslâm davasına bağlı olmaları yüzünden Türk saymaları kendiliğinden bir hadiseydi. Şimdi işler çok değişti ve artık insanlar hangi etnik geçmişe sahip olurlarsa olsunlar; Kürt olup olmamaları hiç mühim değil, hepsi Türkiye aleyhinde görüşlerle donatılıyorlar. Türkiye’de en normal, en kolay kabul edilen şey vatan hainliği. Hiç kimse görüşlerinin vatan ihaneti olduğunu düşünmüyor ve eğer böyle bir şeyden haberdar olursa “Demek ki vatan hainliği iyi bir şeymiş.” diyecek şekilde eğitiliyor.

Belgesel size benim söylediklerimin nelere taalluk ettiğine dair sağlam dayanaklar sağlayacak.”
 

9 Mart 2013, Bağlarbaşı

Yeniyse İyidir Deme; İyiyse Yepyenidir De!

İstiklâl Marşı Derneği, dinin milletle, milletin de vatanla yekpare bir bütün  olduğu inancı  içinde faaliyetlerini devam ettiriyor.

"SÖNMEZ OCAĞIN BEŞ YILI" Sergimiz Adana'da

İstiklâl Marşı Derneği'nin Beşinci Sene-i Devriyesi münasebetiyle sırasıyla Ankara, İstanbul, Kahramanmaraş, Trabzon, Osmaniye, Başbağlar ve Sivas'ta yaptığı "Sönmez Ocağın Beş Yılı" adlı afiş sergisi Aralık ayında Adana'da açılıyor.