Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır

İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde“Şiir ve Siyaset” serlevhalı bir konferans verdi. İsmet Özel, birer mefhum olarak “şiir”in ve “siyaset”in farklı milletler bakımından farklı manalar taşıdığına dikkat çekerek başladığı konuşmasında “şiir”inTürkçe’de, Avrupa dillerinden farklı olarak “şuur”a, “anlama”ya dair bir etkinlik olarak yer tuttuğuna, “siyaset”in ise “politika”dan farklı olarak “idam cezası” ve “seyislik” mefhumlarıyla irtibatlı olduğuna işaret etti.

TÜRK MİLLETİ’NİN TÜRK ŞİİRİYLE TEMİN ETTİĞİ VARLIK DELİLİ 27 MAYIS’LA HÜKÜMSÜZ BIRAKILDI.

“Türklerin milli varlığı önce lisanlarının aleladelikten kurtulmasıyla cesamet bulmuş bir şeydir. Aruz veznine uyan bir Türkçe aynı zamanda Türk Milleti’nin mevcudiyetinin delili olmuştur. İnsanlar bir şekilde konuşuyorlardı. Ama bilhassa bu topraklarda aruz veznine uyan bir Türkçenin doğması, Türkçenin aruz kalıplarıyla telaffuz edilmesi sonucunda Türk Milleti’nin mevcudiyetinin delili ortaya çıktı. Bu aynı zamanda siyasetin de, yani bu toprakların darül İslam haline getirilmesinin de bir yanını dolduruyordu. Bu toprakların Türkleşmesi ve İslamlaşması şiir kanalıyla aynı hadise olarak tezahür etti. Türk şiirinin doğması demek Türk Milleti’nin doğması demekti. Türk Milleti’nin doğması demek, Türk topraklarının doğması demekti. Bunlar biri diğerinden asla koparılamayacak, birini diğerinden ayırdığın zaman bütün kompozisyon dağılacak bir düzen olarak bilinebiliyor. Şiir bu bakımdan Türklerin millî hasletlerinin merkezinde yer aldı. Yunus Emre’yle başlayan hareket divan edebiyatının safhasafha ilerlemesiyle devam etti. Bu aynı zamanda devletin ve Türk Milleti’nin dünyadaki baskın rolü devam ettiği sürece hem toplumun canlı kalmasına imkân sağladı hem de dünyada bu toplumun saygı uyandırmasına vesile oldu. Ama öyle bir zaman geldi ki askeri bakımdan gücünü kabul ettiremeyen devlet kültürel bir zaafa meylederek kurtuluş aradı. Bu da ilk planda şiir bakımından kendini belli etti. Divan Edebiyatı artık toplumu besleyen ve toplum tarafından beslenen bir meşguliyet olmaktan çıktı. Bunun siyasi görünüşü Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla fark edildi. Ondan sonra bir Tanzimat Edebiyatı söz konusu oldu.

Bir toplum kendi değerlerinin hissedilir olmasında şiiri malzeme olarak kullanıyor. Ama bu toplum kendi değerlerinin el üstünde tutulmadığı bir zamanda varlığından endişe etmeye başlıyor. İşte bu endişeyle, nasıl Yunus Emre’den Divan Edebiyatı’na geçişte bir millî cesamet kazanıldıysa; Avrupa’da sanat ve edebiyat olarak kendini kabul ettirmiş değerlerin yok sayamayacağı, küçümseyemeyeceği bir form kazanarak Türk şiiri, Türk Milleti’nin mevcudiyetinin senedi olmaya devam etti. ‘Dünyada hâlâ Türk Milleti var mı?’ sorusunu “Türk şiiri var olduğuna göre Türk Milleti’nin varlığını inkar edemeyiz.” ibaresiyle karşıladı dünya kültürü. Bu, Cumhuriyet sonrasında da böyle devam etti. Türkiye Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırmasıyla birlikte Batı’yla entegrasyonu tamamlanmış bir ülke olarak kimlerin memleketi olduğu sorusunu şiirle cevaplandırabildi. Türkiye’de Mütareke’den sonra yazılan şiir hâlâ bu topraklarda bir milletin izahı yerine geçti. Fakat bu izahat 27 Mayıs 1960 sabahı geçersiz sayıldı. Türk Milleti’nin varlığının Türk şiiri sebebiyle izah edilebileceği vakıası 27 Mayıs 1960 harekâtıyla beraber hükümsüz oldu.”

Genel Başkan İsmet Özel 27 Mayıs 1960 sonrasına işaret ederek devam ettiği konuşmasında, daha önce Türk Milleti’nin varlığının Türk şiirinin varlığıyla izah edilebileceği fikrine kan taşımış biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 1964’te yazdığı “Dışarıdan Gazel” adlı şiirini okudu.

TÜRK ŞİİRİNİN İŞİ ALMANYA’YA KÖLE OLARAK SATILAN TÜRKLERLE İLGİLİDİR

“Türkiye’nin Avrupa’ya 27 Mayıs 1960’tan dört sene sonra, az önce okuduğum şiirin yazıldığı tarihte işçi gönderdi. Aslında böyle bir şey yok. Biz Avrupa’ya işçi falan göndermedik. 27 Mayıs 1960’tan sonra İsmet İnönü siyasi hayatını devam ettirebilmek için, Avrupalıların, başta Almanlar olmak üzere Türkiye’den köle devşirmelerine müsaade etti. Kendi vatandaşlarını Avrupalılara sattı. Türkiye’de ilk defa insanlar Avrupa’ya, Avrupalıların gelip burada kaşlarını, gözlerini, dişlerini muayene ederek seçtikleri insanlar olarak gittiler. Hatta Avrupalılar ‘Bu Türkler üçkâğıtçıdır’ deyip muayeneyi Avrupa’da tekrarladılar, ‘Araya adam kattılar mı?’ diye. Bugün Avrupa'da beş milyonun üzerinde yerleşik Türk var. İlk büyük göç bu şekilde oldu. Türkiye’de idare yetkisini elinde bulunduran insanların, bu yetkilerini Avrupa’ya tasdik ettirebilmek için Avrupa’nın kendi insanlarını köleleştirmesine izin vermeleriyle başladı. Daha önce Türkiye kendi insanlarını Avrupalıların kölesi haline getirmeyi reddediyordu. Almanya’da İspanyol, İtalyan, Polonyalı, Yunanlı ve Yugoslav işçiler vardı; Türk işçiler yoktu. Yugoslavya’nın başında o sırada Tito vardı ve o kendi milletini ciddiye aldığı, kendi milletinin sorumluluğunu üzerinde taşıdığı için Almanlarla Yugoslavya’dan alınacak hiçbir işçinin vasıfsız işçi olarak çalıştırılmayacaklarına dair anlaşma yaptı. Türkleri ise maden ocaklarına, çöp kamyonlarına gönderme konusunda Türk yetkilileri hiçbir şart koşmadılar.

‘Bir ülkede şairlerin işi nedir?’ diye soracak olursak bilhassa mesela Almanya’ya Türkiye’den giden insanlardır. Biraz önce şiirini okuduğum Fazıl Hüsnü’nün de bir derdi olmuştur ve Almanya’da çöpçülük yapan Türklerle ilgili bir şiiri de vardır onun. Kimdir, nedir, edebi yeri ayrıca konuşulabilir. Ama şair neyin nesidir sorusuna doğru cevabı verme titizliği gösteren bir insan olduğu inkar edilemez.”

Türk Milleti’nin şiirle doğmuş bir millet olduğunu vurgulayan Genel Başkan İsmet Özel, bunun bir işareti olarak, Yunus Emre’nin en az yedi yerde mezarı bulunması olarak görülebileceğine dikkat çekti. “Bundan otuz sene öncesine kadar bütün Yunus Emre şiirlerini ezbere bilen erkekler ve kadınlar vardı bu ülkede. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini bir yerden bakarak okumazlardı. Bütün mevlidhanlar bunu ezbere okurlardı.”

“Bir zihni şekillenme söz konusu. Bir millete mensubiyet aynı zamanda o milletin lisanının en üst numunelerini, en parlak numunelerini hıfzetme, onları nesilden nesile aktarmayla olmuş bir şey. Avrupa’da kapitalizm sonrası doğmuş olan milletlerin hiçbiri zihni seviye bakımından Türk Milleti’nin üstünde değil. Çünkü Türk Milleti şiirle doğmuş bir millet olduğu için bir lisanın en erişilmez, en kusursuz formunu toplum hadisesi haline getirmeyi başarmıştır. Onun için Divan Edebiyatı’nın bir alt basamağı sayılan Halk Edebiyatı bu popülerleşmeyi betonlaştıran bir hadisedir. Birçoklarının sandığı gibi halka mahsus Halk Edebiyatı ile yüksek zümreye mahsus Divan Edebiyatı diye bir şey yok. Divan Edebiyatı esas; fakat Divan Edebiyatı’nın gerektirdiği zihni yeterlilik, bütün halka mal edilemeyeceği için, Divan Edebiyatı’nın bütün zihni verimleri entegre bir şekilde toplumda muhafaza etmek için bir Halk Edebiyatı’mız var.
Siyasetin cilveleri bize bambaşka şeyler yaşattı ve bunların doğrudan doğruya millet aleyhtarlığıyla alakası var. Biz Müslümanlar olarak uzun yıllar boyunca gayrimüslimlere takaddüm ettiğimiz için, Tanzimat sonrasında bu, onların bir öç alma aracı oldu ve bizim edebiyatımıza bir şekilde Türk üstünlüğü, Müslüman üstünlüğü meselesini yabancı mesele haline getirmeyi birileri başardılar. Ama Türk Milleti şiirle yine kendi hissetme gücünü devam ettirdi.”

Batılılaşma meselesinin Türkiye’de meydana getirdiği tereddüt ve şaşkınlığa rağmen iki Türk şairininTürk şiirinin gücünü dünya ölçüsünde göstermesinde oynadığı role dikkat çeken Genel Başkan İsmet Özel bu meyanda Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiiri ile Cenap Şehabettin’in “Elhan-ı Şitaa” şiirini okudu.

PARA İLE ŞİİR AYNI YERDE DURMAZ

“Şiir kelime itibariyle ‘anlama’ demek ise de ‘anlama’nın ne olduğuna dair açıklama şiirden gelir. Biz nesir olarak söylediğimiz sözlerin şiirde aynı yere yerleştirilemeyeceğini anlarız. Şiir ‘anlama’nın daha yukarıda bir şey olduğunu öğretir bize. Şiir orada müsbet bir şeyin olduğunu bize anlatır. Çünkü konuşmak, söz sarf etmek bizim için müsbet bir şeydir. Hatta bizim müsbet bir şey oluşumuz söz sarf edişimizden anlaşılır. Söz sarf etmediğimiz zaman menfiyizdir.” 

“Şiir anlamadır. Ama biz şiirle ne anlarız? Şiirle yüz yüze geldiğimiz zaman kendi mevcudiyetimizin nereye ait olduğuna dair birtakım işaretler alırız veya almayız. Aldığımız zaman mevcudiyetimizin mensup olduğu yere dair bir kesinlik elde ederiz. Şiir bizi bir yüksek anlayış alanına çekmek suretiyle bir aidiyet, bir mensubiyet, hem mensubiyet, hem aidiyet çemberi içine alır. Biz buradan kelimeler aracılığıyla edindiğimiz fakat asla kelimelerle ifade edemeyeceğimiz bir pekinlik, sağlamlık elde ederiz. Bu bizi yıllar yılı millet yaptı. Beğendiğimiz ve beğenmediğimiz edebiyat metinleriyle kendimizi bir yere mensup veya oradan bağımsız hissettik. Diğer kısmı tamamen maddi olan bir kısımdır. Maddi dediysem bilhassa paradan bahsediyorum. Rızkımızı temin için neleri çekmeye razı olduğumuzla alakalıdır. Şiir bu bakımdan parayla aynı kafeste kalamaz. Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar.”

Lisanımızın gücünü farkettiğimiz nispette büyük bir millet olabildiğimizi söyleyen Genel Başkan İsmet Özel şunları ifade etti: “Kendileriyle alay edilebilir, kendilerine hakaret edilebilir ve kendilerine yapılan hakaretleri kendilerine yapılan övgü gibi anlayan insanlar üretildi Türkiye’de. İnsanlar kendilerine hakaret edildiğini bilmedikleri gibi bunu övgü sandılar. İnsanlara mesela ‘Demokratik Hedefler’ gösteriliyor ve insanlar bunu iyi bir şey olarak kabul ediyorlar. Demokrasinin neresinin iyi olduğunu sormadan, bir şeyin reddedilmesi gerektiğini demokratik olmayışıyla izah ediyorlar: ‘Bu demokratik değil, dolayısıyla bunu istemiyoruz’ diyorlar. Demokratik olan ne bakımdan işimize yarar; bunu sormaktan aciz bırakılmış haldeler.”

“Şiirin hak ettiği ilgiyi şiire gösterebilirsek siyasetin çarpıtmalarını, yamuklaştırmalarını gölgede bırakacak bir seviyemiz de olur.” diyen Genel Başkan İsmet Özel şiir ve siyaset ilişkisi bakımından şunları vurguladı:

“Siyaset şiirin sağladığını boşa çıkardığı nispette bizi idare eder. Şiirin kazandırdığıyla hareketlerini tanzim eden insanlar siyasetin yönlendirmesinde daha kuvvetli bir pozisyonu ellerinde tutarlar. Ama siyasetin ne olduğunu anlamak için de dünyanın aldığı şekli fark etmek bu şeklin bize olan tesirine nüfuz etmek lazım. … Şiir siyasete bir genişlik sağlar. Siyasetin günübirlik münakaşaların ötesinde bir manayı bize taşıyabileceğini, nakledilebileceğini söyler.”

ŞİİR OKUYUCUSU ŞAİRDEN DAHA CÜRETKÂRDIR!

Şiir okuyucusunun taşıdığı ehemmiyete işaret eden Genel Başkan İsmet Özel konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Şiir alanında ne yapıldığının kayda değer olması için onları kaydeden birilerinin olması lazım. İnsanların kendi mevcudiyetlerinin nereye kaydığı konusunda şahsi endişeleri olması lazım ki şiir bir şey söylemiş olsun. Şairler bizi yaşadığımız çağın neresine bakmamız gerektiği konusunda uyarırlar. Bu uyarıyı dikkate almak diğer insanların işidir. Ama şiir öyle bir şeydir ki şiirle okuyucu olarak meşgul olmak şairle yoldaşlığı gerektirir. Dolayısıyla şiir okuyucusu belli bir aşamadan sonra kendisi de şair sayılması gereken bir varlıktır. Şair sadece şiir yazarak olunmaz, şiir okunarak da şair olunur. O şiirin insan hayatında nereyi aydınlattığını fark ettiği zaman şiir okuyucusu da şairle aynı yolu kat ediyor demektir. Hatta bazen şairden daha öne geçmeye çalışır şiir okuyucusu. Çünkü şair omzunda yumurta küfesi olduğunu düşündüğü için okuyucu kadar pervasız adım atamaz. Okuyucu yürür gider şairlikte! Şairden daha cüretkârdır okuyucu.”

26 Nisan 2013, Zonguldak