Ümidimiz Gayrimüslim Hakimiyetini Ciddiye Almayan Millî Bir Girişimdir – "Başlangıç Sondur", Kocaeli

İstiklâl Marşı Derneği Şair İsmet Özel "Başlangıç Sondur" serlevhalı konuşmasını 18 Mayıs Cumartesi günü Kocaeli Kitap Fuarı'nda yaptı.

Teşrik tekbiri, Salavat-ı Şerife ve İstiklâl Marşı'nın okunmasının ardından başlayan konuşmasında “Ne ki başlamıştır, aynı zamanda nihayete de ermiştir.” diyen Genel Başkan İsmet Özel, bu bakımdan “Başlangıç sondur” ifadesinin “süreç”in reddine müteveccih bir manaya işaret ettiğini söyledi. Zamanı kavrayış bakımından iki farklı esasın farklı medeniyetlerce benimsenmiş bulunduğunu hatırlatan Genel Başkan İsmet Özel devrî, çevrimsel, cyclic kavrayış esası ile bunun karşısında çizgisel, lineer bir kavrayış esasının yer aldığını izah etti. Bu meyanda, başlangıcın son olmasının, devrî bir dönüşüme işaret ettiğini dile getirdi. İnsanların her zaman kendi bulundukları yerin neresi olduğu hususunda endişeler ve suallerle karşı karşıya bulunduğunu söyleyen Genel başkan İsmet Özel, günümüzde Türkiye’de insanların bu endişe ve sualleri sormaktan alıkonulduklarını ifade etti.

CUMHURİYET'İN ON YIL YAŞAYACAĞINI İDARECİLER DE BEKLEMİYORLARDI

“Şu anda Türkiye’de her türlü durum rahatlıkla kabul edilebilen, hatta başka türlü olması düşünülmeyen durum olarak algılanıyor. Türkiye uzunca bir zamandır, belki altmış senedir, günbegün kötüden betere gidiyor ve insanların tepkisine sebep olmuyor. Buna bir ‘dur’ deme tavrı insanlardan neşet etmiş değil.”

Günü kurtarmak, vaziyeti idare etmek için uydurulan tabirlerin hayatımızda yer tutmaya başlamasıyla, bunların sonuçlarının da hâsıl olduğunu keşfinin gerektiğini söyleyen Genel Başkan İsmet Özel bu tabirlerden birinin de “Türk” ibaresi olduğunu söyledi. "Türk", "Türkiye" kelimelerinin bir esasa bağlanmak ve bir esası dile getirmek üzere değil, günü kurtarmak üzere ortaya konulduğuna dikkat çekti. 1933’teki “Onuncu Yıl Nutku”nun son cümlesi olan “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünün, Cumhuriyet idaresinin kendini rahat hissetmek için başvurduğu bir ibare olduğunu söyledi. “1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet’in on yıl yaşayacağı, o dönemde ülkeyi idari hükümranlığı altında bulunduran insanların düşündüğü bir şey değildi. 1934 yılı Soyadı Kanunu’nun çıktığı yıldır. On yıl Türkiye Cumhuriyeti ayakta kaldıktan sonra insanları soyadı almaya icbar etmişlerdir. Daha önce bu yapılmadı. Devletin yıkılmayacağı konusunda bir itminan sahibi olunduktan sonra insanların kimliklerine dair bir müdahale yapıldı. Normalde Müslümanların künyesi olur soyadı olmaz. Soyadı Yahudilerde bile hafif bir şeydir. Soyadı Hıristiyanlara özgü bir şeydir.”

“Başlangıç sondur dediğimiz zaman daha kâinatın yaratıldığı, insanın yaratıldığı zamana ait bir şeyi de söylemiş oluyoruz. Başlangıç sondur dediğimiz zaman Âdem Aleyhisselam yaratıldığı zaman Allah’ın onu belli bir ilimle teçhiz etmesi, ona isimleri öğretmesi sonucunda meleklerin Âdem’e secde etmesi de başlangıcın son olduğunu gösteren bir şeydir. Bir ilm ile teçhiz edilmiş olan ilk insan, tercih etme, helal haram ayrımı yapma gücünü lisan sebebiyle meleklerin secdesine muhatap olan bir varlık. Başlangıç bu bakımdan bir son. İnsanın başladığı yer aynı zamanda ulaşabildiği en yüksek yerdir.”

“Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslam ülkesi olup olmadığı ciddi bir mesele. Bazıları diyorlar ki Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir ve İslam devleti değildir. Ama ben ve benim kafamda olan insanlar diyorlar ki hayır, Türkiye Cumhuriyeti bir İslam Devleti olarak kurulmuştur ve zaten biz bu toprakları Müslüman olduğumuz için vatan haline getirdik.”

BATI MEDENİYETİ'NİN "ÖTEKİ"Sİ TÜRK'TÜR

“1923 yılında Cumhuriyet ilan edildiği zaman Türkiye’nin nüfusu on milyon civarındaydı. Yedi ila onüç milyon arasında sayılar söyleniyor. Fakat bu nüfusun yarısından fazlası bu topraklara ondokuzuncu yüzyılda gelmiş insanlar, Kafkaslardan ve Balkanlardan.1923 yılında Cumhuriyet ilan edildiği zaman bu toprakların yerlileri göçmenlerdi. Yani yerli ahali azınlıktaydı. Üstelik bunların birçoğu yine yirminci yüzyılda İslam’la tanışmış insanlardı. Cumhuriyet ilan edilmeden önce Anadolu topraklarında Müslümanlar sayıca en kabarık azınlıktı. Gayrimüslimlerin sayısını topladığınız zaman Müslümanların adedini geçiyordu. Ama tek tek hiçbir gayrimüslim unsur Müslümanlar kadar çok değildi. Bu yüzden de birtakım hak talepleri söz konusuydu. O yüzden de göçebeleri iskâna mecbur etmişti Osmanlı idaresi, nüfus kayıtlarında adları geçsin diye. Bu hususu belirtmemin sebebi bugün geldiğimiz noktadır. Aslında Türkiye toprakları darül İslam haline geldiği zaman gayrimüslimlerin bu topraklarda statüsü zimmi olarak tespit edildi. Yani gayrimüslimler Müslümanların zimmetindeki insanlardı. Uzun yıllar boyunca Müslüman olmayanlar Müslüman olanların statü olarak altında yer alıyorlardı. Tanzimat Fermanı ilan edilinceye kadar hiçbir gayrimüslim at üstünde bir Müslümanın önünden geçemezdi. Yolda bir Müslümanın önünden geçemezdi, üç adım arkasından giderdi. Bunlar bugün verilen eğitim içinde çok anormalliklermiş gibi görünüyor. Ama gayrimüslimler uğradıkları bu muamele sebebiyle yüzyıllarca biriktirdikleri hıncı Müslümanlardan çıkarmaya çalışıyorlar ve bunda çok başarılılar.”

“Türk varlığı yaşadığımız toprakları darül İslam haline getirdiği zaman Âdem Aleyhisselam’dan beri insanlığın zihninden müspet olarak belirmiş her şey bir yuva buldu ve biz onüçüncü yüzyıldan onyedinci yüzyıla kadar dünyada yaşanabilecek en elverişli hayat şartlarını koruyan ve yürüten bir topluluk olarak var idik. Bizim mevcudiyetimiz özellikle İstanbul’un fethinden sonra Avrupalıları iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir alana hapsetti. Onların bu hapisten kurtulmak için ortaya koydukları çabalar sonunda bir şekilde batı medeniyeti dediğimiz şeyi yükseltti. Burada ilk anlayacağımız şey, Batı Medeniyeti’nin bir ötekisi varsa o müstemleke haline getirdiği topraklarda yaşayan insanlar değildir. Batı Medeniyeti’nin ötekisi Türk’tür. Yani biz kimiz, neyiz diye merak eden olursa biz dünyada imkânları yok edildiği takdirde gayrimüslimlerin yaşama alanlarını genişletebildikleri insanlar veya onların devamlarıyız. Bugün entegre olunmak istenen Batı Medeniyeti aslında Türklerin hasmı olarak ortaya çıkmış ve gücünü göstermiş bir şeydir. Bunu anlamak ne işe yarar? Bunu anlamak bir işe başlamamızın zaruri olduğunu öğretir bize: Bugün düşmanlarımızın himmetine muhtaç bir insan topluluğu olmaktan çıkıp, bunu reddedip; düşmanlarımızın bizi layık olduğumuz yerde tanıyacakları, layık olduğumuz yerde kabule mecbur kalacakları yeri işgal etmek. Bu bakımdan Türkiye büyük baskılar altında.”

BİZE YENİ BİR ANAYASA İHTİYACINI DAYATAN BUNDAN MENFAATİ OLANDIR

“Dünyada Ermeniler birçok parlamentodan Ermeni soykırımını reddetmenin suç sayıldığı kanunları çıkarıyorlar. ‘Ermeniler soykırıma uğramamıştır’ derseniz bazı ülkelerde suç işlemiş oluyor ve cezalandırılıyorsunuz. Bu bizim memleketimizde şöyle oldu: Türkiye’de ‘Kürt meselesi yoktur’ dediğiniz zaman en azından entelektüel olarak cezalandırılıyorsunuz. Mutlaka böyle bir mesele olması gerekiyor. 1980 darbesinden sonra Süleyman Demirel siyasi hayatını devam ettirebilmek için ‘Kürt realitesini tanıyorum’ cümlesini sarf etmek zorunda kalmıştı. Kendi meselelerimizi birbirimizle konuşarak halledebilecek bir durumda değiliz. Başkalarının ‘Bu sizin için bir meseledir’ dediği şeyleri konuşarak işleri götürüyoruz. Bu yüzden de bize anayasa yapma mecburiyeti getiriyorlar. Bu sanki yaşamamızın bir ön şartıymış gibi.”

Türkiye’de önceki anayasaların hep belli siyasi hadiselerin ardından meydana getirildiğini hatırlatan Genel Başkan İsmet Özel şunları söyledi: “Türkiye’nin bir şekle kavuşması anayasaya endeksli bir hadise değil. Tam tersine hadiseler anayasa getiriyor. … Milletlerin hayatında kanunlar değil, o halkın birbirine ne gözle baktığı ehemmiyet taşır. Latinler binlerce yıl öncesinde dediler ki 'Bir şehrin en sağlam surları o şehirde yaşayan insanların dayanışmasıdır.' Bir sosyal varlığı ona tepeden indirdiğiniz kanunlarla ayakta tutamazsınız. O sosyal varlık her zaman organik ilişkileriyle canlı kalır. Biri bize anayasa yapma mecburiyeti dayatıyorsa bundan istifade edecek olan o topluluk değil, o dayatmayı yapandır.”

“Toprak bütünlüğümüzün sırrı nedir, diye sorarsanız bu dünya şartlarının şöyle ya da böyle tezahür etmesi yüzünden doğmadı. Doğrudan doğruya Türk Milleti’nin inisiyatifi bize bu toprakları temin etti. Bundan sonra da eğer Türk Milleti diye bir şey varsa o millet o toprakların akıbetini tayin edecektir. Dünyada bileğinin hakkıyla devletini kurmuş bir millet daha var, o da Almanlar. Bugün millet olarak tek tek olmayı başarmak hiç şüphesiz ki İstiklal Marşı’nda bize gösterilen hedefle alakalı. İstiklal Marşı’nda 'Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın!' diyor. Böyle bir şey varsa Türkiye’de kendi gücünü başkalarına kabul ettirecek ve gücü dolayısıyla önünü, bahtını açık hale getirebilecek bir millet yoksa eğer Türkiye de tabii ki olmayacak. İlk anlayacağımız şey bize kim olduğumuzu dünyayı bozuk düzenle yürüten insanlar söylemiyorlar. Bize kim olduğumuzu ancak bizi Yaratan söylemiş olsa gerek. Allah bize bir şey vadettiyse bizim bunu fark edip sahip çıkmamız şart. … Bugün Türk milleti de, Türk devleti de, Türk toprakları da büyük bir tehlike altındadır. Bu tehlike 1918 yılında da başımıza gelmişti. Başlangıç onun için sondur.”

ÜMİDİMİZ GAYRİMÜSLİM HAKİMİYETİNİ CİDDİYE ALMAYAN MİLLİ BİR GİRİŞİMDİR

Türkiye’nin varlığını devam ettirip ettirmeyeceği sorusunun küfür ile iman arasındaki çatışmayla doğrudan doğruya alakalı olduğunu söyleyen Genel Başkan İsmet Özel, bu toprakların Türkler tarafından darül İslam haline getirilmesinin sekiz yüz seneyi doldurduğunu söyleyerek bunun Endülüs’teki İslam hâkimiyeti ile aynı süreye rastladığına dikkat çekti. “Eğer gayrimüslim dünya Türkler hakkında bazı planlar yürütüyor ve bu plan Türkiye içinden birileri tarafından hazır programlar olarak kabul ediliyorsa işimiz iş. Türkiye’de hiçbir siyasi kadro Türkiye’nin menfaatlerinin bekçisi olarak dikkati çeken performans göstermedi şimdiye kadar. Hiçbir siyasi kadro, Cumhuriyet’in ilanından bugüne kadar. Bizim tek ümidimiz onikinci yüzyıldan beri olduğu gibi gayrimüslim hâkimiyetini tahfif eden, gayrimüslim hâkimiyetini ciddiye almayan, bu hâkimiyetin entipüften bir şey olduğunu bilen bir millî girişimim bütün toplumu şekillendirmesi. Bu ülkede iç savaş olmaz. Fakat bu ülkede milli varlık temsilciliğini başarmış olanlar bütün toplumun desteğini alır. Bunu sağlayacak bir zihni zenginliğin önümüzde bulunması lazım. Böyle bir zihni zenginliğe ulaşmak için bir şeyler yapmamız lazım.”

“Başlangıç sondur derken, Türkiye darül İslam haline geldiğinde burada bir yaşama formu icap ettiğini anlamamız lazım ve bugün de böyle bir formun peşinde olmamız lazım. Bunu kim yapacak? Herhalde şu anda Türkiye’de kendini adamdan saydırtmaya uğraşanlar değil. Bunu millet yapacak. Ama ‘İşte bunlar millettir!’ diye parmakla gösterilecek insanlar mı? O insanlar haline gelmemiz lazım. O insanlar haline gelmek neyi tercih ettiğimizi hatırlamakla mümkün olur. Biz ne yapıp da bu ülkede dünyanın gıptayla baktığı bir düzeni tesis ettik ve bu düzeni nasıl kaybettik?”

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında Dünya Sistemi mekanizmasının bir yerine ilişmesiyle varlığını mümkün kıldığını ifade eden Genel Başkan İsmet Özel konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak Dünya Sistemi metropolünün Büyük Britanya’da bulunduğu sırada kurulduk. Ondan sonra dünya sistemi merkezini New York’a Wall Street’e taşıdı ve 1945’ten itibaren Dünya Sistemi’nin şartları değişti. Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak kuruluş şartlarımızdan farklı şartlara adapte olmak zorunda bırakıldık 1945’ten sonra. Bütün dertlerimiz bu sistemle olan münasebetlerimizden geliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde dünyaya örnek olabilecek bir işleyişi hayata geçirmek gibi bir vazifemiz var. Bunu ancak Türk olarak yapabiliriz. Bu olmadığı takdirde Türkiye’nin yıkılmasından bahsediyoruz demektir.”

18 Mayıs 2013, Kocaeli