Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 28 Eylül 2013 Cumartesi günü Ankara'da yaptığı "Üryan Geldim Gene Üryan Giderim" serlevhalı konuşmanın tam metni:
Selamun Aleyküm
Galiba Ankara’da yaptığımız en kalabalık toplantı bu. Yedi yıl boyunca… 2007 yılında İstiklâl Marşı Derneği kuruldu. Bugüne geldik. Buraya gelirken arabada bulunan insanlara bunu söyledim. Ben beş sene boyunca, yani 2007 yılında İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan itibaren hamile bir kadın gibi hareket ettim. Biliyorsunuz, bebek bekleyen kadınlar karınlarındaki çocuğa bir şey olmasın diye sigara içmezler, ordan burdan zıplamazlar. Ben de İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan sonra hassasiyetle İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin de, İstiklâl Marşı’nın kendisinin de, dernek teşkilatının da bir travmaya maruz kalmaması için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama beş seneden sonra bu davranışı gerekli saymadım. Sebebi de bu 5 senenin bir sabır dönemi olmasıydı. Benim sanal ortamda da dönen laflarımdan birisi “Taşmayan sabır, sabır değildir. “ Biliyorsunuz, oruç (savm) için “sabır” da denilir. Ama bu sabır güneş doğmadan önce başlar, güneş battıktan sonra sona erer. İftar vardır. Yani sabır hayırlı bir sonuca varmak için beklediğimiz müddettir. Yoksa tahammül manasına gelmez oruç. Yani oruç bizim kasdî olarak, Allah’tan başka bizim hayatımızı idame ettiren bir şey olmadığını ümmet olarak bütün insanlığa gösterdiğimiz bir harekettir. Bütün ibadetlerimiz zaten küfürle an be an çatışmaya hazır olduğumuzun işaretleridir, Müslümansak eğer. Yani biz İslam’ın beş şartını küfürle uzlaşmadığımızı göstermek üzere yerine getiririz. Ama bunlar arasında orucun çok müstesna bir yeri vardır. Bir Hadis-i Kudsi’de de -çoğunuzun bildiği gibi- orucun sevabını bizzat Allah’ın vereceğine dair haber ulaşmıştır bize. Neden bu böyledir? Çünkü biz sahurdan iftara kadar hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmeyiz. Yani bu bakımdan Müslümanların tuttuğu oruç diğer dinlerde olan oruçtan farklıdır. Yani imsak eden dinler vardır. Budistler bile oruç tutarlar kendilerine göre. Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur. Onun için cinsî münasebette de bulunulmaz oruç sırasında. Bu da şehevî zevklerden kendimizi alıkoymak için değildir. Bizi ebeveynimizin yaratmadığını, bizi Allah’ın yarattığını göstermek üzere oruçlu olduğumuz sırada cinsî münasebette bulunmayız. Bunlar tabiî ki yaşadığımız çağda Müslümanlığın ne olduğunu anlamak ve anlatmak isteyen insanların problemleri değil ve bu yüzden de bir tereddî yaşanıyor İslam nüfusunun yoğun olduğunu söyledikleri yerlerde.
İki cilt halinde kitaplaşan İstiklâl Yürüyüşleri var, benim İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan sonra İstiklâl Marşı Derneği üyelerine aramızda bir karabet, bir yakınlık, bir ünsiyet doğsun diye, işlerin birlikte ele alınabilmesini mümkün kılan bir zihnî zemin ortaya çıksın diye yaptığım konuşmalar var. Şu anda da Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü adıyla neşredildi. Bunlar yapıldığı sırada ben bunların neşredilmesini istemedim. Portalde bile yayınlanmasına razı olmadım. Çünkü benim kanaatime göre bu bizim aramızda, İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin arasında olan bir şeydi. Bizim birbirimiz arasında olan bir şeydi. Böyle umuma açmanın bunu bir manası yoktu. Ben de İstiklâl Marşı Derneği üyeleriyle olan münasebetimi devamlı olarak bir dayanışma bir tesanüt lafzı olarak yürüttüm. Fakat böyle şeyler elde edemedik. Yani şimdi burada İsmet Özel’i dinlemek üzere zahmet edip gelmişsiniz, size şükranlarımı sunarım. Sebebi de şu; bu bir mükâfattır. Yani bir konuşmacının alabileceği en büyük mükâfat dinleyici bulmasıdır. Acaba siz beni dinlemeye mi geldiniz? Yoksa bağlı olduğunuz yerlere rapor mu vermeye geldiniz “Adam bunları bunları dedi” diye? Yoksa “Bu herifi neresinden vururum?” diye açık yakalamaya mı geldiniz? Bunları bilmiyorum. Ama ben doğrudan doğruya Türkiye’de bir milletin varlığını bildiğim için, o millete mensup insanlarla kopmaz bağlar tesis etmek üzere konuşuyorum. Türk milletine mensup insanlar arasındaki kopmaz bağları teyit etmek, sağlamlaştırmak üzere konuşuyorum. Yoksa niye konuşayım sizinle? Ben şimdi Karacaoğlan’ın bir şiiri üzerine birkaç söz söyleyeceğim. Ama daha önce ben bu işi Yunus Emre’nin bir şiiri üzerine, ilahi olarak okunan bir şiiri üzerine yapmıştım. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” nakaratıyla söylenen ilahinin bence açılımını ifade eden -üzerinden yirmi yıl geçmiştir herhâlde- bir konuşma yapmıştım ve o konuşmanın akabinde bu konuşmayı yapacaktım. Yani “Üryan Geldim Gene Üryan Giderim” konuşmasını ben yirmi sene önce yapacaktım. Ama o ilk yaptığım konuşmada insanların tepkileri, insanların bakış tarzları bunun gereksiz olduğunu yani bu “Üryan Geldim Gene Üryan Giderim” konuşmasını yapmamın bana manasız olduğunu bana gösterdi. Bugün, “Madem manasız, yirmi sene sonra niye yapıyorsun?” diyeceksiniz. Nöbet yerimi terk etmediğimi göstermek için yapıyorum. Ben başından beri, gençliğimden beri; benim ilk şiirim 1963 yılında neşredildi, o zamandan bu yana ne gayeyle ağzımdan ya da kalemimden bir şeyler sadır olduysa aynı gayeyle şu anda da huzurunuzda bulunuyorum. Şimdi, neymiş bu şiir ona bir bakalım, sonra devam edeceğiz. Üzerinde konuşacağımız şiir neymiş.
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeğe dermanım mı var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var
Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
Karac'oğlan der ki ismim öğerler
Ağu oldu bildiğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var
16. yüzyılda söylenmiş sözler bunlar. Ben daha önce Yunus Emre’nin bir şiiri üzerine konuşma yaptım. Çünkü 13. yüzyılın sonları, 14. yüzyılın başlarında O’nun söyledikleri bizim millet olma yolunda attığımız ilk adımın gereği olan sözlerdi. Karacaoğlan’ın sözleri ise bizim millet olarak ulaştığımız en üst noktada söylenmiş sözlerdir. Birçok problem var. Bu problemler Âdem yaratıldığından beri vardı. Yani problemler hiçbir zaman değişmedi. Ama insan olarak biz bu problemlerin neresinde olduğumuzu anlamak durumundayız. Yani Âdem Aleyhisselâm yaratıldığından bu güne kadar, bu ana kadar problemlerin neden değişmediğini bize sanat eserleri gösterir ve öğretir. Yunus Emre’nin ve Karacaoğlan’ın yazdıkları birer sanat eseridir. Sanat eseri nedir? Ne işe yarar? Bunları fark etmek için sanatla olan münasebetimizi mi iyi anlamalıyız? Yoksa hilkatle olan münasebetimizi mi iyi anlamalıyız? Sanat eseri tek başına bir önem arz eder mi? Yoksa bu bir kıyaslamayla ancak fark edilen bir şey mi? Wassily Kandinsky’nin Über das Geistige in der Kunst diye bir metni var. Yani “Sanatta Zihinsellik Üzerine” diye Türkçeye tercüme etmişler. O kitabın ilk cümlesi şudur: “Sanat eserleri çağlarının çocuğudur; aynı zamanda duygularımızın da anasıdır.” Yani Kandinsky’ye inanacak olursak bir sanat eseri bir çağın şartları sebebiyle var olur. Ama biz, o çağda yaşayan insanlar, oradan aldıklarımızla dünyayı bir yere raptederiz. Yani duygularımız sanat eserlerinin bize kazandırdıklarıdır. Buradan tabiî ki eğer Kandinsky’nin sözlerini doğru kabul edersek diyebiliriz ki sanat eserleriyle beslenmemiş bir toplum, insan toplumu değildir. İnsan toplumu sanat eserlerinin kazandırdıklarıyla şekil almış bir toplumdur. O yüzden Yunus’tan Karacaoğlan’a kadar geçen zaman boyunca Türk milletinin doğuşunun hikâyesini anlayabilir ve anlatabiliriz. Ama biz bu topraklarda bir milletin hem varlığını teyit etmesi hem de varlığını olduğundan daha üst bir basamağa çıkarmak için çaba sarf etmesi meselesini tamamen devre dışı bırakmışızdır. Savsaklamış değilizdir. Türk milleti meselesinin, benim ümidime bakarsak, İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulmasıyla doğması gerekiyordu. Türk milleti meselesinin İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulmasıyla doğması gerekiyordu ama doğmadı. Çünkü Türkiye’nin başına öyle şeyler geldi ki insanlar Türk milletinin doğmaması için yaşar haldeler bu topraklar üzerinde. Üstelik bu toprakların üzerinde yaşadıkları da su götürür. Yani bu toprakları esas sayarak yaşamıyor insanlar. Sizler de öyle. Acınacak bir durumdayız. “-yız” diyerek de biraz sizi kayırıyorum. Yani koskocaman bir ülke! Daha dün olan bir şey… Hâlâ olan bir şey… Kilometre bakımından en uzun sınırımız üzerinden mayınlar temizleniyor. O zaman insanlar haldır huldur, dangalakça şeyler söylediler. Bu mayınların niye döşendiği hiç kimseyi ilgilendirmedi. Ama ondan sonra da bir Suriye meselesi çıktı. İnsanlar “Beşar Esad, halkını öldürüyormuş da…” falan filan gibi manyakça ifadeleri ciddi ifadeler kabul ettiler. Hiç kimse Türkiye’de Suriye meselesi doğmadan önce Türkiye sınırından mayınların neden temizlendiğini sormadı! Bunun Ankara’yı, Şam’ı hiç ilgilendirmeyen; tamamen Amerikan hegemonyasının bir planı olduğunu hiç kimse düşünmeden böyle yaşıyor insanlar. Şimdi bunun Karacaoğlan’la alakasını söyleyeyim size. Karacaoğlan bizim millî varlığımızın senedidir. Thomas Stearns Elliot kendi medeniyetinin kültürel varlığını tasvir etmek için şu cümleyi sarf eder; “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” Eğer Batı Medeniyeti’yle sidik yarışına girmek isteyen bir Türk varsa o da şöyle diyebilir; “Karacaoğlan. Bir ikincisi yok!” Yani dünyada da yok. Neden bu böyle? Bu meseleleri, benim burada dile getirmeye çalıştığım işleri biz aslında millet olarak yüksek akademik alanlarda münakaşa ediyor olmalıydık. Şimdi burada konuşuyor olmamızda bir mahsur ya da zararlı bir şey yok. Ama eğer biz Cumhuriyet’in ilan edilişinden bu yana Türk Milleti’nin varlığını teyid eden ve aynı zamanda Türk Milleti’nin bulunduğu basamaktan daha üst yerlere çıkması için çaba sarf eden bir hayatı yürütmüş olsaydık bu iş daha esaslı verilerle teçhiz edilmiş olurdu. Bu dünyayı da ilgilendiren bir şey. “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” diyor ya Elliot; bunu A.B.D.’de doğmuş, sonra Büyük Britanya’da tabiiyet değiştirmiş ve hatta din değiştirmiş bir adam söylüyor. Yani Katolik oldu bunlar: Elliot da, Pound da. Çünkü Türklere karşı Batı Medeniyeti’ni en azından muhafaza eden Vatikan’dı. Buradaki patrikhane değildi. Bu dünya ölçüsünde bir şeydir. Neden? Çünkü “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” denilmesine sebep olan gelişme Batı Medeniyeti’nin müdafilerine göre Antik Yunan’da başlamış bir gelişmedir. Batıda yazılmış hangi ansiklopediyi, hangi kitabı, hangi tarih eserini ele alırsanız alın batının başlangıcını Antik Yunan’dan başka bir yerde göremezsiniz. Gösterilemez, yoktur böyle bir şey. Bu Antik Yunan dediğimiz şey bizim topraklarımızda yaşanmış bir şeydir ve burada da hala Batı Medeniyeti’nin kendi kendine halledemediği meseleler yığını durmaktadır. “Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar” canavarlığına Antik Yunan’da doğru bir istikamet tutturduğu avuntusuyla kendisini teselli etmektedir. Homeros, İlyada ve Odesa, bunlar bir şekilde Batı fikriyatının doğuşundaki temel metinlerdir. Öyle midir acaba? Yoksa hiçbir aslı esası olmayan Batı Medeniyeti ıkına sıkına kendine bir yerlerden kaynak mı üretmiştir, türetmiştir, uydurmuştur? Çünkü eğer okuyanlarınız varsa İlyada ve Odesa’yı, biraz dikkatli bir okuyucuysa yahut kültürlü bir adamsa, kadınsa okuyan; anlar ki aynı kalemden çıkmasına imkân yok bu iki destanın. Ama Homeros! Homeros destanları! İlyada daha da acıklıdır. Çünkü kaç parçanın bir araya getirilmiş olduğu kafayı bulandırır. Yani İlyada destanının hangi bölümü hangi bölümüyle ne kadar alakalı, pek kolayca anlaşılamaz. Daha da önemli bir şey, bu destanlar bir sözlü gelenek ürünüdürler. Bu sözlü gelenek kitabî olan Batı Medeniyeti’nin kaynağı nasıl olur? Çünkü İlyada ve Odesa’yı var eden yapı telaffuzla ancak künhüne varılabilen bir yapıdır. Hâlbuki yazılı metin telaffuzu öne çıkarmadan insanla irtibat kuran metindir.
Bütün bu karmaşıklık içinde Türkler Küçük Asya diye adlandırılan toprakları darü’l-İslam haline getirdikten sonra burada hem kendi itikadları gereğince Âdem Aleyhisselâm’dan beri gelmekte olan bütün sâlih, sahih itikadî verilerin muhassalasını tespit ettiler. Hem de arkaik çağdan beri kültürel yönsemelerin, istikamet tutuşların zübdesini, bir tortusunu -tortu demeyeyim, tortu kötü bir anlam veriyor- bir kesafetini temin ettiler. İşte Karacaoğlan bu çalışmanın en yukarıda vardığı yerdir. Batı Medeniyeti bugün bunun çok altındadır. Ama zaten buna ulaşmak için sanat eserleri üretmiştir bu güne kadar. Dünyada Karacaoğlan’ı olan ikinci bir millet yoktur. Ha, Yunus Emre’si olan var mıdır? O da yoktur. Ama dediğim gibi Yunus Emre bizim millet oluşumuzda çakmağı çakan kişidir. Oradan çıkan kıvılcım ateşi yaktı ve en harlı ateş Karacaoğlan’la ortaya çıktı, hissedildi. İnsanları ısıttığı odur. Yüzyıllar boyunca insanlar Küçük Asya denilen topraklarda hastalandıkları zaman “Bana bir Karacaoğlan oku!” dediler. Tabiî ki ayetten sûreden medet umdular. Ama Karacaoğlan’dan da şifa bulmak için medet umuldu bu topraklarda ve bu da sağlandı. Ama biz artık kendi varlığımızdan feragat etmiş… Bile demeyeceğim. Yani böyle bir şey söz konusu değil. Sahicilik duygusunu kaybetmiş insanlar olarak yaşıyoruz. Bunları hesaba katarak konuşalım.
Türkmenistan’da Karacaoğlan’ın şiirlerini Türkmence’ye tercüme etmişler, bir kitap olarak yayınlamışlar. Şimdi size bu Türkmence tercümesini okuyacağım biraz önce aslını okuduğum şiirin.
PERMANYM BARMY?
Çyplak geldim, ýene çyplak giderin,
Ölmezlige elde permanym barmy?
Ezraýyl geler-de, jan talap eder,
Menin jan bermäge mejalym barmy?
Dirilerler, dälirärler, ýörerler,
Rozy-magşar diwanynda durarlar,
Haramy bar diýip, gorky bererler,
Menin ýüpek ýükli kerwenim barmy?
Är bolsa, ärligin meýdana getir,
Kadyr Möwlam, nogsanymy sen bitir,
Mana diýrler: gam ýüküni sen göter,
Menin ýük götäre mejalym barmy?
Garajaoglan diýer, adym öwerler,
Awy boldy iýdigimiz şekerler,
Gözel söýer diýip töhmet ederler,
Menin Hakdan özge söýenim barmy?
Bu da Türkmencesi. Burada size bilhassa vurgulamak istediğim şey bu topraklar darü’l-İslâm olduktan sonra Türklük bir şekil aldı. Türkçe dediğimiz lisan dolaylı olarak değil doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’den doğdu. Hem vahyin lafzından hem de o lafzı anlamak için müracaat ettiğimiz lügavî kaidelerden. Yani biz Kur’an-ı Kerim’den sadece kelime devşirmedik, aynı zamanda söz dizimi ve bakış açısı da devşirdik. Bu yüzden Türkçe Arapçadan daha çok bir İslâm dili oldu. Bu size çok acayip gelebilir. Türkçe bir İslâm dili olarak Arapçanın üzerindedir. Çünkü biz sadece itikadımıza bağlı olarak konuşuruz. Araplar ise Hıristiyan Arap olarak Arapça konuşabiliyorlar. Ama biz Müslüman olmadığımız zaman Türkçe konuşamayız. Onun için bu öz(?) Türkçecilik cart curt, bunların hepsi gâvur işidir. Yanlış olmasını bir tarafa bırakın, bunlar yanlış, eksik, sakat şeyler değildir; bu doğrudan doğruya gayr-i İslâmîdir ve gâvurluğun baş tacı edilmesi için uydurulmuştur şeylerdir. Nifaktır. Mesela “Ne fenâ şeyler söylüyorsun İsmet Özel!” diyebilirsiniz bana. Bununla ne demiş olursunuz? “Fenâ” kelimesini kullanıyorsunuz; Arapça bir kelime. Yani geçicilik demek; kötü demek değil. Müslüman olduğu için Türk fâni olanı fenâ diye adlandırmıştır. Fenâ diyor bu; çok fenâ. Hâlbuki orada İngilizce “bad” denilen şey yok. Onu biz Farsça’dan “bet” olarak almışız. “Evladım” demiş, “gurbet iyi bir şey olsaydı ona gurşen derlerdi.” Bakın Karacaoğlan ne diyor; “Üryan geldim gene üryan giderim.” Türkçesi bu bunun. Ama Türkmen “üryan”dan bir şey anlamıyor, “çıplak” diyor. Ama bizim hiç mektep, medrese görmemiş insanımız da “Adam anadan üryan ağacın altında yatıyor!” der mesela, böyle anlatır. “Anadan üryan” der, hiç öyle “çırılçıplak” demez! Çünkü biz Türkçeyi Kur’an’dan öğrendik. Biz Kur’an okuduğumuz için Türkçe konuşabildik. Kim yapıyordu bunu, kim Kur’an biliyordu? Hocalar, müderrisler, âlimler, tamam! Onların zihnî terbiyeleri diğer insanları terbiye etti. Onlar kendi kafalarını bir olgunluğa erdirdiler. Bu olgunluk temas ettikleri insanlara; karısı, çocukları, komşusu ne olursa olsun, onlara geçti. Böyle bir Türkçe doğdu. Ve bu din üzerinden doğduğu için dünyada şive farklarına rağmen, ağız değişmelerine rağmen insanların birbirini anlayabildiği; hatta Orta Avrupa’dan Altay dağlarına kadar insanların iyi kulak kabarttıkları zaman ne denildiğini anlayabildiği bir dil doğdu. Ama Türkiye Devleti sınırları içerisinde ne kadar farklı ağızlarla ve şive sapmalarıyla konuşulursa konuşulsun neticede insanlar birbirlerini anlayabilecek bir dil konuşurlar. Bu Türkçenin yapı özelliği değildir. Bu Türkçenin Kur’an’dan doğmuş olmasının sonucudur. Tabii gayr-î Müslimler de, bilhassa Ermeniler Ermeniceyi kaybettikleri için Müslümanların konuştuklarına benzer bir dil tekellüm ettiler. Ama onlar hiçbir zaman bu bütünlüğün bir parçası olmadılar. Ona kenetlenemediler. Sanat eseri, tek başına bizim duygularımızın anası olsaydı biz de Yunus okur, Karacaoğlan okur işimize devam ederdik. Yolumuza devam ederdik, ama sanat eserleri güç aldıkları kaynağın canlı kalması halinde insanlara tesir edebilen şeylerdir. O yüzden Osmanlı klasik düzeni ortadan kalktıktan sonra Divan Edebiyatı’nda dişe dokunur ürün verilememeye başlandı. Ve Şeyh Galip Hüsn-ü Aşk’ı bu şikâyetler üzerine yazdı. Yani “Artık kimse yazamıyor böyle şeyler” denildi. “Ben yazacağım” diye iddia etti Şeyh Galip. Böylece Türk Edebiyatı’nda son klasik, ilk modern metin doğmuş oldu. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ı yüzyıllar boyunca devam eden Divan Edebiyatı geleneğinin bir timsali değildir, bir iradî savunmadır. Ama aynı zamanda bir İslâm Hümanizması başlatma girişimidir. “Çaldımsa da mîrî malı çaldım, ilhamımı Mesnevî’den aldım!” diyor Hüsn-ü Aşk için Şeyh Galip. Yani Farsça yazılmış bir eserden bahsediyor. Ama ortada dediğim gibi ilk modern edebiyat metni Türkçe bakımından ve son klasik edebiyat metni var. Şimdi “Bizi bunlarla mı oyalıyorsun” diyeceksiniz, “Biz buraya ‘Üryan Geldim Gene Üryan Giderim’ şiirini dinlemeye geldik!” Bunlarla meşgul edeceğim sizi. Birincisi, birinci mısrada “Üryan geldim gene üryan giderim” derken ilk anlayacağımız şeyin Türkçe’nin Kur’an’dan doğduğudur. “Üryan geldim gene üryan giderim” sözü, tabii şairâne bir söz. Büyük bir hayal çerçevesi çiziyor. Ama halkımız “Üryan geldim gene üryan giderim” demiyor. Bunu sanat eseri söylüyor. Biz “Üryan geldim gene üryan giderim” mısraıyla karşılaştığımız zaman yeryüzündeki hayatımızın neye değdiği konusunda tefekküre çağrılıyoruz. Üryan geldim gene üryan giderim! Türk Milleti kurnazlık gösterip kestirmeden bir laf söylemiş; “Kefenin cebi yok!” demiş. “Üryan geldim gene üryan giderim” sözü artistik bir söz ama “Kefenin cebi yok!” sanat sözü değil. Yani belli bir yerden bir şeyler geliyor bize doğru. Ama hangi kırılmalarla geliyor onu bilmemiz lazım. Belki şiirin en dikkate değer mısraı ikinci mısraı; “Ölmemeye elde fermanım mı var?” Şimdi padişahın fermanı o kadar kuvvetli bir şey ki, yani “Bu herif ölmeyecek!” diye ferman yazılsa ölmeyecek! Ölmemeye elde fermanım mı var! Bu mutlak otoritenin Osmanlı Devleti’nde ne kadar etkili olduğunu anlatan bir şey. Yani biz daha sonra Dadaloğlu’ndan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” beytini biliyoruz. Yani orada fermana bir meydan okuyuş var, ferman ne kadar güçlü olursa olsun biz yine de fiziki varlığımızla ona direnebiliriz diyor Dadaloğlu. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” Ama burada Karacaoğlan bize neyi öğretiyor; “Ölmemeye elde fermanım mı var!” Aslında burada tabiî ki ironi var yani “Sizin gibi salaklar elinizde ferman olsa ölmeyeceğinizi sanırsınız! Öyle bir şey yok!” demek istiyor.
“Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var”
Bu ne demek. Oscar Wilde ölümüne yakın öyle bir laf söylemiş: “I can’t even afford to die.” Can vermeye dermanı olmamak, ne demek? Tam tersine dermansız kaldığın için ölürsün değil mi? Burada Karacaoğlan’ın bize öğrettiği şey daha sonra Martin Heidegger’in söylediği şeydir. “Yalnızca insanlar ölür, diğerleri telef olur.” Yani biz dünyaya geldikten sonra, yaşadığımız müddet içinde eğer bizi yaratanın emir ve nehiyleri doğrultusunda, tamamen onlara mutabık değil, doğrultusunda bir hayat sürmediğimiz takdirde insan olarak ölemeyiz. Telef oluruz bitkiler ve hayvanlar gibi. Askerde buna zayiat diyorlar. İnsan olmak demek dünya hayatı boyunca cennete yön tutacak bir çabayı sarf etmiş olmak demek. Başarılı olur, olmaz. İnsan cennete yön tutacak çabayı gösterir ve beceremez cehenneme gider. Ama insan olmak demek bu istikameti tanıyor olmak demektir. İnsan, hesap gününde hataları ağır basar, onun cezasını görür. O ayrı bir şey. Ama en azından hesaba çekilecek bir seviye tutturmuştur. Burada “Benim can vermeye dermanım mı var” derken Karacaoğlan “Ben daha o kadarını yapamadım, cehennemlik olacak kadar bile ağırlık bir tutturamadım. Azrail de gelmiş can talep ediyor. Dur bakalım, dur! İnsan olmanın manası konusunda bir kıvam tutturmuş olsak, tamam. Azrail canımızı almaya gelir biz de veririz. Benim can vermeye dermanım şimdilik yok.” diyor.
“Dirilirler dirilirler gelirler.” Bu bir önceki mısrayla bağlantılı. Türkmence tercümesinde değişik bir şey var. “Dirilirler delirerler yörerler.” demiş. Demek ki başka nüshalarda bunun ifadesi farklı. “Dirilirler…” benim anladığım kadarıyla “derilirler gelirler”. “Bâ’sü ba’del mevt” vuku bulduktan sonra gene de huzur-u mahşerde divan durabilmek için bir derlemeden geçileceği belli. Derleme tabiî ki Osmanlı hayatında da önemli bir şey. Oğlan derlenirdi biliyorsunuz yani Yeniçeriler Hıristiyan çocuklarından devşirilen, derlenen insanlar. Bunun da bu sözlere etkisi var diyorum ben.
“Huzuru mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var”
Ne diyor bu adam? Bu gün hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şey söylüyor. “Benim ipek yüklü kervanım mı var?” Biz ilmiye sınıfının başımıza açtığı belâ sebebiyle Müslümanlığımızı… İşte komşunun bahçesindeki eriği çaldın mı, yok efendim, teraziyi ne kadar doğru tarttın… Bunlar önemsiz ya da ihmal edilebilir şeyler değil. Ama itaate icbar için Osmanlı ilmiye sınıfının devlete itaati İslâmiyet olarak benimsetmek üzere ürettiği kalıplar bunlar. Hala insanlar Avrupa’ya gittikleri zaman “zutaten”, bakıyorlar içindekiler acaba helal mi haram mı? Bunlar önemsiz küçümsenecek şeyler değil ama “Haramı var diye korku verirler / Benim ipek yüklü kervanım mı var!” Voltaire ne dedi; “Tanrı yoksa bile icat etmeliyiz. Benim oda hizmetçimin köstekli saatimi çalmaması, vekilharcımın da bana kazık atmaması için bir tanrıya ihtiyaç var.” Osmanlı Devleti’nde de ilmiye sınıfı böyle yaptı. Yani “Devlete itaatte kusur etmek dinden çıkmaktır.” Hâlbuki ipek yüklü kervanı olanla iş değişik. İnsanların helal içinde olması ve haramdan uzak yaşaması tabii ki asil bir hayattır. Fakat bütün hayatının bundan ibaret olduğu, kendi küçük dünyasında çok dürüst davranıp, hiçbir meşru zemini olmayan “devlete itaat”i İslâm sanmak başlı başına bir felakettir. İpek yüklü kervana gelecek olursak bu, dediğim gibi, bugünkü hayatımızı doğrudan doğruya ilgilendiren bir şey. Ticaret, kapitalizmin kendini saydırdığı güne kadar lüks mallar üzerinden yapılmıştır. Dünya ticareti dediğimiz lüks malların ticaretidir. İhtiyaç fazlası harcama yapabilecek insanların finans hareketidir ticaret. Onun için iki büyük ticaret yolu tanırız; birisi ipek yolu, diğeri baharat yolu. Öyle değil mi? Baharat Hint dilinde Hindistan demekmiş. Yani biz baharat deyince karabiberi anlıyoruz tabii ki. Lügatte öyle bir anlamı var baharatın. Mesela “Çok baharatlı olmuş!” diye yemeği reddedebiliyorsun; ama baharat Hindistan demek. İpek yolu, Hindistan yolu. Hindistan’dan sadece karabiber gelmiyor, Hindistan’dan diğer lüks mallar da geliyor. Mesela Venedik bu topraklarda ticaret yaparken dantel, Venedik tacirlerinin malzemelerinden bir tanesiydi. Dantel, yani bu Küçük Asya’da kadınların ellerinde işledikleri şeyler, dünya ticaretinde bir aracı idi. Kürk ticareti mesela. O sıcak memleketlerde kürk ticareti olurdu. Yani Bağdat’a kürk satmaya gidiyordu birileri. Anlamamız gereken bir nokta bu. Kapitalizm kendini hayat biçimi olarak kabul ettirmeden önce dünya ticareti sadece lüks mallar üzerinden yapılan ticaretti. Bu yüzden de Osmanlı hâkimiyetinin ihdas edilmesi hem ipek yolunun, hem baharat yolunun Türk kontrolü altına geçmesi manasına geliyordu. O yüzden yeni ticaret yolları bulmak da, Müslümanları arkadan çevirmek olduğu kadar Portekizli ve İspanyol gemicileri ilgilendiren bir şeydi. Yeni ticaret yolları bulmak. Bizi bugün “Benim ipek yüklü kervanım mı var” mısraıyla birinci derecede ilgilendiren şey Boğaz Köprüleri dolayısıyladır. Şimdi insanlar, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesinin ne işe yaradığını anlamadıkları gibi, Boğaz Köprülerinin de niye kurulduğunu anlamış değillerdir. Türkiye’de İstanbul Boğazı üzerinde -ki bugünlerde siz de neşriyatta fark etmişsinizdir, Çanakkale Boğazı üzerinde de köprü yapma hazırlıkları var- yapılan köprüler Türkiye’yi ortadan kaldırmak üzere, Türkiye’nin varlığını sıfırlamak üzere yapılan işlerdir. Neden böyledir? Gene dünya ticaret yollarıyla alakalı bir şey. En masumane şekliyle Fransa’dan kalkan bir tır yükünü Çin’de indirebilir. Bunu ancak Boğaz üzerinden köprülerle yapabilir. Diyeceksiniz ki “Bu tır Ukrayna’dan dolaşıp gitse olmaz mı?” Demek ki olmuyor. Ha, oralar hiç kullanılmıyor manasında değil. Demek ki en kârlı iş böyle. Bizim milli bütünlüğümüzü yok eden şey Boğaz üzerinde yapılan köprülerdir. Çünkü biz nasıl bizzat, bizatihi Çanakkale ve İstanbul Boğazları üzerinde kontrol kuramıyorsak; Montrö Sözleşmesi bilmem ne… Bizim kendi topraklarımız üzerinde, boğazlar üzerinde mutlak hâkimiyetimiz yoktur. Uluslararası hukuk geçerlidir oralarda. Bizim boğazları kapatma hakkımız yoktur. Daha doğrusu Türkiye’yi idare edecek olan insanlara, “Bakın bunları kabul etmezseniz, nah size Türkiye’de koltuk veririz!” diyenler bunu sağladı. İnsanlar gâvurların hâkimiyetine imkân verdikçe Türkiye’de yüksek mevkileri işgal edebildiler. Hala böyle! Bugün Amerikan menfaatlerinin birine dokunan bir adam Türkiye’de müdür bile olamaz. “Benim ipek yüklü kervanım mı var?”
Onun için İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’de söz sahibi olduğu zaman Boğaz üzerindeki köprüleri yıkacağız. Ama tamamen değil. Oraları kafe olarak kullanacağız, yani iki taraftan deniz manzaralı kafeler olarak. Ama üzerinden vasıta geçmeyecek. O yüksek binaları da İstanbul’da, -Ankara’da da lüzumsuz dünya kadar yüksek bina var ama İstanbul’dakiler çok yüksek- hayvan barınağı yapacağız. Gerçi “Şimdiden öyle!” diyeceksiniz ama…
Türkiye toprakları Karacaoğlan’ı doğuran topraklar, Yunus’u doğuran topraklar. Buralar dünyada insan haysiyetinin fark edilmesi sebebiyle sanat eseri üretilen yerler. Batı’da sanat eserleri insan haysiyetini tanıma çabalarıdır. Bizim Avrupa’yla olan farkımız burada barizdir. Avrupa’da sanat eseri insan haysiyetinin anlaşılabilmesi yönünde bir gayret, bir direnç, inat, sabır, ısrardır. Ama bizim topraklarımızda, Türk topraklarında sanat eseri insan haysiyetinin ne olduğunu bilmiş olmanın tezahürüdür. Bir mahsuldür, bir yayılmadır, bir çiçek açmadır. Bunu, bu şiirden anlamak çok kolay. “Er isen erliğin meydana getir!” Türkiye’de insan olduğunu söylemek, insan olduğunu göstermekle mümkündür. “Er isen erliğini meydana getir!” Bunu insan bütün çabasıyla yapmaya çalışır. “Kadir Mevla’m noksanımı sen yetir!” Yani insan bir mükemmeliyete erişemeyeceğini bildiği ve aynı zamanda elinden gelen her şeyi yapsa bile en doğrusunu yaptığından emin olmadığı için “Kadir Mevla’m noksanımı sen yetir!” diyor. “Bizden sil!” diyor. Ayet-i kerimede dendiği gibi, “Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et.”
“Bana derler gam yükünü sen götür / Benim yük götürür dermanım mı var.” Karacaoğlan intihar etmiştir. Bir mağaraya girmiş ve oradan çıktığını hiç kimse görmemiştir. “Bana derler gam yükünü sen götür.” Bu o gün aktüel ve çağdaş bir meseleydi; bugün de aktüel ve çağdaş bir meseledir. Albert Camus “Je me révolte donc nous sommes” demişti. Rene Descartes ise “Je pense donc je suis / cogito ergo sum” demişti: “Düşünüyorum o halde varım.” Bu söz modern düşüncenin mottosu haline geldi. Yani insan zihni etkinliğiyle ancak varlığını hissedebilir ya da varlığını kanıtlayabilir. Modern çağ dediğimiz şey, Türklerin dünyanın yaşanabilir en elverişli yerlerinde hâkimiyet kurmuş olmaları sebebiyle doğmuş bir çağdır. Yani bu adamlar geldiler, önce Küçük Asya’yı darü’l-İslâm haline getirdiler. Sonra burada bir birlik kurdular. Tebriz’den Viyana’ya kadar o gün dünyada işe yarar ne kadar alan varsa oralar bunların sözünün geçtiği alanlar. Geriye Avrupa’nın toprak bakımından verimsiz, iklim bakımından elverişsiz yerleri kaldı. Bu noksanlığı telafi etmek ve Türklerin bu keyifli, hazıra konmuş hayatını sönük bırakmak, en azından orayı özenilir yer olmaktan çıkarmak üzere bir hareket başladı. Bu hareket, mesela İberik yarımadasında Müslümanları silip süpürdükten sonra tabi ki Müslümanların zamanından daha iyi bir şey yapma mecburiyetini getiriyordu onlara. Hâkim oldukları topraklarda “Ooo geldiniz de ne oldu? Ne işe yarıyor? Niye geldiniz?” dedirtmemek zorundaydılar İberik yarımadasında. Diğer yerlerde de toprak verimsizdi ve iklim müsait değildi yaşamaya, rahat yaşamaya, kolay yaşamaya. Bu yüzden ilk önce Avrupa’da, İtalyan site devletlerinde kapitalizmin temelleri atıldı. Neden burada oldu bu iş? Çünkü Roma İmparatorluğu’nun teknolojik, kültürel, siyasi, ekonomik bütün mirası bu şehirlerde toplanmıştı. Yani Roma İmparatorluğu, Batı Roma çöktükten sonra, sadece Napoli, Floransa, Venedik, Milano gibi şehirlerde ele gelir bir hayat vardı. Roma İmparatorluğu’nun mirası buralarda yaşıyordu ancak diğer yerler vahşi yerlerdi. Roma çekildikten sonra oralarda vahşet, hatta yamyamlık bile söz konusuydu.
Bu gelişme Dünya Sistemi dediğimiz şeyi üretti. Bugün halen yürürlükte olan şey, metropol-periferi farkı. Tabii globalizm bu metropol-periferi farkını sahneden silmiş gibi. Şimdi metropolün sporadik dağılımını ve aynı şekilde periferinin de sporadik dağılımını yaşıyoruz biz gloabalizmle beraber. Dünya Sistemi imtiyazlı alanlar ve o imtiyazlı alanların refah içinde olmaları için soyulan alanlar ikilemiyle doğdu. İtalyan site devletleri metropoldü ve Akdeniz havzası periferiydi. Sonra Hollandalılar navlun yani taşımacılık yoluyla edindikleri sermaye birikimini, bir piyasa yapısı kurmak suretiyle kapitalizmin metropolünü kendi ülkelerine taşıdılar. Hollandalılar sadece taşımacılık yapmadılar ama en çok taşımacılıktan para kazandılar. Başka alanlarda da para kazanıyorlardı, dolayısıyla çok büyük bir sermaye birikimi doğdu o alanda. Aptallık etmediler, bu sermaye birikimini bir piyasa düzeni ihdas etmek için, kurmak için kullandılar. 17. yüzyıl aynı zamanda sanat dalında da Hollanda’nın tavan yaptığı yüzyıldır. Felemenk resmi bilhassa. Konuşmanın başında dediğimiz gibi “duygularımızın anası olan sanat eserleri” o zaman doğdu. Gerçekten, yani insanlar Rembrandt’tan, Brueghel’den çok şey öğrendiler. Ama sermaye birikimi aynı zamanda sermaye birikimini kolaylaştıracak siyasi güç gerektirdiği için Britanya, üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak kapitalizmin metropol tekelci tavrını devraldı. Hepinizin bildiği gibi, 1944’ten sonra da bu merkez Wall Street’e, Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındı. Ama 1945’ten sonra geçen zaman boyunca çeşitli sermaye hareketleri Sovyetler Birliği’nin haritadan silinmesiyle beraber bir global kapitalizmle yüz yüze bıraktı hepimizi. Burada Karacaoğlan’ın bize öğrettiği şeyi anlamamızı kolaylaştıracak bir husus var. Yani o zaman da bu adam neden intihar ettiği sorusu, bugün de “Bir insan neden intihar eder?” sorusuyla beraberdir. “Bana derler gam yükünü sen götür.” 1871’de, Almanya’nın birliğini kurmasından itibaren Fransa’yla Almanya arasında, “Batı Medeniyeti’nin öncülüğünü kim yapacak” tartışması vardır. Fransa “Civilisation” kavramıyla, “Avrupa’nın en sivilize insanları bizleriz, Batı Medeniyeti’nin öncülüğünü biz yapmayacağız da kim yapacak?” diyorlardı. Almanlara dönüp “Zaten her şeyi de siz bizden öğrenmediniz mi?” diyorlardı. Almanlar da onlara dönüp “Ama her şeyin ilkini de biz yaptık!” dediler. Fransızcada “culture”, “kültür” diye telaffuz edilen şey “kultur” Almancada. Almancada “civilisation” kelimesi var ama Fransızcadan aktarılmış olarak var. “Kultur” kelimesinin Fransızcadan aktarılmasına gerek yok. Latince “colere” mastarından gelen bir kelime o. Almanya ile Fransa arasındaki “kültür” ve “medeniyet” münakaşası, yani medeniyetin mi insanlığın öncülüğünü yapacağı, kültürün mü insanlığın öncülüğünü yapacağı meselesi 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bu iki ülkenin birbirlerine çok düşmanca davranmalarına sebep oldu. Hala bir sonuç alınmış değildir. Ama benim Karacaoğlan’ın intiharına getireceğim nokta şudur: Karacaoğlan dünyada daha büyük bir askeri gücü olmayan, dünyada daha gelişmiş bir organizasyonu, devlet organizasyonu olmayan, dünyada en müreffeh insanların yaşadığı ülkenin vatandaşıydı. Karacaoğlan o çağda yaşadı. Yani 16. yüzyılda dünyada Osmanlı Devleti’nden daha güçlü ordusu olan bir ülke yoktu, Osmanlı Devleti’nin vatandaşlarından daha zengin yaşayan insanlar dünyada yoktu ve Osmanlı Devleti’nin, siciller de dâhil olmak üzere, yapısal üstünlüğünde olan bir devlet yoktu. 17. yüzyılda Fransa medenileşirken, o “Güneş Kral” denilen, hani “Devlet benim!” (l'état, c'est moi) diyen 14. Louis, doğrudan doğruya Osmanlı kuruluşunu örnek alarak faaliyetini yürütmüştür. Yani siyasi kuruluşunu. Onun için Avrupa devletleri içinde en merkezi devlet Fransa’dır. Çünkü merkezî Osmanlı yönetimi taklit edilmiştir. Tabii sadece bu taklit sebebiyle değil. Tabi ki bunun zemini var. Aristokrasinin durumu, toprak mülkiyetinin durumu, Fransa’daki ticari kapitalizminin durumu, vesaire vesaire. Ama Karacaoğlan’ın intiharına sebep olan şeyle Werther’in intiharına sebep olan şey aynıdır. O da şu: 1945 yılında bazı devletler ve ordular mağlup edildi. Bazı devletler ve ordular galip durumdaydılar. Ne oldu? 2. Dünya Savaşı bittiği zaman galip devletler başta ABD ve onun yanında Büyük Britanya’ydı. Üçüncüsü var mı? Sovyetler Birliği. Dördüncüsü yok. Bu ülkeler savaşın galibi olmalarına rağmen haklı bir zafer elde etmediklerini bilerek hükmettiler. Yani galiptiler hiç şüphesiz. Onlar yenmişlerdi hasımlarını. Ama mesela Amerika Birleşik Devletleri Japonya’yı yendi. Nasıl yendi? İki tane atom bombası kafalarına patlatarak. Şimdi bunun meşru bir tarafı yoktu. Hiç kimsenin “Görüyorsunuz, bombayı patlattık, herifleri teslim aldık!” diyecek hali yoktu. Bu övünülecek bir şey değildi. Bütün alanlarda böyleydi. Mesela Fransa’da galipler arasında sayılıyordu. Almanya’yı işgal eden birliklerin bazıları da Fransız birlikleriydi ama zaten Hitler’in devlet kurdurduğu ülke, bir süre sonra arkalarına Amerikalıları alıp Almanya’yı işgal ettiği zaman “Gördünüz mü? Biz abilerimizin sözünü dinledik, şimdi sizi dövüyoruz!”… Bu söylenemeyecek bir şeydi. 2. Dünya Savaşı’nın galipleri, galibiyetleriyle övünemeyecek insanlardı. Bu insanlığın hangi tavrı takınması gerektiği sorusunu boş bırakıyordu. Bu boşluk da intiharla doldurulabilirdi ancak. Onun için Albert Camus “Felsefenin ilk problemi intihardır” diyerek söze başladı. Yani yaşamak, hayat hayatta kalmak değer mi, değmez mi? Önce buna karar verelim. Çünkü dediğim gibi, müdafaa ettikleri hiçbir şey yoktu. Bütün insanları kandıracak birtakım şeyler uyduruyorlardı. Mesela ne diyorlardı? “Savaşı demokrasiler kazandı totaliter rejimler kaybetti.” Bugün de Türkiye’de bütün mankafaların darbe aleyhtarı olmaları gibi. Bütün mankafalar darbe aleyhtarıdır. “Totaliter rejimler kaybetti” diyorsun; Sovyetler Birliği var burada! Yani savaşın galibi! Hani demokrasiler kazandıydı? “E tabii canım! Demokrasiler kazandı! Görmüyor musun, işte halk demokrasileri var: Romanya Halk Demokrasisi, Macaristan Halk Demokrasisi, Bulgaristan Halk Demokrasisi, Çekoslovakya Halk Demokrasisi. DDR (Deutsche Demokratische Republik) herkes demokrat!” Yani demokrasi kazandı. Ondan sonra ne oldu? 1990 yılında Sovyetler Birliği yıkıldığı zaman, bunlar demokrasiye döndüler! Demokratik cumhuriyetler, demokrat oldu birden bire nasıl olduysa. İşte böyle komiklikler, insanların 2. Dünya Savaşı sonunda, “Yaptığımız hiçbir şey, insan haysiyetine yakışmaz.” diyen insanların, “Benim teklifim intihardır” demelerini gerektirdi. Karacaoğlan da bunu yaptı. Çünkü o öyle bir ülkenin önemli bir kişisiydi. Belki de en önemli kişisiydi ve dünya hâkimiyetinde, ya da dünyanın en muteber yerlerinde hâkimiyet kurmuş olmada haklı bir sebebi olmadığını bilecek kadar mü’min idi. Karacaoğlan imana sahipti. Onun için bunun tek açık yolunun intihar olduğunu biliyordu.
Hazır ol vaktinde Nemçe kralı
Yer götürmez asker ile geliyor
“Yer götürmez”, yani toprak bile taşımıyor o kadar çok askeri var.
Patriklerin inmiş tahttan diyorlar
Bir halife kalmış o da geliyor
Yetmiş bin var siyah postal giyecek
Seksen bin var Allah Allah diyecek
Doksan bin var tatlı cana kıyacak
Yüz bini de Tatar Han’dan geliyor
Gelen Ahmet Paşam kendidir kendi
Altmış bin dal-kılıç küsuru cündi
Kaçma kafir kaçma ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor
Şevketli efendim Sultanım vezir
Altmış bin kılıçlı yanında hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Benli Boza binmiş o da geliyor
Karac’oğlan der ki burda durulmaz
Güler yüze, tatlı cana doyulmaz
Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor
“Burda durulmaz” diyor adam. Yani bu kadar övdüğü, yani kâfirlerin elini kolunu kıpırdatacak hali olmadığını beyan ettikten, sonra bir mü’min olarak… Çünkü çok önemli bir şey. Bizde halk edebiyatı deyince genellikle Alevi-Bektaşi nefesleri, falan filan akla gelir; ama Karacaoğlan Sünni ve de Hanefi bir şairdir. Yani bunu şiirlerini tetkik ettiğiniz zaman anlarsınız. Ama tıpkı 1945 sonrasında galiplerin kendi galibiyetlerine mesnet bulamayışları gibi, o da Osmanlı kültürünün ikiyüzlülüğünden, Osmanlı kültürünün özde çürümüş karakterinden kendini sorumlu tutuyor ve bir mağaraya girip çıkmıyor bir daha.
“Benim yük götürür dermanım mı var” derken, bu işleri insan aklının suiistimaliyle mazerete kavuşturmanın kendisi için bir çıkar yol olmadığını beyan ediyor Karacaoğlan.
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
Bugün kullandığımız kelimelerle ifade edilemeyecek şeyler, ama Karacaoğlan, işin her boyutunu fark edecek kadar entelektüel bir adamdı ve gam yükünü götürmenin de kendisine bir çeşit ahlaksızlık damgası vuracağını biliyordu. “Karacaoğlan der ki ismim öğerler” yani şöhreti falan yerinde öyle şikâyet edecek bir şey yok. Ama “Ağu oldu bildiğimiz şekerler” yani haysiyet endişesi olan bir insan olarak, işin olması gereken yerde olmaması halinde rahat bir hayat yaşamanın, şekerlerin zehir tadı vermesi manasına geldiğini, en azından birilerine iletmek üzere söylüyor bunu. Diyor ki: “Güzel sever diye isnad ederler/ Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var.” İstiklâl Marşı’nda da, Karacaoğlan’da da “Allah” kelimesi geçmiyor. En azından bu şiirde “Hak” diyor. Bu Müslüman olarak bizim bir çeşit duayı da içine alan çabamızdır. Yani Allah İsm-i Celil’i, cihad gibi sarih olarak haklılığı gösteren yerlerde hiç düşünmeden ağzımızdan dökülen, dudaklarımızdan dökülen bir lafızdır. Fakat Hak derken biraz da haklı olma duasını ederiz. “Güzel sever diye isnad ederler/ Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var?” Burada ilk planda fiziki aşk ile ilâhi aşkın aynı yerde bulundukları yorumu kolaycı bir yorumdur. Burada “Ben Allah’tan başka sevgili bilmiyorum” demenin bizim Müslüman olarak yaşama, Müslüman olarak ölme duamızın yerine oturmasıyla alakalı. Bir kapı açmamız lazım; yani yerine oturmasına varacak, yarayacak bir kapı açmamız lazım. Dünyada bulunuşumuz bir kere inkâr edilemez bir şekilde cinsiyete ait bir şey. Bunu dışarıda tutup dünyaya gelmek diye bir şey yok. Yani bu sexual bir şey. Cinsiyet dediğimiz zaman biz Arapların kullandığı manada kullanmıyoruz. Araplar cinsiyet dedikleri zaman milliyeti anlıyorlar hatta tabiiyeti anlıyorlar. Dünyayı fark etme ve fark ettiğimiz şeyler arasında tercihler yapma. Bu kendi başına bir macera. Daha anamızın karnındayken doğacağımız dünya konusunda belli tesirler altında bulunuyoruz, bunu çok kolay gözleyebildiğimiz için söylüyoruz. Babamızın belindeyken ne halde olduğumuzu anlayacak durumda değiliz. Ona aklımız ermiyor. Aklımız ancak anamızın karnındayken aldığımız tesirlere eriyor. Anamızın karnındayken belli tesirler alıyoruz. Kadının dokuz aylık, bazen yedi aylık hamileliği sırasında doğuracağı çocuk bir şekilde eğiliyor bükülüyor, ne oluyorsa… Yani sevinçler, korkular, heyecanlar, tehlikeler, güvenlikler konusunda belli izler taşıyarak doğuyoruz biz. Doğduğumuz zaman bomboş doğmuyoruz. Doğduğumuz günden itibaren izlenimler edinmiyoruz; daha doğmadan o izlenimler üzerimize biniyor. Bindikten sonra, bu sefer çok daha şiddetli bir vasat bizi bekliyor. Bize ulaşan her faktör bizim bir yol çizmemize sebep oluyor. Biz bunu kavrayamıyoruz. Bebekliğimizden itibaren neyle temas etmişsek onun üzerimizde üstelik an be an, gün be gün, yıl be yıl tesirleri var. Böyle akıl almaz derecede, münasebetler ağı içinde bir yere geliyoruz. Nereye kadar geliyoruz? Buluğ çağına geliyoruz. Buluğ çağı demek, hareketlerimizin kendimize benzer bir yaratığın ortaya çıkmasına sebep olabileceği bir çağ. Yani kızlar adet görmeye başlıyorlar, erkekler de ihtilam olmaya başlıyorlar. Bu demek ki, bizim bir başka kimseye devredemeyeceğimiz bir mesuliyet altında kaldığımız bir zaman. Günahların ve sevapların başladığı zaman. Bu hırsızlık da olsa, darp da olsa, diğer hareketlerimizi artık bu olgunluk haberinden sonra manalı kılabiliyoruz. Buluğa ermemiş bir çocuk sadece anasının karnından itibaren aldığı tesirlerin bir uzantısı olarak kavga eder ya da zıplar, oynar. Ama buluğa erdikten sonra artık bir insan hâsıl etme zihni seviyesinin gereği olarak bunları yapmaya başlar. Mesela adli tıp derslerinde öğretirlerdi eskiden çocuklarda hırsızlığı kışkırtan bir salgı olduğu söylenir. Onun için çocuk hırsızlar cezalandırılmaz, çünkü zaten fizyonomik olarak böyle bir temayülü vardır. Ama çocukluk geride bırakılınca artık bu söz konusu değildir. Buluğ çağından itibaren biz artık tamamen mesul insanlar olarak yaşarız ve bu yüzden de Müslüman oluşumuz bizim gerçekten insan vasıflarını seçip seçmeyişimizle alakalıdır. Günah-sevap konusunda belli bir netliğe belli bir kesinliğe varmış olmak aynı zamanda insan haysiyetine yaraşır bir yeri isteyip istememekle alakalıdır. Karacaoğlan’ın “Güzel sever diye isnad ederler / Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var?” derken söylediği şey; “Ben ne arıyorsam, o aradığım bir şuurun bana kazandırdığı ve benim kazanarak, kazançlı çıkmayı düşündüğüm şuur sebebiyledir’ demesidir.
Ölünceye kadar ilk intiba ile yaşarız. Bizim insan olarak ilk intibaı yeniden değerlendirmemiz bizi yükseltir veya alçaltır. İlk intiba çocuklukla başlayan bir şey olduğu için, insanın çocukluk hali onu öldüğü güne kadar takip eder. Onun için insan her yaşında buluğa erdikten sonra da her yaşında çocuk aklı ile Müslüman aklı arasında tercih yaparak yaşamak zorundadır. Ama hayatında hiçbir zaman bu karşılaştırmayı yapmamış olan insanlar kendilerine telkin edilen şeylerle yaşarlar. İnsan olmak demek “istiklâl” demektir. Yani taşımayı becerebilmek demektir. Çocuk taşımayı beceremez. İnsan buluğa erdikten sonra yapabileceği halde yapmamak yüksekliğini elinde tutar ama çocuk ne yapabilirse onu yapar. Yetişkin, yapamayacağı halde yapmaya çalışır, yapabileceği halde yapmayı reddeder. Bu insan olmaktır. Müslüman olmasa bile insan böyledir. Yani hayvanlıktan bizi ayıran şey, acıkmadığımız halde yiyebilmemiz, uykumuz gelmediği halde uyuyabilmemizdir.
Ama bir insan topluluğuna mensup olmak, yani bir millet teşkil edebilmek ferden sahip olduğumuz gelişkinliği bütün topluluğa teşmil etmektir. “Sen Türksün! Bu sana yakışıyor mu?” dediğin zaman o gelişkinliği bütün Türklere teşmil etmiş olursun. Ama adam “Sen Almansın! Bu sana yakışıyor mu” da diyebilir. Bunu her millet kendisi için söyleyebilir. Ne neye yakışıyorsa. Mesela Atina ve Isparta arasında bir rekabet vardı antik Yunanda. Ispartalılarda beceri çok önemliydi, kabiliyet ve müessiriyet. O yüzden çocuklarını, mesela iyi ata binsin diye daha küçükken keçilere bindirirlerdi. Keçinin üstünde durabiliyorsa atın üzerinde haydi haydi durur, diye. Ispartalılarda -ya da Spartalılarda neyse- yakalanmamak şartıyla hırsızlık da erdemdi. Çünkü beceriyi anlatıyordu. Bunu şunun için söyledim; bir “Türksün sen! Bu sana yakışıyor mu?” demek var, bir de “Yunanlısın sen! Bu sana yakışıyor mu?” demek var. Hangisi, kime yakışıyor, onu bilmiyoruz yani. Millet anlayışı insanın ferdi gelişiminin bölüşülmesi, paylaşılması demek. Bugün paylaşma kelimesini anlatmak manasında kullanıyorlar, aptalca bir şey tabii. “Kimseyle paylaşmadım” diyor “Kimseye söylemedim” diyecek aslında.
Bizim “Karacaoğlan’ımız var” diyebilmemiz için önce “Karacaoğlan’da ne var?” onu anlamamız lazım. Bize millet olarak böyle bir kötülük yapıldı. Elimizde ne olduğunu bilmeden yaşıyoruz; eğer elimiz diye bir şey olduğunu varsayıyorsak. Bugün geldiğimiz noktada insanlar “demokratikleşme”den bahsediyorlar mesela. Türkiye’de, bu kadar mektep bitirmiş, titr sahibi, etiketli bir çok insan var. “Bu ne saçmalıktır!” demiyor kimse. “Her şey bitti de demokratikleşme mi kaldı?” demiyor kimse. Çünkü insanlara “Öbür kısmı tamamlandı; bir demokratikleşme kaldı” diye kazık atıyorlar. Demokrat olup da ne olacağız? Kimmiş, neymiş bu demokrasi? Kimse merak edip sormuyor. Bizim Türkiye Cumhuriyeti hayatında tabii ki demokrasi uygulamasının önemli bir yeri var. Ama bugün “Türkiye demokratikleşecek” diye söyledikleri şeylerle, bizim Türk Milleti’nin demokrasiyle olan münasebeti arasında bir bağ var mı? Yok. Biz bugün demokratikleşme derken; köleleşmeyi anlıyoruz. Henüz yeterince köleleşmedik, henüz yeterince aşağılık olamadık, henüz yeterince adileşemedik diye şikayet ediyoruz! Türkiye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kuruldu. Dünya Sistemi’nin merkezinin henüz Londra olduğu zaman. Londra Dünya Sistemi’nin patronu olarak o günkü kapitalist yapının ihtiyacı olan bir yönetimler silsilesi üretti. Önce Sovyetler Birliği, arkasından Faşist İtalya. Onu Türkiye Cumhuriyeti takip etti. Dördüncüsü de Nasyonal Sosyalist Almanya’dır. Bu bahsi şunun için açtım. Bizim 1923’te ilan edilen Cumhuriyetimizin 1946’ya kadar süren rejimi, Dünya Sistemi’nin patronu olan Britanya’nın bize dayattığı rejimdir: tek parti yönetimi. Fakat 2. Dünya Savaşı’nın asıl galibi Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Amerika Birleşik Devletleri kendi yapısına uygun bir siyasi kuruluşu, hâkimiyeti altındaki her yere dayattı. Türkiye’de de, 2. Dünya Savaşı Amerika tarafından kazanıldıktan sonra, 1946’da ilk çok partili seçim oldu. Türk Milleti Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda kendisine dayatılan rejimi reddettiğini 14 Mayıs 1950 günü oy kullanarak beyan etti. Türk Milleti kendisine Dünya Sistemi tarafından dayatılan rejimi reddetti: 14 Mayıs 1950. Bu reddiye ısrarlı olarak devam etti. Ondan sonra da 27 Mayıs 1960 sabahı Merkezi Haberalma Teşkilatı 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’i lağvetti. Bizim ülkemizde son demokratik seçim 1957 yılında yapıldı. 1957 yılından bugüne kadar bir tek demokratik seçim yapılmamıştır. Hepsi bazı siyasi dengeler güdülerek manipüle edilmiş şeylerdir. Tabii ki manipüle edenlerin her dedikleri tam istedikleri gibi sonuçlanmadı. Ama manipülasyon her zaman başarılı oldu. Bugün demokratikleşme dedikleri şey elimizden alınan demokratik şartların geri gelmesine mani olan şeylerdir. Bizim elimizde bazı demokratik pozisyonlar vardır. Bu pozisyonların bir daha doğmaması için Türkiye üzerinde her gün yeniden operasyon yapılıyor.
Üryan geldim gene üryan giderim
Biz eğer hesabımızı Allah’a vereceksek, bu dünyada, vereceğimiz hesaba uygun hareket edeceğiz. Üryan geldik, gene üryan gideceğiz. Burada çevirdiğimiz dolapların hesabını vereceğiz. Burada söylediğimiz yalanların hesabını vereceğiz. Burada çocuklarımıza yedirdiğimiz haram lokmanın hesabını orada vereceğiz. Şimdi devre mülkle uğraşan insanlar bunu düşünsünler. Resul-i Ekrem irtihal ettiği zaman anlaşıldı ki zırhlarından bir tanesi bir Yahudi’de rehindeymiş. Biz onun ümmetiyiz. Resul-i Ekrem irtihal ettiği zaman bir devlet başkanıydı. Hani Mekke fethedilmişti falan filan yani. Bugün Türkiye’de servet sahibi olan herkes, servetinin meşru zeminini savunuyorsa benim diyeceğim hiçbir şeyim yok. Ama her servet sahibi “Canım orayı karıştırma!” diyorsa, o zaman 75 milyon mu yaşıyor burada, hiçbiri hesabını veremez. Ha, “Boş ver o hikâyeleri!” diyerek de yaşayan insanlar var. Ama;
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeğe dermanım mı var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var
Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
Karac'oğlan der ki, ismim öğerler
Ağu oldu bildiğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var
Teşekkür ederim.
28 Eylül 2013, Ankara
Adana Şubemizin açılışının ardınan Genel Başkanımız İsmet Özel'in yaptığı "Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir" başlıklı konuşmanın metni
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ın onuncu sene-i devriyemiz münasebetiyle yaptığı "Türk Kim? Türkiye Neresi? İstiklâl Marşı Neyin Nesi?" serlevhalı konuşmasının tam metni
“Türk Tarihin Neresinde?” Konuşmamızın başlığını böyle tespit ettik. Bunu, bu sorunun cevabını merak ettiğiniz için mi buraya geldiniz, bilmiyorum. Hiç sanmıyorum.
"bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"
Bu son mısraları tekrar edebilmek için bu şiiri yanıma aldım kitaptan koparıp. Bu mısralar yazıldığı zaman henüz İstiklâl Marşı Derneği yoktu. Şimdi “Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" serlevhalı bir konuşma yapacağız burada.
İSTİKLÂL MARŞI, TIPKI CUMHURİYET TÜRKİYESİ GİBİ, KÂFİRLERDEN KAÇIRILMIŞ BİR METİNDİR.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 22 Mayıs 2010 günü Kayseri’de “Ne Bahar Kaldı Ne Gül” başlıklı bir konferans verdi.