Bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak,ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi.
Hata yapmak
fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve neden hata payı yok diyordum hayatımda
gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
bir düşü düşlere
...
Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?
Bu son mısraları tekrar edebilmek için bu şiiri yanıma aldım kitaptan koparıp. Bu mısralar yazıldığı zaman henüz İstiklâl Marşı Derneği yoktu. Şimdi “Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" serlevhalı bir konuşma yapacağız burada. “Tütmesi gereken ocak İstiklâl Marşı Derneği’dir” fikri ben bu mısraları yazdığım sırada kafamda yoktu. Ama öyle tecelli etti ki 2007 yılının Mart ayından itibaren Türkiye’de bir İstiklâl Marşı Derneği var ve bu dernek İstiklâl Marşı’nın yazılış gayesine uygun, o gayeyle kenetlenmiş bir faaliyet yürütmek üzere teşkil olundu. Bugün konuşmamızı hiç de hıncahınç dolu olmayan bir salonda, İzmir’de yapıyoruz. Bir manası var mı? Yani “Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" laflarının İzmir’le bir alakası olabilir mi? Bu alaka, 15. Hıristiyan asrının başında Timurlenk tarafından kurulmuştur. Böyle bir alakayı Timurlenk kurdu. Sonunda Yıldırım Beyazıt’la Ankara Savaşı’nı yapıp onu mağlup eden Timurlenk, bu Küçük Asya dedikleri topraklara geldiği zaman ilk iş olarak İzmir’i Hıristiyanlardan geri aldı. 1071’de Malazgirt Muharebesi sonunda Bizans ordusunun akınları önleyici gücü bertaraf edildikten sonra bu toprakların dar-ül İslâm haline gelmesi bir devamlılık arz ediyordu. İzmir bu bakımdan kritik bir yerdi, bütün bu zaman dilimi içinde. Yani 1071. 11. asırdan 15. asra kadar İzmir zaman zaman Hıristiyanların zaman zaman Müslümanların eline geçiyordu ve Timur bu topraklara geldiği zaman gaza beyliklerine: “Sizin burada bulunmanızın yegâne sebebi, açıklaması, mazereti budur” diyerek İzmir’i aldı. Yani bugün Türkiye dediğimiz topraklarda Büyük Selçuklu döneminde bir İslami gelişme baş göstermişti. Anadolu Selçukluları zamanında bu devam etti. Fakat asıl bu toprakların dar-ü İslam haline gelmesi Gaza Beylikleri dediğimiz döneme denk geliyor. Bu sırada birçok yerde İslami otorite tesis edildi. Bu toprakların idaresinin Müslümanların elinde olduğu ve gayr-i müslimlerin ancak Müslümanların himayesinde yaşayabilecekleri bir düzen tesis etti ve bu düzenin tesis edilmiş olması Türklere dünya üstünde çok büyük bir üstünlük sağladı. Hac farizasını yerine getiren insanlar Türklerin Hıristiyan dünya karşısındaki tahakkümlerini bütün İslam ülkelerine yayıyorlardı. Timur da bu şekilde burada Türklerin bulunmasının tek gerekçesinin Hıristiyan gücünün geriletilmesi, Hıristiyan hâkimiyetinin sona erdirilmesi olduğunu hatırlatmak üzere önce İzmir’i aldı. Ankara Savaşı daha sonradır. 15. asırdan sonra bir daha küçük Asya’da gayr-i müslimlerin yönetici pozisyonda olması ve onların işlerin çekilip çevrilişinde karar sahibi olması vaki olmadı. Yani günümüze kadar gelen bir devamlılık var bu bakımdan. Yani Timur’un İzmir’e girişinden itibaren bu topraklarda gayr-i müslimlerin idareci vasfı kabul edilir bir şey olmamıştır. Ama 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bu gayr-i müslimler bakımından bir ümit olarak doğdu.
Bir yerden bir yere geldik. Nereden nereye geldiğimizi bir anlayalım. Ondan sonra bir yere gidebilir miyiz, onu konuşmaya vaktimiz kalırsa onu konuşalım. Bu konuşmanın başlığında bir “Son ocak” var. Bu İstiklâl Marşı’nda geçen bir ibare: “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Bu ocağın sönmeyeceği bir ümit olarak, bir dua olarak bu başlıkta yer alıyor. Bir de “Bizim Ancak” lafı var. Yani bir “bizlik” bahis konusu olmadan ne son ocaktan, ne sönmez ocaktan bahsedebileceğimiz hakikati var. Bir “biz” olması lazım. Kim bu biz? Böyle bir şey var mı? İnsanlar hangi sebepten dolayı kendilerine “biz” derler?
ASKERİ VESAYET HİÇ OLMADI. OLAN ŞEY ABD'NİN ÜNİFORMALI İSTİHDAM ETMESİDİR
Benim konuşmalarımı dinleyenler, yazdıklarımı okuyanlar sık sık şu ifadeyi kullandığımı bilirler; bu yaşadığımız topraklar Edirne’den Van’a, Ardahan’dan İzmir’e kadar uzanan topraklar antik çağdan ve hatta arkaik çağdan itibaren birçoklarının yaşadığı yerler oldu. Ama onların bir şekilde hâkimiyet sürdükleri ya da hayatlarını iyi geçirdikleri bir alan oldu. Bu yaşadığımız topraklar sadece Türklerin vatanı oldu. Başkaları buraları belki yurt olarak kullandılar. Yani bir barınak olarak kullandılar. Veyahut bir hâkimiyet alanı olarak kullandılar. Ama Türkler bu sahayı vatanlaştırdılar. Bu daha sonradan Avrupa’nın modernlik yolundaki gelişmesinde millet ve devlet buluşmasının ilk örneği bizim bu yaşadığımız topraklarda verildi. Şu gün büyük bir zihin karışıklığıyla bir şeyler dönüyor ve İsmet Paşa’nın Lozan’dan çıkarken “Bir yüz yıl kazandık” lafının 90 senesi böyle “şıkıdım şıkıdım” kutlanıyor. Böyle tuhaf tuhaf şeyler. Yani bir mantık yürütülüyormuş gibi. Şöyle bir mantık yürütülüyor. Mesela: “Yeşil yerlere orman denir.” Hiç kimse itiraz etmiyor buna, “her ne kadar sarıçam, mavi çam dense de çamlar yeşildir” mesela. Bu ikinci önerme. 3. önerme de “Vatanımızı Atatürk kurtardı” böyle bir akılla yaşıyoruz bugün. Mesela insanlar diyorlar ki “Bugün artık Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başörtülü milletvekilleri gelebiliyor”, efendim “Bütün dünyanın hayran olduğu bir marmaray projemiz realize oldu”, “Türkiye’den askeri ve hukuki vesayet kalktı”… Böyle şeyler söylüyorlar. Bunlar işte tıpkı mavi çam, yeşil çam, sarıçam gibi şeyler yani. Ne olduğuna kimse dikkat etmediği gibi akıl da erdiremiyor. Çünkü Türkiye’de her türlü asalet yok edilmiştir. Aklın da asaleti Türkiye’de yurt sınırları dışına sürülmüştür. Askeri vesayet kaldırıldı, hukuki vesayet kaldırıldı derken “Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta durmasına imkân tanıyan bazı dayanaklar yok edildi” denmek isteniyor. Çünkü Türkiye’de askeri vesayet hiçbir zaman olmadı. Türkiye’de askeri vesayet hiçbir zaman olmadı. Olan şey Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’de üniformalı insanları istihdam etmesidir. Bunun askeri vesayetle hiçbir alakası yoktur. İstiklâl Marşı Derneği burası, İstiklâl Marşımız “Kahraman Ordumuza” ithaf edilmiştir. Kahraman Ordumuz 1. Dünya Savaşı sonunda bütün toplumsal kurumlar, bütün içtimaı müesseseler kâfirlere teslim oldukları şartlarda direnmeyi sürdüren yegâne müessesedir. İstiklâl Harbimiz 3 istikamette cereyan etti. Birincisi Kazım Karabekir komutasındaki orduların bugünkü kuzey sınırımızı tespit etmek üzere Ermenilerle ve Gürcülerle yaptığı savaştır. İstiklâl Harbimizin birincisi cephesi budur. Kronolojik olarak da böyledir. İkinci cephesi Maraş’ta başlayıp Urfa’da biten mücadeledir. Şimdi Sütçü İmam falan filan diyorlar, aslında Maraş’ta Cuma namazı kılınacak. Kılınacağı sırada cemaat, hem de cemaatin arka sıralarında olanlar “Bayraksız namaz olmaz” diye haykırdılar, bunun üzerine hareket Maraş’ta başladı. Bayraksız namaz olmaz ve bizim İstiklâl Harbimizin üçüncü cephesi olan ve Sakarya Meydan Muharebesi’yle sonuçlanan faaliyetin provası 1920 yılının Şubat-Mart aylarında Maraş’ta yapıldı yani kâfirle boğaz boğaza 12 gün 12 gece süren mücadele. Akabinde bayrağı Urfalılar devraldı ondan sonra Ermeni, Fransız kuvvetleri. Yani Fransız üniforması giymiş Ermeniler vardı karşımızda. Bunlar sınır dışı edildikten sonra Gaziantep’teki, hem Maraş’tan hem Urfa’dan önce başlamış olan mücadele de zaferle sonuçlandırılmış kabul edildi. Yani Antep’te mücadele Urfa’dan ve Maraş’tan önce başladı fakat asıl savaş kazanıldıktan sonra, yani Fransız kuvvetleri çekilmek zorunda kaldıktan sonra bu, zaman zaman lehte veya aleyhte dalgalanma gösteren Gaziantep savaşı da muzaffer kabul edildi. Üçüncü safha nedir? Türk Yunan ordularının nihai sözü söyleyecek kapışmaları. Bu üç yönlü mücadele bu topraklarda Dünya Sistemi’nin vekil harçlığının kime verileceği sorusunun cevabını hazırladı. Biz bu topraklarda bir İslam iktidarı tesis ettik. Fakat bu bizim bir şeylerden vazgeçmeyişimizin sonucu olduğu kadar dünya şartlarının zorladığı bir şeydi. Dünya şartları dediğimiz şey ne? Finans hâkimiyetinin rakip tanımaz hale gelmesi. Şimdi bunları birbirinden kopuk anlamaya niyet edersek hiçbir şey anlayamayız. Yani biz işte İstiklâl Marşı’nda söylendiği gibi
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Bu doğru. Fakat her şeyi açıklamıyor. Yani “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” iman dolu göğsü geçemedi. Burası doğru. Fakat bu hikâyenin tamamı belli değil. Hikâyenin tamamı Timur’un İzmir’e girişinde başlayan hikâye. Yani dünyada Türkiye’den başka Batı medeniyetinin tekerleğine çomak sokacak bir ikinci ülke yok. Bunun sebebi Türklerin Batı medeniyetini müdafaa safhasından taarruz safhasına geçiren bir düzeni kurmuş olmasıdır. Küçük Asya denilen toprakların Türk vatanı haline getirilmesi, burada aynı zamanda bir sosyal, siyasi, ekonomik düzen tesisi demekti. Bu düzen antik çağdan beri insanların arayıp da bulamadıkları bir düzendir. Bir merkezi otoritenin emri altında tuttuğu alanlarda ve kişilerde hayat hakkını teminat altına alan bir düzen kurması. Bizans’tan devralınan bazı ögeler var, Abbasilerden devralınan bazı ögeler var. Ama burada bir kompozisyon doğdu. Bütün toprakları ve insanları hâkimiyeti altında tutan merkezi güç mahalli unsurlara karşı mahalli iktidar odaklarına karşı atomize bireyleri savunuyordu. Bu zaman zaman Amerika’nın keşfinden sonra bilhassa birtakım sahici dalgalanmalara sebep oldu. Celali isyanları çıktığında saray isyancılara arka çıkıyor. Çünkü mahalli iktidar odakları güçleniyor. Köroğlu bir Celali aslında. Bolu Beyi mahalli iktidar odağı…
Bu sistem İslami bir sistem miydi? Hayır. Bu sistem dünyevi insan ilişkilerini optimum bir manada düzenleyen bir şeydi. Vergiler ona göre ayarlanmıştı, insan ilişkileri ona göre düzenlenmişti ve resmen Müslümanların birinci sınıf vatandaş kabul edildikleri bir mekanizma idi. Osmanlı idaresi Kur’an ve Sünnet doğrultusunda bir hayat tarzı bina etmiş değildi. Hatta onu unutturmaya bile çalışan bir tavrı vardır ama Osmanlı Devleti kendini İslam’la tezkiye edebilen bir idare tarzıydı bütün yüzyıllarda. Dolayısıyla kendini İslam’la tezkiye ettiği için İslam’la muaheze edilebiliyordu. Yani Osmanlı idaresi bir konuda İslami olmayan bir tavır takındığında muarızı kazanıyordunuz. O yüzden böyle bir sistem kurdular, yürüttüler. Bu sistem Avrupalıları iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir alanda bir yaşama standardı oluşturma çabasına icbar etti. Bütün tarih çağları boyunca bugün Avrupa’nın makbul yerleri yaşanır yerler değildi. Ama Osmanlı toplumunun birçok konuda gıpta edilecek bir pozisyonda olması onların rakip bir güç oluşturma şevkini arttırdı. Bu ayrıca tartışılabilecek, konuşulabilecek bir şey.
Biz bugün neredeyiz onu anlamamız lazım. Biz bir kere Türkiye Cumhuriyeti olarak 1. Dünya Savaşı’nın sonunda vücut bulmuş bir ülkeyiz onun için 1. Dünya Savaşı sonu şartlarını iyi anlamamız lazım. Şimdi 1. Dünya Savaşı 1900 Hristiyan takvimine göre 1914 yılında patlak verdi. 1913 yılının Noel’i yaklaşırken -İngilizce “christmas” diyorlar ama hadise Amerika’da oldu- Amerikan Senatosundan veya Temsilciler Meclisinden -hangisi olduğunu bilmiyorum- Federal Reserve yasası geçti, 1913 yani Noel’i yaklaşıyor. 1913 yılının Aralık ayındayız. Bu Federal Reserve, bugün bile ekonomi haberlerinde karşınıza çıkan FED, 1913 yılında, Amerikan ekonomisini 5 büyük sermaye sahibinin keyfine bırakan bir yasaydı. Şimdi bu yasa neden çıktı? Neden finans gücü her şeyi çekip çeviren ve rakip bir unsurun ortaya çıkmasına fırsat vermeyen bir çabaya kendini mecbur saydı? Çünkü alternatif doğma ihtimali vardı. Bize mektep kitaplarında Arşidük Ferdinand'ın öldürülmesi yüzünden 1. Dünya Savaşı’nın çıktığı söylendi ha! Bunun arızi bir şey olduğunu, yani bunun göstermelik bir sebep olduğunu, asıl savaşın başka sebeple doğduğunu… Hayır; Arşidük Ferdinand'ın öldürülmesi 1. Dünya Savaşı’nın görünüşteki sebebi değildir. Asıl sebebidir. Çünkü veliahttı Arşidük Ferdinand ve öldürülmeseydi 1 ay sonra tahta geçecekti. Bütün fotoğrafları resmi dairelere asılmak üzere hazırlanmıştı, çerçevelenmişti. Arşidük Ferdinand eğer Avusturya - Macaristan imparatoru olsaydı ne olacaktı? Onun planları da hazırlanmıştı. Avusturya – Macaristan İmparatorluğu “Avusturya Birleşik Devletleri”ne dönüşecekti. Yani imparatorluk içindeki bütün etnik, dini unsurlar kendi devletlerini kuracaklardı. Yani “United States of America” yerine “United States of Austria” olacakt. Bu tabii ki o günün iktisadi şartlarında büyük bir başarıya aday bir kuruluştu. Böyle olduğu takdirde o Amerikan sermayesinin öğünülen parlaklığı Avrupaya taşınmış olacaktı. Yahudi milletinin kendisi için de bir savaş zaten bu. Ama öbür taraf, yani Amerikan tarafı galip geldi. Ludwig Wittgenstein’ın babası savaş çıkmadan bütün parasını Amerika’ya yatırdı. Hâlbuki bu adam Avusturya - Macaristan İmparatorluğu demir-çelik sanayinin en parlak adamıdır. Ama bütün hisselerini yani bütün parasını Amerikan şirketlerinin hisselerine yatırdı. Savaşı Avusturya - Macaristan İmparatorluğu kaybetti. Wittgenstein’ın babası beş misli zengin oldu.
1916 SONRASINDA HACCIN FIKHİ VAZİYETİ HİÇ DÜŞÜNÜLMEDİ!
Bugün geldiğimiz nokta öyle “vesayet”ti, “demokrasi”ydi cart curt meselesi falan filan değil. 1. Dünya Savaşı patladı, 6 ay sürmesi düşünülüyordu. Noel’de evlerine döneceklerini düşünüyorlardı. Fakat savaş bitmedi. Savaş neden bitmedi? Çünkü Kudüs’e giremiyorlar. Kudüs’e girmeleri için 1917 yılını beklemek gerekiyordu. 1917 yılında Rusya’da ihtilal oldu, Amerika Birleşik Devletleri savaşa girdi. Ve biz de Türkler ve Müslümanlar olarak kendi vatanımızı terk etmek zorunda kaldık. 1916’da Mekke ele geçirilmişti, Türklerin elinden alınmıştı. Fakat 17’de Fahrettin Paşa Medine’yi teslim etmedi. İşte sonunda dünya şartları dediğimiz şeyle Fahrettin Paşa Medine’yi teslim etmek zorunda kaldı. Fahrettin Paşa Medine’yi teslim etmek zorunda kalınca oradaki kutsal emanetleri alıp İstanbul’a getirdi. Eğer biz Türkler ve Müslümanlar olarak Mekke ve Medine’yi Araplara bırakmış olsaydık; yani devralan insanlar Müslümanlar olsaydı Fahrettin Paşa’nın kutsal emanetleri oradan alıp İstanbul’a getirmesine lüzum yoktu. Gâvura bırakılmaması gereken şeyler olarak onlar İstanbul’a getirildi. Bugün işte “şıkıdım şıkıdım” meclise başını örtüp gelen hacı hanım efendiler 1916 yılından sonra acaba Hac farizasının fıkhi durumu hakkında bir şey biliyorlar mı? Türkiye’de kaç kişi biliyor? 1916 yılına kadar Mekke Kalesi’nde Türk bayrağı dalgalanıyordu. Hepimiz biliyoruz ki Resül-i Ekrem ömründe bir kere haccetti. Bu ne demek? Bu şu demek, Mekke fethedilmeden yapılan tavafları Hac saymıyoruz. Yani siyasi üstünlük söz konusu olmadığı zaman, orası bir İslam beldesi değilken oranın kutsiyetinden bir şey eksildiği yok. Fakat bizim “hacı” olmamız ancak oranın bizim topraklarımız olması halinde mümkündür. Bunu düşünen tabii ki yok. Herkes gelip “hacı” olup ihale alıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1. Cihan Harbi’nin sonunda doğmuş olmasının önemi burada. 1. Cihan Harbi sonunda yani büyük birimler, Dünya Sistemi’nin rakibi olabilecek büyük birimler tasfiye edildi. Daha savaş bitmeden Rus Çarı yoktu. Savaş bittikten sonra Alman İmparatoru yoktu, Avusturya-Macaristan İmparatoru yoktu, Osmanlı İmparatoru yoktu. Savaş bittiği zaman finans hâkimiyeti ile rekabet edecek bir toplumsal değerin doğmasına fırsat vermemek dünya sisteminin birinci işi idi. Bir Rus için iki şey önemliydi: Rusya ana, Çar baba! Para için değil, bu ikisi için yaşıyordu Rus. 1917 Devrimi bu ikisini de sıfırladı. Ne Rusya ana var, ne Çar baba var. Dolayısıyla 80 küsür yıl devam eden -90 diyelim isterseniz- Sovyet düzeni doğrudan doğruya büyük Batı sermayesinin kaprislerine uygun bir işleyiş gösterdi. Rusları Batı medeniyetine rekabet edecek bir unsur olmaktan çıkardılar. Almanlar zaten kâbuslarıydı. Onu da gerçekten bir kâbus haline getiren Nasyonal Sosyalist Almanya ile tasfiye ettiler. İşte bu tasfiye meselesi önemli. Rusya 1917’de ihtilalle beraber hapı yutmuştu. Rusya’da korkulacak bir şey yoktu ama bütün dünyayı bir soğuk savaş varmış gibi kandırdılar. O kadar inandırıcı oynandı ki bu oyun, bu dramatik tiyatro; bu hepimizi tesiri altında bırakıyordu. Epik tiyatro değil... İki harp arasında dünya sistemi mutlak gücünü göstermek üzere aldatıcı cazip alanlar üretti. İlki savaş bitmeden doğan Sovyetler Birliği. İkincisi 1922 yılında doğan Faşist İtalya. Üçüncüsü 1923 yılında doğan Türkiye Cumhuriyeti. Dördüncüsü 1933 yılında doğan Üçüncü Reich. Bunların tasfiyesi, kuruluş sırasına göre olmadı. Önce Faşist İtalya tasfiye edildi. Sonra Nasyonal Sosyalist Almanya tasfiye edildi. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Sovyetler Birliği tasfiye edildi. Şu anda sıra Türkiye’dedir. İki harp arasında doğan rejimlerin tasfiyesi Dünya Sistemi’nin programındadır ve bu başından itibaren gayet akılcı yürütülüyor. Türkiye’de de hep öyle oldu. Türkiye’de insanlar dünya meselelerine nüfuz etmekte acınacak durumda oldukları için hiçbir zaman başlarına gelenin ne olduğunu anlamadı. Onun için “askeri vesayet” “darbeler” falan diye konuşuyorlar. İstiklal Marşımızın ithaf edildiği “Kahraman Ordumuz”, Türkiye’de darbeleri yapan ordu değildir. 1918 yılında İslam bir siyasi organizasyon ve bir askeri güç olarak son bulmuştu. Biz İstiklal Harbi vererek İslam’ın askeri güç olarak da, siyasi organizasyon olarak da dimdik ayakta olduğunu bütün dünyaya gösterdik. Bize dedi ki “Ne diyorsun sen bunlar böyle şeyler yapmazlar!” Bugün de insanlar “Kuruluş felsefesi” falan diye dangalakça laflar ediyorlar. Daha dün öğrendim. 1923 yılında gayrimüslimlerin devlet memuru olamayacaklarına dair kanun çıkarıldı. Kuruluş felsefesi falan… Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin en yabancı düşüncesidir. 1937 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okuyla beraber anayasaya girmiş bir kavramdır. Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laiklikle bir ünsiyet kurmuş değildir. Türkiye’de laiklik adı altında yapılan şey Yahudilik ve Hıristiyanlıktır. Başka bir şey değildir. Laiklikle alakası yoktur. Ben yazılarımda zaman zaman belirtiyorum. Louis Massignon diye bir şarkiyatçının İslam tanımı var. Fransızca “Une theocratie laique et egalitaire” “Eşitlikçi laik bir tanrı hükümranlığı” İslam’ı böyle tanımlıyor. Ne demek laik? Katolik kilisesine göre ruhban sınıfının dışında kalan Hıristiyanlara laik denir. Laikos, “halk”… Yunanca’dan gelen bir kelime. Adam “Ben Hıristiyan’ım” diyor ama papazları takmıyor. İslam düşüncesinde ruhbanlık olmadığı için Massignon kendi Katolik kafasına göre “laik” diyor. Dini konularda dini bir titri olmadığı halde etkili olan unsur laik unsurdur. Başımıza gelen meselesi önemli. Şu anda biz iki harp arası kurulmuş rejimlerin tasfiyesiyle meşgul olan bir Dünya Sistemi projesiyle muhatap haldeyiz. Bu Türkiye’de nasıl yapılabildi? Bunu anlayalım. Önümüze çok büyük bir bela çıkacak. Bu gezi eylemcileri Türkiye’deki Dünya Sistemi lehine son dönüşümü gerçekleştirecekler eğer analarından doğduklarına pişman edilmezlerse. Gezi eylemcileri aleyhine bir şey söylediği zaman AKP’liymiş gibi bir hava doğdu. Çünkü onlar Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ediyorlar falan. Hâlbuki gezi eylemcileri Türk Bayrağı yakarak başladılar işe. Böyle de bitecek. Çarşı Grubu diye Beşiktaşlılar falan var içlerinde. Bugün Beşiktaşlı insanlara sorduğun zaman kaç tanesi cevap verebilir? BJK ne demek? Beşiktaş Jimnastik Kulübü. Neden BJK? Çünkü Sultan İkinci Abdülhamid’e “Gençler spor yapmak istiyorlar, müsaadeniz var mı?” diye sorulduğunda “Yapsınlar yapsınlar. Ama futbol oynamasınlar” demiş. Onun için Beşiktaş “Jimnastik” Kulübü… Bunlar Türkiye’de oyuncuları Müslümanlardan müteşekkil ilk takım. Galatasaraylıların Fenerbahçelilerin oyuncuların tamamının değilse bile tamamına yakını gayrimüslim. Yahudi, Ermeni ve bilhassa Rum. Ama Beşiktaşlılar saray hizmetlilerinin çocukları olduğu için onlara Müslüman “Jimnastikçi”ler. Onlar sarayın arabalarıyla idman sahasına geldikleri için önce “Arabalılar” denirmiş. Fakat sonradan Beşiktaş düşmanları bunlara hakaret etmek için “Arabacılar” demiş. Beşiktaş hakkında asıl bilmemiz gereken şey, Beşiktaş’ın renklerinin neden siyah beyaz olduğudur. Çünkü Beşiktaş’ın kuruluşunda renkleri kırmızı-beyazdı. 1913 yılında Balkan Harbi çıktığında 1908’de gelen Hareket Ordusu bütün unsurlar bunlar 1912’de Osmanlı güçlerine karşı birleşip güçlü bir şekilde zafer elde ettiler. 1912’de biz bütün Avrupa topraklarımızı kaybettik. Hatta Edirne Bulgarlar tarafından işgal edildi. İşte o zaman BJK yetkilileri, oyuncuları ve taraftarları dediler ki “Matemdeyiz. Bundan sonra topraklarımızı geri alınıncaya kadar rengimiz siyahtır. Sevinç rengi olan kırmızıyı terk ediyor, matem rengi olan siyahı alıyoruz.” Öyle arka cebinde bira şişesiyle Beşiktaşlılık yapamazsınız. Eğer Beşiktaşlıysanız kaybedilmiş toprakları geri almak üzere matem yapan insanlardan biri olmanız gerekir. Değilseniz sizinki gezi eylemidir.
Sovyetler Birliği’ni en son tasfiye ettiler. Bunu tasfiye etmekle tarihin sonunun geldiğini de iddia ettiler. Kapitalizm rakipsiz kaldığı için artık tarih diye bir şey yok. Bundan sonra kıyamete kadar kapitalizm devam edecek, manasına geliyor. Aydınlanmacı Batı düşüncesinin garibanlığıyla alakalı bir şey. Çünkü kapitalizm dediğimiz düzen anti Türk bir mekanizma olarak İtalyan Site Devletleri’nde temellerini atmış bir düzendir. Kapitalizmin sonu gelecekse bu çarkın tekerlerine çomak sokulması ancak Türkiye’nin kendi iki ayağı üzerinde durması şartlarında mümkündür. Ruslar Avrupa kültürünü taklit ederek milli karakter bulmuş bir unsur. Türkler ise Avrupa’nın taklit etmek mecburiyetinde kaldığı bir düzenin banileridir. O bakımdan kapitalizmin zıtlaştığı şey olarak sosyalizmi görürseniz bu sizin üçbinyıllık dünya tarihinden tarihten çok az şey öğrendiğinizi ispat eder. Kapitalizm eğer bir mekanizmaysa bir işleyiş biçimi ise bu işleyiş biçimi doğrudan doğruya Türkiye’de adına Osmanlı Devleti de deseniz, Türkiye’de işleyen mekanizmanın yerini almak üzere onu geride, gölgede bırakmak üzere başlatılmış bir şeydir. O yüzden de kapitalizmin kendi iç çelişkileri vardır. Çünkü kapitalizm Türk düzenine karşı güç biriktirebilmek için sonunun nereye varacağını hesaplamaktan imtina ettiği bir mekanizma başlatmıştır. Ücretli emek ve Pazar için üretim. İnsanların sadece aldığı para yüzünden çalışıyor olması, sadece bu sebeple çalışıyor olması ücretli emek oluyor. Bir de Pazar için üretim. Yani satabileceğin şeyi yaparsın ancak. Bunun insanın bir ihtiyacını gidermesi bahis konusu değildir. Satabiliyorsa üretir. Daha doğrusu, ancak satabileceği şeyi üretir. O yüzden yirminci yüzyılda “sales department” dediğimiz satış bölümleri bütün işletmeyi idare eder olmuştur. Satış bölümlerinden gelen raporlar bütün mekanizmayı muayene alanına sokar. Neyi, nasıl üretecekleri, kaça mal edecekleri, bunların hepsi satış sektörünün tayininden doğar. Bu hastalıklı iş Türklerin sarsılmaz mekanizmasını hem ihata edebilmek hem de ifsad edebilmek için yapılmış bir iştir. İnsanlar İtalyan Site Devletleri’nde tabii ki finans hâkimiyeti sebebiyle para için çalışmaya başladılar. Bu daha sonra Hollanda’da bir piyasa düzenine dönüştü. Paranın değer kazanmasıyla başarının ölçülebildiği bir düzene kavuştu. Londra’da dünya hâkimiyeti ile piyasa hâkimiyetinin aynı şey olduğu fikrinde birleşti. Wall Street’e taşındığı zaman da artık paranın zorbalığı haline geldi. Henüz Londra’dayken dünya hâkimiyetiyle piyasa eş anlamlıydı. Ama Wall Street’e geldiği zaman dünya hâkimiyeti zaten çantada keklikti. Asıl mesele paranın her şeyi yaptırabilmesi, daha doğrusu parasız hiçbir şeyin yapılamaması…
Türkiye de bu durumdan birinci derecede etkileniyor. Biz tabii ki dünyada bileğinin hakkıyla devlet kurmuş tek milletiz. Bunu hem bu toprakları darül İslam haline getirirken yaptık hem de İstiklal Harbi’yle yaptık. Ama dolma yutmayalım. Dünya Sistemi dediğimiz finans hâkimiyeti Ankara’yı Atina karşısında tercih ederken Büyük Yunanistan’ın kurulması halinde Avrupa’nın karşılaşacağı zorlukların aşılamaz zorluklar olduğunu bildi ve unutmadı. Ankara’yı Atina’ya tercih ettiyse Dünya Sistemi, bu Ankara’dakileri Atina’dakilerden daha kolay kontrol edebilmesi ve bunları iğdiş etmenin öbürlerinden daha kolay olması. Aldıkları sonuç da mükemmeldir. Bugün Türkiye dünyanın parmak ısırtacak başarılarını gösterebilecek bir ülkesi olabileceği halde nal toplayan bir ülke olmuştur. Hala milli gelir şu çıkacak falan. Bunların hepsini ekonomik ölçeklerle tartışabiliriz. Dangalakça şeyler. Mesela dünyada işsizlik rakamları veriyorlar. Seks işçisi diye bir kavram var bunun içinde. Bir orospu işsiz değil onlara göre! Bu ekonomik veriler falan Dünya Sistemi’nin hem ayakta durması hem de etkileyici bir şekilde işlemesi için göz boyama rakamlarıdır. Türkiye’de işsizlik azalıyor! Adama soruyorsun “Ne iş yapıyorsunuz?” “Firmalara promosyon üretiyoruz” Bu iş mi? Ne yapıyorsun sen? “Bir firma promosyon isterse bunlara başvuruyormuş. Bunlar da takvim, ajanda, çakı, kalemtraş temin ediyormuş. Bu iş mi oldu? Reklam sektöründe çalışan insana “İş bulmuş” diyoruz. Hem de diğerlerinden çok daha fazla para kazanan bir iş! Yani ekonomik iyileşme dedikleri şey acaba neyin ifadesi? Onu hiç kimse düşünmeden “Aaa! Ekonomi çok iyi gidiyor!” Ekonominin her tarafı iyi olsa ne olur.
Bizim ülke olarak başımıza ne geldiğini bilmemiz ve bundan kurtulmanın yolunu bulmamız gerekiyor. Marmaray ve Boğaz üzerindeki köprüler. Türkiye’yi birleştirmiş midir yoksa Türkiye’yi sıfırlamış mıdır? Biz nasıl Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının tasarrufunda uluslararası birtakım mecburiyetler altına girmişsek köprüler ve Marmaray sebebiyle bunun beş mislinin altına girmiş durumdayız. Türkiye’yi kontrol etmek isteyenler… Aptal aptal diyorlar ki “Londra’yla Pekin’i birleştiriyormuş!” Londra’dan Pekin’e kadar olan bütün ülkeler senin yatağında demektir bu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken Devletler Hukuku dersinde ilk konumuz “Devletler Hukuku olabilir mi?”ydi. Bir hukukun işlemesi için bir otoritenin sözünü dinletebilmesi lazım. Polis yakalayacak, hâkim karar verecek falan. Bu olmadan hukuk işlemez. Devletler Hukuku’nda böyle bir otorite var mı? Bastıran alıyor! Ancak en güçlü olana yaranabilirsen senin kadar güçsüz olanı tepeleyebilirsin. Böyle bir şey. Dolayısıyla bir ülkenin elinde hangi koz var, buna bakılır. Türkiye’yi haritadan silmek için ilk başardıkları şey ki bunu 1970’li yıllarda başardılar; kendini besleyebilen bir ülke olmaktan çıkardılar. Bu, elimizde, millet olarak en büyük gücümüzdür. “Ne yaparsanız yapın biz karnımızı doyururuz” diyebildiğin zaman herhangi bir yabancı dayatmaya karşı durabiliyordun. 1970’li yıllarda bu özelliğimizi yok ettiler. Türkiye buğday ithal eden bir ülke oldu. Dolayısıyla bir ülke ne bakımdan güçlüdür? Amerika Birleşik Devletleri ne bakımdan güçlüdür? Çok büyük bir milli pazarı olduğu için. Dünya yıkılsa Amerika’nın umurunda değildir. Çünkü o kaç eyaletse, bir şekilde federal idareyle hem açlıktan hem de sefaletten kendini arındırabilir. Ama Amerika iç pazarıyla mı ayakta duruyor? Hayır, bu bir koz. Amerika bütün dünyayı yiyerek yaşıyor. Dünyada üretilen her şeyi! Benim gençliğinde, 1960’larda yüzde kırkını ABD tüketiyor. Bugün belki yüzde yetmişe varmıştır. Bugün dünyada üretilen her şeyin belki de yüzde yetmişini ABD tüketiyor. Dünyayı yiyen bir ülke orası. İthalat raporları düzenliyorlar. Mesela Çinliler Yozgat yemenisi ve Hereke halısı satıyorlar Amerika’ya! Çinliler! Çünkü Amerikalılar standartlarını tespit etmiş, bunlar da yapıyor. Amerika’da kim alıyorsa? Ermeniler alıyordur herhalde.
İki bela arasında sıkışmış durumdayız Türkiye olarak. Birincisi, Türkiye kökenli gayrimüslimlerin dünyadaki finans odakları ile olan münasebeti. Bunlar ellerindeki para gücünü Türkiye’deki siyasi kararların oluşumunda kullanıyorlar. Türkiye’de de içeriden buna olan destek insanların dünyada makbul sayılan şeylere heves etmeleridir. İmam Hatip mektebinde okuyan çocuk geliyor diyor ki “Ben rejisör olmak istiyorum” Dünyanın en iyi rejisörü olsan ne yazar? Ama İmam Hatip’te okuyan çocuğun kafasında rejisör olmak var. Türkiye’yi büyük güç odakları tarafından kontrol altına almak isteyenler buradan bu kontrole hizmet edebilecek insanlarla temas kuruyorlar. “Abi beni en büyük rejisör yap, Türkiye’nin neresini alırsan al” diyor. Netice itibariyle bu noktaya geldik. Bana Bursa’da kitap imzalatırken başörtülü bir kız bundan on sene önce, yani 2001’den sonra, uçaklar kulelere çarptıktan sonra ağlamaklı bir sesle “Çok kötü oldu! New York benim Medine’m! Ben oraya hicret etmek istiyordum, şimdi işler ters döndü!” dedi. Şunu söylemeye çalışıyorum. Bir siyasi sonuç elde edebilmek için iki şeyin birleşmesi lazım. Yapmak isteyenle artık yapamayan… Aşağıdan yapmak isteyenler yükselecek, yukarıda yapamayanlar yapacak! İşte bu Türkiye’de oluyor. Dünyada Ermeni diasporasının önemli güç alanları var. Dünyada Yunan sermayesinin önemli güç alanları var. Yahudileri hiç söz etmiyoruz. Onların zaten olmadıkları yer yok. Bütün bunlar Osmanlı Devleti’nin bir dönem dünyanın en parlak yaşama alanı olması yüzünden çoğu bu topraklardan çıkma insanlardır. Dolayısıyla bu toprakların kaderine onlar bir şekilde bağlıdırlar. Büyük Britanya’nın çok meşhur başbakanlarından biri, Benjamen Disraeli, İstanbul kökenli bir Yahudi aileden geliyor. Fidel Kastro’nun İstanbul’da akrabaları var mesela. Türkiye bu şekilde dünyada bugün bir mekanizmanın işlemesini temine den eller varsa o ellerin kolları buralar. Bir şekilde buradan çıkma insanlar. Kıyıdan, köşeden… Dolayısıyla yarın bir gün Türkiye’nin yeni bir şekle bürünmesi söz konusu olduğunda bu içeriden heveslenenlerle bu dışarıdan tatbik edenler bir konsensüs yaratacaklar. Buna karşı bir şey yapılabilir mi? Yapmak isteyen var mı? Bugün bir oylama yapsak, Türkiye’de “Andımız”ın kaldırılmasını onaylayanların sayısı, kaldırılmasını istemeyenlerden çok çıkacak. İnsanlar “Seksen yıldır söylenen laf artık söylenmesin” diyor. Birileri de bunu göğüslerini kabarta kabarta söylüyor.
İnsanlar bu ülkenin değerlerinin ne olduğu konusunda bir fikre sahipler mi? Bence değiller. Çünkü değer bilmek için değerli olmak lazım. Bizim de en kolay zarar verilen müessesemiz eğitim alanındaydı. Biz Türkiye’de bir parlak gelecek beklemediğimiz için buna uygun hazırlıklar yapmadık. Milli Eğitim’imiz daha Osmanlı çökmeden Amerikalıların elindeydi. Cumhuriyet’le birlikte bu katlanarak devam etti. Onlar da Türk mekteplerinden nasıl insanlar çıkması gerektiği konusunda şuurlu davranıyorlar, kendi menfaatlerine uygun hareket ediyorlar. John Dewey diye dünyada çok iyi bilinen -bence bir filozof değil ama- bir filozof, bizim milli eğitimimiz hakkında karar veren insanlardan biridir. Türkiye’ye geldiği söylenir. Mesela talimat veriyor Dewey, “Uzman yetiştirmeyin, genel kültür seviyesinde kalsınlar.” Uzman yetiştiği takdirde başlarına bela olacak. Bugün Türkiye’de benim aklımdan ve kalbimden silemediğim iki olay var. Biri, altı fizikçimizin uçak kazası süsüyle öldürülmesi ve Aselsan’daki intihar süsü verilen cinayetler. Adamlar o kadar korkuyorlar ki bu altı fizikçi namaz kılan, oruç tutan adamlar değiller. Ama Türkiye söz konusu olduğunda belli ki onların adamlarına pirinç ayıklatacak insanlardı. Yoksa bir şey yapmıyor ki Türkiye. AKP bu konudaki günahını hiçbir zaman temizleyemez. Aselsan’daki elektronik alandaki mühendislerimizin bazıları Türk uçaklarının Amerikan ve İsrail uçaklarını düşman olarak algılayabilecek şekilde dizaynında çalıştıkları için öldürüldüler. Türkiye’de Hava Kuvvetleri’ndeki uçaklar Amerikan ve İsrail uçaklarını düşman olarak algılayamıyor elektronik bakımdan. Algılayabilmelerini temin etmek üzere çalışan insanlar da öldürüldüler. Bunun ne manası var. Biz bu ülkede niçin yaşıyoruz ve bu ülkenin neleriyiz? Bitki örtüsü bile değiliz. Çünkü zeytin ağaçlarımızı kesip villa yapıyoruz! İnsanların nerelerine hitap etmek gerekir bilmiyorum. Dünyada belli bir kaliteyi tutturmuş insanların hepsi bilir. Turizm denilen şey bir kolonyalizm türüdür. Ne demek kolonyalizm? Merkezi, metropolü bir yerde olan unsur belli yaşama bölgeleri üretir uzaklarda. Mesela Rus kolonisi vardır. Yirmibin Rus gidip yerleşmiştir, Rus kolonisi olmuştur orası. Kazakistan’ın nüfusunun yüzde yirmisi Rus mesela. Turizmin bir kolonyalizm türü olduğunu anlayamamak bir bilgisizlik sayılabilir. Fakat pekâlâ anlayıp da bundan menfaat temin etmek de ahlakla alakalı bir şeydir. Ne var yani? Türkiye de koloni oluversin diyebilir bazıları. Ben bir doktora talebesiyle karşılaştım, dedi ki “Keşke sömürge olsaydık bir zamanla. Hiç olmazsa bir yabancı dili doğru dürüst konuşabilirdik.” Bu insanlara bir şey söyleyemem ben. Bu bir. Turizmin kolonyalizmin bir türü olduğunu fark etmek esaslı bir şey. İkincisi de özellikle 1945 yılından itibaren dünyada çok aktif bir insan hakları emperyalizminin yürürlükte olduğudur. İnsan hakları dediğimiz şey belli bir insan tipinin dünyanın her yerinde rahat etmesi için üretilmiş ölçülerdir. Bu belli insan tipinin ne olduğunu biraz kafanızı çalıştırın anlarsınız. Dolayısıyla insan hakları üzerinden bu insan tipinin bütün fonksiyonları yüksek derecelere çıkarılmış oldu. Ve Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike budur. Onun için örtünmek bir demokratik hak değil, bir İslami vecibedir. Bahriye Üçok başörtülü kızlara bakarak “Boşuna gayret, boşuna gayret! Bu sizinki ancak ev içi kıyafet!” derdi. Kızlar başörtüsünü savundukları zaman “Siz zaten İslami ölçülere göre yüzünüzü göstererek dışarı çıkamazsınız ki! Bu ev içi kıyafettir. Ev içinde namahrem varsa böyle giyinebilirsiniz” Esas olan hür ve namuslu kadınlar örtünürler, tesettüre uyarlar. Bir kadının kim olduğunun belli olmaması esastır. Dışarıda “Filanca kadın geçiyor” diye işaretle de olsa anlaşılıyorsa o kadın örtünmüş sayılmaz. Örtünmesi, onun kim olduğunun belli olmaması içindir. Diyeceksiniz ki “Böyle şeylerle mi uğraşacağız? Bizi bindörtyüz sene geriye mi götüreceksin?” Keşke götürebilsek. Hiç olmazsa insanlığımızı hatırlardık. Bugün Türkiye’de bir kadının başını örtmesi demek bir siyasi iddiayı savunuyor olması demektir. “Ben Müslümanların üstünlüğünü herkese kabul ettirmek istiyorum” dediği için bir kadın başını örter. “Ben Müslüman kadınlardan daha üstün bir kadın olmadığını size gösteriyorum” demek için başörtüsü bir mana taşır. Yoksa “Başı açık kadınlara şu hakları tanıyorsunuz, başı örtülü kadınlara niye tanımıyorsunuz?” dediğiniz zaman hizmetçi oldunuz demektir. O başı açık kadınların hizmetine girdiniz demektir. Çünkü eğer bir şey başı açık kadın olarak yapılabiliyorsa kâfirlere yarayan bir şey yapılıyor demektir. Üniversitelerden kızları başları örtülü olduğu için atmaları anormal bir şeydir. Asıl üniversiteler bu kızlara “Siz başınızı açsanız bile biz sizi üniversiteden atıyoruz” demeleri gerekirdi. “Siz İslam’ı öyle yaşıyorsunuz ki, başınızı açsanız bile biz sizi talebe olarak kabul etmiyoruz” demeliydi üniversiteler. Anlatabiliyor muyum? Anlatamasam da söylemiş olayım. Kızların başörtüsü yüzünden haksızlığa uğramaları… Peki Müslüman erkekler yok mu o üniversitelerde? Onlar erkek oldukları için derslere girebiliyorlar, çünkü başları açık! Böyle bir şey olur mu? Mantıksız. Demek birtakım seviyesiz insanların İslami talepler ileri sürmemeleri için “Müslümanım” diyen insanları aşağılamaları ile meşgul oluyoruz. Hamdolsun Allah bana iki kız evlat verdi. Onlar da babalarının yüzünü kara çıkarmadı hiçbir bakımdan. Üniversite imtihanı için “Onlar beni istemiyorsa ben onları hiç istemiyorum” dedi, imtihana bile girmedi. Sonradan Güney Afrika Birliği’nde Linguistik ve Latince bölümünü bitirdi. Uzaktan eğitimle. Yani öyle aklı hiçbir şeye ermez zavallı değildi.
Bizim İstiklal Marşı Derneği’nin son ocak olması, tüten son ocak olması İstiklal Marşı’nın yazılış gayesine uygun bir faaliyeti göstermesiyle mümkün. Bu acaba bir mana taşıyor mu? İstiklal Marşı bugün “Andımız”ın kaldırılmasıyla başlayan süreç içerisinde, 2007’de İstiklal Marşı Derneği kurulmamış olsaydı, gündemde o da olurdu. İstiklal Marşı’na bulaşamıyorlar. Bulaştıkları takdirde çok hüsrana uğrayacakları kesin. Çünkü İstiklal Marşı herhangi bir milli marş değildir. İstiklal Marşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından milli marş olarak kabul edilmiş bir metindir. Dolayısıyla kanun hükmündedir. Meclisin onayından geçmiş bir şeydir. Anayasa gibidir. O yüzden İstiklal Marşı’nın lafzı ve ruhu itibariyle önce kavranması, akabinde onun planı çerçevesinde bir işin kotarılması son ocak vasfını taşıdığını bize anlatacak. Sönüp sönmeyeceği meselesi de dünya konjonktürüyle alakalı bir şey. Dünya bugün, iki dünya savaşının aldığı sonuçların uzantısını idrak ediyor. Bizzat yerkürenin kendisinin mahvı aleyhine bir şey yapılabilecekse bu İstiklal Marşı Derneği’nin de sönmezliğiyle alakalı bir şeydir. Biliyorsunuz, tarihi galipler yazar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri bizi bugün belli bir düzene hapsetmiş durumdadırlar. Biz önce bu hapisten zihnen kurtulmak zorundayız. İfade imkânlarımız bakımından bugün dünyada kendini iyi hissetmeyen insanlara kendilerini iyi hissetmelerine vesile olacak bir meram ortaya çıkaramazsak sönmez ocaklığımız kalmaz. İstiklal Marşı Derneği’nin sönmez ocak vasfı doğrudan doğruya dünyaya hitap edebilme gücüdür. Bu bakımdan da tabii ki yazıyla başladığımız işi bir yere taşıyabilmemiz lazım.
2 Kasım 2013, İzmir
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısını Kocaeli Kitap Fuarı’nda imzaladı.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 22 Mayıs 2010 günü Kayseri’de “Ne Bahar Kaldı Ne Gül” başlıklı bir konferans verdi.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, Kırıkkale'de 10 Nisan 2010 tarihinde “Hududu Aşmak, Hududu Korumak” başlıklı bir konuşma yaptı.
Adana Şubemizin açılışının ardınan Genel Başkanımız İsmet Özel'in yaptığı "Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir" başlıklı konuşmanın metni
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 19 Mart 2011 tarihinde Bayrampaşa’da “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de verdiği “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferansın metni.
Genel Başkanımız İsmet Özel, 16.05.2010 Pazar günü Kocaeli Kitap Fuarında "Boştan Almak, Doluya Koymak" başlıklı bir konuşma yaptı.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 25 Ağustos 2011 Perşembe günü akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezinde "OF NOT BEING A JEW" kitabı ile ilgili yaptığı konuşma.