DARÜL İSLÂM'DA EMNİYET MÜSLÜMANLARA, KORKU KAFİRLERE AİTTİR

İstiklâl Marşı Derneği’nin Sekizinci Sene-i Devriyesi münasebetiyle tertip ettiği “Darü'l-İslâm Nedir, Ne Olmalıdır? Misak-ı Milli Ne İdi, Ne Oldu?” adlı panelde İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı şair İsmet Özel, İstiklâl Marşı Derneği’nin, İstiklâl Marşı ne için yazıldı ise aynı amaçla kurulmuş olduğunu hatırlatarak, bugün insanların İstiklâl Marşı Derneği’ne bigâne kalışlarının İstiklâl Marşı’nın yazılmış olmasına bigâne kalışlarıyla irtibatlı olduğunu ifade etti. İnsanların ülke olarak Türkiye’nin ve millet olarak Türk Milleti’nin devamıyla alâkadar olmadıklarını ekleyen Genel Başkan İsmet Özel bunun ispatının İstanbul Boğazı üzerinde gerçekleştirilen ameliyeler olduğunu söyledi. Bunlardan birincisi olup 1974’te açılan Boğaz Köprüsü’nün yapıldığı sıralarda buna karşı çıkanlar olduğunu ve okuryazar kimseler arasında bu köprünün yapılmasını destekleyen kimsenin bulunmadığını hatırlatan Genel Başkan İsmet Özel, ancak karşı çıkanların da köprünün niçin yapılmaması gerektiği hususunda esaslı bir fikirleri olmadığını ifade etti. “Şimdi Türkiye’yi idare ediyormuş gibi yapan zevat Boğaz’ın altından geçecek üç katlı tüp geçişi inşası dolayısıyla iftihar ediyorlar ve kimsenin bunları bu iftihardan alıkoymaya niyeti yok!” diyen Genel Başkan İsmet Özel, Mehmet Ali Birand’ın söylediği “Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke!” sözünün mevcut uygulamaya esas teşkil ettiğine dikkat çekti. Türkiye’nin Türklere bırakılmayışının en etkili yolunun Türk Milleti için Boğazlar üzerinde sıfır hâkimiyet olduğunu, Boğazlar üzerinde hâkimiyetin söz konusu olmamasının Türkiye üzerinde hâkimiyetin mevcut olmaması anlamına geldiğini dile getirdi. “Türkiye Avrupa’dan tamamen yok edilemedi. Türkiye’nin Avrupa kıtası olarak bilinen yerlerde toprakları var. Çünkü Balkan Harbi’nde Bulgarların Selimiye’ye postalları ile girmeleri millî vicdanı öyle sızlattı ki Edirne’yi gâvura veren kimse Türkiye’de yönetici olamayacaktı. Onun için Almanlar Enver Paşa’yı Edirne Fatihi yaparak yönetime taşıdılar. Mustafa Kemal de Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Gazi ve Münci unvanlarını Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden talep etti ve Meclis de bunu kabul etti. Türk Milleti’nin başında bulunabilmek için kâfiri tepelemiş olmak, böyle kabul edilmek şarttır. Bu ister Edirne Fatihi olmak suretiyle, ister Sakarya Meydan Muharebesi’nde Başkomutanlık mevkiini işgal etmek suretiyle olsun.”

AKP İKTİDARI İLE KUR’AN’DAN KOPARILDIK

Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiirine müracaat ettiğimizde bu vatanın sahibinin ölüler olduğunu anlayabileceğimizi söyleyen Genel Başkan İsmet Özel, şunları söyledi: “Biz de bunu maalmemnuniye kabul ediyor ve diyoruz ki birisi bu vatanı birilerine pazarlamak istiyorsa bunun için önce sahiplerinden icazet alsın. ‘Tamam, verebilirsiniz arkadaş!’ diyorlarsa o zaman olur o iş!” Genel Başkan İsmet Özel konuşmasının devamında şöyle dedi: “Türklerin herkesin başına belâ olduğu bir vakıadır. Onun için Gladstone ‘Bunların elinden Kur’an’larını almadıkça mağlup edemeyiz.’ dedi ve o bu lafı söyledikten sonra da sistemli, planlı olarak bizi Kur’an’dan koparma politikası yürütüldü. AKP iktidarıyla bu sonucu aldılar. Biz AKP iktidarı ile Kur’an’dan koptuk. Çünkü adam ne diyor? ‘Bizi kabul etmezseniz, Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri yapar yolumuza devam ederiz!’ Bundan kaç sene önce söyledi bunu değil mi? Bu Kur’an’ı hiçe saymak, Kur’an’la savaşmaktır!”

SÜLEYMAN ŞAH OPERASYONU BİR DANGALAKLIK VE ALÇAKLIKTIR

“1918 senesinde bu yaşadığımız topraklarda can ve mal emniyeti bakımından en tehlikeli yer Türk Bayrağı’nın altıydı. Herkes, istisnasız herkes Yunan, İngiliz, İtalyan, Fransız ve en garantilisi Amerikan bayrağı altında selâmet arıyordu. Herkes! Hangi makamda hangi servet seviyesinde olursa olsun. Ama Allah mü’minlerin duasını kabul etti ve Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra bu topraklarda can ve mal emniyeti bakımından en güvenilir yer Türk Bayrağı’nın altı oldu. 1921’den sonra. Biz 1920’de Ermeni ve Fransız kuvvetlerini Maraş, Urfa, Antep sınırları dışına attık. Ama Sakarya Meydan Muharebesi’ni Türkler kazanınca bizimle anlaşma masasına oturmaya mecbur kaldılar. ‘Zorla bunların ellerinden topraklarını alamayacağız!’ Ondan sonra Güney sınırımız tespit edildi. Güney sınırımız sanıldığı gibi cetvelle çizilmedi. Güney sınırımız 1921’de Fransızlarla yaptığımız anlaşmayla, petrol kuyuları Türkiye’de kalmayacak şekilde çizildi. Oradaki bütün kıvrımlar petrol kuyularının olduğu yerlerdir. Türkiye’nin içine doğru olan yerler. Ama son zamanlarda Süleyman Şah Operasyonu diye bir dangalaklıkla ve alçaklıkla karşı karşıya kaldık. Çünkü Lozan’da Süleyman Şah Türbesi Misak-ı Milli’nin gerçek sınırını işaret etmek üzere konulmuştu. Gâvurlar petrolü bize bırakmamak için Misak-ı Milli’den daha dar bir alana bizi ittiler. Ama bizim Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanmak suretiyle Misak-ı Milli’den vazgeçmediğimizi yüzlerine vurmamız, Süleyman Şah Türbesi’nin kabulüne sebep oldu. ‘Aslında sizin sınırınız buradan geçiyor!’ demekti o.” 

“Şu anda Türkiye Dünya Sistemi’nin problemli bir alanı olarak duruyor. Bunun maddî, bariz hatta malî bir hali var. Hepimizin bildiği şey şu: Türkiye en az otuz senedir sıcak parayla ayakta duruyor. Ne demek bu? Türkiye’ye Türkiye’nin kazanmadığı, Türkiye’de yapılan iktisadî faaliyetin hâsılatı olmayan bir para pompalanıyor. Türkiye’de insanlar günlük hayatlarını başkalarının onlara lütfettiği parayla devam ettiriyorlar. Şimdi AKP iktidarı Türkiye’de refah seviyesinin yükseldiği iddiasıyla taraftar toplamaya çalışıyor. Evet, şu anda Türkiye’de insanların hayat standardı yükselmiş gibi görünüyor. Ama bu kendilerinin olmayan bir parayla sağlanmış bir şey. Nasıl Almanya ile Yunanistan arasında bir problem çıktı? Alman bankaları dediler ki, ‘Verin paramızı geri!’ Yunanlılar da hâlâ vermediler. Ama Türkiye’de bu iş nasıl olacak? İçinde bulunduğumuz milâdî yılda, hangi ayında olacak bilmiyorum, hele Nisan gelsin, Ermeni soykırımı meselesi dolayısıyla neler olacak? Şu anda Ermeni diasporasının Türkiye’de hangi alanlara tahakküm ettiği konusu hiç kimsenin bildiği bir şey değil. Yunan malî gücünün de Türkiye’de kapsadığı alanı kimse bilmiyor. Bütün bunların siyasî sonuçları olacak. Türkiye’de insanlar karar vermek zorunda kalacaklar. Bazı malî imkânlarından mahrum mu kalacaklar yoksa bunlar daha da iyileşerek siyasî birtakım şeylere razı mı olacaklar? Yıllar öncesinden Ermeniler dediler ki siz şu soykırımı kabul edin, özür dilemeyi de kabul edin, tazminat da verin tabii, bunun mukabili toprak talebimizi geri alacağız dediler. Buna benzer şeyler. Bu talepler ileri sürüldüğü zaman Türkiye’de bunlara itiraz eden olacak mı? İstanbul’un bir beynelmilel bir şehir haline gelmesi, Boğazlar’da uluslararası bir otoritenin, belki BM’nin yeni bir teşkilat çalıştırması. Kurulacak Kürdistan’a Suriye’den, Irak’tan, İran’dan olduğu gibi Türkiye’den de bir miktar saha tahsis edilmesi gibi şeyler insanların refahlarını korumak için razı olacakları şeyler. ‘Tamam benim ticarethanem beş misli büyüyecek, Türkiye olmayıversin!’ İnsanlar buna razı olacak hale getirildiler.” 

“Darü’l-İslâm ‘temel’ bir mesele. Misak-ı Milli de binanın kendisi. Çünkü kala kala bu kadarı kaldı. Bu biraz da tahrip edilmiş bir bina. Hatta harabe denilebilir. Temel aşağıda duruyor fakat biz yıkılmış bir yerde oturuyoruz. Neden böyle oldu? Onu anlamamız lazım. Ama anlamak istiyor muyuz? Böyle şeylerle uğraşmasak olmaz mı? Zaten dünyada bir şeyler yürüyor, biz de içinde dönüp duruyoruz. Bu işleri karıştırmasak, rahatımıza baksak, evimiz ve arabamızla uğraşsak? Mantıklı değil mi? Mantıklı. Ama biz mantık dışı bir şeyden bahsediyoruz. Mantıklı olmayan, mantığa sığmayan bir şeyden bahsediyoruz.”

“Misak-ı Milli sınır meselesi değildir, milletin ahdidir, milletin sözleşmesidir, milletin yeminidir. Türk Milleti Meclis-i Mebusan’ın son toplantısında Misak-ı Milli kararı almış ve dağılmıştır. Ankara yönetimi Misak-ı Milli’yi bir yük olarak kabul etti. Aslında İstanbul’daki Meclis-i Mebusan bunu hak olarak ileri sürdü.”

Konya Şubesi’nden Muammer Parlar panelin birinci celsesinde yaptığı konuşmada hususen Darü’l-İslâm’ın İslâm fıkhında ne şekilde tespit edildiği ve bu hususta hangi görüşlerin serdedildiğine dair izahatlarda bulunduğu konuşmasında, “Bugün gündelik hayatımıza müdahale edecek kadar cesamete ulaşmış, hükmünün mutlaklığını dayatmış bir dünya sistemiyle yüzyüzeyiz. Sistem her gün alan kazanan bir sistem. Dünya sisteminin kendine mahsus işleyişi ve hâkimiyetini mutlaklaştırmada aldığı mesafeye rağmen Türkiye’nin kendi gücünü, Türk Milleti’nin inisiyatifini göz önüne almamız lazım.” diyen Muammer Parlar sözlerine şöyle devam etti: “Bütün bu inisiyatif teşebbüslerine rağmen Türkiye hiçbir zaman kendi gücüne dayanarak başkasına meydan okuyacak bir bütünlüğe, bir kenetlenmeye ulaşamadı, inisiyatifi ele alamadı. Bu olup bitenlere rağmen bu topraklar Darü’l-İslâm kalabilir mi, vatan kalabilir mi? Bu ikisi aynı anlama gelir. Bu ülke İslâm ülkesi olmadıkça vatan kalamayacaktır. Şayet Türkiye’de Müslümanların sözü geçmiyorsa, Müslümanlar birinci sınıf insan sayılmıyorsa Türkiye’nin vatan sayılmasına imkân yoktur. Türkiye Müslümanların bu topraklarda birinci sınıf insan sayılmaları, insan olmaları sebebiyle vatan oldu. Her ne kadar Türkiye’nin İslâmî bir görüntüsü varsa, ama ancak gerçekte gayr-i İslâmî esasların her hareketi yönlendirdiği biliniyor ve uygulanıyorsa tabii ki sahici olan kazanacaktır. Türkiye kendi gücüne dayanarak bir ufuk tespit eder, inisiyatifi ele alır, bir kenetlenmeye gidebilirse dünya sisteminin mutlaklığını aşabilir. Türkiye’de İslâm hükmü devam etmedikçe bu toprakların vatan kalmasına da bizlerin millet olmasına da imkân yoktur.” 

İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Durmuş Küçükşakalak, konuşmasında “İslâm Dünyası diye bir dünya, İslâm Ülkeleri diye bir ülkeler grubu yoktur” diyerek, harita üzerinde, dünyada XV. asırda başlamış olan müstemlekeciliğin bugüne geliş seyrini gösterdi. “Müstemlekeleşme vetiresinin dünyanın hemen her yerini kaplayıp son hali itibariyle şekillendirdiği dünya siyasî haritasında sadece üç ülkenin bu müstemlekeleşme seyrine dâhil olmayan hususî bir mevkii tuttuğunu; bunlardan İran’ın Şiilik sebebiyle Hıristiyan dünyası ile olan uzlaşmasına ve Afganistan’ın pek çok defalar İngiliz, Rus ve Amerikan işgallerine maruz kalışına dair hakikatler ortaya konulduğu takdirde, sadece Türkiye’nin Darü’l-İslâm oluşundan bu yana Türkiye toprakları olarak mevcudiyetini muhafaza edegeldiğini…” ifade eden Durmuş Küçükşakalak, “bu tarihî esasların bir kenara bırakılarak Türkiye’de Darü’l-İslâm mevzuunun anlamsız ve gereksiz tartışmalarla doldurulduğunu” söyledi. Darü’l-İslâm’ın esaslarının, Rasûlullah’ın Medenî hayatıyla, Medine kıstaslarıyla tespit edilmesi gerektiğini ifade eden Durmuş Küçükşakalak, şunları söyledi: “Rasûlullah’ın Medenî hayatı cihada endeksli bir hayattır. 10 yıllık Medine döneminde 27 gazve, 38 seriyye vardır. 12. ayında ilk gazvesine çıkmıştır Rasûlullah. Dolayısıyla 9 senelik zaman dilinde 27 gazve ve 38 seriyye demek tamamen, her şeyiyle, siyasetiyle, ekonomik yapısıyla, içtimaî ilişkileriyle, ailevî ilişkileriyle cihada endeksli bir toplum anlamına gelir.” 

İstanbul Şubesi’nden Yahya Çiftçi konuşmasında Misak-ı Milli’den bahseden gerek okul kitaplarında ve gerekse diğer kaynaklarda Misak-ı Milli’nin çarpıtıldığını izah ederek Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizlerin sulh yapacakları ve güvenebilecekleri bir siyasî otorite tesis etmek üzere Ankara yönetiminin mevcudiyetini destekleyen ve öne çıkaran manevralar yürüttüğünü ifade etti. Ankara yönetiminin de Türk toprakları üzerinde otorite kurmuş bulunduklarını İngilizlere göstermeye çalışmalarını ve bunu temin edebilmek uğrunda Misak-ı Milli’yi terk edecek bir siyaset güttüğünü tarihî örnekleriyle izah eden Yahya Çiftçi, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında Başkumandan olarak Mustafa Kemal’in ricat emri verişinin, Ankara’daki idare merkezini Kayseri’ye taşıma hazırlıklarına başlanışının, Mareşal Fevzi Çakmak’ın cepheden gönderdiği itirazla durdurulabildiğini söyledi. Buna mümasil olarak Mustafa Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi sonrasındaki siyasî pozisyonunun, Misak-ı Milli’yi tahakkuk ettirmek isteyenlerin baskılarına karşı daima bir savunma pozisyonu olduğunu, Ankara yönetiminin birçok avantaj elde edebildiği günlerde dahi “barışçı” tavrını korumak hususundaki hassasiyetinin Misak-ı Milli’nin tahakkukuna mâni olduğunu dile getirdi.  

İstanbul Şubesi Sekreteri Gökhan Göbel, Misak-ı Milli’nin Mondros Mütarekesi dâhilinde ve haricinde kalan toprakları ihata eden bir vatana işaret ettiğini hatırlatarak, tarih kitaplarında “haricinde” ibaresinin gölgelenmiş olmasından bahsettiği konuşmasında şunları söyledi: “Mondros Mütarekesi dâhilinde Türk toprağı olan yerler Misak-ı Milli’de Türk toprağı sayılmıştır. Bu söylenmesine rağmen, Kemalistler olsun veya İslâmcılar olsun, her çeşit insan ‘dâhilinde’ ibaresinde anlaşabiliyor olmalarına rağmen, Fahreddin Paşa’nın ve Mehmetçiklerin Medine’yi 1919 yılında terk ettiği ve bu sebeple Medine’nin Misak-ı Milli dâhilinde olduğunu söylemezler. Mekke 1916 yılında terk edildi. Fakat Medine 1919 yılında terk edildi. Fahreddin Paşa dinlemedi Mondros’u. Aynı Musul gibi. 30 Ekim 1918’de Musul’da Türk askeri bulunduğu için Musul’un Misak-ı Milli dâhilinde olduğu söyleniyor. 1919’da, Mütareke’den çok sonra da Fahreddin Paşa ve Mehmetçikleri Medine’deydi. Medine’nin de Misak-ı Milli dâhilinde olduğu, söylenen bir şey olmadı. Misak-ı Milli’den çıkardıkları ‘haricinde’ kısmını da hesaba katarsak Mekke de buna dâhildir. Birinci Meclis’te mebus iken öldürülen Ali Şükrü Bey’in Misak-ı Milli dâhilinde Mekke ve Medine’nin de bulunduğunu söylemişti.” Gökhan Göbel, Batum’daki Müslümanların ve Batı Trakya’daki Müslümanların kendilerini uzun yıllar boyunca Türkiye’den sayma ısrarını ve Türkiye’ye dahil olma inançlarını koruduklarını, ancak bu hususun Türkiye’yi idare eden zevatın ihanetiyle tahrip edildiğini anlattı.

15 Mart 2015, İstanbul