İstiklâl Takvimimizin 1445 senesine ait nüshasının neşrolunması münasebeti ile tertip edilen "O Benim Milletimin Yıldızıdır, Parlayacak" paneli 4 Muharrem 1445 (22 Temmuz 2023) Cumartesi günü İstanbul'da yapıldı.
Teşrik tekbiri, salat-i ümmiye ve İstiklâl Marşı'nın 10 kıtasının okunmasının ardından İstiklâl Korosu bir konser verdi.
Panelde Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak, İkinci Başkanımız Gökhan Göbel ve İstanbul Şubesi Sekreteri Yusuf Ay konuşmalarını yaptı.
Durmuş Küçükşakalak:
Selamun aleyküm;
1445inci İslâm yılına girdik, aynı zamanda 2023üncü Hıristiyan yılının yarısını geçtik. “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.” Bu ifadeye, İslâm yılı dolayısıyla bu parlayacak yıldıza yaklaşmayı nasip etsin Allah. İstiklâl Marşı bütün mısralarıyla dolu dolu bir metindir. Dolgu malzemesi olarak yer almış hiçbir mısraı yoktur. Bir edebiyat şaheseridir; Divan edebiyatı dâhil bütün edebiyat tarihimiz boyunca önümüze çıkan şaheserlerin en üstünde yer alır. Yerli veya yabancı birisi bizden Türkçe bir belagat örneği istese -hiçbir şey bilmiyorsak bile- İstiklâl Marşı’nı sunmamız yeterlidir. Yüzümüzü kara çıkarmaz, boynumuzu yere eğmez.
Bütün şiire baktığımızda; kıta kıta da baksak mısra mısra da baksak bir gelecekten bahsettiğini görürüz. Bütün şiir gelecek ve geniş (istikbal ve muzari) zaman kipleriyle kurulmuştur. Geçmiş zaman bir yerde gözümüze çarpar: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.” Onun dışında geçmiş zaman kipi yoktur İstiklâl Marşı’nda. Şimdiki zaman diye bildiğimiz; “-yor” eki olarak bildiğimiz şimdiki zaman eki İstiklâl Marşı’nda yer almaz. Şiirin güç aldığı unsurlardan biri de budur. İstiklâl Marşı’nda şimdiki zaman yoktur. Onu sadece büyük bir şiir anıtı olmakla kalmayıp, bir milletin nereye bakacağını, nereye nasıl yürüyeceğini gösteren bir marş yapan da bu dil, bu tavırdır. İki veya üç sefer “-mış” görürüz onlar da sıfat yapım ekleridir aslında; fiilden sıfat yapılmıştır. Hangi mısrada var? Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet: “Hür yaşamış” bayrağın sıfatı olarak kullanılmıştır. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar… “Tek dişi kalmış” da canavarın sıfatı. Onun için İstiklâl Marşı baştan sona bir gelecekten bahseder. Geniş bir zaman dilimi içinde bunu bize sunar. İstiklâl Marşı’nın bize sunduğu gelecek tasavvuru bu dünyaya çakılıp kalmış bir gelecek tasavvuru değildir, ahireti de içine alır. Yani “Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın” derken yarın göndermesi sadece bu dünyaya çakılıp kalmış bir şey değil ahirete kadar ucu çıkan bir ifadedir. Tıpkı bizim her programdan sonra söylediğimiz ilahide olduğu gibi; “Yunus Emre var yârine / Koma bugünü yarına / Yarın Hakk’ın divanına / Varam Allah deyü deyü.” Yani yarın ifadesi Hakk’ın divanına varılacak güne kadar süren bir zamanın adıdır. İstiklâl Marşı’nın gelecek tasavvurunda yine ayağımızı bastığımız topraklar “cennet vatan” olarak ifade edilir. Bu da ahirete çıkan, ahirete kadar sürecek bir şeyin neticesidir. Yahya Kemal’in Koca Mustafa Paşa diye bir şiiri var. Orada Koca Mustafa Paşa Mahallesi’nden bazı manzaralar aktarır ve şiirin sonuna doğru der ki “Ahiret o kadar yakın seyredilen manzarada / O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada.” Türk hayatında ahret dünyaya bu kadar yakındır. İstiklâl Marşı’ndaki cennet vatan; “ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” derken o ebedi yurt cennete bitişik yurttur. Bu ifade bugün kâfirlerin dünyayı cennete çevirme arzularına mümasil bir arzunun uzantısı değildir. Cennet kriterlerinin, cennetin kokusunun alınabileceği topraklardır İstiklâl Marşı’nın cennet vatan dediği topraklar.
“Bizim böyle bir hayatımız vardı…” deyip geçmişe sığınmamayı öğretiyor İstiklâl Marşı. Baştan sona bizim Türk Milleti olarak yaşıyor olmamızı sağlayan ve sağlayacak şeyden bahsediyor. Hiçbir yerinde geçmiş övgüsü filan yok. Şunu yaptık bunu yaptık demiyor. Onuncu Yıl Marşındaki gibi sevindirik bir metin değil… Bir millet hâlâ tarih sahnesinde yer alacaksa böyle böyle yer alacaktır, vurgusu var İstiklâl Marşı’nda. Çok bilmiş bir metin yani! İstiklâl Marşı’ndan şunu öğreniyoruz: Geçmişe dair anlattıklarımız geleceğe dair bir şey söylemiyorsa, geleceğe dair bir takım işaretler vermiyorsa orada bir aldatmaca var demektir. Yakın geleceği kaybettiğimizi düşünerek meselelerden bir kaçış yolu olarak uzak gelecekte avuntu da arayabiliriz. Yakın veya uzak geçmişe kaçarak avuntu arayışımız gibi.
İstiklâl Marşı’nın bütününe dikkat ettiğimizde -dediğim gibi- hiçbir zaman geçmişe dair bir ifadeyi yakalayamayız, sürekli gelecekten bahseder. Çünkü geleceği olanın geçmişi vardır, geçmişimizi biz kendimiz kurarız yani… Eğer bir milletin geleceği yoksa ne yaparsanız yapın ona dört başı mamur bir geçmiş uyduramazsınız. Tarih, evet bir bakıma böyle bir şeydir: “Üzerinde uzlaşmaya vardığımız bir yalan”dır tarih. Bu yalanı geleceği olanlar gerçek hale getirebilir, gerçekmiş gibi kurgulayabilir. Bunun çok bariz bir örneği var tarihte: Moğollar. Yani milattan önce 3. asırdan başlayıp milattan sonra 15. asra kadar bütün dünyada gerek demografik olarak, gerek iktisadi olarak, gerekse siyasi olarak birçok şeye sebep olmuş Moğollar. Yaşıyorlar ama bugün Moğollar yeryüzünde yokmuş gibi hareket ediliyor. Çünkü bir geleceği yok. O geçmişleri ne oldu? Yaklaşık 17 asırlık bir Moğol etkisi var Asya ve Avrupa’da… O günkü bilinen dünyayı titreten bir geçmiş var bize aktardıkları kadarıyla… Ama bugün 15. asırdan sonra Moğol tarihi diye bir şeyden bahsedemeyiz. Bugün Moğolistan üç milyon nüfusa sahip bir ülke. Yani o üç milyonluk kitlenin ataları mı o işleri yaptılar 17 asır boyunca, 18 asır boyunca! Bunu anlamak çok değerli bir şey; bize 12. Hıristiyan asrından önce “Türk tarihi” olarak anlatılan şeyi anlamak bakımından çok değerli bir şey. “Türkler gelmeden önce Anadolu, Anadolu’ya gelmeden önce Türkler” hikâyesi İslâm’ı ve Müslümanlaşmayı devre dışı bırakmak için kuruldu. Moğolistan’daki okul müfredatına, okullarda okutulan tarih müfredatına bakarsanız şunu görürsünüz: 12. asra kadar (12. asır öncesinden bahsediyorum) bize Türk tarihi olarak anlatılan kısım bugün Moğolistan’da okullarda Moğol tarihi olarak okutulan kısımdır. Milattan önce üçüncü asırdan bize Mete diye bir adam çıkarmışlar, iteklemişlerdir, orijinali Mao Tun’dur. Moğollar da tarihini oradan başlatır. İlk Moğol imparatoru hükümdarı Mete; bizim Mete dediğimiz Mao Tun’dur. Ve ısrarla vurgulanan, o müfredatta yer alan kitaplarda birçok sınıfta ısrarla vurgulanan şey, Hunların Moğolların atası olduğudur. Bizim tarih kitaplarını da açıp bakarsanız Hunlar, Türk devletleri, Türk imparatorlukları falan filan diye nereden bakarsanız bakın sizin karşınıza aynı şeyin konduğunu görürsünüz. Önce Büyük Hun İmparatorluğu, Avrupa Hunları, Batı Hunları diyerek bir silsile gelir. Hatta Cumhurbaşkanlığı Forsunda 16 yıldız 16 Türk devletini temsil eder, derler. Onların hepsini açıp bakın Osmanlı’yı nereye koyarız bilmiyorum ama Türkiye Cumhuriyeti haricinde diğer söylediklerimin hepsi, bilaistisna Moğol devletleridir. İşin en ilginç yanı şudur; 13. asırdan sonra Türk-Moğol devletleri diye bir ayrım türeyiverir. Mesela Çağataylar Türk-Moğol devletidir, Nogay Hanlığı Türk-Moğol devletidir, Altınorda Türk-Moğol devletidir, Timur İmparatorluğu hakeza… Böyle geçer literatürde. Daha başka birçok şey bulabilirsiniz. Nasıl oluyor da bu “Türk-Moğol”devleti / imparatorluğu oluyor? Bir Türk devletiyle bir Moğol devleti evlenmiş, ortaya melez Türk-Moğol imparatorlukları mı çıkmış? Moğollar Müslümanlaştığı zaman buna Türk-Moğol demek zorunda kalıyorlar. Müslümanlaşmış Moğolları bu şekilde tarif etmek mecburiyetinde kalıyorlar. Yani sadece Batı’da Müslüman olana Türk denmiyor, Doğu’da da Müslümanlaşma hareketi Türkleşme olarak tarif ediliyor, isimlendiriliyor. Ne zaman ve nerede? Tabii ki 18. asır sonu, 19. asrın başında, Avrupa’da. 15. asırdan sonra o tüm dünyayı titretenler tarihten siliniyor, Moğol tarihi ortadan kalkıyor. Çünkü Moğol birliğini sağlayan o yağmacı devletler ortadan kalkınca Uygurlar dâhil çoğu Moğol halkı -şu anda Moğolistan’da yaşayan az bir kısım Moğol haricinde- Müslümanlaştı. Bir kısmı Çin’de kaldı Çinli oldu, Fin topraklarında kalıp Finli oldu, Macar topraklarında kalıp Macar oldu, Rus topraklarında kalan Ruslaştı… Doğu Avrupa ve -uzak doğu hariç- tüm Asya’da az veya çok o çekik gözlü gördükleriniz “Moğol gözü” kalıntısıdır. 15. Asırda tarihten silinen Moğol tarihi 19. asrın başında “eski Türk tarihi” kılığında hortlatıldı. Çünkü asırlarca Avrupa’nın başına bela olmuş Türkleri bela olmaktan çıkarmak; İslâm’dan kopuk bir “Türk tarihi” yazabilmek için bu hortlak, biçilmiş bir kaftandı! Çok da elastik bir kaftan: Göçerlik hikâyesinden konar-göçerliğe, Şamanlıktan Göktengriciliğe, Kağanlıktan Hanlığa… Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı! Onun için 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, “han” unvanını da alıyor. Çünkü tarihten Moğollar silindiği için, korkutucu bir prestiji olan ve boşta (!) kalan bu unvana sahip çıkılıyor! Osmanlı hanedanı gerçekten siyaset dehası… İşte Fatih Sultan Mehmet böylece “Han” oluyor ondan sonra. “Abdülhamid Han”a kadar o han geliyor. Han bir Moğol hükümdarı unvanıdır. Daha öncesinde, Orhan Gazi’den sonra tabii ki sultan unvanı var, Yavuz’dan sonra halife unvanı… Unvanlar çoğalıyor. İkinci Mehmet, fetihten sonra “Fatih” unvanını alıyor. Oluyor size Fatih Sultan Mehmet Han! Dolayısıyla o Moğolların sahipsiz kalmış tarihini de bir bakıma birileri üstleniyor ama asıl iş dediğim gibi 19. yüzyılda bizim elimize yazılıp verilmiş tarih vesilesiyle oluyor. Yani bugün bizim Türk tarihi olarak okuduğumuz 12. yüzyıldan önce Türk tarihi olarak okuduğumuz kısım Moğolistan’da da Moğol tarihi olarak okutuluyor.
Diyeceğim şu: Geleceği olanın geçmişi olur. Moğollar da elbet orada üç milyon insan bir şeyler okuyacaklar, işte çocukları var bir şeyler okutacaklar. Pekâlâ bir tarih tedrisinden geçecekler, bir şeyler öğrenecekler. Fakat gelecekleriyle alakalı hiçbir şey yok, 15. asra kadar okutabiliyorlar ondan sonra Moğol tarihi yok. Oralarda yaşayan insanlar kimi zaman Çin’in kontrolüne girmiş, kimi zaman -daha sonraları diyelim- Sovyetler Birliği’nin elinin altında olmuş yerler, vesaire. Bugün tarihte hiçbir ağırlığı olmayan bir insan topluluğu, onun için geleceği yok. Geleceği olanın geçmişi olur. Bizim geleceğimizden, dünyada en korkulan gelecek Türklerin geleceği olduğu için tedbiri 19. yüzyılda çok sıkı bir şekilde aldılar ve bizim üzerimize bu şekilde bir geçmiş uydurdular, önümüze koydular. Bizim önümüze koydukları bu geçmişe bakarak gelecek falan olmaz. Bugün işte ne diyorlar, son seçimde sık sık duymuşsunuzdur; seçimin sonucunu Kürtler belirleyecek görüşü hâkimken bir anda “Türk milliyetçileri seçimin sonucunu belirledi” oluverdi! Böyle abartılı bir şekilde bahsedilen bir Türk milliyetçiliği ön plana çıkarılmaya çalışılıyor ama çıkarılan şeyin iler tutar hiçbir yanı yok. Türk vatanıyla, Türk varlığıyla, Türk geleceğiyle hiçbir irtibatı yok. Yani bunlar mı Türk, bunlar mı bizim geleceğimizi inşa edecek insanlar diye sorduğunuzda beraber oturulup çay içilmeyecek insanlar olduğunu göreceksinizdir.
“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” ifadesi yazıldığı zaman içinde bir hayal ürünü gibiydi, bugün çok çok uzak, hayalden de uzak bir ifade. Yani burada ne yapıyor, İstiklâl Marşı’nı yazan şair bizi gaza getirmeye mi çalışıyor? Tüm İstiklâl Marşı gelecekten bahsettiğine göre bütün İstiklâl Marşı böyle mi? Hayır. Bu bir inanç meselesidir. Yani İstiklâl Marşı elbette ki Mehmet Akif’in kaleminden çıkmıştır fakat dile getirdiği hususlara baktığımızda Hakk’ın vaad ettiği günlerden bahsediyor, o zaman vecd ile bin secde edilecek bir zaman diliminden bahsediyor. Bunlara baktığımızda İstiklâl Marşı, Türkiye’de Türk milletine mensup olduğunu, giderek ait olduğunu hisseden insanlara Allah’ın bahşettiği bir lütuftur. Çünkü son vahiy geldikten sonra Cebrail ölmedi, emekli de olmadı. O zaman ne yapıyor bu büyük melek? Resulü Ekrem’den öğrendiğimize göre şairlerin diline ve kalemine müdahale ediyor. Şimdi Gökhan Göbel konuşsun ve ondan sonra bakalım.
Gökhan Göbel:
Selamun aleyküm;
“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.” “Yıldızıdır”dan sonra bir virgül var, “parlayacak” daha vurgulu söylensin diye. Şair onu düşünmüş. Biz de bir inancı, bir ısrarı aksettirmek üzere bu başlığı seçtik. Tabii İsmet Bey’in “Bayrakta Kalan Yıldız” başlıklı bir yazısı yayınlandı yakın bir zamanda, o da bu başlığı seçmemizde etkin oldu. İstiklâl Takvimi’nin 1445 senesine ait nüshasının neşrolunması sebebiyle buradayız. Bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak takvimde ısrarımız, her sene takvimi bir basamak daha yukarı çıkarma azmimiz, Türk milletinin yıldızının parlayacağına olan inancımızdandır. Aynen bayrağımızda batan ay değil doğan ay kullandığımız gibi. Bugün İstiklâl Marşı Derneği’nin neşriyatında bayrağın aslını görüyorsunuz, resmi bayrak doğan ay değil batan aydır. Yani “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” mısraındaki “parlayacak” hükmü ayın ters oluşunu kabul ederek gerçekleşmeyecek ve hilal ile batan ay farkını da -eğer bu mısraya inanıyorsak, Türk milletinin yıldızının parlayacağına inanıyorsak- önümüze almalıyız. Yani hilal ile batan ay tersten aynı şekli almasına rağmen farklı şeylerdir, bilhassa Türkçede de bu böyledir. Eğer Türk milletinin yıldızının sönmekte olduğuna değil Türk milletinin yıldızının parlayacağına en azından bir inancımız varsa bayraktaki ayın hilal olduğunu fark etmemiz lazım. Hilal, Türkçede de kullanıyoruz, yani mesela Ramazan ayına kavuştuğumuzu hilali gözleyerek anlıyoruz. Ramazan ayının sonundaki aya hilal demiyoruz. Aynı şekilde bayrama kavuşmak için de Şevval hilalini gözlüyoruz çünkü o doğan aydır.
Bu mısra daha ilk kıtasında İstiklâl Marşı’nın. İstiklâl Marşı hedef koyuyor Türk milletinin önüne. Ve Sakarya Meydan Muharebesi henüz başlamadan, başlamasına henüz 6 ay varken yazılmış bir mısra bu ve İstiklâl Marşı kendisi de öyle. Bunun önemi şu; kafirler Türk milletini tarihten siliyoruz diye düşünüyordu İstiklâl Marşı yazıldığı sırada. Yani Ali iken Aleko olmayı, Niko’nun Salih’i olmayı bir şekilde başarıp hayatta kalmaya çalışanlar vardı. Ta ki Sakarya Zaferimize kadar. Yusuf Ziya’nın Karagöz mecmuası vardır, İstiklâl Harbi esnasında çıkardığı. “Mütarekeden sonra başındaki fesi atıp şapka giyenler Sakarya Zaferi’nden sonra şapkaları atıp fesleri geri giydiler” der.
Bugün milli şuur bakımından İstiklâl Marşı’nın yazıldığı günlerden gerideyiz çünkü milli edebiyatımız baltalandı. Mesela Niko’nun Salih’i olmayı içine sindiremeyen adamın -Tarık Buğra bu- düzyazı kitabının başlığı: “Düşman Kazanmak Sanatı.” Kendisini de öyle ifade ediyor. “Benim yazı hayatımı bu ifade simgeler.” diyor. Düşman kazanmak sanatı. Sırf böyle bir şeyi dile getirdiği için başına gelmiştir. Bugün İletişim Yayınları’ndan kitapları basılıyor ama o da Osman Kavala’nın kayınpederi olmasından ötürüdür. Aynı şekilde milli edebiyatın düşmanları da oldu. Bugün bahsettiğim hikâye mesela… Ömer Seyfettin’in Bir Çocuk Aleko hikâyesini zararlı bulan insanlar var. Eğer bir adam, Ali iken Aleko olup paçayı kurtarmayı düşünmüyorsa ve hatta geride kalan ve Aleko olmayı reddeden bütün Ali’lere zarar vermeyi düşünmüyorsa, bu hikâyenin ne için zararlı olduğunu düşünsün?
Bugün Türkiye’de resmi takvim Hıristiyan takvimi ama Katolik takvimi aslında. Gregoryen takvimi. Bizim takvimlerden de pek haberimiz yok. Osmanlı Devleti resmi olarak Hicri takvimden başka bir takvim kullanmaya başladığı zaman bugünkü Gregoryen takvimiyle işe başlamadı. Rumi takvimi aldı. Rumi takvim, gene o da Hıristiyan takvimidir ama Jülyen takvimidir o. Bugün ikisi arasında 13 günlük fark vardır. Gregoryen ve Jülyen takvimi arasında… Ama Osmanlı Hicri takvimden başka bir takvim kabul ettiği zaman seneyi 1840 yapmadı. 1840 tarihinde oldu bu Hıristiyan takvimine göre. Başka bir takvim kabul etti ama başlangıcı gene Hicret kabul etti. Çünkü bugün insanlar rahatsız olmuyor ama Hıristiyanlara göre tanrının tarihe girişini sıfır kabul etmek o gün kabul edilebilecek bir şey değildi. Rumi takvimi mali işlerde kullansalar bile o takvimde 1840 değil 1256 yazıyordu. 1917’de Gregoryen takvimine geçti Osmanlı. Artık Osmanlı var mıydı yok muydu, savaş zamanı. Ama bugünkü sayı, 2023 sayısı işte Hıristiyan takvimine göre, inkılaplarla beraber olmuş bir şeydir. Bu Gregoryen ve Jülyen takvimi arasındaki farka Rusya’daki Ekim Devrimi dolayısıyla dikkat çekerler. Ben de bu Rusya Ukrayna savaşı, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi -ikisi ayrı dil kullanıyor çünkü. Rusya “müdahale” diyor ötekiler “savaş” diyor, “işgal” diyor- sebebiyle dikkat çekeyim. Ruslar bugünkü Gregoryen takvimine resmi olarak geçen son ülkelerden çünkü Rumi takvim dediğimiz aslı Jülyen takvimi olan takvim Ortodoks takvimi olarak bilinir. Osmanlı ilk defa Jülyen takvimine geçtiğinde 19. asır sefirler asrı olduğu için Rus sefirinin daha baskın çıkması sebebiyle Gregoryen takvimine geçilmediği, Jülyen takvimine geçildiği söylenir. Birçok Ortodoks ayini Jülyen takvimine göredir. Rus Kilisesi de bugün resmi olarak teklif veriyor: “Artık biz ihtilal ile beraber geçtiğimiz Gregoryen takviminden Jülyen takvimine dönelim.” diye. Rusya Ukrayna meselesini anmam şu sebepten: Yani bir ateşkes ilan ettiler savaş esnasında, Noel ateşkesi ama Ortodoksların Noel’inde ilan ettiler, Rus Kilisesi’nin etkisiyle. -Yani iki takvim arasında 13 gün fark olduğu için bazı Ortodokslar 24-25 Aralık’ta değil, ocak ayının başında Noel’i kutluyorlar.- Ukrayna’nın da buna tepkisi Katolikler gibi 24 Aralık’ta kutlamak oldu Noel’i. Bugün Ukrayna büyük çoğunluğu Ortodoks olan bir ülke ama başında olan adam Zelenski bir Yahudi. İlk bu müdahale olduğu zaman İsrail başbakanıydı o zaman, şimdi değil, Bennett diye bir adam gidip Putin’le konuşup “Zelenski’nin canına zarar vermeyeceği konusunda teminat aldım” dedi. Bunu da basında söyledi. Yani Ukrayna Ortodoks bir ülke ama başındaki adam şu anda Yahudi. Buradaki, İstanbul’daki Fener Patrikhanesi de Katolikler gibi 24 Aralık’ta kutlar. Bunu da anmamın sebebi şu: Zelenski geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye geldi. Ukrayna Rusya meselesi çıktıktan sonra ilk defa geldi ve seçimden sonra geldi. Seçimden sonra geldi ve Recep Tayyip Erdoğan’dan şöyle bir söz duydu herkes o sebeple: “NATO üyesi olmalısınız”. Diğer birçok NATO ülkesinin bile söylemediği bir sözdü bu. Yani Türkiye’de AKP’ye oy verenler bile seçimin sonuçlarından memnun değil ama Zelenski bu seçimin kazananlarından. Bu seçimin başka bir kazananı da Zelenski’nin İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan’dan başka ziyaret ettiği Fener Rum Patriği Bartholomeos’dur. Fener Rum Patriği ve Rus Kilisesi arasında mesele var çünkü Ukrayna Kilisesi’ne berat verdi Fener Rum Patriği. Rus kilisesi de o günden sonra Patrikhane ile arasını açtı. Yani Zelenski’nin İstanbul ziyaretinin bir manası da odur. Rus Kilisesi’ne karşı iş çevirmek diyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri sadece Rusya’ya karşı Ukrayna’yı desteklemiyor. Rus Ortodoks Kilisesi’ne karşı şu anda Fener Rum Patrikhanesi’ni destekliyor. Bartholomeos da bu seçimin kazananlarından dedim onun da sebebi şu: Cumhurbaşkanlığı Göreve Başlama Töreni diye bir şey var, görmüşsünüzdür bütün ekranlarda. Bir de orada dünyaya servis edilen bir fotoğraf vardı. O fotoğrafta, Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında, bir tarafında Diyanet İşleri Başkanı vardı, bir tarafında da Bartholomeos vardı. Bu 2018’deki Göreve Başlama Töreni’nden farklı bir görüntüydü. Dünyaya servis edilen görüntü. Diyanet İşleri Başkanı’nın sağında oturuyordu bütün Patrikler 2018’deki Göreve Başlama Töreni’nde. Bunları manasız bulabilirsiniz ama Türkiye tarihinde mühim şeylerdir, dünyaya verilen mesaj bakımından da. Allah rahmet eylesin Hamido, Hamit Fendoğlu diye birisi yaşadı Türkiye’de, öldürüldü. Hamido, Menderesci birisi idi. 1952 yılında Adnan Menderes, Fener Rum Patriği’ni ziyaret edip hem de ona böyle çok hürmetkâr davrandığı bilinince Hamido, Menderes için şöyle demişti: “Diyanet İşleri Başkanı’nın elini öpmüyor da gidip patriğin sakalını öpüyor.” Sonra bir sene de kaçak falan gezmiş ama Yassı Ada’da Adnan Menderes’i savunan tek insandı ve bu sebeple idamla yargılandı Hamido. Mesela verilen o Cumhurbaşkanlığı Göreve Başlama görüntüsünü AKP’nin iktidarı gibi sunan insanlar vardı. Ama hâlbuki bu patriğin iktidarıdır. Sebebi de şu: Osmanlı tarihe karıştı. Onun bir kurumu olan Patrikhane bugün çok güçlü. Yani 2020 yılında Amerikan Dışişleri bakanı Türkiye’yi ziyaret etti. Resmi hiçbir kurumu ziyaret etmedi. İstanbul’da Patrikhane ile görüşüp gitti. Patrikhane’de Fener Patriğiyle görüşüp gitti. Bir diğer kazananı da seçimin Mustafa Kemal’dir. Aslında İsmet Özel bayram konuşmasında bunu seçim sonuçlanmadan, seçimin kazananının Mustafa Kemal olacağını hissettiren bir konuşma yapmıştı ama AKP’liler ve CHP’liler o konuşmayı kendi anlayacakları şekilde bir yerlere çektiler. Düşünün daha seçim bitmeden böyle oldu. Kazananın Mustafa Kemal olduğu anlaşıldı. Recep Tayyip Erdoğan, seçimden sonra Kılıçdaroğlu’nu Mustafa Kemal referanslarıyla sıkıştırdı. Yani bu da herkesin gözü önünde oldu, basında oldu.
Bugünlerde İsveç’in NATO başvurusu sebebiyle AB üyeliği tekrar konuşulur oldu. Orada da AB uyum paketleri çıktı Türkiye’de. AKP’nin ilk devrinde çıktı. AKP bu işlerde amil idi ama CHP de AB uyum paketlerinde hep destek verdi AKP’ye. Hatta Cemil Çiçek Altıncı Uyum Paketi için bu parlamento tarihe geçecek dedi. O uyum paketinde gene birçok kanun geçti. CHP destek verdiği için tarihe geçecek dedi. Geçti. İmar Kanunu’ndan cami ibaresi çıkartıldı, o 2004’teki kanunla, ibadethane ibaresi kondu. Yani 2004 yılına kadar kanunen Türkiye’de camiden başka bir ibadethane tanınmıyordu. Hatta 2004’den önce bunun haberleri var bakarsanız: “Kaymakam kaçak kiliseyi mühürledi” diye, bu 2004’te AKP’nin çıkardığı kanunla oldu. Bugün de zaten kilise açmakla övünüyorlar. Bir şey daha oldu o 2003-2004 yılında. Avrupa Birliği üyeliği bugün dillendirildiği için söylüyorum. 2004 yılında idam cezası birkaç kanunda vardı. Bunlardan bir tanesi de Orman Kanunu’ydu. Geçtiğimiz yıl büyük yangınlardan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi “idamı da düşünelim” dedi. Yani madem ormanlarımız böyle yakılıyor “caydırıcı bir şey olacaksa idamı da düşünelim” dedi ama 2004 yılında Orman Kanunu’ndaki idam cezasını kendisi kaldırdı. 1995’te Türkiye’de ormanların kasten yakılması hızlandıktan sonra bir tedbir olarak konmuştu ölüm cezası Orman
Kanunu’na ama onu 2004’te kaldırdılar. Eğer bugün caydırıcı bir şey olarak düşünülüyorsa Orman Kanunu’nda idam cezası, peki 2004’ten bugüne kadar yakılan ormanların hesabını kim verecek? AB üyeliği konusunda 10 yıllardır yapılan çıkarılan kanunlar dolayısıyla Türkiye’nin gördüğü zararları, oyalanmayı, alternatif maliyetin hesabını kim verecek?
Kemal Kılıçdaroğlu bir müddet önce Recep Tayyip Erdoğan’a “çakma Orban” dedi. Burası Türkiye, burası Macaristan değil dedi. Ne Türkiye’den ne de Macaristan’dan bir haberleri var. Bugün İsveç’in NATO üyeliğini onaylamayan -resmi olarak Türkiye de onaylamadı ama onaylayacağına dair beyanlar verdiler- Macaristan kaldı. O hep erteledikçe erteliyor, mümkün olmaması için. Elinden gelse mümkün olmamasını istiyor. Macaristan niçin İsveç’in üyeliğini onaylamıyor? Bu Ukrayna meselesi dolayısıyla çıkmış bir hadise. Haritaya dikkat ederseniz Macaristan’ın Ukrayna ile sınırı var. Macaristan’a bize dayatılan Sevr Anlaşması gibi bir Trianon Antlaşması dayatıldı diyeceğim ama orada kabul oldu. Yani 1920’de bizim Sevr Anlaşmasına benzer bir anlaşma yaptılar Macarlarla ve Macar toprakları bugünkü topraklara indi. Macarlar bu durumu o gün bugün hiçbir zaman kabul etmediler ve bugün de ona göre hareket ediyorlar. Yani Rusya nasıl Ukrayna’yı kendi toprağı sayıyorsa -bir kısmını en azından- Macaristan da Ukrayna’nın bir kısmını kendi toprağı sayıyor. Yani Rus kuyruğu olarak hareket etmiyor aslında Macarlar. Kendilerini düşünüyorlar. Daha ötesini söyleyeyim: Orban geçtiğimiz aylarda Yunanistan-Macaristan maçında bir atkı taktı, haber oldu bu gördüyseniz. O atkıdaki haritada 1920’de Macaristan’ın kaybettiği bütün topraklar vardı. Bunu resmi bir maçta taktı. Kendisi video yayınladı böylece ve dedi ki: “Macaristan Milli Takımı sadece Macaristan’daki Macarların değildir, bütün Macarların milli takımıdır.” Bunun üzerine Ukrayna ve Romanya büyük tepki verdi Macaristan’a. “Çakma Orban” falan diyor Kemal Kılıçdaroğlu, Recep Tayyip Erdoğan boynuna Misak-ı Milli haritası olan atkı takabilir mi? Çakma Orban diyorsun, sen takabilir misin? Kılıçdaroğlu takabilir mi? Yani Macarlarda, Ruslarda gördüğümüz üzere hiçbir şey geçmiş değil. Hiç kimse, hiçbir şeyden vazgeçmiyor. Türklere masal anlatıyorlar. Fransa’da polis Mağripli çocuğun beynine ateş ediyor. Polisin ailesi için bütün Fransızlar para topluyor çünkü müstemlekeciler. Amerika Birleşik Devletleri’nde her gün zenci öldürüyorlar. Eğer öldürenin başına bir şey gelirse bin kat fazlası Amerika’da toplanıyor. O öldüren beyazın ailesi için. İsveç’te her gün Kur’an yakıyorlar. Yunan Anayasası’nda mesela Patrikhane’ye bağlılık bildiren bir madde var ve orada İstanbul’dan Konstantinopolis olarak bahsediyor. Ermenistan, bizim doğudaki bazı vilayetlerimizi Ermenistan sınırında gösteriyor ama işte “o devirler geçti” diye Türklere masal anlatıyorlar.
Bu Trianon Antlaşması benzeri Sevr’i biz geçersiz kıldık. O yüzden Macarlar bize hürmet ederler. Biz Sevr’i geçersiz kıldık. Misak-ı Milli’ye karşı bize Sevr dayatılmıştı. Misak-ı Milli 8 ay önce ilan edildi Sevr’den. Sevr’i bize dayattılar ve biz Sevr’i yırttık ama Misak-ı Milli de tahakkuk etmedi. Hatta İstanbul Meclisi’nin bir işidir Misak-ı Milli. Ankara Meclisinden bazı mebuslar dediler ki: “Bu işgal altındaki Meclis’in kabul ettiği topraklardır. Onlar işgal altında asgari olarak bu toprakları kabul etmişlerdir. Bundan geriye düşmek bize yakışmaz. Biz işgal altında değiliz” diyordu Ankara Meclisi’ndeki bazı mebuslar, onların hepsine ikinci mecliste güle güle dendi.
Şimdi bu Misak-ı Milli’nin Türkiye haricinde ne kadar reel, gerçek bir şey olduğunu göstermek için size şunu söyleyeceğim: Gene birkaç ay önce Bulgar eski Cumhurbaşkanı Stoyanov, Rusya-Ukrayna meselesi dolayısıyla “Eğer Türkler Kırcaali’ye asker çıkarırsa biz ne yapacağız?” dedi. Yani bunu bugün söyledi. Bu eski bir Bulgar cumhurbaşkanı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ellili yıllarda Ahmet Emin Yalman’ın bir yazısı var, orada diyor ki, İkinci Dünya Savaşı’nda şu veya bu tarafın lehine hareket etmemiz için bize neler sunuldu... Şimdi İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce Hatay’ın Türkiye’ye iltihak ettiğini hatırlayın. O yazıda andığı üç şehir var Ahmet Emin Yalman’ın. Ruslar bize böyle yemler uzattılar diyor. Bu üç şehirden birisi Halep -eğer onların lehine hareket edersek… - Birisi Varna, birisi Rusçuk. Yani bunların Misak-ı Milli içinde olduğunu onlar biliyorlar. Yani beynelmilel ilişkiler öyle yürüyor. Bu Varna dolayısıyla Nazım Hikmet’in -Nazım Hikmet Sovyetler Birliği’nde yaşadı, kaldı- Oradayken Nazım Hikmet’in Varna’dan bahsettiği bir şiir vardır, belki rastlayanınız vardır. “Sofra”dır şiirin başlığı ama şöyle başlar: “Şu Varna deli etti beni, divane etti” ve aynı şekilde de biter “Şu Varna deli etti beni divane etti…” arada şöyle bir mısra da söyler: “Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim…” Türkiye’ye zaten gelemiyor. Türkçe konuşmak ve dinlemek için Varna’ya gidiyor. Bu şiiri yazdığı tarih 1957.
Bütün Balkanlar’da Türkçe esas aslında, yani olanca yapılan her şeye rağmen. Bir kısım Türkler Bulgaristan’da 2016 yılında bir parti kurdu, Bulgarcası Sorumluluk Özgürlük Hoşgörü ve Demokrasi partisi diye ama bu partinin adının kısaltılmışı “dost” kelimesi oluyordu, DOST Partisi. Mahkeme bu partiye izin vermedi. Dedi ki bu partiyi Türkler kuruyor, partinin isminin kısaltılmışı da Türkçe dost kelimesi oluyor... Parti başkanı mahkemeye itirazını şöyle yapıyor: “Doğru, dost Türkçe bir kelimedir ama dost Bulgarcada da olan bir kelimedir, bugün Bulgarca iki tane yeni sözlük var, bakın “dost” Bulgarca sözlükte var dedi ve mahkeme kararını geri aldı, o partinin kurulmasına mâni olamadı çünkü Bulgarcada var dost kelimesi. Geçtiğimiz beş sene içinde Sırp parti başkanı ve eski dış işleri bakanı -Sırbistan Karadağ’ken dışişleri bakanıydı- Draskovic idi adı, bu aynı zamanda yazar bir adam, bu adam dedi ki beş sene önce “Eğer sıradan Türkçe kelimeleri kullanmamızı yasaklarlarsa ben nasıl yazacağım? Günlük hayattaki Türkçe kelimeleri eğer Sırpçada yasaklarlarsa ben Sırpça yazamam” dedi. Yani bugün bile hala Türkçenin tesiri oralarda var.
İvo Andriç'in meşhur kitabı “Drina köprüsü”, onun Türkçe çevirisinin en iyi çeviri olduğunu iddia ediyor Hasan Ali Ediz. Hasan Ali Ediz önsözünde diyor ki: “Bu kitabın en iyi çevirisinin Türkçe olduğunu düşünüyoruz çünkü kitapta yüzlerce Türkçe kelime var” diyor ve “Birçok türkü şarkı da var” diyor “Türkçe kelime ile başlayan Türkçe söylenen, onları diğer yabancı dillere çevirenler anlamamış.” diyor. “İvo Andriç kitabın sonunda 200 kelime söylemiş bu kitapta geçen Türkçe kelimeler diye halbuki ondan çok daha fazla diye” de not düşmüş.
Yani ne bu üzerimizdeki Misak-ı Milli haritası fantezidir. Ne İslam takvimini geri almak İslam saatini geri almak fantezidir ne Türk yazısını geri almak fantezidir. Bunu fantezi görenler hüsrana uğrayacaktır! “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” mısraındaki millet olmaya kalkıştığımız anda bunların hepsi gerçektir. Ama o mısra bir başarı göstermesi gerektiğini söylüyor Türk milletinin. Türk milleti bir başarı göstermek zorunda, yıldızını parlatmak konusunda bir başarı göstermek zorunda. Ama bunu bir millet yapabilir. Yani bugün iktisadi olarak çektiğimiz bütün zararların üstesinden de ancak bir millet olarak gelebiliriz. Almanlar iki dünya savaşı sonunda yerle bir edildiler sonra kalkındılar herkes biliyor, işte fabrikalarını ziyaret eden insanlar soruyorlar, diyorlar ki “Sıfırdan bu noktaya nasıl geldiniz?” -1945’e sıfır yılı der Almanlar- Almanların cevabı: “Sıfırdan gelmedik, Almanlar vardı.” Yani biz Alman değiliz, Almanlara yarayan ya da bir başka millete yarayan hiçbir şey bize yaramaz. Bize İslam’dan başka hiçbir şey yaramaz, o yüzden Mili edebiyatımız baltalanmıştır, yazımız çünkü esastır orada. Yani Hıristiyan takvimiyle 100üncü yılındayız cumhuriyetin, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” denmiştir değil mi? Hiç öyle olmadı ama cumhuriyetin kimsesizlerin kimsesi olması için şairlerimiz niyet etti, adım da attı yani Safahatın tamamında bu mesuliyet vardır, kimsesizlerin kimsesi olma mesuliyeti. Sadece yaşayanların değil Lozan’da mesela düşmanların elinde bırakılan şehitlerimizi, şehitliklerimizi de Mehmet Akif dert etmiştir. Faruk Nafiz Çamlıbel Mehmet Akif’le anmak istediğim ikinci isim. O da “Han Duvarları” diye bir şiir yazdı Cumhuriyetin ilanından hemen sonra. Huduttan hududa atılanların, dönmeyen yolcuların, Maraşlı Şeyhoğlunun… Yani kimsesizlerim kimsesi olmaya şairlerimiz niyet etti, gayret de etti ama inkılaplar, bilhassa inkılaplar onları “kimsesizlerin kimsesizleri” yaptılar. Yani onlar kimsesizlerin kimsesi olmak için yola çıktılar; birinin peşine polis takıldı vatan hainiymiş gibi, ötekisi 27 Mayıs’ta vatana ihanetten yargıland, Faruk Nafiz. İnkılaplar buna sebep oldu diyorum, şöyle, bir “Sanat” şiiri var Faruk Nafiz’in hatırlar mısınız bilmem, neredeyse bütün okul kitaplarında vardır, hani Faruk Nafiz’in poetikası diye de onu gösterirler ve o güne kadar olduğundan çok daha ilerde bir halkçı olarak Faruk Nafiz o şiiri yazmıştır, kendisinin şiir anlayışını göstermiştir ve öyle olmayanlara da artık sizinle yolumuz ayrılıyor demiştir. Şöyle:
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu'muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken,
Sana uğurlar olsun… ayrılıyor yolumuz!
Bu şiirde bir kıta var ona dikkat çekeceğim şiirin tamamını okumayacağım:
Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da,
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.
Ne diyor? En ileride halkçı kimliği ile “biz” diyor, o kimsesizlerin kimsesi olarak diyor ki “Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda” bu şiirin tarihi 1926, Hıristiyan takvimine göre harf inkılabından iki sene önce, eğer harf inkılabının olacağını bilse böyle bir şey yazar mı adam? Sülüs yazı İslam yazı çeşitlerinden birisidir, kitap yazısı olmaktan çok hatlar, levhalar falan yahut hususi başlıklar falan sülüsle yazılır. Camideki levhalar falan hep sülüstür. Türkçede mesela “Bıyığı sülüs vav gibi” diye ifadeler vardır Orhan Kemal’in kitaplarında. Yani birileri bir şeye niyet etmiş ama sen biz dediğimiz insanın yazısını alıyorsun, sadece yazısı değil burada gördüğümüz üzere “Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda” “biz”i alıyor yani “biz” bırakmıyor o inkılaplar dediğimiz şeyler ve yani en azından şunu da söylemiş olayım: “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” inkılaplar Türk milletinin yıldızının parlama ihtimaline karşı yapılmıştır burada gördüğümüz gibi diyorum. Sülüs yazısı, sülüs hattı bütün diğer hatlar gibi İstanbul’da asıl şeklini bulmuştur. 1958 yılında Süheyl Ünver dedi ki Arap ülkelerine “Bu yazı en iyi İstanbul’da yazılıyor gelin size bunu öğretelim.” Yani bu yazıya, en iyi İstanbul’da yazılan yazıya Arap harfleri demek Türk milletine düşmanlık etmektir, diyorum. Bir de şiir okuyayım, İsmet Bey'in uzun bir şirinden kısa bir bölüm okuyayım, konuşmamı bitireyim.
Ve kim olarak yaşarsak yaşayalım
Yokmuş ana sütünden başka
Başımızdan açlık belâsını defedip
Ruhtaki susuzluk ızdırabını dindirecek
Çünkü bizim öksüz kalmamız sebebiyle
Güvenç elden çıkıyor çarçabuk
Geriye ölümden sonrası kalıyor
Dünyadayız
Bu bir merasim ve ipotek
Dünyada kaldığımız sırada neyi tıngırdatırsak tıngırdatalım
Hepimiz taşrada
Caz da yapsak
Vurmalılar nefesliler çığrından çıksa da
Sıkıştık
Bir kere yılgın
Yıldırılmış yığınların faslına
Çıkılacak yer neresiyse
Çıkıverdik çabucak çabucacık
Bize burnumuzu sürte sürte bellettiler
Her işimize kedi merdiveninin
Yarayacağına dair hükmü.
O günlerde
İş Bankası kaymak kağıttan
Çizgili defter dağıtırdı bedava
Defter beleş, iyi de
Defteri neyle dolduracağımız
Biz Türkler için tam bir muamma
Amma
Olaydık Alman
Olaydı bir Polonya menşeli Rosa Luxemburg’umuz
Önüne katardı bizi ortograf
Öğretirdi hiç olmazsa
Ortograftan bize ne
Telgraf havalesiyle
Arada bir boğulsak da
Her yaz yunmayı seviyorduk Kızılırmak’ta
Yaz kış seviyorduk Buldan’da dokunan bezi
Sanki palaska dipçik kabara yiyen biz değildik
Severdik bize kızan amcaları nasıl olsa
Göğsüne basan teyzeler vardı bizi.
Teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Şimdi Yusuf Ay bize İstiklâl Takvimi’nin bu seneye ait nüshasında neler olup bittiğini izah edecek. Buyurun.
Yusuf Ay:
Teşekkür ederim, Selamun aleyküm;
Tebük Gazvesi bugünkü sıcaklardan daha sıcak bir havada cereyan eden bir hadisedir. İslam ordusu Rumlarla çarpışacaktı ama Rumlar Müslümanların karşısına çıkmadığı için bir muharebe olmadı. İslam ordusu hazırlanırken münafıklar Müslümanlara havanın çok sıcak olduğu için sefere gitmemelerini söylediler ama Resulü Ekrem’e vahiy nazil oldu: “Onlara de ki cehennem ateşi daha sıcaktır.” Sadece bu kısa malumattan bile şunu fark edebiliyoruz: Bizim Müslüman olmamız şartlar dolayısıyla değildir, bu şartların içinde yaptığımız hayır hususundaki tercihler dolayısı iledir. İstiklâl Marşı Derneği de 13 yıldan beri hayır hususunda hassas olan insanlar için İstiklâl Takvimi neşretmektedir.
İstiklâl Takvimi, Hicri takvimdir aynı zamanda. Hicreti sıfır noktası olarak kabul etmektedir. Ayın günleri ayın hareketine göre değişmektedir. Bazen 29 çeker o ay bazen de 30 çeker. Biz bir yıl bazen 29 gün oruç tutarız bazen de 30 gün oruç tutarız. Müslüman saati de bugün kullandığımız saat gibi bir saat değildir. Akşam ezanı okunduğu zaman Müslüman saatinde saat onikiyi gösterir. Akşam ezanı okunduğu zaman yeni gün girmiş olur. Biz bugün 4 Muharremdeyiz, 4 Muharremin son saatleri bu saatler, akşam ezanı okunduğu zaman 5 Muharreme girmiş olacağız. Günün kıldığımız ilk namazı akşam namazıdır sonra yatsı, sabah, öğle, ikindi olarak devam eder. Yani günün son namazı yatsı namazı değildir aslında ikindi namazıdır. Resulü Ekrem’in günün sonunda ettiği dualar vardır, vitir olarak bunları adet edinmiştir, bu duaları ikindi namazından sonra yapardı Resulü Ekrem.
Bugün kendi takvimimizi kullanmadığımız için kendi meselelerimize de mesafeliyizdir, Müslümanlığa dair meselelere de mesafeliyizdir. Bir "orta namaz" ifadesi vardır İslam’da. Onu bugünkü şekilde düşündüğümüz zaman aslında yanlış şekilde düşünürüz. Günün ilk namazı akşam namazı olduğu için ikincisi yatsıdır, üçüncüsü de sabahtır, dört öğle, beş ikindidir. Yani orta namaz bu şekilde sabah namazı olmaktadır. Fıkıhta namazların cemedilmesi hadisesi vardır -Hanefi mezhebinde pek cevaz verilmez buna- işte akşam namazı yatsı namazıyla cemedilir. Öğleyle ikindi arasında bir cem meselesi vardır. Ama sabah namazı hiçbir şekilde cemedilmez, o ortada kalan tek başına bir namazdır.
Biz takvimimizi aynı zamanda insanlar kuran harfleriyle okur yazar olsun diye de neşrediyoruz. Bu yüzden her yıl takvimimize yeni metinler dahil ediyoruz. Hiçbir takvimimizdeki bir başlığı, yani geçen sene kullandığımız bir başlığı bir sonraki yılda kullanmıyoruz. Hiçbir takvimimiz birbirine benzememektedir. Bu yüzden neşrettiğimiz bütün takvimlerimiz benzersizdir kendi alanında. Her takvimimizde başlıklarımızı değiştiririz. Bu seneki takvimimizde de başlıklarımız şu şekildedir: İlk başlığımız Sakarya Meydan Muharebesi’dir. Sakarya Meydan Muharebesi yirmi iki gün yirmi iki gece sürmüş bir muharebedir. Kurban Bayramından hemen sonra başladı ve Aşure günlerinde son bulmuştur. Yani biz İstiklâl Takvimi’ne göre bugünlerde hala Sakarya Meydan Muharebesini veriyorduk. Henüz harp bitmemişti. 9 Muharrem son günüdür Sakarya Meydan Muharebesi’nin. Bizim takvimimizde okuyucu ilk önce bir kronolojiyle karşılaşacaktır. Bu kronoloji bir aylık bir kronolojidir, Sakarya Meydan Muharebesi hakkında. 9 Zilhicceden başlar, 9 Muharremde son bulur. 9 Zilhicce Yunanlıların Eskişehir’den Sakarya önlerine gelmeye başladığı tarihtir. Mesela arife günü 9 Zilhicce. Doğudaki ordularımızdan Sakarya Meydan Muharebesi’nde harp etmeye gelecek askerler de 10’unda bayram namazını kılıp yola çıkmışlardır. Yani mübarek günlerde verilmiş bir harptir aynı zamanda Sakarya Meydan Muharebesi. Akabinde İsmet Özel’in Sakarya Meydan Muharebesi hakkında izah edici metinleri bulunmaktadır. İkinci başlığımız akarsulardır. Bu metinler Misak-ı Milli sınırları içerisindeki akarsulardan bahseder. Türkeli’nin akarsularıdır. Bu metinler bazen bir akarsuyun nereden çıktığını ve nereye döküldüğünü söyler. Bazen o akarsuyun ismi hakkında bilgi verir okuyucuya. Ama okuyucu bu akarsu metinlerinde en çok “kelek” kelimesiyle karşılaşacaktır. Kelek dediğimiz şey bir tür akarsu taşıtıdır. Hayvanların derileri yüzülür. Bunlar tulum haline getirilir ve bu tulumlar birbirine bağlanır. Yani bir sıraya dört tane mesela diğer sıraya dört tane, üçüncü sıraya da dört tane. Daha sonra bunlar tahtalarla birbirine bağlanır. Oturmak için de ortasına yapraklar koyulur ve akarsuya bırakılır. Akarsuyun akış hızından istifade ettiği için kürek çekme ihtiyacı duyulmaz, onun yerine uzun bir sopayla sadece yön tayin edilir. Bu kelek dediğimiz şeyler bizim akarsularımızda sıklıkla kullanılmış bir taşıttır. 1700’lü yıllarda Bağdat’taki orduya zahire göndermek için bu keleklerden istifade edilmiştir. Diyarbakır’dan Dicle’ye kelekler bırakılıyor, Bağdat’ta alınıyor. Daha sonra bu kelekler develere yüklenip tekrar Diyarbakır’a gönderiliyor. Aynı işlem yine devam ediyor. Ama bu orduya mahsus bir durumdur çünkü maliyeti düşük olduğu için çıkarıldığı yerde parçalanıyor, satılıyordu. Bir üçüncü başlığımız da latifelerdir. Latife kelimesi lütuf kelimesiyle aynı kökten gelir. Türkçede terbiye gayesiyle anlatılan mizahi metinlere de latife diyoruz. Bu metinlerde daha çok Nasrettin Hoca geçmektedir. Bunlardan ben de bir tanesini anlatmak istemiyorum ama anlatacağım, salonu güldüremezsem…
“Hoca bir gün bunaldığı için bahçeye hava almaya çıkmış karanlıkta, gece. Karanlıkta bir karaltı görmüş. Bu karaltıya seslenmiş. Karaltı hareket etmemiş. Taş atmış, karaltı yine hareket etmemiş. En sonda evine dönmüş okunu alıp çıkmış. Sonra karaltıya bir ok atmış, saplanmış ama karaltı yine hareket etmemiş. İkinci oku da atmış yine hareket etmemiş. En son hoca karaltıya yaklaşmaya karar vermiş. Yaklaşınca görmüş ki bahçelerindeki korkulukmuş o. O korkuluğun üstünde de hocanın cübbesi varmış. Hanımı hocaya haber vermeden o cübbeyi korkuluğa giydirmiş. Hoca kendi cübbesini görünce “Oh çok şükür, iyi ki içinde ben yoktum” demiş.” Bu latifeler aynı zamanda okumaya teşvik eden de metinlerdir. Çünkü devamını merak ettiğimiz metinler insanın okumaya olan rağbetini de arttırır. Dil öğrenirken de böyledir, yabancı bir dil öğrenirken de böyledir. Güçlük çekeceğimiz bir metin değil, kolaylıkla nüfuz edebileceğimiz bir metin tercih ederiz bu hususlarda. Arka sayfalardaki diğer başlıklarımız: Bilmeceler, yanıltmaçlar, tekerlemeler. Hoca Ali Rıza’nın yaptığı eskizler bulunmaktadır, resimler bulunmaktadır. Birinci hicri asırdan on beşinci hicri asra kadar İslam topraklarını gösteren haritalarımız mevcuttur.
Ön sayfalarımızda ise ezan vakitlerini gösteren bir bölümümüz vardır ve diğer bir bölümümüzde o gün Türk tarihinde neyin yaşandığını söyler bize. Yani 3 Muharremde Türk tarihinde ne yaşanmıştır? Bu bölüm açıkçası benim de çok hoşuma gidiyor çünkü bir şuur da aynı zamanda insana veriyor. Mesela biz Sakarya Meydan Muharebesinin hicri yılbaşında cereyan ettiğini bu bölümden öğreniyoruz. Kırım harbinin üç ayların birinci günü, 1 Recep’te başladığını bu kısımdan öğreniyoruz. Tebük gazvesinin Ramazan’da olduğunu bu bölümden öğreniyoruz. İlk defa bu “tanrı uludur tanrı uludur” diye başlayan şeyin Ramazan’da Fatih camiinde okunduğunu bu bölümden öğreniyoruz. Yani mesela Fatih camiinde okunan bu şeyin nisanda okunmasının bizim için bir anlamı yok ama Ramazan’da okunduğunu öğrendiğimiz zaman bunun bizim için bir manası var.
Ön sayfadaki diğer metinlerimiz harekeli metinlerimizdir. Bu metinler; ayetler, hadisler ve İstikâl Marşı Derneği’nin diline doladığı sözlerden müteşekkildir. Daha önceki takvimlerimizde yazıyı öğreten derslerimiz vardı ama son iki takvimde harekeli metin tercih ediyoruz çünkü bu harekeli metinler Türkçenin doğuşuyla da alakalı bir hadisedir. Yunus Emre’den sonra bizim Kur’an harfleriyle yazılmış kitaplarımızın hepsi harekelidir. Çünkü Türkçe Kur’an okumayı bilen insanları ölçü olarak kabul etmiştir. Yani Kur’an okumayı bilen bir insan Türkçe bir metin okuyabiliyordu. Bu yüzden bizim ilk harekeli metinlerimiz Kur’an-ı Kerimden kaideler taşır yazı bakımından. Mesela bugün işte evden, okuldan deriz. Bu “den” eki bizim ilk harekeli metinlerimizde tenvin ile yazılırdı. Bir dal (د) konulurdu, o dalın üstüne iki çizgi, iki üstün (دًا)… “Den” eki bu şekilde gösterilirdi. Sin (س) harfinin üstüne iki çizgi konulurdu (سًا) bu, sen kelimesini gösterirdi. Yani tenvinden istifade edilmiştir bizim ilk metinlerimizde. Mesela gibi kelimesi. Kef ve be harfi yazılırdı altına da iki tane kesre konulurdu (كِبِ). Yani bugün okutucu dediğimiz elif, vav, ye(ا،و،ی) harfleri de yoktu o metinlerde çok fazla. Yahya Kemal "Türkçenin ilk metinlerini açıp okursanız sanki bir Arapça kitap okuduğunuzu sanırsınız" diyor. O da meseleye şuradan yaklaşıyor : Çünkü her Türkçe kelime Arapça bir babı esas alarak yazılmıştır” der. Orada işte birkaç örnek de verir. Yani Türkçe dediğimiz dil Kur’an-ı Kerim’i esas alarak doğmuş bir dildir. İsmet Özel “Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü” adlı konuşmalarının birinde 13. yüzyıldaki tedvin hareketlerini işaret ediyor. Bir edebiyat tarihi de olan Ahmet Caferoğlu da o yüzyıl hakkında şunu söylüyor: "Bu topraklardaki insanlar İslam'ı bu topraklardaki insanlara öğretmek için ana metinleri kendi dillerine tercüme etmeye başladılar ama bu tercümeleri yaparken bu topraklarda bulunan müşriklerin kullandığı kelimeleri kullanmadılar. -O müşrik kelimesini kullanıyor.- Bunun yerine bu ilmi metinlerden kelimeler geçmeye başladı.” diyor. “Bu metinlerin merkezinde de satır arası Kur’an-ı Kerim ve hadis tercümeleri vardır.” diyor ve edebi dilin de bu şekilde doğduğunu söyler. Satır arası Kur’an-ı Kerim ve hadis tercümeleri, bunlar söylenildiği gibi işte bir ayetin altında direkt meali vardır, ikinci ayet gelir onun altına Türkçesi vardır. Ben Türkçede bugün kullandığımız Kur’anî kelimelere dair birkaç örnek vermek istiyorum. Bunlar aynı zamanda günlük hayatta kullandığımız kelimelerdir, sıklıkla duyduğumuz kelimelerdir. “İşler kesat” denildiği zaman biz hepimiz neyin kastedildiğini anlıyoruz. Bu ifadeyi bizzat ayet-i kerimeden öğreniyoruz. Ayet şu şekilde: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, edindiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenleriniz size Allah’tan, Resulünden ve onun yolunda cihat etmekten daha sevimli geliyorsa o zaman artık Allah’ın emrini bekleyin. Allah fasıklar güruhunu hidayete eriştirmez.” Yani bu ayetteki “Kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz” mealindeki kısım ticaret ve kesat kelimeleri ile ifade ediliyor. Yani biz “işler kesat” demeyi Kur’an-ı Kerimden öğrendik. Başka bir şey de diyebilirdik, “işler yolunda gitmiyor” da diyebilirdik ama fasih bir Türkçe konuştuğumuz zaman Kur’anî bir Türkçe konuşuruz aynı zamanda. “Bugün saatler olsun” diyoruz. Saatler olsun dediğimiz zaman hatta bazen insanlar “sıhhatler” diye bizi düzeltiyor. Bu ifadenin aslı “Saatler olsun”dur (سعتلر اولسون). Buradaki saat kelimesi ile işte yani zamanı görmek için kullandığımız alet saat(ساعت), o kelime aynı kelime değildir. Bunlar farklı kelimelerdir. Bu saat kelimesini de yine Kuran-ı Kerim’den öğreniyoruz. İsrailoğulları savaşmak için başlarına bir Melik’in tayin edilmesini istiyor, Allah da onlara Talud’u gönderiyor, Talud’u tayin ediyor. Ama İsrailoğulları ordusundaki bazı insanlar şunu söylüyor: “Kendisine bir mal bolluğu verilmediği halde bizim başımıza nasıl melik olabilir.” İşte bu “mal bolluğu” saaten minal mal (سَعَةً مِّنَ الْمَالِ) olarak buyrulmaktadır ayette. Yani saat kelimesi bolluk, ferahlık demektir aslında. Biz “saatler olsun” derken de bunu kastederiz yani. Şimdi “sıhhatler olsun” deyince de insanın aklına şu geliyor, biz Avrupalı değiliz mesela vücudumuzu temizlediğimiz zaman sıhhat bulalım, üç beş ay sonra temizlediğimiz zaman sıhhat bulalım. Orada kastedilen şey bir ferahlıktır.
“Şom ağızlı” dediğimiz zaman Kur’ani bir kelime kullanırız, Vakıa Suresinde ashab’ul meşeme (اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ ) vardır. Kitabı kendilerine soldan verilecek insanlar. Bu meşeme kelimesi ile şom kelimesi aynı kökten gelmektedir. Uğursuzluk demektir, bedbaht demektir. Şuum (شُئُوم) kelimesi direkt Kuran-ı Kerim’de bulunmamaktadır ama Resulü Ekrem’in uğursuzluktan bahsettiği uzun bir hadisi vardır orada “şuum” olarak geçmektedir. Yani biz şom dediğimiz zaman da hadisten öğrendiğimiz bir kelimeyi kullanırız. Yine Vakıa Suresinde işte ashabul meymene (اَصْحَابُ الْمَيْمَنَة) vardır. Buda işte meymenetsiz dediğimiz zaman kullandığımız kelimedir. O da uğurlu manasında bir kelimedir. Misk kelimesi Türkçeye mis olarak geçmiştir, ayette mesela cennet ehlinin içeceği kadehin dibinin Misk gibi olduğu söylenir. Buna mesela ”O kadehin dibi mis gibidir” dediğimiz zamanda bir anlam kaymasına uğramadığını görürüz. “Yas tutmak” deriz, aslında buradaki yas kelimesi yeis kelimesinden gelmektedir. İşte “mesel” kelimesi Türkçe ’de masal olmuştur. Nasr suresinin ilk kelimesi iza cea nasrullahi vel feth(إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ) diye başlayan ayetin ilk kelimesi iza(إِذَا). Bu kelime Arapça’da bir fiile “-dığında” manası katar. İşte Allah’ın yardımı geldiğinde. Ama bu kelimenin, bu edatın bir diğer manası da “ise”dir, şart edatıdır. Yani bizim bugün Türkçe’de kullandığımız “ise” kelimesi Arapçadaki “iza”dan gelmektedir. Arapçadaki bir “z” sesinin Türkçede “s”ye kalbolması olağan bir şeydir, olan bir şeydir. Mesela zannetmek deriz, Türkçede sanmak olmuştur. İşte ızdırap deriz, bazıları ama bunu ıstırap olarak telaffuz eder ve Latin harfleriyle de ıstırap olarak yazar. Adem ismi özel bir isimdir ama Türkçe’de Hz. Adem’in ismi bir cins isim olmuştur. Adam kelimesi Hz. Adem’in isminden gelmektedir. Aynı zamanda da bir tabir olmuştur “adam olmak” minvalinde. Biz Türkçe konuştuğumuz zaman, Türkçe konuşan her insanın önünde bu kelime dolayısıyla bir tercih vardır. Âdem olma hususunda. Türkçe konuşan her insanın önünde meleklerin kendisine secde ettiği, şeytanın da kendisine secde etmekten imtina ettiği insan olma vasfı mevcuttur. Bunu ortaya çıkarmak, bu vasfı kesp etmek de ilk önce Allah’ın dilemesi daha sonra da insanların istemesiyle alakalıdır. Fatiha suresinde işte rahman deriz, rahim kelimesinden gelmiştir bu kelime, sonuna “-an” eki getirdiğimiz zaman bu işi yapanı ifade ederiz yani merhamet edeni söyleriz. İşte azim kelimesinden azman gelmiştir, büyük manasında. Biz de Türkçede bugün bir işi yapanı ifade etmek için fiilin sonuna “-an” eki getiririz. Yani “yapan, koşan, okuyan” sonuna “-an” getirdiğimiz zaman o insanın bu işi yaptığını söylemiş oluruz. İşte bu “-an” eki de ismi fail eki de Türkçeye Kur’an-ı Kerimden geçmiş bir ektir. Kur’an-ı Kerimde kök bakımından Arapça olmayan kelimeler de vardır. Bunların en fark edilebilir olanları Farsçadır. Firdevs kelimesi, Gazanfer kelimesi, kırtas kelimesi- kırtasiyede kullandığımız kelime-, hortum kelimesi, zemheri, hardal vesaire… Bunlar da bize Farsçadan değil Kur’an-ı Kerim’den geçmiş kelimelerdir. Bu kelimeleri biz biliyorsak bugün Kura’n-ı Kerim dolayısıyla biliyoruz. Yani Farsça bilgimiz dolayısıyla değil.
Türkçedeki Kur’an-ı Kerim yani Kur’anî kelimelerin izini Tanzimata kadar bu şekilde takip edebiliyoruz, yani Tanzimat’tan önce Türkçede kullandığımız bütün kök bakımından Arapça olan kelimeler Kur’anîydi. Ama Tanzimat’tan sonra işlerin seyri değişti. Buradaki insanlar Batılıların tesiri altına girdiler ve orada öğrendikleri yeni mefhumları kendi dillerinde tercüme etmeye başladılar. Türkçeye tercüme etmeye başladılar. Yani burada bir padişahlık vardı ama orada işte reis-i cumhur, bakanlar vardı, kurul vardı vesaire… İşte reis-i cumhur kelimesini ilk defa Tanzimat yüzyılında Şinasi’nin kullandığı söylenir. Yine “efkar-ı umumiyye” kelimesini onun kullandığı söylenir. İşte sergi manasında Şinasi ma’raz (معرض) kelimesini kullanır, arz edilen şey manasında ve bu tercümelerin hepsinde Arapça esas alınmıştır yani Arapça üzerinden böyle bir faaliyet yürütülmüştür. Bakan kelimesi için “nâzır” kelimesi türetildi, bakanlıklara getirilen sıfatlar; maliye, dahiliye, hariciye. Bunlar o yüzyılda türetilmiş kelimelerdir. Mesela darülfünun kelimesi. Bir üniversite kuruluyor ve burada batı tarzı bir eğitim verilecek buraya da bir isim bulmaları gerekiyor. Buraya bu ismi bulurken diyorlar ki yani öyle bir isim bulalım ki bu doğudaki klasik eğitim veren hiçbir kurumu hatırlatmasın insanlara yani ne medreseyi hatırlatsın ne de külliyeyi hatırlatsın. O yüzden bu kuruma isim verirken hiçbir İslamî atıf taşımayan dar kelimesini tercih ediyorlar. Yani dar dediğimiz kelime evdir. İkinci kelime de “fünun” kelimesidir. Bu da fen kelimesinin çoğuludur, cemidir. Fen kelimesi o yüzyılda bilim manasına geliyordu. Aslında hem Arapçada hem divan edebiyatında sanat manasında kullanılan bir kelime. İşte ona da bilim manası yükleyerek darülfünun ismi “bilimler evi” manasına geldi. Yani buradan Öz Türkçecilerin de ne yaptığını görebiliyoruz. Mesela fen bilimleri dediğimiz bir şey var, fen zaten bilim demek ikinci kelime de bilim demek. “Bilim bilimleri” gibi bir şeye tekabül ediyor. Ama öyle değil. Fen’e bilim manası veriyorlar bilime de ilim manası veriyorlar yani daha da karıştırıyorlar aslında.
Burada, Tanzimattan harf inkılabına giden bir süreç yaşandı. Ama bu harf inkılabından önce Arap coğrafyasında bir şey oldu. 1919 yılında Suriye’de Arap Dil Kurumu kuruldu. Daha sonra bu kurumu Irak’taki kurum, Mısır’daki kurum ve çok daha sonra Ürdün’deki kurum takip etti. Yani bu işin başlangıcı aslında Suriye’de başlamıştır ve onlara da örnek olan kurum Suriye’deki kurumdur. Bu Suriye’deki kurumun farklı gayeleri vardır; işte yazma eserleri muhafaza etmek, bir müze açıp tarihi eserleri orada muhafaza etmek ama asıl gayesi bu kurumun Arapçadaki Türkçe kelimeleri tasfiye etmektir. Çünkü halkın konuştuğu dilde yoğunluklu olarak Türkçe kelime kullanılıyordu ve ilk dönem Arap milliyetçilerinin söyledikleri bir şey var: “Arapça tarih boyunca en kötü günlerini Araplar Osmanlı hakimiyeti altında olduğu günlerde yaşamıştır.” Yani Osmanlı hakimiyeti altında olduğu zaman Araplar Arapça en kötü felaket günlerini geçirmiştir. Bunu da meselelere farklı yerden baktıkları için söylerler. Çünkü mesela bizim alimlerimiz vardır Arapça eserler vermiş; hadis, fıkıh, tefsir alanında eserler vermiş, bu alana katkı sağlamış alimlerimiz vardır ama böyle şeyler onların çok dikkatini çekmez. O ilk dönem, hususi olarak ilk dönem Arap milliyetçileri için. Onlar meseleye şöyle bakarlar, onların naklettiği bir sözdür bu: “Biz Musa’dan İsa’dan ve Muhammed’den önce buradaydık.” Yani Kuran-ı Kerim nazil olduktan sonra ortaya çıkan sahayı benimsemekte tereddüt yaşarlar, bu bizim Arap edebiyatı mıdır yoksa İslam edebiyatı mıdır diye bir ikilemdedirler. O yüzden onlar Osmanlı dolayısıyla dillerinde kullandıkları kelimelerin hepsini dillerinden tasfiye etmek istediler. Yani Suriye’de kaybolduğunuz zaman işte bir adres sorduğunuz zaman karşınızdaki Arap da olsa aşağı-yukarı, sağ-sol kelimeleri ile size yön tayin edermiş. Onların dilden tasfiye etmek istedikleri bazı kelimeler kök bakımından Arapçadır. Onlar Türkler vazettiği için dillerinden tasfiye etmek isterler. İşte devriye kelimesi böyle bir kelimedir. Bugün hala kullandığımız memur kelimesini tasfiye etmek istediler. Bugün Arapçada memur kelimesi kullanılmıyor. Türklere mahsus bir kelimedir bu kelime. İşte tahsilat, tetkikat, intihabat kelimeleri kök bakımından Arapça olan kelimelerdir ama dillerinden tasfiye etmek istediler. Yine kök bakımından Türkçe olan kelimeler var koltuk, soba, köprü kelimesi var, “köpri” şeklinde telaffuz ediyorlar. Birinci kelimesi var tasfiye etmek istedikleri ama bugün hala Suriye’de bir şeyin en iyisi için birinci derler. Fransızcadan dolayı kullandığımız bazı kelimeleri tasfiye etmek istediler, paspas kelimesi gibi. Daha sonra burada öz Türkçecilik faaliyeti başladı. Şimdi buradakiler de kök bakımından Arapça olan kelimeleri ama aslında Türkçe olan kelimeleri dillerinden tasfiye etmek istediler yani istiklâl, vatan, millet, hürriyet kelimelerini. Oradaki Araplar da belli başlı kelimeleri dillerinden tasfiye etmek istediler ama bugün istiklâl, hürriyet, milliyet gibi kelimeleri hala dillerinde tutarlar ve kullanırlar. Bunlar hususi olarak istiklâl, vatan ve hürriyet kelimeleri ve Tanzimat’ta türetilen diğer kelimeler Türklerin türettiği ve Türkçeden Arapçaya geçen kelimelerdir. Yani reis-i cumhur kelimesini ilk defa Şinasi’nin kullandığı söylenir, Araplar bugün reis-i cumhur derler. Bakanlıklara getirilen sıfatlar; maliye, hariciye, dahiliye. Bugün Arapların kullandığı kelimelerdir. Agah Sırrı Levent şöyle bir şey söyler: “Ömer Seyfettin ve arkadaşları Türkçede yeni bir kelime türetilmeyeceğini söylediler ama Türkçede ‘ihsaiyyat’ kelimesini türetenler de onlardır.” İstatistik manasında türetiyorlar bunu. Bugün Arapçada da istatistik demeniz için ihsaiyyat Kelimesini kullanmanız gerekiyor. Yani bizim Arapça etkisinde bir durumumuz söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerimle olan bir münasebeti var Türkçenin, daha sonra da, Tanzimattan sonra da buradan Arapçaya olan bir etki söz konusudur. Bu Arap dil kurumları faaliyetinden sonra bir harf inkılabı yapıldı ve bu harflere Latin harfleri değil Türk harfleri dedirtmek istediler insanlara. Ama insanlar ısrarla Latin harfleri dedi buna, bugün Latin harfleri deyişimizin sebebi Türk milletinin gösterdiği bir tepki dolayısıyladır. Ve bu harfleri, Latin harflerini hiç kimse tercih etmedi, hiç kimse tavsiye de etmedi. Onlar için bir tenezzül meselesiydi bu. Fevzi Çakmak’a iki tane evrak gidermiş biri Kur’an harfleri ile yazılıymış diğeri Latin harfleri ile yazılıymış. Fevzi Çakmak Kur’an harfleri üzerinden okurmuş kâğıtta ne yazdığını Latin harfleri olana imza atarmış. Peyami Safa ölene kadar bu harfleri terk etmedi. Köşe yazılarını bu harflerle yazdı, gazeteye göndermeden önce de Latin’e çekerek gazeteye gönderdi. Süheyl Ünver 80’li yıllarda vefat etti, vefatından birkaç yıl önce bir röportaj veriyor, muhabir soruyor Süheyl Ünver’e: “İnsanlara bu eski harfleri öğrenmeyi tavsiye eder misiniz?” Süheyl Ünver de: “Tabii tabii, ben bu yaşıma kadar hala bu harflerle yazıyorum. Latin harfleriyle yazdığım zaman ben kendi yazdığımı bile okuyamıyorum.” diyor. Çünkü zihnimiz kuran harfleri imlasına alıştığı zaman Latin harflerine ayak uyduramıyor yani ikisi bir arada gitmeyen şeyler. Valâ Nurettin harf inkılabından 17 yıl sonra bir yazı yazıyor. Biz diyor bu dönemde büyük şair olarak tanıdığımız insanları hep ilk defa 16-17 yaşlarında duymuştuk. İşte Sait Faik’i örnek veriyor. Birkaç şairi ve edibi örnek veriyor, “Bunlar ilk metinlerini hep 16-17 yaşlarında vermiştir” diyor ve “İsmini bu zamanlarda duyurmuştur bu insanlar” diyor. “Ama bu Latin harflerinden sonra artık yok böyle bir şey, hani bu Latin harflerinin yeni nesilleri, hani şairleri hani edipleri.” diyor. Ve yazısını şöyle bitiriyor: “Yok yok bu Latin harfleri adam yetiştirmiyor.”
Aslında bu bir zaman daha devam etti. Hala insanlar eserlerini o yaşlarda vermeye devam ettiler. Çünkü harf inkılabının asıl nesli 1940-50-60-70 doğumlu olanlar değildir. Harf inkılabının asıl nesli 80-90-2000 doğumlulardır yani harf inkılabı asıl verimini 80-90 ve 2000 doğumlu olanlarla aldı çünkü daha önceki doğanlar yazıyı terk etmemiş insanların bulunduğu ortamda yetiştiler yani onların hocaları yazıyı terk etmemişlerdi ama biz mesela böyle bir şey görmedik. Bizim yaşı büyük dernek üyelerimiz var. Babaları Kur’an harfleri ile not alırmış buna şahit olmuşlar. Ama işte 80’li yıllarda 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda doğmuş insanlar böyle bir şeye şahit olmadı. İstiklâl Marşı Derneği vesilesiyle bir şey başlatıldı. Yazımızı geri alma hususunda bir hareket başlatıldı yani sizler de bu harekete iştirak edebilirsiniz. Milletiniz adına, kendiniz adına yazıyı öğrenerek bu harflerle okur-yazar olarak bu süreci kendiniz için başlatabilirsiniz çünkü yazıyı öğrenmek bizi hem tanzimatın hem harf inkılabının hem de 27 Mayıs 1960’ın kötü tesirinden koruyacaktır ve aynı zamanda en iyi propaganda insanın kendisinin bir örnek teşkil etmesidir. Yazımızı aldığımız gün de inşallah yeryüzündeki bütün müminlerin yüzünü aydınlatacak kadar, bütün kafirleri de gölgeye kaçıracak kadar yıldızımızı parlatmış olacağız. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Yusuf Ay’a biz de teşekkür ederiz. Verdiği malumatlardan ötürü. “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.” Gördüğünüz gibi İstiklâl Marşı’nda, bütün mısralarda gelecekten bahsediyor. Burada hiç hazır bir bina yok. Bir bina vadediyor bize. Bu binayı biz kuracağız, yazımızdan başlayarak. Yani elimizde aslında hiçbir şey yok. Yazıdan başlayarak elif-be’den başlayarak kurulacak bir bina. Onun için önümüzde kurulmuş binalar olarak gözüken ayakta duran binaların -deprem dolayısıyla mühendislik tabirlerine iyice alıştık- ağır hasarlı, orta hasarlı demeden hepsinin yıkılması gereken binalar olduğunu… Hepsinin; tarih anlayışımızdan siyaset algımıza kadar kafamızdaki düşüncelerden kurumsal olarak milli eğitimine, sağlığına kadar kafamızdaki her şeyi yıkmaya hazır olmamız lazım ki “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” diyebilelim. İstiklâl Marşı’nın vaadettiği binaya bir yer açabilelim. Değilse enkazın içinde o yeri de göremeyeceğiz. Bize koordinatlarını verdiği, mimarisini çizdiği şeyi kafamızda da canlandıramayacağız. Vakit çok geç oldu dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz, hayırlı akşamlar diliyoruz.
4 Muharrem 1445 (22 Temmuz 2023), İstanbul
TİYO Yayıncılığın dokuzuncu kitabı Taşları Yemek Yasak’ın yeni baskısı yeni kapağı ile neşrolundu.
Çelimli Çalım Mecmuamızın on sekizinci sayısı “BİZ VAV’LI TÜRK DEĞİLİZ” manşeti ile çıktı.
"Türk Varlığına Sarılmak" paneli 28 Şevval 1443 (29 Mayıs) Pazar günü İstanbul'da yapıldı.
İçinden geçirildiğimiz karantinalı günlerin kırkı çıktığına göre üzerine konuşabilir, gücümüz yettiğince adını koyabiliriz. Kâfirlerin cenneti, Mü’minlerin zindanı bu dünyada cereyan eden katakulli, düzenbazlık, dolandırıcılık ve yalanların aslını öğrenmek bunların...