KALDIĞIM YERDEN DEVAM EDERSEM NEREYE VARACAĞIM?
İSMET ÖZEL
.

Yazdıklarım (buna İstiklâl Marşı Derneği portalinde yer alan yazılarım bilhassa dâhildir) bir müfredatın gereğini mi aksettirir? Hayır, ömrümün on sekiz senesini Fransızca öğretmenliği yaparak geçirmiş olmama rağmen yazdıklarımla kimseyi eğitme veya birilerine ders verme gayesi gütmüyorum. İster şiir alanında ve isterse mensur tarzda olsun bütün yaptıklarım benim bencil hissiyatımın gereğidir. Bencil bir hissiyat… Başımı dik tutan, ömrümce bana gurur veren bir şey o. Her zaman yaptığım gibi şimdi de günlerimi başka hiç kimseyle değil, kendimle meşgul olmakla geçiriyorum. Yazdıklarımda cumhuriyetin ilânından yirmi bir sene sonra bir polis memurunun son çocuğu olarak dünyaya gelmiş birinin kendi hayatına sahip çıkışının tezahürlerini görürsünüz.

Çocukluğumu bir mutluluk dönemi olarak hatırlamıyorum. Öyleymiş gibi hatırlayanları da zihnen yetersiz sayıyorum. Mutlu olmanın ahmakça bir şey olduğu kararına ulaştığımda henüz çocuktum. Ergenlik çağımı bir bataklıktan sıyrılma vakti bildim. Gençliğim ergenliğimden de beterdi. Orta yaşlılığım bana kendimle alay etme fırsatı verdi. Altmış yaşımda ihtiyarlığı hissettim. Gördüm ki, insanlar kendilerine bir yer sağlama başarısına ancak yeteneksizleri ve ahlâken bir çizgi tutturamamış olanları pohpohlayarak erebiliyor. Bu yolun geçersizliğini ömrünü mutluluk arayışı içinde tüketenler çoktan öğretmişti bana. Şiirde ısrar etmem bana hem faydasına günümüzde bile vakıf olduğum bir kalkan sağladı, hem de kerameti kendinden menkul zevatı küçümseme imkânı verdi.       

Bir beşer olduğum inkâr edilemezdi. Önüme eğlenmem için, öğrenim görmem için veya vaktimi heba etmem için bırakılan araçları kullanmaktan başka ne yapabilirdim? Ben sadece etiyle, tırnağıyla ben mi idim? Yoksa bana şahıs denilmesinin sebebi şahsiyetim sebebiyle miydi? Çocukluğumdan itibaren şahısla şahsiyet arasındaki ilişki beni meşgul ediyordu. Ben ne kadar önem atfetsem de rüyalarım beni ben yapmıyordu. Çevrem ise etinin ve tırnağının bana ne kadar geçtiğini merak eden insanlarla dolu idi. Tarih boyunca ün kazanmış olup da meşguliyetini kendinden başkasına hasretmiş birine rast geldiğimiz vaki mi? Hayır, değil. Şu veya bu felsefenin veya şu veya bu döneme mahsus sanat eserlerinin ben-merkezci olduklarına aklımız kolayca eriyor. Peki, ya öznel yargıları düşman bilen ve karşımıza XVII. Hıristiyan asrından itibaren çıkan bilim kuramları? Onları da mı ben-merkezcilik sırasına sokacağız? Evet, sokacağız. Çünkü iki ayağı üzerinde dikilerek yürüyen ve dilinden anlayana başından geçenleri anlatma becerisi gösteren yaratık çevresi olmaksızın kendisi değildir. Çevreden hareketle çevremize varırız. Hem huzurumuzun, hem de huzursuzluğumuzun kaynağı olarak çevremiz olmaksızın, yani çevre diye bize bildirilen şey olmaksızın insan hayatına kavuşamayacağımızı bilmeği gösterebiliriz.

Müslümanlığın mensup olduğumuz toplumdaki yeri bir daha dikkate alınmalıdır. Hiç aklınıza kimilerinin “gâvur padişah” olarak bildiği II. Mahmud’un lâkabının niçin “adlî” olduğunu sorgulamak takıldı mı? Hangi türden adalet dağıtmıştı bu padişah? O devirde din bahsi açıldığında ortada adalet veya adalete benzer bir şey yoktu. Başka bir şey vardı. II. Mahmud’a adlî mahlası yakıştıran onun “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim” mealinde bir cümle sarf etmiş oluşudur. Eğer insanları modernleşmenin sürüklediği yer hesaba katılacak olursa maksat Müslümanların camiye, Hıristiyanların kiliseye, Yahudilerin havraya hapsedilmesi teşebbüsünde bulunmaktan başka bir şey değildir. İslâm’ın kıldan ince kılıçtan keskin olduğunu hatırda tutmak lâzım. Diyar-ı Rûm’u Dar-ül İslâm haline getirenler ne yaptılarsa bunu bilerek yaptıklarını yaptılar. Müslümanların camiye hapsedilmeleri İslâm’a son vermekten başka bir yere çıkmaz. Çünkü Allah arzını mescid kılmıştır. Biz Müslümanlar olarak gerektiğinde her mabette namaz kılarız. Bizim dikkat ettiğimiz sırat-ı müstakim üzre olmamızdır. Osmanlı tebaası içinde gayrimüslimler kiliselere ve havralara hapsedilmekten millî varlıkları itibariyle zarar değil, yarar gördü.

Tanzimat fermanının okunduğu yıl Hıristiyanların 1839uncu yılıdır. Bu tarihten itibaren Türk topraklarında İslâm’a açıktan zarar veren herkes makam, mevki ve servet sahibi oldu. İş o raddeye geldi ki 1942 Hıristiyan yılında devlet kendini Varlık Vergisi koyarak bazı şeyleri telâfi edebileceği zannına kaptırdı. Oysa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Dünya Sistemi diye adlandırdığımız kuvvet 27 Mayıs 1960’da Türk milletinin oylarıyla hükümet kuran Demokrat Parti’yi alaşağı etmekle kalmadı millet çoğunluğunun sevgisini kazanmış Adnan Menderes’i ipte sallandırdı. 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa bayramı ilân edildi. Yirmi yıla yakın bir zaman boyunca 27 Mayıs’a alkış tutma mecburiyeti altında kaldık. Biline ki, 27 Mayıs Türk topraklarına ne hürriyet ne de anayasa getirdi. Ülkede, ona yaşamak denirse, yaşayanlar bu ikisinin noksanlığından cinnet getirecek durumdalar. Tanzimat’ın ilânı üzerinden 183 (yüz seksen üç) sene geçmiş. Türk vatanında okunmaya değer bir tek mevkute bile neşredilmiyor.

İsmet Özel, 25 Zilkade 1443 (24 Haziran 2022)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.