TÜRK OLMAKTA NİÇİN ISRAR EDİYORUZ?
İSMET ÖZEL
ترك اولمقدە نیچون اصرار ایدییورز

Daha doğrusu Türk olmayanlar bize, biz Türklere vatanımız dışında bir yeri işaret ederek “Siz aslen oralısınız!” deme ısrarından bir türlü vazgeçmiyor? İki ısrardan bahsettiğime göre bilek güreşi yapmağa dönük iki taraf aklınıza gelebilir. Hâlbuki hadise bu değildir. Çok şükür ki, bu değildir. Ne yazık ki, bu değildir. Bilek güreşi yapmağa hazır insanların yokluğuna sevinecek miyiz, yoksa onlar elde hazır diye hayıflanacak mıyız? Davası varmış gibi yapanların nesine güveneceğimize akıl erdiremiyoruz. Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümran olduğu coğrafyada artık yaşadığı yere tutkuyla bağlı insanlara rastlama ihtimaliniz pek zayıf. Biz Türklerin ne dostunu bıraktı kapitalizm, ne de sahici düşmanlarını. Sonra Türklerin bu araziyi terk etmesinden istifade edeceğini düşünen çevrelerin emirleri altında emir almaya heveslenen insan yığınları yok. Yine de bir şeyler oluyor. Ne oluyor bir bakalım.

Akdeniz’den (Batı denizinden) Karadeniz’e (Kuzey denizine) veya tersine Kuzeyden Batıya geçmek için Marmara’yı kat etmek mecburiyeti coğrafya tarafından dayatılmıştır. Marmara denizi üzerine iliştirilmiş bu adı ebediyen taşıyacak mı? Niçin bütün sahilleri Türklerle meskûn bu iç denize Türk Denizi demedik ve halen demek aklımıza gelmiyor? Bu istikamette bir niyete niçin bu kadar yabancıyız? Tarih soruların cevabını sarıp sarmalamış. Mekteplerde uygulamasını gördüğümüz tarih Türklerin uydurma kökenlerini ne derecede süsleyip püslemiş olursa olsun biz Allah’ın askerleri olarak kendi hikâyemize Haçlı Seferleriyle başlama mecburiyeti altındayız. Müslümandık ve tarih sahnesine henüz ismi verilmemiş bir millet olarak çıktık. Türkçe yazmayan kendine mahsus bir Farsça ile yazan Rûmî niçin “Doğduğum yerlerde kalmış olsaydım belki ilim sahasında eser verirdim; ama bu topraklar beni şair kıldı” demek ihtiyacını duymuştur? Homeros’a bağrını açan “bu topraklar” Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte Türkiye adına lâyık görüldü. Bir isimlendirme meselesine çözüm getirmek mecburiyetindeyiz: Derme çatma Türkiye’de yaşamadığımızı, yaşadığımız yerin adının Türkeli olduğunda anlaşmak mecburiyeti bizi bekliyor. Bunu yapmağı başarabilirsek vatanımıza gerçekliği olan bir isim bulmuş olacağız.

Bulacağız da ne olacak? Seyyahlar Türk topraklarının bütün yerküre üzerinde İslâm’ı ciddiye alan topraklar olduğu fikrinde birleşiyor. İslâm’ı ciddiye alanlar cepleri şişkin insanlar değil, devlet yapısında imtiyazlar elde etmiş olanlar hiç değil. Geriye benim bu yazımı okuma zahmetine uğramışlar kalıyor. Onlar da değil. Zengin ve makam sahibi olmadıkları halde Türklerin ölüm sonrası hayatlarını gündelik meşguliyetleri içine sığdıran Türkleri kaybetmek istemeyenler türlü işler çeviriyor ve biz İslâm’ın ciddiye alındığı topraklarda yaşamanın tesellisiyle avunuyoruz. Ufukta bunun kalıcı olacağı görünmüyor. Dinleri itibariyle Küçük Asya’yı yeniden imtiyazlı kılmak için Hıristiyanlar İslâm’ı ciddiye alanları kendi başarılarına eklemek için sabırsızlanıyor ve “kutlu doğum haftası” dolayısıyla yaşanan hatırlanacak olursa sözünü ettiğimiz ekleme imkânsız değil. Hâkim sınıflar arasında neler döndüğünü bilmiyor olsak da İberik yarımadasındaki “reconquista” hareketinin kime bir yol aydınlattığını bilmiyor değiliz.

Bu yazının baş kısmında bilek güreşinden söz ettim ve bunu vuku bulması imkânsız bir olay olarak andım. Ortalıkta bileğine güvenen kimse kalmadığına göre iki kefeli bir terazi geliyor aklıma. Türk toprakları yerküre üzerinde Cumhuriyet idarecileri elinden bir parlak geleceğe doğru yön tutmuş halde midir, yoksa en az 400 yıldır yaşadığımız adamdan sayılma dilenciliğine rıza göstererek ömrünü uzatmağa mı çalışacaktır? Bütün bunlar adı konulamamış ülkesini ve adı anılmak istenmeyen milletini elden kaçırmak istemeyenlerin kaprislerine mi bırakılmış? Benim ömrüm iki ihtimalin gerçeklik kazanabileceği olayları müşahede etmekle geçti. Önce 27 Mayıs 1960 sonrasında Türk vatanı sosyalist bir dönüşüm geçirecek dinamikleri içinde barındırıyordu. O dinamikleri torpillemede zorlanmadılar. Sonra İslâm’ı yeniden ve aslını muhafaza gayesiyle anlama ve bunu dünyaya anlatma gücü sıfırı tüketmiş değildi. İnkılâplara rağmen bu toprakları Türk toprakları haline getiren değerleri titizlikle korumak halkın canına işliyordu. Hem sosyalizmi tatbik fırsatı ele geçirilemedi, hem de İslâm’ı tanıma ve tanıtma imtiyazından vazgeçildi. Devlet sosyalist olmayan bir solu öne çıkardı. Bundan iki fayda umuyordu: Birincisi Moskof düşmanlarından aferin almak, ikincisi Türk milletinin düşünme kapasitesini saptırmak ve böylece yok etmek. Türklerin topraklarında en rahat hareket eden insanlar gerçekte ne selâm vermeğe değer, ne de verdiği selâmı almağa.

Niçin böyle? Niçin kötüden betere gidiyoruz? Diyelim ki, Batı medeniyetinin sahipleri ruhlarını şeytana dünyada huzur bulmak için sattı. Acaba biz de onlardan mıyız? Eğer Türklüğü yani kâfirle çatışmağı göze almayı kendimize münasip görmüş isek biz Batılı değiliz. Neyiz öyleyse? Çinliler ve Hintliler gibi kendini dünyanın merkezinde sayan Doğulu muyuz? Hepimiz onun da üzerimizde iyi durmadığını biliyoruz. Hakikate yol açan Türk tanımlamasına hazır mıyız? Hakikate yol açmak nedir? Bu suali esas sayıp başlayalım ve biten ne varsa bu sualle bitsin.

Hakikat denildiğinde efsanevî büyük üçlü (yer, insan, gök) akla gelmeli mi? İnsan pozitif dedikleri bilimin mi, Heidegger’in bir çılgınlık olarak tanımladığı felsefenin mi, yoksa bir yalan olduğunda herkesin hemfikir olduğu sanatın mı konusudur? İnsan bilimin konusu olamaz. Çünkü tersi daha doğrudur. İnsan felsefenin de konusu olamaz. Çünkü felsefe kafa karışıklığına paye veren bir insan uğraşısıdır. Sanat insan konusunda her türlü tereddüdün geçerli olduğuna örneklik ettiğinde meşgul olunan bir şeydir. Diline kelime-i şahadet takılmamış birini insan ulamına dâhil edecek miyiz? Kur’an nâzil olmadan önce hakikatin ne kadarını beşeriyete ait sayabiliriz? Ancak bu suallerdir modernlikten darbe yemiş Türk’ü açıklayabilen. İstanbul’un fethi ile Bizans’ı yok eden Türkler fetih gayesiyle bir şehrin önünde olacaklarsa o şehrin adı Viyana değil, Roma’dır. Tacını, tahtını üstün kılma çabasıyla “Korkma, ben kral değilim. Ben Mekkeli kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyen zatı hesap dışı tutarak dünya hâkimiyeti sevdasına kapılmış adamları öne çıkaran, düzen iptilâsına yakalanmış sürülere mahsus demokrasi şampiyonlarının tuzağında rahat arama düşüklüğüne kapılmayalım.

Yapılacak işin ne olduğu hususunda tereddüde mahal yok. Başlangıçta istikamet sahibi olmaları Türkleri bir millet haline getirdi. Ne ırklarına yaslandı Türkler millet sayılmak için, ne kültürlerine, ne de aralarında canlanan duygu bağlarına. Irkları, kültürleri, siyadetleri itikatlarında temerküz etmiş idi. Kıymeti itikatta bulurlardı; bir başka şeyde değil. Millet hususiyetine yeniden kavuşma olgunluğuna istikameti belirgin kılmaları temin edecektir. Temelinde sosyologi ve iktisat şartlanması olanlar milletlerin doğuşu ile milliyetlerin tezahür etmelerini kapitalizme bağlar. Temele Avrupa ülkelerinin müstemleke imparatorlukları edinmelerini koyduğumuz zaman kapitalizmle milletleşme arasındaki bağı gerçeğe yaklaştırırız. Bu yüzden İspanya ve Portekiz, İsveç ve Norveç iki ayrı ülkedir. Tarih denilince bazı kâfirlerin dünyanın tadını çıkarmaları ve o tadın ağzımızdan kaçmasını anlayanlar kapitalizme intibak etmekle milletleşme arasındaki münasebeti işaret eder. Ya milletleşmenin kapitalizmle alâkası hasım olmayı gerektiriyorsa? Resul-ü Ekrem yanında para bulundurarak evine girmezmiş. Eğer üzerinde birkaç kuruş kaldıysa onu tasadduk eder yattığı mekâna öylece kavuşurmuş.

Evet, “Başkaları ne der?” sualiyle bize bulaşan endişeyi üzerimizden silkip atmak şarttır. Bizim numune bildiğimiz herhangi bir toplum yerkürede yaşamıyor; ama tersi doğru. Fransız merkeziyetçi idaresi XVII. Hıristiyan asrında Osmanlı Devleti’ni örnek almıştır. Belki kendi millî varlığı bilincine kavuşmuş bütün topluluklar biriciklikleriyle temayüz etmişler ve tebarüz etmişlerdir.  Dolayısıyla tarihin bu kıvrımında da kendimizin kendimize ne dediği sualiyle yeniden biçim alabiliriz. Osmanlı Devleti’nin noksan üstüne noksan ekleme macerasını Batılılaşma olarak adlandırmakla işi geçiştirmeyelim. Türk olma ısrarımız bizi bir topyekûn ilme iliştirmeli. Bunun ancak İslâm’ın kazandırdığı terbiye sayesinde gerçekleşebileceğinden şüphe duyanlar etkisiz ve yetkisiz bırakılmalı. Hâlbuki onlar Türklerin vatanlaştırdığı topraklarda bilhassa Mahmud-u adli saltanatından itibaren günümüze kadar etki ve yetki bakımından rakip tanımaz durumdadırlar. III. Selim Avrupa hükümdarlarının kendi aralarındaki uzlaşma vuku bulmasaydı sultan olamayacaktı. Vatan duygusu toplum hayatımıza keskin bir gelişme çizgisi getirecek. Dolayısıyla vatan duygusu hepimizi adlî Misak-ı Millî sınırları dâhilinde bütün akarsuların ve göllerin irtibatlandırılması vazifesine sürükleyecek. Fikir âlemimizde vadilerimizde koşan at sürülerimizden gurur duymak olmalı. Geçmişte olduğu gibi atlardan anlamağı başarırsak atların bizi bizim onlardan anladığımızdan daha iyi anladığını göreceğiz. Sonunda ne mi olacak? At vebası yalanıyla iki kez yok ettiğimiz atlar bizi çevre ülkelerden daha sağlam bir yaşama biçimine taşıyacak.

Suçlar ve suçlular vatan duygusunun Türk kültürünü yükseltecek bir hissiyat haline gelmesiyle hayatımızdan silinecek. Bu bir taleptir. Bunu söylemekle bütün “bilimsel verilere” zıt bir kelâm ettiğimin farkındayım. Fakat bu oldu. Müslümanların yaşadığı mahallelerde en az 400 yıl suç işlenmedi. Türk milleti toparlanmağa ağırlık verirse dilimize bir selâmet yolu açmış olacak ve başımıza tebelleş olan her savrukluğun hakkından gelebileceğiz. En başta yurt ile vatanı eşanlamlı sayma zaafını dışarda, Türklüğün dışında bırakacağız. “Vatan duygusu” ibaresinin yerine ne idüğüne kimsenin açıklama getiremediği Türkçeleşme adına “yurt duygusu” diyebilir miyiz? İşte bu imkânsızdır. Hem içimizde yaşattığımız ahenk ve güzellik anlayışı vatan yerine yurt dememize engel olur, hem de Türk topraklarından beklenebilecek gelişme yönüne zıt bir konumu seçmiş oluruz. Yurt ve anayurt olsa olsa flora ve faunaya nispet edilebilir. Asya devesiyle Afrika devesini çıplak gözümüzle birbirinden ayırabiliriz. ABD ahalisinin Şükran Günü münasebetiyle pişirip yediği kuşa biz “hindi” diyoruz. Colomb’un ayak bastığı topraklar bir süre Hindistan sanıldığı için o hayvana da hintlilik uygun görülmüş. Hâlâ bazılarımızın Kızılderili adını yakıştırdıkları insanlara İngiliz dilinde İndo-Amerikan deniyor. Dolayısıyla hindinin vatanı, anavatanı neresidir sorusunun cevabı Amerika olacaktır.    

Türk vatanı dediğimizde Türklerin sahip çıktığı toprakları anlıyor olmalıyız. Yurt vatandan bu ahlâk titreşiminde fark edilir. Yurt “sahip çıkma” gibi bir titreşime yüz vermeyecektir. Vatanı vatan kılan ise toprak lehine altına girilen yükümlülüklerdir. Türk vatanı olarak kabul edilen yerler İslâm toprakları olmakla kalmayan, İslâm değerlerinin toplum selâmeti hürmetine korunduğu yerlerdir. Müslümanlardan başka din saliklerinin kendilerini yerlerinde hissettikleri toprak parçalarını Türk vatanı olarak adlandırmanın bariz bir sahtekârlığı yansıttığını inkâra kimsenin gücü yetmez. Hadisenin ne kadarı adaletten kaçışı ve gaspı içine alır, ne kadarında hakkaniyet ve samimiyet vardır? I. Murat’tan itibaren İslâm ümmetinin tüm kazançlarını emniyet altında tutmaları için Hıristiyan çocuklarının devşirilmeleri bir felâket miydi? Bunun bir felâket olmadığına iki delil gösterebilirim. İlki Boşnakların topluca Müslüman olurken devlet otoritelerinden devşirme usulünün değişmeyeceğinin teminata bağlanmasını isteyişleridir. İkinci delilim II. Mahmut’un modernleşmeyi dönülmez bir yola sokmak için Yeniçerilere kanlı bir son tertiplediğidir. Bu olayı Vak’a-i Hayriye sayanlar dünyanın bütün Müslümanlarını rehin almış durumdadır.

İsmet Özel, 10 Cemâziyelevvel 1442 (25 Aralık 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.