REY DEMİYOR OY DİYORUZ
İSMET ÖZEL
رأی دیمیور اوی دییورز

Rey ile oy arasında bir münasebet aranırsa her iki kelimenin de sonunda Latin alfabesinin y harfi bulunduğu ileri sürülebilir. Y harfine Fransızlar “i Grek” adını vermişler. Modern kültür dünya kadar bu türden münasebetsizliği bünyesinde barındırır. Modernleşmeği nimet bilen Türkler batılıların her çeşitten tuhaflığını baş tacı etmişlerdir. II. Mahmut’un devlet ricalini giymeğe mecbur ettiği fes ister Müslim ve isterse gayri-Müslim olsun herkesin giydiği bir başlıktı. İslâm’ı hasım sayan Modernleşmenin hangi taşını kaldırsanız altından bir engerek değilse bile işe yaramayan ve sizin bozulmanızı kolaylaştıran bir şey çıkar. Çıkmıştır da. Türkler niçin var olduklarına herhangi bir açıklama getirilemeyen dilleri, orduları, eğitimleri milliyete yabancı bir fazlalık şekline sokulmuştur. Bunu nev-zuhur bir hadise sanmayın. Neleri Müslümanların yapabileceğine, neleri yapamayacağına akıl yoran ulemayı yerinden edip devlet kararlarına dokunulmazlık tanıyan kişileri iş başına getiren III. Selim’in saltanat sürdüğü günlerden itibaren modası geçmeyen bir modadır bu.

Yanlışlıklar var ve fakat millet olarak içine düştüğümüz bunca yanlış bir yanlışlıklar komedyası etmiyor. Yaşadığımız günlerin yaşanılası günler olduğuna bizi edebiyatın ikna ettiği gerçeğinden harekete geçme mecburiyeti altındayız. Tersi de olmaz mı? Belki daha çok o olur. Bir toplumu edebî eserin hicviyesinin yerini hiçbir engelleyici veya teşvik edici kanun tutamaz. Biz Türkler olarak o günlere ulaştık ki dilimiz, lisânımız, lügatimiz bir korumadan mahrumdur. Koruma doğarsa vatanı koruma tavrından doğabilir ve benim bunları kâğıda geçirmeme gerek kalmaz. İyi bir başlangıç yapmak için değil, kötü bir başlangıçtan kaçmak için Dünya Sistemi’nin hastalık ürettiği fikrini esas alma önerisi getirdim. Daha açıkçası “Hayatımız tehlikede değil, tehlike hayatımızda” demek suretiyle Dünya Sistemi’ni veri saymanın bizatihi hastalık olduğunu savundum. Getirdiğim öneri niçin yankı uyandırmadı? Savunduğum şey niçin hak ettiği dikkate değmedi? Çünkü kamburumuzu beğenmek ve beğendirmek toplum hayatımızın değeri haline geldi. Yani kendimize sapma üzerine inşa edilmiş hayatlardan şifa beklemek tarzında bir eğlence uydurmuşuz.

Bugün biz Türklerin hayatı baştan sona bir eğlence olarak akıyor. Eğlenceli bir hayatımız var: Yani sıkıcı. Hatırlayalım Baudelaire’in çalışmanın eğlenmekten daha az sıkıcı olduğu hususunda bizi uyardığını. İnsanların bir şey uğruna emek harcamaları sıkıntı hissetmelerine engel olur. Sıkılmadan yaşamak bir işe yarar mı? Evet, yarar: Nasıl erdemli bir hayatın mükâfatı erdemli bir hayatsa, sıkılmadan yaşayan insan da sıkılmadan yaşama mükâfatına konmuş olur. Ne yaparsak sıkılmadan yaşamanın bir yolunu buluruz? Bunun için tarihin nabzını tutmamız yeterlidir. Tarih hayati vuruşu bizden gizlemiyor. Buna mukabil biz bize lâzım olanın tarihin nabzı olmadığı görüşüyle yaşamağı daha kârlı sayarak geçiriyoruz günlerimizi. I. Cihan Harbi sona erince Osmanlı Devleti ile İtilâf devletleri arasında 30 Ekim 1334 (1918) de Mondros Mütarekesi vuku buldu. “Mütareke matbuatı” nın kulakları çınlasın. Bizim Misâk-ı Millî olarak adlandırdığımız şey Mondros Mütarekesi imzalanırken Türk askerinin komutası altındaki topraklardır. İstiklâl Marşı’nın “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” derken kast ettiği vatan budur.

Son tutunduğumuz yer ilk yerleştiğimiz yerdir. I. Cihan harbinin mağlubu sayılan Türkler olarak üç aşağı beş yukarı tarihte yerimizi alırken nereyi vatanlaştırdıysak oradan çıkmayacağımıza yemin ettik. “Cennet vatan” ne Batum, Musul, Halep fethedildiği için doğdu, ne de İstanbul ve Selânik Türk topraklarına dâhil edildiği için. “Cennet vatan” dememiz Bizans’ın ömrünü tüketmesiyle birlikte İslâm’ın makbul sahasının Şam-Bağdat ekseninden uzaklaştırılıp yaşadığımız yerlere (İstanbul’un fethinden de önce) açıktan açığa nakledilmiş oluşundan dolayıdır. Bu son söylediklerimin delilini Trabzon, Amasya, Manisa gibi şehzade yetiştirilen şehirlerin Balkanlarda değil ve fakat ilk vatanlaşmış veya vatan toprağı sayılmasına ehemmiyet atfedilen bölgelerde bulunuşunda aramak yerindedir. Niçin burada bulunduğumuzu unutmuşsak ne gündelik ekmeğimizle oynayan emperyalizme direnebilir, ne de Türk topraklarının üstün karakterini ecnebilere kabul ettirebiliriz.

“Direniş ve atılım”… Bu iki kelimeyi önce direniş, sonra atılım sırasıyla yıllar boyu zikrettiğime şahit olanlar vardır. Millet olmamız itibariyle ve ferdi özelliklerimizle neye direneceğiz ve hamleyi ne amaçla yapacağız? Önce size solcuların jargonu içinden konuşmadığımı belirtmem gerek. “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm” Lenin’in bu başlıkta bir kitabı var. Kitabı bir cümlede özetlemek gerekirse şunu dile getirmeliyiz: Kapitalizm beynelmilel hükümranlığını artık meta ihracatıyla değil sermaye ihracatıyla idame ettiriyor. Yani sermayenin kendini ihraç etmesi eşittir emperyalizm. Bir topluluk üzerine dışarıdan yapılan bütün baskıları emperyalizm olarak görenler çoğunluktadır. Meselâ kültür emperyalizmi tabiri de kulağınıza gelir. Sadrazamlığı sırasında Tanzimat paşalarından birinin yabancı misyon şeflerini işaret ederek “bunlar olmasaydı ben kolumu kıpırdatamazdım” mealinde konuştuğu ifade edilir. Yeniçeriliğin kaldırılmasından Latin harflerinin kabulüne kadar kafamızdan ve kafamıza geçirilen modernlik formlarını kültür emperyalizmi kapsamına mı almamız gerekiyor?

Modern dünyada reform bahanesiyle gerçekleştirilen her şey emperyalizmin bir görüntüsüdür. Emperyalizmin tenasül uzvu olarak işleyen Boğaz köprülerini de hesaba katacak olursanız yapılacak hiçbir şey kalmadığını savunabilirsiniz. Bütün dünya bilhassa I. Cihan harbi ertesinde emperyalizmin her gün biraz daha etkili ve semeresini artıran bir duruma geçmesi için ter döküyor. Her şey hızla değişiyor. Değişmeyen sadece kontrol eden ve kontrol edilen ilişkisidir. Kontrol edenler kendi salahiyetlerini elden kaçırmamak için başka kontrol edicilerin faaliyetlerine göz yumuyor, giderek onlara destek oluyor. İşte burada dünya hayatının bam teline basıyoruz. Çünkü İslâm şahadet âleminde hiç değişmemiş ve değişmesi korku verici olanı o insanın dünya hayatı lehine değiştirmek gayesiyle ortaya çıkmıştır. Bugün korona virüs sebebiyle seyircisiz futbol maçları oynanıyor. Nelerin yerinden edildiğini tahayyül edin: Türkçeleşme tutkusuna kapılmışların ayak topu dedikleri futbol sanayileşme sebebiyle gece gündüz birbirinin üstüne yığılan ve böylece toplumun kontrol edilemez alışkanlıklarına sürüklenen emekçileri birçok yönden kontrol etmek üzere uydurulmuş bir meşguliyet sahasıdır.

Direniş mümkündür. Bu imkân ortadan kalksa idi insanın intihardan başka bir gidecek yolu olmayacaktı. Madem intihar etmiyoruz, o halde ne yapacağız? Daha iyisini yapacağız. Neyin daha iyisini? Hayatın bizi sevk ettiği işin daha iyisini. Hayat bizi kumarbaz olmağa sevk etmiş olabilir mi? Daha iyi bir gangster olmadan daha iyi bir kumarbaz olmağı dene bakalım. Bunu başarabilecek misin? Demek ki istikametten daha çok dikkat edeceğin bir şey yok. Dümeni tutan biri olup olmamak daha iyisini yaparak insanlara aydınlık sağlamağı gerektiriyor. Benim toplum mühendisliği taraftarlığı yaptığım aklınıza gelmesin. Platon’dan günümüze kadar zihnini yoran herkesi çıkmaza sürükleyen bir soru var: Muhafızları kim muhafaza edecek? Bu sualin önemini eğitim yok edecektir. Türkler yüzyıllar boyu âyet ve hadis anlama güçlerini edinmek ve korumak üzere okuryazar oluyordu. Buradan ele geçen kazanç Tevhid-i tedrisat kanununa rağmen toplum içinde gücünü korudu. Çünkü toplum hayatında sarf nahiv bilgisi Türkçenin bekçisi olarak işlev sahibiydi.

Türkçe 1961 Anayasasıyla birlikte sahipsiz kaldı. Yani 1961 Anayasası hukuk dilinin küf kokmasına cephe almıştı. Hâlbuki Türkçenin aslı esası olduğunu o küf kokusu ispat ediyordu. O küf kokusu sayesinde edebiyata gönül vermiş olanlar yapmakta olduklarını derme çatma bir dille değil, Türkçe konuşmanın hakkına talip herkesin özen gösterdiği bir dille yürüttükleri gerçeğini ellerinde tutuyor idiler. Ne olmuştu ve ne olacaktı? Siyaset sahasında içine düşülen her büyük çatlak iyileşme yolunda acaba küçük de olsa bir imkâna yer açacak mıydı? Batılı bir hayattan da buna benzer bir sonuç alma ihtimaliyle avunmamıza bu sual sebep oluyordu. İçimizdeki duygu Balkanların ve Orta-Doğu’nun en beğenilebilir opera binasına sahip olmaktan bile bir teselli çıkacağı ihtimalini güçlendiriyordu. Bir iskambil destesi gibi karışmışlığımız 27 Mayıs 1960’a kadar devam etti. Sonra ne oldu? Ömürlerini Türk vatanı aleyhinde faaliyetlerle süslemiş olanlar bu sualin cevabını veremez. Ya diğerleri? Diğerleri var mı?

İsmet Özel, 30 Cemâziyelahir 1442 (12 Şubat 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.