ÖLÜM TEZKERESİ
İSMET ÖZEL
اولوم تذكرەسی

“İnsan”, diyor Martin Heidegger, “doğduğu andan itibaren ölecek kadar yaşlanmıştır”. Ancak bir filozof böyle bir cümle tertip etmeği göze alabilir. Bu cümlede zikredilen insan bizi biyologi sahasında teçhiz etmiyor. Bu söz sebebiyle ne kimya, ne fizik, ne de matematik bilgimizin yeni bir şekle girmesi bahis konusu. Sözümüz bilim adını alan disiplinlerin yabancısı olduğu bir insana dairdir. İnsan vücudunun her özelliğiyle metafizik bir ağırlık taşıdığını kabullenmeden bu cümleye yakınlaşamayız. Hiçbir insanın bir “tabula rasa” olarak doğması mümkün değildir. İnsan ebeveyni münasebetiyle yetkinliklere müsait bir ortam olarak doğar. Buna bir de hamilelik sırasında uğradığı tesirleri ekleyin. Yani henüz fert olarak hiçbir tecrübeyle bağ kurmamış insan asırların tecrübesini üstlenmiş halde doğar. O yüzden Kur’an bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş olur hükmüne yer vermektedir.

Benim “Ölüm Tezkeresi” başlığını lâyık gördüğüm yazının, yani bugünün tarihini 3 Mart 2021 olarak zikretmelidir. Benim dünyaya geldiğim günün tarihi ise 19 Eylül 1944’tür. Toplama çıkarma hesabına göre benim hayatım diyebileceğim şey yetmiş altı yıl beş ay on dört günlük bir zamanı işaret ediyor. Bu zaman boyunca benim mi atmosfere bir etkim oldu, yoksa atmosferin bana mı? Bir fizik sualini takdim etmiş değilim. Bu sual felsefenin hasına dairdir. Zira felsefenin hayatta kalıp kalmamak dışında bir meselesi Camus’ye bırakılmayıp bana da sorulsa yoktur. Hangi hayatta? Eğlence hayatında mı, asayiş hayatında mı, iş hayatında mı? Felsefeyi ciddiye alıyormuş gibi yapanların “Madem intihar etmiyorum; o halde…” şeklinde başlayan cümlesi şarlatanların arayıp da bulamadıkları bir cümledir. Yaşıyor olmak hesabını verebileceği veya veremeyeceği işlere dalmak demektir. Hayatın lezzetli kısmının hesabı verilemeyecek işlerde saklı olduğunu çok erken öğrendim. Kur’an şairlerin yapmadıklarını söylediğini yazıyor. Ben bu işte bir istisna olmağa özenmedim. Şiir sırrına erişimin sebebini hesabını veremeyeceğim işlerde saklı bulduğum bellidir.

Miladi takvim unsurlarını kullanarak ömrümün kaç yıla baliğ olduğunu belirttim. Kendimi yazımızı, yazımızla beraber Türklüğün bütün gıpta edilecek vasıflarını geri alma izleğini sürdüğümü hesap içinde tutarak yaptım bunu. Niçin? Çünkü Hicri takvim belli aralıklarda ve aralıklarla yaşanmamış yıllar ihtiva ediyor. Bizim modern zihnimiz henüz bu inceliğe ayarlanmış değil. Milâdî takvim Hazreti İsa’nın doğumunu sıfırıncı yıl sayarak kurgulanmış. Sonraki hesaplamaların ürettiği bir söylentiye göre Beytüllahimli olmayıp Nasıralı olan İsa Milâdî sıfır yılında dört yaşındaymış. İster takviminden isterse ölçü aldığı diğer şeylerden, Batı Medeniyeti diye adlandırdığımız tarih dramasının neresinden tutsak elimizde kalıyor. Oktay Rifat kısacık ömründe Orhan Veli’nin Avrupa şiirine mahsus gelişmelerin doğurduğu meselelerin hemen hepsini hal yoluna koyduğunu söylüyor. Yaşasaydı diyor bu şiir yazma yönteminin Avrupa haletiruhiyesindeki son aşamasını da halledecekti. Gerek Oktay Rifat ve gerekse Melih Cevdet kendi Garip atılımlarına dirsek çevirerek İkinci Yeni’ye Türk şiirindeki son modernleşme çabalarına iştirak etti. Şiirde geçerli olan yazış tarzında hep peyk rolünü benimsemiş İlhan Berk ve Behçet Necatigil de onların yaptığının âlâsına emek verdi. İntibak teklifinin Necatigil ’den geldiğini İlhan Berk söyledi. Boşuna mıydı bütün bu şairlerin çabaları? Şiir onların emeklerinden zarar mı gördü?

Dikkatimizi şiirin esrarına taalluk edenin neler olduğuna çevirmemiz şarttır. Şiirin özünü ve biçimini birbirinden nerede ayırabileceğimizden haberdar olmalıyız. Şiirin şekil bilgisine vâkıf kişiyi şair saymamıza imkân yok. Onu ancak dünyadaki iyi bir edebiyat hocası mevkiine yakıştırabiliriz. Öz bilgisi diye bir şeyden söz etmek hangi akla sığıyor? Hiçbir akla. Aklın Greklere mahsus olduğu fikrine aşinalık kesp etmek zor değildir. Çağdaş felsefede sıkıntı yaratan şeyin Antik dünyaya dönüp dönmeme meselesi etrafında döndüğünü bilmek vaciptir. Modern aklı neresinden tutarsanız tutun her şeyin Descartes’ın maddi olan ve olmayan ayrımına bağlamasından güç aldığını görmek mecburiyeti altına girersiniz. Descartes’tan Kant’a hayret verici bir sıçrama vardır. Ne olmuştur da bu sıçrama gerçekleşmiştir? Hangi sebeple elma ağaçtan bu kadar uzağa sıçramıştır? Ancien Régime’den Fransız ihtilâline kadar Avrupa düşüncesinde ağırlığını hissettirmiş bütün kişiler bu sıçramada birer unsurdur. Bu fikrin canlı tutulması uğruna tabiatın dünyayı doğurması bahsi açılarak aklın sınırları içinde bir dinin veya Kant-Laplace teoreminin rol oynadığı zikre değer.

Robert Frost’un tercümede kaybolan şeyin şiir olduğunu söylemesi şiirin özeti çıkarılamayan bir metin olduğunu bize fark ettirir. Şiirdeki bünyevi hususiyet onun söylemini yaşanan çağa iliştirme çabalarımızı boşa çıkarır. Zaman ve mekân her şiirde kendine bağımlı bir hususiyet arz eder. Yani şiir kuşatıldığımız haller ve istekler üzerinden bize gelir. Biz şiire gitmeyiz. Tıpkı ölüm gibi. Asırlar boyunca kaç yaşında hayatını yitirmiş olursa olsun insanoğlu ölüme gitmemiştir. Mü’minin gözü karanlığa alışınca dünyada sıkıntısız bir köşe kapma yarışını benimser. Kimi mü’min de gözünü bile isteye karanlığa alıştırmaz. Yani hiçbir modaya uymaz. İnsan bedeni ancak tek yolla ölüme doğru yön tutar: Şehitlik. Burada ölümle şiir arasındaki farkı vurgulayalım: Şiire gitmeyen bir “ben” ve bir “biz” Allah’ın bize zindan ettiği dünyamıza zenginlik verir. Zenginlik deyince şenlik anlamayın. Dünya bir festival mekânı değildir. Bir imtihandan ne ölçüde şenlik umulabilir? İmtihanı bir yolun yolcusu olarak anlamlı kılabiliriz. Demek ki, dünyanın zenginliğini istikametimizin yoluna sokmada ne kadar başarı gösterebileceğimizi sual etme durumundayız.

Dünya ortamdır; ama zamanın ve mekânın mutlak veriler olarak belirdiği ortam değildir. Bunun her şeyden önce böyle olduğu gerçeğini ancak insanın da bizatihi ortam karakteri arz edişinden anlarız. Kendisi bir ortam olan insan mevcudiyetini dünyada, yani insan olmayan başka bir ortamda hisseder. Kâinatta öğrenim gördüğümüz inkâr edilemiyorsa, tanrı veya hayvan olmağı kendimize yakıştıramıyorsak, öğrenim çabasından geri duramadığımız bir dünya içindeysek girişim gücünün insana sunulmadığı bir ortam ne kadar öğretici olabilir? Bir ortamdan söz etmeğe ne sebeple mecburuz? Bu ortamın öğretici olup olmamasından kime ne? Her birimize teker teker ölüm tezkeresi verecek makam hangisi?

Varoluş bu ve buna benzer suallerle çepeçevre kuşatılmıştır. Kuşatılmış olmağı düşmanla yüz yüze gelme anlamında alırsanız Batı Medeniyetini XVII. Hıristiyan asrından itibaren tuzağa düşüren şartları kabullenmiş sayılırsınız. İstanbul Boğazı’na dört köprü daha ilâve etmek bu ülkede şahsiyetine yüksek değer biçerek yaşayan insanları teskin edemeyecek. Ya kuşatılmış olmak bir şefkati belirgin kılmağa taalluk ediyorsa? O zaman bütün çıkış yollarının tezkeresini dünyanın haberdar olduğu en açık kitaptan almış oluruz.

İsmet Özel, 6 Şaban 1442 (19 Mart 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.