İKİ YANLIŞ BİR DOĞRUYU GÖTÜRECEK OLURSA
İSMET ÖZEL
ایكی ياڭلیش بر طوغری‌یی گوتورەجك اولورسە

Tarihten ibret almak... Bilir bilmez bu ibareye başvururuz. Tarihten ya ceza veya mükâfat bekliyormuşuz gibi, tarih niçin vardır sualinin cevabının “ibret almak için” olduğunda hemfikir imişiz gibi davranırız. Bu hususta kendimizi kandırmanın zevkine doyamayız. Acaba tarih sahnesinde boy göstermiş aktörlerden ibret alma örneği göstermiş hiç olmazsa bir tanesi işaret edilebilir mi? Edilemez. Her ne kadar rahatlıkla tarih sahnesinden söz ediyorsak da oynananın kaç perdelik bir oyun olduğundan haberimiz hiç yok. “Oyun bitti. Alkışlayın dostlar”. Bunu Beethoven son sözleri olarak sarf etmiş. Bir fert olarak kendi oyunumuzu şöyle veya böyle oynadığımız gerçektir. Bu oyunda hile yapıp yapmadığımız kayda değer. Hayat oyununda çareyi hilede arayan arınmaktan umudunu kesmiş demektir. Toplumlar olarak tarih ferdin başına gelenden daha farklı bir tadı yansıtıyor. Tıp tahsil edenler “hastalığın tarihi” gibi bir kavramla karşılaşıyorlar. Oysa bir hastalığın hasta bünyesinde seyir çizgisidir merak edilen. Gerçekte hastalıkların değil milletlerin tarihi vardır. Tarihin hasseten milletlerin başına gelenlerden bahsettiği kadar tarih kavramına tetabuk ettiğini akıldan çıkarmayalım. Bir sahneden, tarih sahnesinden bu sebeple söz edebiliyoruz. Emin olduğumuz yegâne husus hepimizin seyirci olmağa aktör olmaktan daha yakın durduğudur. Dikkat edin: Seyirci olmak mâsum olmağa delâlet etmiyor.

Bizleri, biz insanları seyirci konumuna taşıyan her ne ise o şey masumiyetimize giden yol üzerinde bulunmuyor. Masumlukla aramızı açmamız hilkatle bir pazarlığa tutuşmamız yüzündendir. Yaratılmışlar arasında pazarlık derdine talip insandan başkası değildir. Geleneksel diye adlandırılan ama kendini kandırmaktan başka işe yaramayan bilgide büyük üçlüden söz edilir: 1) Yer 2) İnsan 3) Gök. Bu bilginin gölgesinde yerle gök arasına insanı yerleştirmenin sebebi nedir? Bu sebebi insanın eline geçirdiği teknologi hürmetine güçlenmesinde aramanın sonu en büyük hatayı sevmeğe varır. Günlük kullanımımızdaki kelimelerin birer büyü aracı olduğu günler vardı. Çünkü insan olarak bildiklerimiz o kelimeleri alet edevat gücüyle değil, bünyesinde barındırdığı güçle telâffuz edebilen insanlar idi. Büyü insandan teknologi hükümran olunca koptu. Nasıl yapıldıysa gayri-şahsi bir özelliğe bürünmüş teknologi insanın büyüdüğüne delil değildir. İvan İliç’in dediği gibi ortalama insan hızını aşan her şey insanla çatışma halindedir. Dolayısıyla insanın masumiyeti bu çatışmağı geri almaktan yani tövbeden doğar. Tövbe edebilmeniz için önce kâinatın Allah tarafından çekilip çevrildiği fikriyle tanışmış olmanız gerektir. Beşer şekline kavuşmamız için babamızın ilkah etme gücünün devreye girmesi şarttır. Babamızın ilkah etme yetisi anamızın bizi karnında (halk arasındaki yaygın kanaate göre dokuz ay on gün) taşıması ile birleşince dünyaya mensup olduğumuz milletin asırlarını üstlenip geliyoruz.

Ferde fert diyebilmemiz için o ferdin kullandığı dilin neyi ifadeye elverişli olduğu fikrine sahip olmalıyız. Geçmiş zamanların hurafelerinden arınmış tarihi arayacaksak ferdin hayat çizgisinde değil, o ferdin mensup olduğu milletin insan eliyle yaşatılan kurumlarında aramamız gerekir. İnsanın yaratışla hesaplaşmaya tevessül etmesi aklının ve lisanının gücü sebebiyledir. Nefsimizin iz bırakan varlığına aklımız ve lisanımız dolayısıyla hükmederiz. Aklımız olduğu kadar lisanımız da bize saadet temin ediyormuş gibi yapıp bizi felâkete sürükleyebilecek özelliklerle donatılmışlardır. Arapçayı Kur’an öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmamız bizi insan aklı ve lisanı hakkında tereddüde düşürmekten alıkoyma endişesinin gereğidir. İnsanın kendini ihtiyaçtan vareste görmesi aklına ve lisanına duyduğu güvenden gelir. Müslümanlar bu hale “istiğna” diyor. Âyetle sabittir ki, insan kendini müstağni saydığı zaman mutlaka azar.

İstiğna en çok Hıristiyanların bünyesinde huzur bulmuştur. Aşai Rabbani (Komünyon ayini) üzerinden her Hıristiyan Tanrı ve/veya Tanrı’nın biricik oğlu haline gelerek cenneti teminat altına alır. Kur’an böyle ve bunun gibi nice azgınlığın nereye varacağını öğretmek için nâzil oldu. Her Müslüman hesap gününü beklemeden kendini Allah’ın şahsı itibariyle seçtiği şartlarla baş etme dirayetine yaraşan bir hayatı seçer. Türklerin bir vatan sahibi olmaları da bu öğretiye sadık kalan gazilerin eseriydi. Yani Türklere nasip olan vatanı yurttan ayırdılar. Yurt kavramını “fauna ve flora” tetkiklerine havale ederek İslâm’ı en üst derecede insan uğraşısı kılan bir vatanda karar etme tavrı daha Haçlı Seferleri sırasında doğdu. İslâm’ı bir insanlık durumu sayışıma dikkat çekerim. Vatanlaşmış toprak demek zarfıyla olduğu kadar mazrufuyla da maddi değil manevi karakterini dünyaya dayatmış toprak demektir. Millet denince nebat ve hayvanlara mahsus yaşama alanını sahiplenen insan topluluğu anlaşılıyor ise kapitalizmin türettiği bir şeyden bahsediyoruz demektir. Millet sözünden kapitalistleşmiş Avrupa’da kendi yerleşme alanını şu veya bu zorlama sebebiyle veya gönül rızasıyla beğenen insan topluluklarını anlarız.

Anlarız ne demek? Konuşma gücü gösterdiğimiz zamandan itibaren anlamağı tarafına geçmek kastı güderek kullanmışızdır. Bir insan öbeği içinde çoğunluk tarafından anlaşılmadığı için yalnızlaşan birine yaklaşıp “seni anlıyorum” dersek onun yalnızlığı son bulur. Bir şahsın yalnızlıktan kurtulması sevinilecek bir hadise midir? Hem evet, hem hayır. İnsanoğlu hayra da şerre de dua eder. Kurtuluşu hayrın veya şerrin belirtisi saymamızı yaşamanın gayesi belirleyecektir. Aynı şekilde Türklerin bir vatan seçmeleri de onların İslâm’la ilişkilerinin bir uzantısıdır. Bu ilişkiler tarih boyunca karmaşık ve taraf tutmağı çetrefilli hale sokan birçok özellik taşır. Türkler tarih sahnesindeki yerlerini önce sünnîlik ve sonra Hanefilikle edinmişlerdir. Türk tarihini İslâm müesseselerini ölçü alarak değerlendirmeğe çabalarsak iki yanlışın bir doğruyu götürdüğünü kolayca görebiliriz. Elimizde askeri galibiyetler dışında övünülecek bir şey kalmaması bizi askerlik dışında her konuyu ele almağa sürükleyecektir. Aranızdan bazılarının nitekim öyle oluyor deme niyetinde olduğunu biliyorum. Şişirme üniversiteler ve tabiatıyla şişirme öğretim kadrosuyla kabule müstahak akademik bir seviyeyi yakalamak mümkün değildir.

Siyaset dili zaman zaman karşımıza “bekaa meselesi” ni çıkarıyor. Bunu kendimizi giyotine bırakılmış gibi hissetmemiz için mi yapıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten bir bekaa meselesi var mı? Dünya siyasetine istikamet tayin ettiği vehmine kapılan çevreler isterlerse Türk topraklarını haritadan silebilirler mi? Bunlar ciddi suallerdir. Kore’de şecaatmiş gibi gösterilen felâketin sebebini bu konu çevresinde görmek lâzımdır. NATO’ya apar topar (Federal Almanya’dan da önce) girmemizi sağlayan elimizden 1923’te bize verildiğini farz ettiğimiz millî hükümranlık haklarımızın alınacağı korkusudur. Resmi ağızların NATO’dan çıkma ibaresini asla telâffuz etmeyişlerinin sebebi budur. Aynı sebep Avrupa Birliği’ne girme ısrarımıza da açıklık getirmektedir. Bazı güç odaklarının elinde milletleri kapana sıkıştıracak kozlar mı var? Türklerin hükümran bir devlete sahip olup olmayacakları çeşitli sebeplerle dünyada dönen dolapları çeviren ellere mi bırakılmış? Eğer Birleşmiş Milletler teşkilâtı olarak bilinen yer oraya üye olma hakkı sahibi devletlerin değil de, mason localarının son tapınağı sayılıyorsa, evet.

Devletlerin gücünü etkisiz kılacak bir siyasi yetke mevcut değildir. Bu ne demek? Bu demektir ki her devlet gücü yettiği her işi sona erdirme peşindedir. Dünya tarihi Devletler Hukuku’nu geçerli kılacak tesiri üreten bir canavarla karşılaşmadı. O halde bir devletin diğeriyle münasebeti her ikisinin hâkim sınıfları arasındaki al gülüm ver gülüm pazarlığına bırakılmıştır. Pazarlık sonuç vermeyince savaş çıkar. Ülkemizde ekonomik ilişkiler bir “bourgeois” sınıfının doğmasına elvermediğine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkim sınıflarının kimlerden müteşekkil olduğuna akıl yormalıyız. Niçin? Çünkü gerek Batı diye adlandırdığımız çok yönlü bir güç odağının ortaya çıkması, gerek bu güç odağının energisini sermaye birikiminden devşirmesi ve gerekse müstemlekeciliğin çarkı çeviren bir unsur olarak devreye girmesi bize bir öbek temin eder. Bu öbek sıfır toplam esasında çalışır. Yani bir kazanan varsa o kazanç miktarı birilerin kaybı demektir. Öbeğin isimlerinden biri de Dünya Sistemidir. Dünya Sistemi hayatımıza merkez/çevre ilişkileriyle girmiştir. Merkez başlangıçta İtalyan site devletleriydi. Merkezlik işlevini Hollanda devraldı. Londra üzerinde güneş batmayan imparatorluğun gölgesinde devamı en uzun süren merkez özelliğine kavuştu. İmparatorluk tecrübesi geçirmiş bir Fransa kültür üstünlüğü ile Dünya Sistemi’nin içinde mekanizmayı tesir altında tutan olarak değil edebiyat ve sanat etkinliği ile huzur buluyordu. Alman imparatorluğu Prusya’nın önderliğinde; ama Paris’te Versailles sarayında ilân edildi. Fransızlar için haysiyet incitici bu tavrın intikamı I. Cihan Harbi sonunda aynı yerde imzalanan anlaşma ile alındı. Almanlar sınaî imalat bakımından dünyanın öncüsü idiler. Dünya hâkimiyeti hikâyesine bir de Rusya’yı ilâve etmemiz gereği var. Almanlar aristokrasilerini üretken halde tutarak Sistem’in güç gösterisine dâhil oldu. Dünya hâkimiyeti yarışında geri kalmak istemeyen Rusların dal budak salmış aristokrasileri olmadığı için onları bir “intelligentzia” zümresinden medet umar hale gelmiş gördük.

İstanbul’un fethinden sonra gidilecek yer olarak Hikmet-i Huda, Roma önlerini değil de Viyana önlerini seçen Türkler bütün bu olan bitenin neresinde idi? Öncelikle Türklerin idaresini üzerine almış hükümdarların bir dünya hâkimiyeti meselesiyle meşgul olmadıklarını iyi bilmemiz lâzım. İkinci bileceğimiz şey de İnebahtı hezimetinden sonra Avrupa merkezli hegemonya fikriyatının Osmanlı Devletinin ömrünü tamamladığı görüşünü devlet ricaline kabul ettirdiğidir. Devlet ömrünü Batıcılık, Türkçülük veya İslâmcılık yollarından biri sayesinde uzatabilir miydi? Devlet idaresinde en etkili unsur gayri-Müslimler olduğuna göre yürünecek yolu seçme hususunda Batıcılık en akla uygun görünüyordu. Batıcılığa verilen ismin çağdaşlaşma (muasırlaşma) oluşu herkesin işini kolaylaştırdı. Ne Muasırlaşmağı, ne İslamlaşmağı, ne de Türkleşmeği gözden çıkarmak milletin geleceğine kafa yoran hiç kimsenin işine geliyordu. Zaten III. Selim İslâm’ın izzetini gözeten bütün âlimleri tesirsiz kılmıştı. Bütün dünya Türkleri bir tür İskit, bir tür Moğol saymanın dünya siyasetinde ne kadar işe yarayacağını biliyordu. III. Selim’in kuzeni II. Mahmut’un Milâdî 1826’da Yeniçerileri perişan ederek hükümsüz kılmasından altı sene sonra M.S. 1832’de Yunanistan bağımsız bir devlet oldu. Batılılaşmak kaderimizdi. Batıcılığın ileri karakolunu da devlet memurlarından başkası doldurmuyordu.

Çağdaşlaşma hatırına işlenen (eğer Türklük iddiamız varsa işlediğimiz) hatalar boyumuzu aşar. Türk topraklarının selâmetini gözeten herkes ülke imkânlarının milliyetçilikle tepeden tırnağa mücehhez bir memurlar kadrosu edinmek gayesine sarf edilip edilmediğine dikkat kesilmelidir. Müslüman isek ye’se kapılmayacağız. Bileceğiz ki Türk milleti sünnîlikle mukayyettir. Daha da daraltırsak Hanefî olduğumuz karşımıza çıkar. Sünnî oluşumuz dört hak mezhep tanımamız demektir. Asırlar boyu itimada değmez kişilerin beşinci mezhepten olduğunu söyledik. Bu hatta çekilmemiz haysiyetimizin gereğidir.

İsmet Özel, 25 Ramazan 1442 (7 Mayıs 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.