İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Sermayenin teraküm ve temerküzü… Paranın birikimi nereye varmış ve birikmiş sermayenin dünyaya yaptığına kaç el yön veriyor? XXI. Hıristiyan yüzyılında teraküm ve temerküz hangi şartlara uymak zorunda? En büyük sermaye bölüklerinin atom-altı fiziğe, genetiğe, uzay çalışmalarına ve elektronik sanayie yatırım yaptığı söyleniyor. Ellerinde tüketmeğe kalkıştıkları takdirde bitiremeyecekleri kadar çok para olanlar yukarıda sıraladığımız sahalara yaptıkları yatırımların getirisiyle mi geçiniyor? Hayır, böyle olmuyor. En büyük sermayeye yön verenlerin her türlü harcamadan para kazanma yolu türettiklerinden haberdar olmalıyız. Olmalıyız ki onlarla savaşmanın sonuç verecek yollarını keşfedebilelim. Yani toplumları birbirinden bu iki unsurun ayırır hale getirmesine “üst yapı” kurumları sebep oluyor. Demek ki, alt yapının üst yapıyı belirlediğini iddia eden Marksist tezin hayat tarafından defalarca çürütüldüğüne dikkat kesilmeliyiz. Biz birikime ve tekelleşmeye ne kadar uzak duruyorsak gündelik hayat ritmimizle bir boyun eğiş şeklini arz ederiz. Bir başımıza kalarak boyun eğişten kurtulamayız. Boyun eğişten kurtulmanın tek yolu milletleşmektir. Kendinden vazgeçmektense dünyadan vazgeçmeği seçen insan topluluğu küreselleşmenin canına okuyacaktır. Bu olmaz da tersi vuku bulursa, yani boyun eğdirenler millet vasfı arz ederlerse şu anda maruz bırakıldığımız şiddet bir çeşit teminata kavuşur. Sermaye hâkimiyeti hayatını uzatabilmek için şiddeti hem artırır, hem de çeşitlendirir. Tuhafınıza gitse de şu gerçekle yüzleşin: Şiddetin baskısını kırmak için insan tekinin elindeki yegâne imkân şiir olagelmiştir.
Geçmişte şiire ihanet edenler bunun bedelini ağır ödemişlerdir. Şiirin yapıcı ve kurtarıcı gücünden uzak durmamız için bizi “çevre sorunları” “sera etkisi altında ısınma” gibi masallar içinde eritmeğe çalışıyorlar. Masallar bizi eritemezse başımıza ne gelecek? Bilinmesi gerekli şeylerin başında beşerin dile bir dokunma vasıtası işlevi yükleyişinden şiir doğduğu gelir. Kişi şiirle dokundukça insanlaşma olgusu güç kazanır. Dikkat edin şiire dokundukça demedim “şiirle dokundukça” dedim. Ana dillerden birinin parlayışından bahsediyoruz. Ana dil parlayınca insanlığın tercihleri bulanıklıktan kurtulur. Parlak anadilin açtığı yol kurtuluş yolu olmayabilir. Neye kurtuluş yolu nazarıyla bakacağımızı anadilin parlamasından anlarız. Buradan anlaşılır ki, bir şiiri tercüme etmeğe kalkarsanız onun yazıldığı dildeki hayatına son verme çabasını benimsemiş olursunuz. Ne olacak öyleyse? İspanyolca bilmiyoruz diye Lorca okumayacak mıyız? Okuyacaksınız ve fakat okuduğunuzun Lorca olmadığını unutmayarak, aklınızda tutarak.
Unutmak insan varlığımızın en işe yarar tarafını teşkil eder. Hafıza-ı beşer nisyân ile maluldür. Malul dendiğine göre beşer hafızasının bir ayıbı işaret edilmiş gibi görünüyor. Oysa unutarak zihin dünyamız kendini daha dinamik hale sokar. İşinizi beşer hafızasına güvenerek yürütme yolunu benimsemişseniz sizi başarısızlık beklemektedir. Hedefinize başarıyı yerleştirdiyseniz güven duyacağınız saha beşerin değil insanın hafızası olmalıdır. Ne fark var beşer hafızasıyla insan hafızası arasında? İnsan beşer, elbet şaşar. Eğer Allah hangimize insan olma üstünlüğü kazandırdıysa hatırlayalım ki, bir zamanlar beşerdik. Resmi kâğıtlara bakın: Onların bir numarası, bir de tarihi olur. Buradan anlayın ki, tarih insan olma sürecinin ancak bir bölümüdür. Hem beşerin, hem de insanın geçmişi vardır. Geçerse beşerin geçmişi tarih olgunluğuna uğramadan geçer. Tarih bilinci denildiğinde beşerin mi, yoksa insanın mı geçmişini kast ederiz? Hiç şüpheniz olmasın ki, beşer geçmişinden. Neden böyledir? Çünkü azmış medeniyetler (Kültürün azgınlığa uğramış haline medeniyet dendiğini akılda tutarak yazdım bunu.) geçtikleri yerde iz bırakırlar. Tarih yazımında belgelere güvenme, giderek sadece belgelere güvenme iddiası ve tezi tarih yazımında beşer geçmişinin, yalnızca beşer geçmişinin esas olduğuna inananların iddiası ve tezidir.
Kaçan balık büyük olur. Türk toplumu olarak bir şeyleri kaçırdığımız doğru mu? Doğru ise neleri kaçırdığımızın bir bilançosunu nerede bulacağız? Yoksa bize kaçırdığımız şeyler imiş gibi gösterilenler gerçekte bugün bizi kıskaca alan planın birer parçası mıydı? Modernliğin gizli dolaplarından zarar görmek size endişe veriyorsa Charles Baudelaire okumak faydanıza olacaktır. Kaç büyüklükten mahrum bırakıldığımızı saymanın bize vakit kaybettireceğini akılda tutun. Batılılaşma macerasına atıldığımızdan bu yana ömrümüzü ahlarla vahlarla geçirdik. Haçova meydan muharebesinin ne anlam taşıdığına kafa yoracak bir yüksek tabakamız yoktu. Sarayın idare altına aldığı kimseleri hiçe sayması bu sayışa karşı çıkan her hangi bir toplum hareketine ne analık etti, ne de ebelik.
Osmanlı devletinin doğuşu kuvvet sahibinin imtiyazı esasına dayanır. Bildiğimiz bütün devletlerin doğuşu aynı imtiyaza dayalı değil midir? Küçük Asya’da asayişin temininde Bizans ordusu başrol mevkiini terke mecbur bırakılınca boşluğu Gaza Beylikleri doldurdu. Merkezî otoritenin doğuşunu Müslüman ahalinin lehine çevirdiği nispette Osmanlı idaresi gücünü artırdı. Balkanlar Osmanlı yayılmacılığına en elverişli alan sayıldı. XV, XVI ve XVII. yüzyıllarda bir bakıma Balkanlar demek mamul madde ihraç eden, ham madde ithal eden Osmanlıların vatanı demekti. Niçin yurt değil de, vatan kelimesi seçiminde bulundum? Çünkü yurt dediğimizde hayatını en elverişli şartlarda idame ettirdiğimiz yeri anlıyoruz. Oysa vatandan bahsetmek insan olarak dünyada bulunuş sebebimizle irtibatlı yerden bahsetmemiz demektir. İşte burada hayata şiirle dokunma kavramı karşımıza çıkar. Divan edebiyatı Türklerin hayata şiirle dokunmasını sağlayan bir imkândı. Birçok zaruret gibi önce Divan şiiri ve akabinde aruz vezni Türkler tarafından hangi mazeret gösterilmiş olursa olsun terk edildi.
27 Mayıs 1960 ihtilâli hangi uğraklardan geçmiş olursa olsun Batı taklitçisi Türk şiirini çıkmaza soktu. Çıkmazın güzelliğinden bahis açan Turgut Uyar tıkılıp kaldığı yerin korkunçluğunu “Divan” yayınlayarak itiraf etti. Bilmemiz gerekir ki, çıkmazdan kurtulmanın iki yolu vardır: Ya yolu çıkmaza çeviren engeli aşacaksınız veya yolu gerisin geri takip edeceksiniz. Batılılaşma aşılabilir bir şey midir? Elimizde Tevfik Fikret’in ve Cenap Şahabettin’in yaptıklarını boşa çıkaracak bir edebiyat yolunu takip imkânı var mıdır? Türk vatanı varlığını dünyaya kabul ettirecekse hem Batılılaşmanın aşıldığını gösterebilir ve hem de dünyada denenmemiş bir edebiyat yolu kat edebiliriz. Bunu şiiri boyacı küpüne daldırıp çıkararak yapamayacağımıza aklı erdiren insanlar yapacak. Böyle insanların keşfi Türk kültüründe neye mal olur? Kimler böyle insanlar? Benim gençliğimde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla “Tupamaros Turkos” denilerek alay edilirdi. Ne oldu alay edenlere? Bir kısmı TKP saflarında kendine yer aradı. Küçük bir kısım yeni bir sol siyasi parti üzerinden teselli aradı. Üç genç idam edilince çok büyük bir hata içine düşülerek Adnan Menderes ve arkadaşlarına gönderme yaparcasına “üç bizden, üç sizden” kıyaslaması yapıldı. Neticede alay edenlerle edilenler arasında ciddi bir fark olmadığı ortaya çıktı.
Türk vatanına dair zorlukların giderilmesi için elimizde tek bir imkân vardır: Çözüldüğü yerden bağlamak. Dokunmadan bağlayamazsınız. Nereden çözüldük? Kimin eliyle çözüldük? III. Selim beynelmilel anlaşmaların İslam’la uzlaşmayan hükümlerine itiraz eden ulemayı yerinden etti ve o yer devletin menfaatlerini dine üstün tutan zümre tarafından dolduruldu. Yüksek tabaka 400 yıl boyunca Batı normlarını esas almadan ne mali, ne kültürel sahada nefes alınabilecek yer olmadığı kanaatiyle ülkeyi bir zorluktan diğerine sürükledi. Bunlar bizatihi batıya mensup olmakla kalmayıp batıya ait olmağı ululayan insan müsveddeleriydi. Batılılaşmanın bâtıllaşma olduğu şiarının hasımları bu şiara “şarklılaşma şirklileşmedir” sloganıyla cevap verdi. Oysa Batılaşmayı reddedenler doğudan medet umabiliriz demiyorlardı. Tam tersine teknologi karşısında Budizm’den, Yogadan, Taoculuktan medet umanların en az batıcıların uğradığı kadar acı verici ve öldürücü bir tuzağa düştüklerini dile getiriyorlardı.
Eğer SSCB’nin solu, ABD’nin sağı temsil ettiği faraziyesinden hareket ediyorsak meselelere soğuk savaş kafasıyla çare arayacağız demektir. Yirmi yıl öncesi bir zamandan can simidi dilenmenin kimseye faydası dokunmayacaktır. Türkler Osmanlı merkeziyetçiliği eliyle Bizans’ı tarihe havale ederek doğu-batı zıtlaşmasının hiçbir yaraya merhem olamayacağını göstermiş olmalılar. Gösterdiler mi? Hayır, çünkü bugün bunun şiirle dokunmanın bir hasadı olduğu ve olabileceği hakikatine uzak durarak yaşamağı seçmiş gibi yapıyorlar. Süleyman Çelebi’nin Mevlidinin bazı tarihçilerin “fetret devri” dedikleri zaman diliminde kaleme alındığını hatırdan çıkarmayın. Türkler hem kendilerine, hem de ötekilerine şiirle dokunmağı başardılar. Olduysa yine olmaması için hiçbir sebep yok. Olduysa olmamış saymanın da hiçbir imkânı yok. Eğer Türklere dokunan Mevlid yerini bulamamış olsaydı ne kendinden önceki Yunus Emre’ye, ne de kendinden sonraki Karacaoğlan’a konulmağa değer bir yer bulabilecektik.
İsmet Özel, 6 Zilhicce 1442 (16 Temmuz 2021)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün