DİKİNE GİTMEK (2)
İSMET ÖZEL
.

Andımızda “varlığım Türk varlığına armağan olsun” denilirken murat edilen neydi? Bu suale metni kaleme alan Millî Eğitim vekili Reşit Galip’in dahi yerinde bir cevap, doğru bir cevap, kesin bir cevap bulabileceğini sanmıyorum. Niçin sanmıyorum? Çünkü bir hedef olarak ortaya konan her üç şeyden ne anlaşıldığı bugün olduğu gibi geçmişte de belirsizdi. İki yüzyıl öncesinde bir yolunu bulup tarihteki yerine liyakat kesp etmek veya tarihte kendine yer bulabilmek bütün Türkçe okuryazarların derdiydi. Bu derttir insanları Türkleşmekten vazgeçerlerse bunun intihardan başka bir anlam taşımayacağı düşüncesine zorlayan. İslamlaşmağı eğer Türkleşmeğe ilâve etmez isek varoluşun temelsiz kalacağını o çağda körler bile görebiliyordu. Medeniyet meşalesinin Batı Avrupa’nın elinde olduğundan kimsenin Mehmet Akif’in bile şüphesi yoktu. Dolayısıyla muasırlaşmak yani asrileşmek, buna isterseniz modernleşmek isterseniz çağdaşlaşmak adını takın hedef ittihaz edilmezse bütün çabalar boşunaydı. Tanzimat sonrası Türk şiiri kendine logos olarak muasırlaşmağı seçmişti. Edebiyatla millet birbirlerine pamuk ipliği ile bağlı idi. Başkaca bir bağ tanıyor muyduk? Kim olursak olalım ne yapıp edip bir yolunu bulacak ya Türkleşecek, ya İslamlaşacak veya Muasırlaşacaktık.

Türk olduğumuz kanaati yaşarken Türkleşmek arzusu neyin nesi oluyordu? Mevki ve makamdan uzak tutulmuş halkın İslâm’la alâkasını kesmek akla gelmediği halde İslâmlaşmak derdine düşmek kimlerin eseriydi? Bütün ölçüleri Avrupa’dan farklı bir kültür ne yaparsa ona muasırlaşmış denilecekti? Zaman yukarıdaki her üç suale en uygun cevabı verdi. İskitlerin Türklerin atası oldukları ihtimali canlandırıldıysa da Sibirya’da Moğollarla hercümerç olmuş bir Türk’ten memnun olanlar var. Siyasal İslâm İslâm’ın halk nazarındaki bütün saygınlığına son verdi. Son günlerde İHA’lar ve SİHA’lar pazarlıyorken daha ne muasırlaşmasından söz edilebilirdi? İnsanların insanlardan saklamakta ustalaştığı hırslar tarihin yükünün kaldırılamayacak kadar ağır ve ulaşılamayacak kadar uzakta olduğu fikrini yüreklere yerleştirmiş. Hatalarımızı tekrar etmekten başka ne yapabiliriz?    

Avrupa’da kendini adamdan saydırmış topluluklara bakıp görmüştük ki bir ulus-devlet teşkil edilmemesi halinde hiç kimse çağdaşlığa adım atamamıştı. Bu yüzden kendimizi bir Türk ırkı icat etmeğe mecbur hissediyorduk. Müslümanlığı kendimizden uzak tutarsak elimizde bize ait hiçbir şey kalmayacaktı. Avrupa’da hayranlık uyandıracak bir gelişmenin hayat bulduğuna inanan Türkler adına muasırlaşmak bir kördüğümdü ve halen öyledir. Düğümü kör düğüm haline getiren Avrupalının gösterişçi kültürüydü. Ortada içi boş bir gösterişten ileri götürülebilecek bir şey olmadığına akıl erdiremediğimiz için içimiz içimizi yiyordu. Oysa kendimizi tahrip etmek için hiçbir sebep yoktu. Neyimiz varsa bunların hepsi gayri-Müslim âlemi önümüzde geri adım atmağa zorlamaktan ibaretti. Müslüman olmayanların dikine gitmek bize hüviyet kazandırmış, bununla Aydınlanma hevesine kapılan Batı’nın gıpta etmekle kalmayıp taklide özendiği bir yapı tesis etmiştik.

Zaman anlayışımız, ağırlık, uzunluk ölçülerimiz Batı’yla özdeş değildi. Özdeşliği elde etmeğe çalıştığımız her sahada batağa saplandık. Müstemlekecilik siyasetine yaranarak yükseldiğini ve giderek zenginleştiğini farz edenlerin emir ve komutası altındayız. Eğer çamur ve su aynı kabı doldurmuşsa arılığa hiçbir zaman ulaşamayız. Dibi çamur bağlamış bir kovadan temiz bir su temin edemeyiz. Çünkü o sudan içme suyu elde etmeğe her kalkışmamızda su bulanacaktır. Şiirin bizi arılığa iletmesi şairin dünyayı istiskal etme şartına bağlıdır. Dik durmamız Müslümanlıkla uzlaşmayan her şeye karşı dik duruşumuzla belli oldu. Bu yüzden kâfirlerle aynı kapta bulunmadığımızı belirleyen Osmanlı bir teselli idi. Bilhassa Yunus Emre’den sonra küfür karşısında başımızı dik tutan şiirden başkası değildi. Kendimize güvendiğimiz dönemler boyunca küfrün burnunun dibinde hâkim zümrelerini de işe dâhil ederek onları hakir görüşümüz yüreğimize su serpmişti.

Türkler serveti ve makamıyla dünyaya hak ettiği yeri vererek bir millet hususiyeti arz etti. Bu demek dünyanın dikine gitmek demekti. “Riches comme les pachas”. Buraya “paşalar kadar zengin” sözünün özgün halini yazdım çünkü bu sözü Fransızlar kendilerine göre Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde icat etmişlerdi. Yani Osmanlı kumpası içinde devlet acınacak haldeyken paşaların serveti göz kamaştırıyordu. Ne zaman ki, Türkler dünyanın dikine gitmekten yan çizdiler o zaman muhtaç duruma düşen Müslümanlar oldu. Gayri-Müslimlere ne oldu? Onlar modern Batı’nın kollamasıyla Türklere meydan okudular ve istediklerini aldılar. Türklerin 400 yılı karınlarını doyurmak için çiftçiliği, kâfire boyun eğmemek için askerliği günün şartlarına göre ilerletmekle geçti. Zaman gelip geçmedi, delip geçti. Türk milleti olarak vardığımız bir yer olduğunu söyleyebilir misiniz? Neşriyatı sırasında yemek tarifiyle meşgul programlara kendinizi kaptırmayın. Bugün İslâm’ın karın doyurmanın ne işe yaradığını bize öğrettiğini unutmuş bir kalabalığız. Önlerinde geri adım atmaktansa şahadeti tercih ettiğimiz kâfirlerin her sahadaki hükümranlığını insanlık şartı olarak biliyoruz. Her saha derken neyi kast ediyoruz? Fuhuş, kumar, hile, dolandırıcılık… Sahalar bunlar ve ulaştığı yer bunlar olacak olan benzerleridir. Teselliyi Allah’a sığınmakta bulanlar gülünç duruma düşmekten korkmadıkları zaman bir kapı açılacak deyip bahsi kapatalım.

İsmet Özel, 20 Zilhicce 1442 (30 Temmuz 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.