KÖŞEYİ Mİ DÖNMELİ, VOLİYİ Mİ VURMALI?
İSMET ÖZEL
.

Bugün bazılarının toplumdaki yerlerini “iş adamı” yaftasıyla sağlama alışları yenidir. Böyle olması için o toplumda kapitalist işleyişin belli bir seviyenin üstüne çıkması zaruretine dikkat ettiğime dikkatinizi çekerim. Türk toplumu İsa’nın doğumu farz edilen tarihten 1970 yıl sonra “köşeyi dönmek” tabiriyle tanıştı. Daha doğrusu bu tabirle içli dışlı olmanın tarihi erken değil. Sermaye birikimini köşeyi dönecek seviyeye çıkarma başarısı göstermek Türk vatanında 1970 sonrasında meşru sayılmağa başlandı. Daha önce zenginleri köşeyi dönmüşler tabiriyle zikretmiyorduk. Çünkü hatırı sayılır bir servete el koymak ancak devletin imkânlarını kendi adına kullananların harcı idi. Japonya’da kapitalistleşmek iş adamının samuray seviyesinde algılanması sayesinde oldu.

Bugün hayatımızın kapitalizmle bağını doğrudanlık tasvir ediyor. Hayatta kalmamız kapitalizmle ilişkimizi dolaylı tutarak mümkün değil. O halde ne yapacağız? Biz de Francis Fukuyama ’nın bir dönem inandığı gibi SSCB nasıl haritadan silindiyse onunla birlikte tarihin de öldüğüne, insan tabiatına en uygun yaşama biçimini kapitalizmin tespit ettiğine mi inanacağız? Yoksa SSCB’ye elveda denilmesinin ona hoş geldin denilmesi gibi sosyo-politik bakımdan öğretici olduğuna mı akıl erdireceğiz? Dünya sisteminin içinde kapitalizmin hasmının sosyalizm ve bilahare komünizm olmadığını acı tecrübelerden öğrendiğimizi mi itiraf edeceğiz? Batı Medeniyeti ömrünü XVII. Hıristiyan asrından itibaren muhafazakârlıkla ilericilik arasında cereyan eden paslaşma vasıtasıyla uzatabildi. Muhafazakârlar her yeniliğin yozlaşmağa vardığını işaret etti. İlericiler işaret edilen şeyde kabahati yenileşme ile yozlaşma arasındaki farkı kavrayamayanlara yükledi.

Eğer ne bir baba veya anne oğlunu veya kızını, ne de bir oğul veya kız annesini veya babasını anlama gücü gösterebildiği yerde biz insanlar nasılız? Tarihin bize öğrettiği şey bir kuşaktan diğerine aktarılan tecrübe midir? Bu tecrübenin insan topluluklarıyla hayvan sürülerini birbirinden ayırdığı söylenir. İnsan topluluklarının nereden gelip nereye gittikleri hususunda ne muhafazakâr olmağa, ne de ilerici olmağa bir yer ayırabiliriz. Ne terakki, ne de tereddi insan topluluklarını izah etmemizde fayda temin edecektir. Soycak tevaliden bahsediyorum. Babalardan ve onların oğullarından, anneler ve kızlarından dem vuruyorum. Çünkü bir zamanın yerini başka bir zamana bıraktığını bize başka bir şey değil, insan soyunun şöyle veya böyle, şu yana veya bu yana mesafe kat etmesi öğretiyor. Bir nesil yerini bir başka nesle bırakınca bir şeyler daha iyi mi, daha kötü mü hale geliyor? Ne biri, ne öteki… İşimize geldiği veya asabımızı bozduğu nispette ilericiden ve gericiden bahis açıyoruz. 
Tarihten ibret almak bir yanlışı tekrar etmekten kaçınmak değildir. Birinci Dünya Savaşı denilince kapitalizme şöyle veya böyle alternatif doğurması muhtemel toplum işleyişlerinin tasfiyesini anlamamız tarihten ibret aldığımızı ispat eder. Sevr anlaşmasının Türklere bıraktığı sahayı aklınıza getirin. Aklınızdan 1934’de İnönü soyadını alacak İsmet’in Lozan konferansı sonrasında “Bir yüz sene kazandık” dediğini çıkarmayın. Yüz sene mühlet Türklere verilmiş bir imkân mıydı? Hiç öyle olmadığını yaşadıklarımızla gördük. Lozan’ın yüzüncü yılını doldurmasına çok kalmadı. Dünya Sistemi patronlarının yüz senelik mühleti azınlık imtiyazlarıyla donatılmış gayri-Müslimlere mi, Müslim olsun olmasın Türk olmayan herkese mi tanıdıklarını öğrenmemize az kaldı. 

Misâk-ı Millî’den verilebilecek bütün tavizleri verenlere emanet edilen toprakların akıbeti Dünya Sistemi dediğimiz teşkilatlanma tarzının akıbetiyle ne ölçüde iç içe olduğunu gözümüze sokacak musibetin halen içindeyiz. “Başımızdaki püsküllü belâ” sözü fes hakkında söylenmiştir. Çünkü fes bir İslâm serpuşu değildir. Yani II. Mahmut saltanatı devletin kendini millet korkusundan tamamen kurtardığı bir zamanı anlatır. Yavuz Sultan Selim’in Filistin’e Yahudi yerleşimini yasaklayan Romalı kuralı lağvedişini ve Kanunî Sultan Süleyman’ın “Ağlama Duvarı” nı tamir ettirdiği kimlerin kimlerle iş tuttuğu meselesi anlatılacak şeylerin ne kadar geri gittiğini gösteriyor. CHP’nin altı okundan birine “teşebbüs-ü şahsi esas olmak üzere” gidilen devletçilik adını takmışız. İdrak ettiğimiz son asır boyunca Cumhuriyet Türkiye’si kendini kapitalizmin bir kuzusu saydırmak suretiyle idame-i hayat edebildi. Başta yazının iptal edilmesi olmak üzere inkılapların da, askeri müdahalelerin de hikmeti budur. İsrail’i ilk planda değilse bile ikinci planda tanıyan ülke T.C.’dir. Eğer milliyet endişemizde samimi isek belâları da, belâların başımızdan def edilmesi yollarını da fark etmiş olmamız gerek. Dünya Sistemi her türden millî silkinişi tedirginlik kaynağı haline II. Dünya Savaşı macerasıyla Almanya, İtalya, Japonya üzerinden getirdi. Bunun da bir ibret olduğu kimseyi ilgilendirmiyor. İnsanlar bugün bile NAZİ olup olmama mevzuunu hele işin içine Yahudi düşmanlığı girince daha ilginç buluyor.

İnsan olarak bilmemiz gereken şeylerle Türk olarak bilmemiz gereken şeyler tıpatıp aynı şeyler değildir. Giderek bu ikisinden birine ulaşmak için yaptığımız şeyler çoğu zaman birbiriyle çatışır. Cumhuriyet inkılapları dediğimiz ve bizi modernleşmenin tekerrür edeceği farz edilen bir anına iliştirme gayesi güden girişimler yıllar yılı biz Türkleri iyi insan olmakla iyi vatandaş olmanın özdeş olduğuna inandırmağa çalıştı. Bunun imkânsız olduğunu iddia eden bir metinle şimdiye kadar (77 yaşındayım ve Latin alfabesiyle bile olsa okuryazar sayılıyorum) karşılaşmadım. Eğer modernliği günahtan arınmış biliyorsak Büyük Britanya veya ABD vatandaşı olmanın sorumluluklarıyla dünya vatandaşı olmanın sorumluluklarının birbirini yok ettiğini kolayca fark ederiz. Eder miyiz? Etsek bile bunun propagandası ile meşgul olmayız. Niçin olmayız? Çünkü dünyayı kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeler şeklinde ikiye bölmek aynı dünyayı kalkınmış ve geri kalmış ülkeler şeklinde ikiye bölmekten daha tilkicedir. Söylem düzeyinde bile olsa bir ülkeyi geri kalmışlığa mahkûm etmek o ülkeyi günün birinde mamur ve müreffeh bir ülke olarak görme ihtimalinden daha iç karartıcıdır. Eğer insanların istismar edilmekten hoşlanmalarını sağlayabilirse kapitalizm ömrünü uzatabilecektir. Bunun ilk denemesi büyük buhran sonrası J.M.Keynes’e hak verme üzerinden yapılmıştır.

Kapitalizmin gündelik işleyiş biçimi hakkında bütün bildiklerimiz insan olarak yaşarken bilmemiz gereken şeyler arasındadır. Sözün gelişi “insan” kelimesi döküldü kalemimden. Modernlik ve insanlık birlikte bulunabilecek şeyler midir? İşin aslına bakarsak değil. Beşerî toplulukları uğrunda öldükleri şeyler insan kılar veya insanlıktan çıkarır. Yani inceleme alanımıza giren beşerî topluluk bir sürü olmağı kabul eder veya reddeder. Türkleri saray cenahında baş gösteren batılılaşma cereyanının kurbanları olarak mı, yoksa Çanakkale’yi geçilemez kıldığı için Sevr anlaşmasının uygulanmasına yer bırakmayan İstiklâl Harbi’nin başlatıcısı vatanseverler olarak mı göreceğiz? Kurban iseler bütün çektiklerine müstahaktırlar. Nerede vatanseverler Türk toplumunun karar alıcı unsurları olgunluğunu göstermişlerse orada Türklerin insanlığı söz konusu olabilecektir.     

Modernlik hayatımızı darma dağın şekle getirdiği için gözümüzden kaçan şey bize hayatımız olarak gösterilen ve hepimizin şu veya bu şekilde sahiplendiği şeylerin hepsinin derme-çatma oluşudur. Bakışımızı çarpıklaştıran modern yapıdan salim kalmanın bir yolu yok mu? Sanata tahsis ettiğimiz yer bir imdat simidi özelliğindedir. Her neyi gözden kaçırdıysak sanatın hayatımıza ilâve ettiğini kaçırdığımız daha belirginleşir. Sanat şiirle, müzikle, edebiyat ve diğer birçok gösteri hünerleriyle derme-çatma şeylerden sahici bir öz istihsal eder. İster fizik alanında isterse felsefede özün ne olduğunu merak edenlerin sanatçıların neler yaptıklarına dikkat kesilmekten başka imkânları yoktur. O halde nerede sanat? Sanatı tanıma, fark etme işine Versailles sarayı veya Süleymaniye camiini sanat eseri sayarak mı başlayacağız? Yoksa cinsiyeti, bilgi türü ve seviyesi ne olursa olsun bir gaye uğruna ölmeği hayatının mânâsı bilen kişiyi etkileyen her şeyin bir sanat eseri kabul edilmesine mi meyledeceğiz? Bana bu sual tevcih edilseydi elbette ikincisi derdim. Çünkü insanları birbirine kenetleyen de, insanların insanlara karşı acımasızlığını azdıran şey de gayedir. Yurdumuz bizi birbirimize kenetlemez. Birbirimize kenetlenmezsek üzerinde yaşadığımız toprak vatanımız olmaz.

XV. Hıristiyan yüzyılından itibaren koşar adım ilerleyen ve iflâsını kabullenmemek için savaşlar ve pandemileri bahane ederek milyonlarca insanı katleden kapitalizm kapitale hükmedenlere bir vatan (Yoksa sadece sığınılacak bir yurt mu?) verdi. Kapitalle zıtlaşan Türklerin vatan hudutları “iman dolu” göğüsleri oldu. Kapitalizm dünyanın her yerinde insan uğraşılarının başarısını destekleyici para babalarının keyfine bıraktı. Akademik dil bizi sermaye sahiplerinin vatanperver olduğunu ikrara zorluyor. Ya Türk isek ve Türk olduğumuz için dilimiz akademik değil de şairane ise? Şairaneliği düşman ilân eden Garipçiler yerlerini kolaylıkla İkinci Yeni’ye bıraktı. Modernleşmenin olduğu kadar Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin ile başlayan şiir arayışının (şiirde modernleşme arayışının) son noktası olarak ortaya çıkan İkinci Yeni ise miras bırakacak bir yere hiç ulaşamadı.

1970 yılında İkinci Yeni söz konusu olduğunda “Tanrı Mezarını Isıtsın” demiştim. Duam kabul oldu ve İkinci Yeni’nin mezarı öyle bir ısıtıldı ki, Halkın Dostları sebebiyle bir şekilde hortladı. Öyle ki, 2018’de Ülkü Tamer’in ölüm haberi verilirken İkinci Yeni ibaresi anılıyor. Hâlbuki sözünü ettiğimiz akımın hayat verdiği şairlerin hepsi dikkate değer şiirlerini bir şiir akımı olarak İkinci Yeni devrini çoktan tamamladığını kabul ederek yazdılar. Türk şiirinin Türk milletiyle irtibatı millete şiirden aktarılan can suyuyla kurulabilir. Toplumların bir şekilden başka bir şekle girmeleriyle dillerin yenilik adına katlandıkları arasında bir irtibat var. Türkiye Cumhuriyeti mağlup devletlerden biri olduğuna kanaat getirilen Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerine bir dekor olarak oturtuldu. İnkılaplar en âlâsından dekordu. Bir toplum olarak sahiciliğimizi 1957 genel seçimlerine kadar koruyabildik. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi 29 Ekim 1923’te ilân edilen yaşama ritmine son verdi. Demek ki en azından 60 senedir bizi “uzatmalar” meşgul ediyor. Ben şair olarak şöhretimi uzatmaları sahiciliğe çevirme çırpınışıma borçluyum.

Bir Hollanda yolculuğu sırasında bana İlhan Berk kendisine Behçet Necatigil’in “Bu şiiri biz de yazabiliriz İlhan” dediğini aktardı. Ne idi bu şiir? İkinci Yeni’nin ta kendisi. İkinci Cihan Harbi’ne girmedik. Harbin cephe gerisi sıkıntılarının hepsini yaşadık. Millet olarak şuurumuz dünya çapında bilinen Çanakkale’ye takılı kalmıştı. Bilmem doğru, bilmem yalan, Kut zaferini 1952 yılına kadar tesit ettiğimiz söyleniyor. Çanakkale’de kaybettiğimiz canlar 27 Mayıs’a kadar Türk toplumunun ahlâkı oldu. 1939-1945 arasında yaşananlara Alman Harbi diyoruz. Biz bu harbin ruh yıkıcı ruh durumuna yabancı kaldık. Hollywood filmlerinin bu yabancılığı giderdiğini de iddia edebiliriz. Sonuç İkinci Yeni’ye vardı.

Garip şiirinin Orhan Veli’den arta kalan iki üyesi yazdıklarında boncuk varmışçasına İkinci Yeni'yi icat etmekle övünür oldu. Garip şiirini kıyısından köşesinden takip edenler de “bu şiiri” yazabilme becerisine talip oldu. Önce hiçbir zaman ön sıraya çıkamamış Seyfettin Başçıllar şiiri bıraktı. Sonra Kemal Özer sosyal içerikli şiirleriyle bir düşkünlüğü yaşadı. Edip Cansever çok istediği ve kendine güvendiği halde Tragedyalar’dan tiyatroya geçemedi. Turgut Uyar Divan yayınlamakla utancı olmayan bir şiirin müdafii tahtına oturdu. Cemal Süreya Ülkü Tamer’in himayesinde yapay solunumla hayat buldu. Gerçek şiirin Divan Edebiyatı’nda saklı olduğunu keşfedenler İkinci Yeni yaklaşımının bir imkân olduğunu kavrayanlardı. Bu kavrayışlarına rağmen Türk şiirine yeni temeller temin edemediler. Niçin? Çünkü onlar için Türk milleti modernleşmeğe kurban edilecek bir şeydi. Modernleşme kurban arıyor muydu? Devletin selâmetinden ne anladığımıza bakarsak Türk milletinin varlığı ve idamesi hususunu kendi kararına bırakılmış insanlara da bakacağız. Ağzı açık bakacağız. Şiirde bulamadığımızı boş yere başka yerde aramayalım.

Şiirde Türk milleti oluşumuzun sırrı var. Bu sırra omuz silkenlere yarın merhamet edecek kişi bulunamayacak. Türk milletinin yolunu aydınlatıp Türklere yol gösterecek sanat eserlerini desteğe kimse özenmeyecek. Yani iş olacağına varacak. Çünkü kapitalizmin bu günkü çerçevesinde insanlar servet sahibi olmanın iki yolundan başkasına rağbet etmiyor. Ayak altında kalmamak için ya köşeyi dönecekler veya voliyi vuracaklar. Köşeyi dönmek çevrenin ahmaklarla kuşatılması halinde mümkün olur. Voliyi ancak ahmakların güvenini kazananlar vurur. Köşe dönücülerinin ve voli vurucuların sanata biçtikleri değer gündelik hayatın idamesine bile yetmez. Gündelik hayat demekten başka çare bulamadığımız şeyin idamesini kimin midesi kaldıracaksa. Yıllardan beri yaptığım gibi karamsar bir tablo çizdiğimi biliyorum. Yıllar boyunca karamsarlığıma ümitvarlığım eşlik etmeseydi elimden hiçbir sanat eseri çıkmayacaktı. Çıktı da ne oldu? İçimde bir ukde var. Yine de bugün artık bu suale cevap bulma derdini yanıma pek yanaştırmıyorum.

İsmet Özel, 7 Muharrem 1443 (15 Ağustos 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.