"Anlamıyorlar şiirden. Ne Cemal Reşit Rey anlıyor, ne Muhiddin Sadak, ne falan liselerin sevgili müzik öğretmenleri, ne de bazı en benam musikişinaslarımız."

İstiklâl Marşının Bestesi

Büyük şair Mehmed Akifi âbideleştiren «İstiklâl» şiirinin bestesinin söylenişinde bu kadar zorluk olmasının doğurduğu akisler son günlerde artmış bulunuyor.
 
 
Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın,
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın!
 
 
gibi mısralarla büyük Akif, Türk milletine sabır, ümid, hayal ufku bahşetmişti.
 
Hakkıdır hakka tapan bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!
 
Yalnız şiir değil, iki (Berceste-mısra) halinde Türkün imanını daima arttıracak, Türke daima inanç kudreti aşılayacaktır.
 
Ya bu şiirlerin bestesi?
Dikkat ediyor musunuz?.
 
Gittikçe ağırlaşan, zorlaşan ahenin bir ritm alan, misraların bölünmesiyle söylenemeyen, göğsü tazyik eden, hancereyi sıkan bu bestede noksanlık nerededir? Önce bunu aramak lâzımdır .

Noksanlık, şiirin haşmetine bestenin uydurulamamış olmasındadır.

Genç muhabir arkadaşlardan Şahap Balcıoğlunun bestekâr Zeki Üngör ile yaptığı mülakatta ise fecaat bütün bütün ortaya konmuştur.

İzmirin kurtuluşu ile heyecana gelen sayın bestekâra ilham vâki olmuş, süvarilerin İzmire girişini duyunca coşmuş, piyano başına geçmiş, derhal içinden doğan ilhamı çalmağa başlamış.

İşte, İstiklâl marşı şiiri bestesinin neden bu kadar kemkümlü, neden mısraIara uymadığı, neden Türk lehçesini en büyük bir marşta hiçe, sıfıra indirdiği bu samimî, fakat hazin itirafta gizlidir.

Besteye iki noktadan bakmak lâzımdır :

1 — Müzik cephesi.

2 — Ebedî şair Akifin şiirine göre bestelenmiş olup olmadığı.

Müzik cephesinden, eğer eser hızlı çalınsa imiş, İzmire giriş heyecanının menkıbelerini yaşatırmış.

Olabilir.

Bu zaman, eseri tamamen güftesiz olarak çalmak yerinde olur.

Güfte ile çalınıp söylenmesine gelince: Bu noktaya parmak koymak, insanı acı hakikatlerle karşılaştırır.

Bugüne kadar en ümid var olan gençlerin bile müzikteki başarısızlıkları şiirden anlamamalarındadır.

Anlamıyorlar şiirden. Ne Cemal Reşit Rey anlıyor, ne Muhiddin Sadak, ne falan liselerin sevgili müzik  öğretmenleri, ne de bazı en benam musikişinaslarımız. Anlayanların ise ne kadar muvaffakiyetli besteler yaptıkları meydandadır. İşte, Hafız Rakım. Vezni, kafiyeyi, mısraı bildiğinden dolayıdır ki, bütün bestelerinde muvaffak olmuştur.

Her şiirde, hele aruzda başta olmak üzere bir uzun ve kısa hece dâvası vardır. Bu, parmak vezninde de böyledir. Gelgelelim, İstiklâl marşımızda Zeki beyin yaptığı gibi bestekârların çoğu önce besteyi yapıyorlar, sonra buna şiirin hecelerini uyduruyorlar. Uydurmağa kalkıyorlar. Ve neticede kötü, söylenilmesi güç, uzun heceleri kısa, kısa heceleri uzun bir nota ile okunan iğri büğrü, ecic bücüc marşlar, şarkılar, türküler meydana geliyor. Misal mi? İşte, İstiklâl marşımızın:

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

mısraını, şimdi içinizden okuyunuz, (ma) hecesi su mânasına gelen (mâ) şeklinde, bu hecesi koku mânasında olan (Bû) şeklinde; ve nihayet (sancak) kelimesi de o Viyanalarda dalgalanan haşmetini, Dumupınarda, İzmirde tufanlar yaratan rüzgârlanısını sıfıra indiren bir şekilde nerdeyse (saçak) ritmine uygun olarak okunmak bedbahtlığına uğrar.

Ya o ikinci:

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

mısraını üçüncü mısraa bağlamak ve üçüncü mısraın yarısını öksüz bırakış, (Yıldızıdır) kelimesi sanki mısra başı imiş gibi yeni bir dörtlüğe başlayış, fecidir, feci.

Halbuki bestekâr, Sakarya harbi sırasında yazılan bu şiire, daha o zamanlar, uygun olarak bir beste hazırlamış olsaydı, 41 mısra bile okunsa aksamazdı. Çünkü bütün mısralar aruzun koşar adımlı vezni olan (Feilâtün feilâtün feilâtün feilün) kalıbı ile yazılmıştır

                                 *                                          

Şurasını, yeri gelmişken söyliyelim ki, en büyük müzik üstadı iddiasında bulunanlar aruz veznini öğrenmezler, en basit vezin kurallarından habersiz kalırlar, hattâ hece vezninin herhangi bir mısraını önlerine alıp âdeta aruz vezninde olduğu gibi onun kısa ve uzun hecelerini takt etmezler ve önceden nota yazıp sonra onu nazma uydurmağa kalkarlarsa ne umdukları müzik dehâsına varabilirler, ne o merdivenleri tırmanırlar, ne de milletin dilinde yıllarca, asırlarca söylenecek bestelere varabilirler. Nitekim operalardaki muvaffakıyetsizliklerde bazı mütercim özentilerinin muazzam bestelerin dörtlük, sekizlik, on altılık notalarını bilip anlamadan Türkçeyi perişan bir hale getiren tercüme operalar meydana getirmeleridir. Bu operaların da sevilmesi, söylenmesi, tutması için hakikî şairin ve bilhassa biraz da müzikten, notadan anlayan şairin bunlarla meşgul olması lâzımdır.

Aksi takdirde operamız için ayrılan yüzbinlerce liraya da yazıktır, emeklere de yazıktır, opera sanatkârlarına da yazıktır.

                              *                                        

Netice: Türk vatanı kubbesinde baki kalacak olan Akifin ebedî şiirine mutlaka ebedî bir beste yapmak lâzımgelir. Çünkü, Zeki beyin bestesini milletçe söyleyemiyoruz. Gençlik söyleyemiyor, halk söyleyemiyor, çocuklarımız söyleyemiyor. Kudretli Türkiyenin sesi, bugünkü İstiklâl marşı bestesinde tufan âsâ gürleyemiyor.

M. FARUK GÜRTUNCA 

03.12.1953                                          

Bu mısra okunurken, oturanlar ayağa kalkarlar...

İstiklâl Marşımızın güftesinde şu mısra vardır...

“İstiklâl Marşı”nın adını bir “Bağımsızlık Marşı”na çevirdiğimizde"

“Bağımsızlık”la silinmesine çalışılan “İstiklâl” kelimesine bakalım: Bu memleketin çocukları “Ya istiklâl, ya ölüm!” diye cephelere koşmuş, kanlarını bu kelimenin

“İstiklâl Marşı marşların en büyüğüdür; ölümsüzdür..."

Çünkü en büyük hâdisenin yazdırdığı marştır, iman ve azim ordularının bütün dünyaya, bütün kâinata bu iman ve bu azmin, ebedi yankılar bırakan okuyuşudur: 

Ankara Namazgahında Şükran Namazı

Yukarıdaki klişeye lütfen dikkatle bakınız: Millî Mücadelenin temel felsefesi olan Tekâlif-i Milliye, en ücra köyde, fedakârlığı halkın vicdanına ve imânına tescil ettirecek