NAMUSTAN VATAN, VATANDAN NAMUS ÇIKARMAK

Kahramanmaraş Şubemizin 3. Olağan Kurulu dolayısıyla tertip ettiğimiz "Namustan Vatan, Vatandan Namus Çıkarmak" serlevhalı program 16 Şaban 1443 (19 Mart 2022)  Cumartesi günü yapıldı.

Öğle namazını müteakip sergimiz açıldı.

İstiklâl Korosu'nun verdiği konserin ardından panele geçildi. Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak, İkinci Başkanımız Gökhan Göbel ve Kahramanmaraş Şube Başkanımız Abdülhamit Sağır birer konuşma yaptı.

Oruç Özel:

Selamun aleyküm, “Namustan Vatan, Vatandan Namus Çıkarmak” panelimiz için konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı, İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, İstiklâl Marşı Derneği Kahramanmaraş Şube Başkanı Abdülhamit Sağır’ı kürsüye davet ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Selamun aleyküm, İstiklâl Marşı Derneği Kahramanmaraş Şubesinin Genel Kurulu sebebiyle ve bahanesiyle namustan vatan, vatandan namus çıkarmak meselesini konu etmeğe karar verdik çünkü bu meselenin konu edileceği yer burasıydı.

İstiklâl Harbimizin omurgasını Sakarya Meydan Muharebesi oluşturuyor. Maraş’ta başlayan ve daha sonrasında Urfa, Antep, Adana şeklinde devam eden iş… Bilhassa Maraş’la başlayan iş Sakarya Meydan Muharebesinin bir provası olarak görüyoruz biz. Sadece ikisinin de 22 gün 22 gece sürmesi dolayısıyla değil – ayrıntılarını Abdülhamit Sağır herhalde anlatır – birçok başka sebepten dolayı Sakarya Meydan Muharebesininin provasıdır Maraşta başlayan iş. Maraş, Urfa, Antep… Buralar vilayet değildi. Cumhuriyetten sonra bir vilayet haline geldiler. Bu iş başladığında her üç vilayetimiz de –bugün için vilayetimiz- o gün Halep vilayetine bağlı bir sancaktı. Yani kimse Maraşlı olarak, Urfalı olarak, Antepli olarak bu savaşı vermedi herkes Halepli olarak o mücadelenin içindeydi.

Şimdi bize anlatılan bir resmî tarih var. Bu resmî tarihe göre İstiklâl Harbimiz 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal Paşanın Samsun’a ayak basmasıyla başladı. Soldan çarklılar buna ufak bir şerh düşerler, derler ki: “Hayır, İstiklâl Harbi 15 Mayıs 1919 da İzmir’de Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasıyla başladı” derler. Sağdan çarklılar derler ki “Hatay Dörtyol’un bir köyünde Fransızlara karşı mücadeleye başlayan bir köy ahalisi… İstiklâl Harbi’nin başlama kıvılcımı odur” derler. Bu her üç görüş de Medine’yi Suudi Arabistan diye bir ülke olduğunu farz ederek o ülkenin bir şehri olarak düşündükleri için, bunu böyle kabul ettikleri için böyle bir başlangıç bulmak mecburiyetinde kalırlar. Hâlbuki İstiklâl Harbi Medine’de başlamıştır. Çünkü Misâk-ı Millî’ye dâhil olduğu kimsenin aklına gelmez. Şimdi 1916 yılının Haziranında Mekke elimizden çıktı. Arapların bir şehri olmadı. Suudi Arabistan diye bir ülke yoktu. İngiliz toprağı oldu. 1916’nın Haziran ayı akabinde hemen Medine’yi de boşaltmak gerektiğini, nasıl olsa elden çıkacağını birçok paşa dile getirdi fakat o sırada Medine’ye tayin edilen Fahrettin Paşa’nın ve bir avuç subayın –abartmıyorum, bir avuç; bir avuçta beş parmak varsa beş kişi diyebilirsiniz yani – inisiyatifiyle, bunların Medine’yi savunmayı namuslarını savunmak olarak yani kişisel namus davası olarak görmeleri sebebiyle Medine 1919’un ocak ayına kadar bizim toprağımız olarak kaldı. Misâk-ı Millî neydi? Misâk-ı Millî “30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesi imzalandığında Türk askeri neredeyse orası Türk toprağıdır” diyordu. Misâk-ı Millînin bu beyanına dayanarak Medine, Misâk-ı Millî’ye dâhil kabul edilmesi gerekiyordu. Üstelik o sırada şöyle ilginç bir haritamız da vardı. Mondros Mütarekesi’ne kadar çok ilginç bir haritamız vardı. Düşünün, Medine’yi Misâk-ı Millî sınırlarına bağlayan bir tren yolu hattı var; Halep-Islahiye-Adana’dan geçip İstanbul’a kadar uzanan işte o Hicaz demiryolu hattı. Halep’ten Medine’ye kadar baktığınızda 1.200-1.300 kilometrelik bir demiryolu hattı ve o hattın ucunda Medine! O demiryolu hattını muhafaza etmek için yaklaşık 17.000 asker tahsis ediliyor. Medine’de ise 13.000 civarında asker var. Yani toplam Medine’yi savunmak için 30.000 asker! Bu bir ordu demek. Filistin cephesinde de 30.000 askerimiz vardı bizim. Yani Filistin cephesine denk sadece bir şehri savunmak için asker tahsis ediliyor. Bunu isteyen sadece Fahrettin Paşa. Mondros Mütarekesi’nden sonra anlıyoruz ki o bir avuç insanın namus davası haline getirdikleri iş sadece Fahrettin Paşa’ya kalmıştı ve Fahrettin Paşa’nın namus davası olmuştu Medine Müdafaası.

Şimdi biz İstiklâl Harbi Medine’de başladı derken şunu aklımıza getirmemiz lazım: Fahrettin Paşa’yı görevden almak için önce bir emir gönderildi. Buna uymadı. “Bunun için Padişah fermanı lazım” dedi. İşi uzatmak için. Padişah fermanı geldi. Hala teslim etmedi. Yani İstiklâl Harbi, Medine’de başlamıştı derken İngilizlere karşı padişaha rağmen bir şey başlamıştır. Şimdi o 30.000 askerin… -haydi demiryolu hattını boş verin- sadece Medine’de 13.000 civarında askerin bir kısmı tahliye edildi. Mondros Mütarekesi’nden sonra buraya döndü. Bu topraklara döndü. İngilizlerin esir aldığı 5.000 civarında er ve 500-600 civarında rütbeli olmak üzere yaklaşık 5.500-5.600 kişidir. O tahliyeden sonra, esir düşmeden gelen insanlar bu topraklarda nerelere geldiler. O gelen insanlarla bize ne nakil oldu. Bunu hiçbir yerde bulamazsınız, göremezsiniz. Naklolan şeyi bulabilmek için şöyle bir şeye müracaat etmemiz gerekir: I. Dünya Savaşı’nda bütün cepheler şu şekilde oluşturuldu: Hangi cepheye hangi vilayetler yakınsa o cephenin askerleri kahir ekseriyetle o vilayet sakinlerinden oluşuyordu. Mesela; Kafkas Cephesine bakarsanız Erzurum, Ardahan, Kars, Artvin, Erzincan... İşte o bölgenin askerlerinin Kafkas cephesinde yoğunlukta olduğunu görürsünüz. Çanakkale Cephesi hakeza o bölgenin insanlarının yoğunlukta olduğu yerdir. Medine’ye en yakın askerler Halep Vilayeti’nden gitti. Yani Urfa, Antep ve Maraş’tan gitti. Onun için Medine’de başlayan İstiklâl Harbi’nin omurgasını teşkil eden Sakarya Meydan Muharebesi provasının burada şekillenmesinde buraya gelen, Medine’den nakil olan askerlerin payının ne kadar olduğunu, onlar vasıtasıyla Türk milletine ne naklolduğunu, İstiklâl Harbi’nin Medine Müdafaası olmadan başlatılamayacağını bilmiyoruz. Bunu kimse dile de getirmiyor. Sadece tahminen bir şeyler söyleyebiliyoruz. Çünkü bir şey bilmiyoruz. Bugün diyorlar ki “bilgi çağında yaşıyoruz.” Tam tersine bugün yaşadığımız çağın adı “zır cehalet çağı”dır. “İletişim çağında yaşıyoruz.” diyorlar, bugün insanın tarih boyunca en yalıtılmış halde yaşadığı bir çağda yaşıyoruz. Günlük hayatımızı idame ettirecek bilgiden bile mahrum olarak yaşıyoruz. Bilgi olarak bize neyi paketleyip neyi verdilerse onu bilgi kabul edip o şekilde bir hayat sürüyoruz. Bilgi diye bildiğimizi zannettiğimiz şeylerin kahir ekseriyeti zan. Zannetmek Türkçede sanmak olmuş. Zanların dünyasındayız. Bilginin değil, malumatın dünyasındayız.

Biz birçok şeyin başına Medine’yi koyuyoruz. Yani Türk’ün medeni hali, Medineli halidir. Medine’yi merkeze koyduğu halidir. Onun dışında Türkler medeniyet düşmanıdır. Türklüğümüzü, bir tavır olarak Türklüğümüzü Medine’de başlatıyoruz; Mescid-i Dırar hadisesi ile. İstiklâl Harbi’mizi Medine’de başlatıyoruz. Medine’yi, Misak-ı Milli’ye dâhil ediyoruz. Bunu fantezi olsun diye yapmıyoruz. Çünkü Medine’yi devre dışı bıraktığımız da her köşe başını tutmuş bilumum unsurların oyuncağı olmak mecburiyetindeyiz. Bunu biraz dikkat edenler fazlasıyla görebilirler. Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün meşhur bir sözü vardır: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır.” İsmet Bey’in bir yazısında da belirtildiği gibi bu içi boş bir sözdür. Bizim bütün savaşlarımız hattı müdafaa şeklinde olmuştur. Az önce söyledim; bildiğiniz tren yolu hattı! Yani ince uzun bir hat müdafaa edilerek bir İstiklâl Harbi başlamıştır. Sakarya Meydan Muharebesi bir hat müdafaasıdır. Satıhta hiçbir şey olmamıştır. Yani Kastamonu’da hiçbir zaman hiçbir savaş olmadı. Ankara’da bir şey olmadı. Kayseri’de olmadı. Sivas’ta olmadı. Konya’da İtalyanlar uğradı ama bir kaç ay selam verip gittiler. Yani sathı müdafaa diye bir şey yok, hattı müdafaa var.

Hat yahut sınır Greek dilinde nómos olarak bilinir. Greek dilinden Arapça’ya, Arapça’dan da Türkçe’ye geçtiği söylenir “namus”un. Nómos’u “kanun, yasa” olarak tercüme ederler ama etimolojik olarak “sınır, hat” manasına gelir nómos. Biz hattı müdafaa ederek bir vatan sahibi olduk. Şimdi  felsefe yoluyla, felsefî metinlerin Arapçaya tercümesi yoluyla bir namus biliyor olabiliriz ama biz asıl Hadis-i Şerif’ler yoluyla Cebrail’i, namus-ı ekber olarak biliyoruz. “Büyük namus.” Cebrail vahiy getiriyor. Yani söz, vahiy getiriyor; Kelamullah getiriyor. Namus dediğimiz şey Arapça’da “sır”  manasında da kullanılıyor. Zıttı “casus.” Yani sözü taşıyan, sır şeklinde taşıyan şeye namus deniyor. Sözü çalan, sır olmaktan çıkaran sınırını bozan şeye casus deniliyor. Buradan nereye geleceğim? Türkçede biz “söz namustur” diyoruz. Yani sözünü bozan namusunu ihlal etmiş demektir; o sınırı,  -kanun olarak bile almış olsanız- o kanunu bozmuş demektir. Biz Latincedeki gibi, Grekçedeki gibi doğrudan doğruya sözlük manasıyla iç etmedik. Şimdi düşünün Türkçede namusun ne manada kullanıldığını; işin içinde sadece ırz, iffet yoktur. İşin içinde şeref vardır, haysiyet vardır, edep, haya, vakar… Tabii ki ırz-iffet de vardır ama birçok şey mürekkep halde bulunur namus kavramının içinde. Ne Arapçada bu şekilde bir kullanımı vardır ne Grekçede böyle bir kullanımı vardır. Ama yasa olarak da ele alsanız sınır olarak da ele alsanız bu topraklarda ‘nomos’un ne olduğu yerli yerine oturmuş bir şeydir. Biz kanun deyince, yasa deyince, namus deyince en başta Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’den çıkardığımız ahkamı anladık. Bu, bu topraklarda ilk defa olan bir şeydi. Kanun olarak ne biliyorsunuz denildiğinde, Allah’ın kanunlarından başka bir kanun tanımadık. Onun için Kanunî Sultan Süleyman dediğimiz padişaha “Kanunî” sıfatını Türk milleti taktı. Yani Allah’ın kanunları varken kendi kafasından kanun uyduran adam manasında “Kanunî” dendi.

Ayet ve hadislerden fıkıh vasıtasıyla çıkarılmış Darül İslam – Darül Harp kavramı ilk defa bu topraklarda yerli yerine oturdu. En mücmel, en muhtasar tanımı bu topraklarda yapıldı. İşte Muammer Parlar’dan öğrendiğimiz İmam Kâsânî şöyle bir tanım yaptı: Bir beldenin Darül İslam veya Darül harp olması, o beldenin mutlak manada İslam’a veya küfre izafe edilmesi manasında değildir. Korku ve emniyete merbuttur. Bir beldede korku Müslümanlara ait, emniyet kâfirlere aitse orası Darül harptir. Tersi; bir beldede emniyet Müslümanlara, korku kafirlere aitse orası Darül İslam’dır. Bu tanımı ömrünün çoğu kısmını Halep’te geçiren, 2-3 yılını Konya’da geçiren İmam Kâsânî bu topraklarda dile getirebildi. Çünkü Moğol işgali sebebiyle 12. yüzyılda Darül İslam’ın Darül harbin nereye oturduğunu net olarak hayatında görebilen bir kişi olarak yaşadı. Bunu yakînen yaşadığı için bu tanımı yapabildi ve bizim de pekâlâ ma’al memnuniyye kabul ettiğimiz bir şey oldu bu. Ben Abdülhamit Sağır’a sözü bırakayım, buyurun Maraş Şube Başkanımız.

Abdülhamit Sağır:

Selamun aleyküm. Panelin ana başlığı “Namustan Vatan, Vatandan Namus Çıkarmak.” Alt başlığı da “Maraş Çete Harbi Sakarya Meydan Muharebesinin Provası” şeklinde. Aslında provadan daha öte bir benzerlik var. Durmuş Bey de bu benzerliğin ilk başta gün sayısıyla irtibatını kurdu. 22 gece 22 gün. Fiilî olarak öyle. Maraş’ta 1 fazla var. 12 Şubat 23. güne geliyor. Aslında savaş 11 Şubat’ta bitiyor. Fakat birkaç yerde, korunaklı kiliselerde Ermeni birlikleri kaldığı için iş 12 Şubat’a aksıyor. Yani fiilî olarak 22 gece 22 gün. Çünkü 21 Ocak’ta başlıyor, 11 Şubat’ta bitiyor. Fiilî harp o zaman bitiyor. 23. gün oralar Ermenilerce Türk kuvvetlerine teslimiyle Maraş İstiklâl Harbi resmen bitiyor.

Ama bundan daha ziyade işin aslına dair de bir benzerlik var. Çünkü İstiklâl Harbi’nde Maraş Çete Harbiyle Sakarya Meydan Muharebesi’nin manası birdir. Eğer bu iki savaşı, mücadeleyi -adına ne dersek- Türk milleti kazanmamış olsaydı, Türk milletinin bu topraklarda bir devleti, bir vatanımızın olup olmayacağı çok şüpheli bir durumdu. Yani bu aslında buralarda bizim şu an nefes almamızı izahta Çanakkale Savaşı’na da atıfta bulunuruz. Ama bu Çanakkale’nin, Medine’nin bir devamı şeklinde.

Şöyle izah edeyim. Önce İngilizler Maraş’a geliyor Şubat ayında. 8 ay Maraş’ta kalıyorlar, Şubat’tan Ekim’e kadar. Ve İngilizlere karşı herhangi bir hareket yok. İngilizlerin de Türklere buradaki, Maraş’taki insanlara karşı bir, herhangi bir müdahalesi yok gibi gözüküyor. İngilizler, Fransızlarla yapmış olduğu bir anlaşma var. Ama öncesinde şöyle bir durum var. Karakol Cemiyeti’nden birkaç ekip geliyor, burada teşkilatlanmak istiyorlar, Arslan Bey, Şehit Evliya bu kimselere destek oluyor. Ama diğerleri buna tabii ki destek olmuyor. Çünkü karşıda İngilizler var. Bu İngilizlerin güçlü olmasından kaynaklanan, asker silah olarak güçlü olmasından kaynaklanan bir şey değil. Çünkü I. Dünya Savaşı bittiğinde bütün savaşa katılan taraflar çok zor durumda. Yani İngilizler savaşı kazandı, çok iyi durumda değiller. Onlar da bütün güçlerini sarf etmişlerdi. Bu mesele o günkü insanların zihninde Batı’nın, Avrupa’nın yani metinlere baktığınız zaman medeniyetin beşiği kabul edilmesi, zihince insanların oraya ulaşmak istemesinin bir karşılığı gibi duruyor.

Maraş’ta Çete Harbi’nin başlaması, Allah’ın birkaç Müslümanın duasına cevap vermesi şeklinde oluyor aslında. Şöyle ki duasına cevap verilen en önemli isimlerden bir tanesi Arslan Bey. Arslan Bey üzerinden gitmek daha doğru olur gibi geliyor. Çünkü Arslan Bey de, Durmuş Bey’in bahsettiği gibi Medine hattı üzerinde, I. Dünya Savaşı’nda görev yapan komiser, asker değil ama polis, komiser. I. Dünya Harbi-seferberlik- bittiğinde oradan, görev yaptığı yer Trablusşam, yani bugünkü Lübnan’da bir şehir. İnsanlar ona çok tekliflerde bulunuyorlar. Ben bunu daha yeni öğrendim. İşte “şehrine, ülkene dönme, yani memleketine dönme. Burada kal. Sana burada bütün imkanları sağlayalım” diyorlar. Fakat Arslan Bey “hayır” diyor, “gideceğim” diyor. Yani orada bir mücadeleye girişmek, onlarla bir hesaplaşmak gerekiyor bilinciyle yola çıkıp geliyor. Tabii burada hemen mücadelenin başına geçmesi de kolay olmuyor ve ama gelişi, niyeti bu niyetle geliyor.

Ve biz de hadislerden öğrendiğimiz kadarıyla, herkesin bildiği meşhur bir hadis vardır. Hz. Ömer’den rivayet edilir: اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ وَاِنَّمَا لِكُلِ امْرِئٍ مَا نَوَى buraya kadarı bize yeter yani hadisin anlatmak istediği. “Ameller ancak niyetledir, bir kimseye de ancak ve ancak niyet ettiği vardır.” Niyet nedir? Niyet, bir fiili yaptığınızda, o fiilin sonunda, yanlış oldu fiil dedik. Çünkü niyet olduğu zaman artık onun adı ameldir. Yani bir kimse bir iş yapıyorsa ve bunda niyeti yoksa onun adı fiildir, ama niyeti varsa bu işin adı ameldir. Onun için Hz. Peygamber’in ifadesiyle اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ “Ameller ancak ve ancak niyetledir.” Yani bir işe başladığımız anda o işin niyeti nedir? Bu işin sonunda elde etmek istediğimiz şeydir. Yani bu işin nereye varacağını, nereye ulaşmasını istiyorsak, böyle bir işe başlamışsak, bu iş ameldir. Hadisin ikinci cümlesi “Ve kişiye ancak niyet ettiği vardır.” Yani niyet ettiğimize mutlaka ulaşıyoruz. Allah bize niyet ettiğimizi mutlaka veriyor ve Arslan Bey’e de verdi.

Şöyle ki Maraş, Türkiye bugünkü sınırları içinde en son işgale uğrayan yerdi. Bir bu. İkincisi, İngilizler Irak’ı I. Dünya Savaşı’ndan önce paylaşımda Fransızlara bırakmıştı. Ama I. Dünya Savaşı bittiğinde kendileri açısından bunun bir hata ya da o günkü planlamayla kendi güçlerini aşan bir şey olarak görüyorlardı. Fakat I. Dünya Savaşı sırasında bu fikirden vazgeçerek, Fransa’yı ikna ederek, kendisine kalan Suriye-Maraş-Halep hattını Fransızlara, Fransızlara düşen Irak hattını kendisi aldı. Ve bu anlaşmanın sonucunda Maraş’tan çekildi. Çekilirken de Fransa’nın kucağına bir bomba bıraktı. Çünkü Fransızların geleceği duyulunca Ermeniler taşkınlıklar yapmaya başladı. Taşkınlıkların en önemlilerinden bir tanesi de İngiliz askerlerinin son günü olan, Sütçü İmam hadisesi diye bilinen, Uzunoluk’ta yaşanan taşkınlıktır. Tesettürlü kadınlara, tesettürüne el uzatan Ermeniler ve bunu Çakmakçı Said’in ve arkadaşlarının önce müdahale edip yaralanması daha sonra Sütçü İmam’ın oradaki iki tane Ermeni’yi vurup öldürmesi. Ondan bir gün sonra Fransız birlikleri çoğunlukla geliyor. Hadisenin yaşandığı o gün Fransız birlikleri çok az Maraş’ta. Bir bu. İkincisi de bayrak hadisesi. Bayrak hadisesi 30 Kasım’da, 28 Kasım ya da 30 Kasım -tam tarihi şu an zihnimde canlanmadı- gerçekleşiyor. Maraş Kalesi’nde bayrak indiriliyor, Türk bayrağı. Ve Türk bayrağını yerine dikmek için insanlar tekrar Ulu Camii’de Cuma namazından sonra hareket edip Kale’ye gidiyorlar.

Şimdi burada gerçekten konuşmak zor. Hani bazı şeyleri ifade etmek zor. Çünkü o günkü olaylarla ilgili birçok şey ketmediliyor. Ketmedilen şeylerden bir tanesi de şu. İnsanların aklına şu gelmiyor; Fransızlar bayrağı indirdi, Maraş halkı, Türk milleti geldi bayrağı, Türk bayrağını dikecek. Fransızlar niçin karşılık vermiyor orada, kalede? Yani silah, mühimmat var, yani asker var orada. Sorunun cevabı çok basit. Çünkü kalede Fransız askeri niyetine bekleyen yüzbaşı ya da işte yetkili komutan dışındaki bütün askerler seferberlikte, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı askeri olarak çarpışan tırnak içinde Müslüman askerler. Yani anlatabiliyor muyum? Bayrağı indirenler de yani indirilmesine müsaade edenler de onlar. Bunların kim olduğu metinlere bakıldığı zaman görülüyor. Yani bu ciddi bir mesele.

Durmuş Küçükşakalak:

Kim?

Abdülhamit Sağır:

Efendim?

Durmuş Küçükşakalak:

Kim onlar?

Abdülhamit Sağır:

Bunlar Osmanlı Askeri. Yani bilinir; yani seferberlik sırasında Osmanlı Ordusu'nda yer almış insanlar. Sonra para karşılığında Fransız Ordusunun yerine geçiyorlar. Fransız Ordusu'na geçiyorlar.

Durmuş Küçükşakalak:

Ermeni olamaz mı?

Abdülhamit Sağır:

Değiller yani metinlerden bildiğim için söylüyorum, Ermeni değiller.

Durmuş Küçükşakalak:

Maraş halkından mı?

Abdülhamit Sağır:

Tabii ki Maraş halkından yani Maraş'ın ilçeleri de var söylemeye gerek yok. Yani şimdi açmayalım. Yani Müslüman bu adamlar. İşin enteresan tarafı burası. Ve bayrak çekiliyor ve bayrak hadisesinden sonra "Vezir Fakıh" diye bir adam var, molla kendisi. Aynı zamanda entelektüel, yani nasıl diyeyim o günün ifadesiyle aydın. Sebilürreşad'da yazıları çıkan, Mehmet Akif'le tanışıklığı olan bir adam. Bir yerde diyor ki, artık o da İstiklâl Harbi'ne taraftar insanlardan ve insanları bir şeylere zorluyor ve bunu bir fırsata çeviriyor. Diyor ki Maraşlılara bir yerde: “Fransızlar bunu sizin yanınıza koymaz,” bir gün sonra diyor bunları. “Artık iki seçeneğiniz var, ya Fransızların kapı kapı sizi gelip öldürmesini bekleyeceksiniz ya da savaşıp öleceksiniz diyor, üçüncü bir şıkkınız yok.” Yani artık ufukta insanların ölüm mukadder olduğu görüldüğü an o günler. Ölümün nasıl ocağı belli değil. Yani anlatabiliyor muyum meseleyi? Mesele bu kadar ağır.

Yani konuşuyoruz hakkında da ama bunları da konuşmak gerekiyor. Çünkü meselenin böyle başladığını bilirsek niye bugün bu haldeyiz bunun cevabı çok net ortaya çıkan bir hadisedir. İki tane farklı teşkilat kuruluyor, birbirinden farklı. Birisi "Vezir Fakıh", "Molla Fakıh" dedikleri şahsiyetin önderliğinde yaptıkları "Kayabaşı Cemiyeti", diğeri de Ali Sezai Efendi'nin önderliğindeki "Şekerli Cemiyeti." Sonra bunlar birleşiyor yani hızlı gitmek gerekirse. Başkanlığına Mühendis Abdullatif Bey getiriliyor. Fransızcası var ve aslında bütün teşkilatlanmayı, mahalle mahalle teşkilatlanmayı bu adam yapıyor. Ama bu adamın böyle bir teşkilatlanma içinde olduğu Fransızlar ve Ermeniler tarafından haber alınınca, baskı olunca adam diyor ki “artık benim teşkilatın başında, burada durmam bu hareketin sonucunu etkileyecek. Çünkü beni her an, bana bir müdahale yapabilirler” diyor. Mühendis Abdullatif Bey çekilince Vezir Fakıh'nın bastırmasıyla Arslan Bey hareketin başına geçiyor. Arslan Bey'in hareketin başına geçmesi, Ali Sezai Efendi'yle de ilişkilerinin çok iyi olması, çünkü bu iki dirayetli adam yani sonuna kadar pes etmeyen bu iki kişinin başta olması işin bizim lehimize sonuçlanmasına yol açıyor.

Kılıç Ali Pazarcık'a geliyor. Kılıç Ali ile görüşülüyor. Kılıç Ali hayret ediyor yani bu kadar kısa bir zaman içinde teşkilatlanmasına çünkü. Arslan Bey Lübnan'dan bu tarafa gelirken Ermenilerin insanlara neler yaptığını görüyor. Ve bu Ermenilere Maraş'ta bir devlet vaad ediliyor. Ve Agop Hırlakyan isminde bir şahsiyete krallık vaad ediyorlar. Ve adam çok zengin. Ve adam bu iş için uğraşıyor. Ve adam devlet sahibi olacağım dediği için de Ermeniler tabi oluyor. Zeytin Ilıcası var eskiden, Süleymanlı, şimdi Süleymanlı diyoruz, eskiden Zeytin Ilıcası. Yüklü bir Ermeni nüfusu var. Zaten 1915'te iki tane büyük ayaklanma oluyor, bir tanesi Van'da, bir tanesi Zeytin Ilıcası'nda. Başkanımız ifade etti, Maraş sancaktı dedi. Başta Osmanlı'ya dahil olduğunda sancak değildi aslında vilayetti. Yüz yıl içerisinde ailelerin kavgasıyla Maraş sancak haline düşüyor. Yani 1600'lere gelidiğimizde. 1915'te mecburen tekrar vilayete çevriliyor. Çünkü niye, birlik gelecek, Ermeni İsyanı çok büyük Avrupa'dan, Amerika Birleşik Devletleri'nden silahlı Ermeni gruplar gelmiş. O 1915-16'da Zeytin Ilıcası İsyanı bastırılıncaya kadar bura vilayet olarak kalıyor. Yani doğrudur, Haleb'e bağlı olduğumuz doğru, bir gerçek. Hatta benim dedemin babasının kimliğinde de Halep yazar. Yani ama Kılıç Ali Fransızlarla anlaşmak niyetlerinde olduklarını bildirerek savaşın başlatılmamasını talep ederler.

Arslan Bey de der ki, İskenderun Limanı'ndan Fransız birlikleri geliyor. Albay Normand İskenderun’a çıkmıştır ve Maraş'a doğru ilerlemektedir. Bunların hedefinin Maraş, Göksun, Pınarbaşı, Uzunyayla, Sivas. Ve Sivas'a gittiği zaman artık orda bir teşkilatlanmanın, İstiklâl Harbi vermenin imkânını bırakmayacak olduklarını söyler. Ve her neyse savaş 21 Ocak'ta başlar. Bu Arslan Bey'in dirayeti sebebiyle başlayan bir harpdir. Birebir Maraş Çete Harbi ile Sakarya Meydan Muharebesi benzer dedik, çünkü savaş olmasa Türkiye diye bir yerin olup olmayacağı meşkuk. İkincisi göğüs göğüse verilen bir savaştır her ikisi de. Yani böyle uzaktan uzağa değil. İnsanlar, Türkler Maraş’ta evlerini yakıyor, karşıda Ermeni komşusu da kendi evini yakıyor. Yani bunu insanlar belki söylemekten çekinir ama ben söyleyeyim. Karşı taraf Ermeniler de çok ciddi mukavamet verir. Mesela savaşın ilk günlerinde Türk tarafının en büyük kahramanı Evliya Efendi diye bilinir, Şehit Evliya deriz biz ona. Şehit olmuştur çünkü. En dişli rakibi komşusu Ermeni'dir. Yani ciddi bir mücadele olur. Mıllış Nuri diğer bir kahraman.

Ve savaşın ilerleyen taraflarından biri de yani acı taraflarından biri Şehit Evliyanın, Evliya'nın şehit olma biçimidir. Bugün Kapalı Çarşı'da Taş Han diye bir yer vardır. Orada maalesef Fransızların emri altında yine Cezayirli askerler vardır. Ve Cezayirli askerler yaralandıklarını söylerler. Ve Şehit Evliya onlara yardım etmek için ayağa kalkar. Kalktığı an Ermeniler Şehit Evliya'yı şehit düşürür. Bu insanların moralini bozan bir şeydir. Yani çünkü o güne kadar yakılan, ele geçirilen bütün kiliselerin ele geçiren kişi Şehit Evliya ile Mıllış Nuri’dir. Yani bu ikisinin birbirine yakın zamanda şehit olması insanların korkuya kapılmasına sebep olur. Fakat Ali Sezai Efendi ve Arslan Bey bundan vazgeçmezler. Ve Albay Normand birlikleri şehre gelir. Mercimek Tepe dediğimiz mevkiye gelirler. Albay Normand birlikleri gelince şehrin Batı tarafı düşer. Doğu tarafı savaşın başladığı 7. gün ya da 6. gün şehre gelen Kılıç Ali'ye verilir. Ama Albay Normand birliklerinin geldiğini gördüğü an Doğu Cephesini bırakarak kaçar. Ve insanlar da kaçar. Maraş'ta "Kaçkaç" diye bilinir bu günler. Maraş halkı şehri terk etmiştir. Yani gerçekten böyle bir boşaltma olmuştur. Ama şehrin boşaltılmasına müsaade etmeyen iki kişi vardır. Ali Sezai Efendi ve Arslan Bey. Batı tarafının boşalmasına müsaade etmezler. Çünkü insanlar giderse, Çetelerin mücadeleyi bırakacaklarını bilirler. Ve Doğu tarafı düşmüştür ama düşmanın bundan haberi yoktur. Yani Doğu tarafı tamamıyla terk edilmiştir. Hem insan, yani şehir halkı hem de orda savaşan çeteler. Batı tarafı ise direnir ve karşı tarafın çekileceğini hissederler, bilirler çünkü yiyecekleri kalmamıştır. Ve Batı tarafının, Fransız birliklerinin şehri terk edebilmesi için belirli bir hatta çekilmesine Arslan Bey müsaade eder. Çünkü atışlarla, askeri bilgisi de olduğu için Fransız birliklerinin savaşma niyetinde kalmadıklarını, artık şehri terk etmek istediklerini anlar. Ve bir açık kapı bırakarak onların çıkmasını sağlar.

Bu olaylar olurken Fransızlarla görüşmek isteyen Maraşlılar ortaya çıkar, bunlar bir yerde toplanırlar. Ve bu yani burada, sayısı azımsanmayacak kadar etkili ve çok kişiler. Sayıları çok yani böyle az da değiller. Ve Arslan Bey'i davet ederler toplandıkları eve. Arslan Bey'e oraya gitmemesi söylenir. Ama Arslan Bey toplanılan eve gider. Ve Arslan Bey'e suikast düzenlerler, kurşun atılır ama kurşun isabet etmez Arslan Bey'e. Ve 11 Şubat günü hadise Fransızların bütün kışkırtmaları, bütün silah vermelerine rağmen yanlarına Ermenileri almadan çekip gitmesiyle savaş sonlanır. Tabi ki Ermeniler Fransızların arkalarından koşar, tabi canı yanan Maraşlılar o savaş döneminin intikamını mı diyelim artık alırlar. Yani o vakıa da olmuştur, olmamış değildir.

Ve Maraş Meydan Muharebesini, Maraş Çete Harbi'ni kazanılmasıyla birlikte durmaz Maraşlılar. Arslan Bey ve Ali Sezai Bey de durmaz. Vezir Fakıh durmaz. Çünkü Halep'e kadar işin götürülmesi taraftarıdırlar. Birçok yerde söylenmez zikredilmez bu, Antep Çete Harbi'ni başlatan da Maraşlılardır. Yani bilfiil orada gidip savaşanlar. Anteplilerin ilk başta savaşmaya pek niyeti de yoktur. Komşumuzdur ama işin gerçeği budur. Hatta Maraş Çeteleri Halep'e kadar Fransızların peşinden gider, bir daha gelmesinler diye. Ve Maraş Çete Harbi kazanılınca Albay Normand'ın birliklerinin Sivas'a gitme ihtimali kalmaz. İskenderun Limanı'na giderler.

Maraş Çete Harbi aynı Sakarya Meydan Muharebesi gibi, yani Sakarya Meydan Muharebesi kaybedilseydi, bütün yapılan mücadele sıfırlanmış olacaktı. Sakarya Meydan Muharebesi'ni bilmiyorum bu salonda oturanların hepsi bilir tabi de Ankara'nın Polatlı ilçesinde olmuş bir savaştır. Sakarya deyince Sakarya ilinde değil. Savaş bu kadar yakında olan bir şeydir. Aslında bu konuşmayı yaparken nelere vurgu yapmak istediğimi kafamda canlandırdığımda iki tane odak noktasını buldum, bir tanesi niyet. Onu da dile getirdim. Yani niyetimiz ne? Dünyada yapıp etmelerimizden amacımız ne? Neye ulaşmak istiyoruz? Eğer biz Müslümansak Allah'ın ve Resulünün doğru söylediğine iman etmiş kimselerizdir. Yani eğer Allah ve Resulünün doğru söylediğine iman etmiyorsak Müslüman değilizdir. Arapça gramer olarak, gramer kaidesi olarak اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ وَاِنَّمَا لِكُلِ امْرِئٍ مَا نَوَى gramer ifadesi itibariyle hasır ifade eder. Yani اِنَّمَا الْاَعْمَالُ amel yoktur, asla ve kat'a yoktur ancak ve ancak niyetle vardır. Yani anlatabiliyor muyum? Yani artık niyetsiz olan bir şey, mesela namaza niyet etmeden başladığın zaman o namaz değildir. O fiildir. Eğilme kalkma fiillerinden ibaret bir şeydir. Onun için niyet ederken Allah rızası için, yani bu namazı kılıyoruz ama niyetimiz Allah'ın bize mükafat vermesini talep etmek için anlatabiliyor muyum? Arkasına gelen şey, وَاِنَّمَا لِكُلِ امْرِئٍ مَا نَوَى yani herhangi bir şahsa, bir ferde hiçbir şey yoktur, ancak ve ancak niyet ettiğidir. Yani bugün bu haldeysek yani bulunduğumuz yer ancak ve ancak niyetlerimizin karşılığıdır ve onu da alıyoruz. Biz mesela şu an üzerimizde "Önce Vatan" yazılı tişörtler giyiyiyoruz ve sadece İstiklâl Harbi'nde de sıfırla bir arasında tercihte bulunduğumuz için bir vatanımız oldu. Yani önce vatan. Niyetimiz bu olduğu için Allah sadece niyetimize bunu verdi. Artık niyetimizin bizim bu toprakların namustan vatan, vatandan namus çıkaracak seviyeye gelmemiz gerekiyor. Çünkü vatan kelimesi anlamı, yani gramere baktığınızda, sözlüklere baktığınız zaman beyt kelimesi var, menzil kelimesi var, Arapça'da ev manasında kullanılan, dar kelimesi var, dar da ev demektir Arapça'da. Vatan, yer anlamına gelir. Mesela biz beyt kelimesini, menzil kelimesini kullanmamışız çünkü beyt sadece gecelediğin yer. Menzil dinlendiğin, konakladığın yer. Vatanla dar kelimesini kullanmışız çünkü dar kelimesi bir insanın hayatını devam ettirebilmesi için kendisinin ihtiyaç duyduğu her şeyin bulunduğu bina, yapıya “dar” denir. Yani ihtiyacımızı karşılayabilecek her şey vardır. Vatanın anlamı ise bir kavmin yaşadığı yerdir. Yani bir yerde bir kavim yaşıyorsa orası vatandır. Kavim kelimesi biliyorsunuz Arapça قوم kökünden, yani belli bir kıvama gelen, belli bir esası alarak kendisinin kim olduğunun farkına varan bir kıvam elde etmiş insanlara kavim denir. Bugün bizim şöyle, şimdi bir cümle kurmak istiyorum da nasıl kuracağımı İsmet Bey’in yazılarını okuyanlar tam bilirler, iki defa vatanımız oldu, yani vatanın iki defa istiklâlini aldık üçüncüsünün imkânsız olduğundan bahseder İsmet Bey ya da böyle bir planımız olmayacağı. Birincisi 13. yüzyılda Gaza Beylikleri diğeri ise İstiklâl Harbi ile. Buna dikkat etmek gerekiyor. Bugün düştüğümüz sıkıntının temeli de bu. Bugün aynı sıkıntının içindeyiz. Türk milletine kızıl elma, imparatorluk, dünya hakimiyeti, mal-mülk edinme yani güç tasallutunda bulunma gibi şeyler söylüyorlar fakat biz Türklüğümüzü bu topraklarda Roma’da Diyar-ı Rum’u Diyar-ı İslam yaptık yani ne demek? Kanun koyucunun Roma olmadığını, dünyada dünya iktidarı denen şeyin boş aldatmaca olduğunu, insanı bozguna götüren bir şey olduğunu göstererek buraları Dar’ül İslâma çevirdik. Yani insanın dünyaya geliş gayesinin dünyada hükmetmek, tasallutta bulunmak, insanları ezmek değil Allah’a kulluk yapmak, kulluğun önündeki engelleri kaldırmak, Kur’an’a ittiba etmek olduğunu gösterdik ve Gaza Beylikleri sünnet-i seniyyeyi yaşayarak ve bunda yarışarak bunu gösterdiler. Şu an Türkiye’de bugün işte insanlar var mı İstiklâl Marşı Derneği’nin dışında çok merak ediyoruz? Yaşanan olaylara bakalım, hadiselere bakalım. Bugün Ukrayna-Rusya meselesi oluyor. Arayı bulmaya çalışıyoruz. Bugün Yemen’de de insanlar ölüyor. Anlatabiliyor muyum? Suriye’de de insanlar ölüyor. Bugün Irak’ta da insanlar ölüyor. Yani uğraşmamız gereken şeyler neler? Yani Amerika Birleşik Devletleri’nin Üçüncü Dünya Savaşı çıkar diye durmadığı Rusya’nın karşısına biz arabuluculuğa soyunuyoruz. Bunun bize hazırlanmış bir tuzak olduğunu görmemek yani ne diyeyim?

İnsanları sıfırla bir tercihinde bulunmak artık, sıfırla bir tercihi bile kurtarmıyor her ne kadar önce vatan yazdıysak da buraya. Çünkü vatanımızın Türkiye’nin gerçekten imrenilecek bir hayat formuna kavuşması lazım. Yani insanlar o gün Türkiye’de yaşayan insanlar okumuş insanların hepsinin metinlerine bakın, ben burada kısa geçtim. İngilizlerle de toplantı yapılıyor, Fransızlarla da toplantı yapılıyor ve bizim konuşmacı olarak gönderdiğimiz insanlar -demin isimlerini zikrettiklerim de var içinde- karşı tarafa hayranlık ifade edecek cümleler, kelimeler kullanıyorlar. Yani hayran olduğunuz insanların ancak kulu kölesi olursunuz. Anlatabiliyor muyum? Bizim ve bu medeniyet dediğimiz şey bizi bu hale getirdi ve bundan sonra da daha felakete sürüklemek istiyor. Bundan çıkış yolu, kurtuluş yolu namustan vatan yani kural koyucunun, hüküm verenin Roma yani dünya iktidarı, ahiret ve dünya için hüküm verenin Roma ya da roma Katolik Kilisesi olmadığını, Kur’an’ın, Allah’ın olduğunu hayatlarımızla önce kendi hayatlarımızla ispat etmektir ve bu formu insanlara göstermektir. Yoksa bu işin sonu yani felaket artık diye diye normal bir kelime gibi oldu. Yani adamlar görüyorsunuz yaptıklarını. Sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli insanları planları geldiği zaman öldürüyor. Sizden hiçbirinizin rengi sarı değil, göz rengi mavi değil, teni beyaz değil. İstediğiniz kadar istavroz çıkartın adam size inanmayacak. Yani mesele bu kadar vahim ama İstiklâl Harbi’nde yaptığımız gibi bunu yapabiliriz. Çünkü Türkiye buna; bu güce, bu imkâna sahip. Çünkü o gün bunları dile getiren, söyleyen bir tane okumuş, entelektüel ya da âlim, aydınımız yoktu. Ama bunları söyleyecek birisi çıksaydı peşinden gidecek Türk milleti dediğimiz insanlar vardı. Seve seve ölüme gidenler. Ama bugün bunları söyleyen Şairimiz var. Beklemekte olduğumuz; Şaire kulak verecek, Şairin söylediğine aks-i seda, şairin söylediklerini anlayacak, anlamaya çalışacak insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. İnşallah olur yoksa bu işin sonu kötüye gitmiyor yani kötü hafif kalır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani bu, bize çıkış yolunu ancak dua ve duamız olmasıyla açacak.

İnşallah bu sese insanların kulak vermesi yoksa insanların bize gösterdikleri hedeflere bakın. Yani şimdi İsmet Bey “falları grafiklerde bakılanlar” diye bir mısrası var. Bu salona girdiğimde sürekli zihnime gelip duruyor yani şimdi söylemezsem cümleyi bitireceğim konuşmayı eksik kalır diye düşünüyorum. Yani insanlar fal bakmak biliyorsunuz haramdır, büyük günahlardandır. Falı geçtik insanlar bunu grafiklerden baktırıyorlar. Yani grafik dediğimiz şey ben zihnimde ne anlıyorum dolar, ons altın ne kadar olduğuna bakılan grafikler. Böyle bir hayat yaşamaya mı geldik dünyaya? Yani anlatabiliyor muyum? Yani adamların, her şeyi ellerine bırakmaya mı geldik? Bu hiç mi insanların şereflerine, haysiyetlerine dokunmuyor? Bu kadar mıyız? Bilmiyorum artık yani bu çok acı verici bir şey. Yani oradaki, yani adam milyar dolarları saniyede dolardan onsa geçirdiği zaman altını fırlatıyor, oradan çektiği zaman oraya. Sen bununla nasıl baş edeceğini zannediyorsun? Bunların haddini bildirmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Had de nasıl bilinir ve bildirilir? Onların bize sunduğu hayatı kabul etmeyerek. Onların bize gösterdiği yolda yürümeyerek. Ama hepimiz bu yolda memnun gibi görünüyoruz. Yani mesele böyle. Yani neyi istiyoruz? İstediklerimiz neler? Niyetimiz nedir? Yani herkesin dilinde pelesenk olmuş hadisi herkesin okumasını istiyorum. Yani anlayarak, zikrederek? Arkasından Peygamber (A.S.) hadisi izah eder, açıklar. Kimin hicreti kadınaysa ona ulaşır. Kimin hicreti Allaha ve Resulüne ise ona ulaşır. Hicretimiz kime? Yani hicretimiz Allah’a kulluk etmek mi? Türklüğün anlamı budur. Yani Allah’a kulluktan başka bir şeyin önemli olmadığını insanlara göstermektir. Yoksa hicretimiz Roma olmak mı? Tercih sizin. Ben burada konuşmamı bitirip sözü tekrar Durmuş Bey’e vermek istiyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Abdülhamit Sağır’ın söylediği bir şeyden Halide Edip’in Türkün Ateşle İmtihanı kitabından bir anekdot aklıma geldi. Fransız birliklerinde yerli unsurlardan bahsetti. Halide Edip bir onbaşı olarak anılarını yazıyor. Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra diyor eğer hükümet bir kararname çıkarsaydı Yunan ordusuna katılan yerli halka hiçbir yaptırım yapmayacağını, onların öldürülmeyeceğini, tutuklanmayacağını, hiçbir cezaya çarptırılmayacağını ilan etmiş olsaydı Yunan ordusu yarıya veya yarıdan aşağı düşerdi diyor.   Yani bu Türkiye de o zaman da vardı, bu zaman da var. Hatta orada Halide Edip diyor ki; Sakarya Meydan muharebesi öncesinde ümitvar olan ve heyecanlı olan tek kişi Fevzi Paşaydı. Yani Mustafa Kemal bu harbin sorumluluğunu üstüne almadı. Çünkü ne olacağı belli değildi. Kendi karizmasını çizdirmemek için bu harbin sorumluluğunu Fevzi paşaya verdi. Daha sora harp kazanılınca… Yani bu gün bakın, nereye bakarsanız bakın Sakarya Meydan Muharebesi dendi mi Mustafa Kemal akla gelir. Hiç alakası yoktur. Bunu nerden anlıyoruz? Bunu soyadı yasası çıktığında, Mustafa Kemal Fevzi Paşayla karşılaşıyor. Diyor ki; ben Atatürk soyadını aldım, İsmet’te İnönü soyadını aldı, -İnönü muharebelerinden dolayı- sen de Sakarya soyadını alırsın herhalde... Fevzi Paşa diyor ki: Hayır, benim nesebim, soyum sopum bellidir. Benim sülaleme Çakmakoğlu derler; dedelerim çakmaklı tüfek yapardı. Onun için ben “Çakmak” soy ismini alacağım, diyor. Çakmak soy ismi de tuhaf bir soy isim. Yani çakmakoğlu olur, çakmakçı, çakmaklı olur… Ne bileyim “çakmak” yani! İsim olarak kullandığınızda bir farklı ama tahminim Fevzi Çakmak bunu argo manasıyla kullanarak almış olabilir. Gerçek yönü de var tabii ki; Balıkesir’in işte Çakmak köyünden, dedeleri çakmaklı tüfek yapıyor ama çakmaklı başka bir şey olabilirdi ama “çakmak” oldu. Yani bu anekdottan anlıyoruz ki Sakarya Meydan Muharebesi Fevzi Çakmak’ın cesareti, azmi, duası ve gayretiyle kazanılmış bir harptir.

Aslında Mustafa Kemal Paşa Fevzi Paşa’ya riba teklif ediyor. Yani ben Türklerin atası olmanın kaymağını yiyeceğim, İsmet, İnönü muharebesinin kaymağını yiyecek, sen de Sakarya’yı ye, diyerek riba teklif ediyor. Bunun adı ribadır. Ribayı kasten kullanıyorum, faiz dememek için. Çünkü Osmanlı saray şürekası, uleması bizim başımıza faiz diye bir kelime, kavram sardı. Dilimize soktu. Bugün riba diye bir kavramımız yok fakat öğrettikleri şekliyle faiz diye bir şey biliyoruz. Bunu kasten yaptılar. Ne Kuran-ı Kerim’de ne Hadis-i Şeriflerlerde faiz diye bir kelime yoktur. Kavram da yoktur. Faiz diye tercüme ettikleri kelime ribadır. Riba kullanılan bir kelimeydi ve yaptıkları birçok şeyi gölgelemek için faiz diye bir kelimeyi dilimize soktular ve biz de bu gün kullanıyoruz. Güya bu riba değil, faideli bir şey demek için, alış verişteki birçok dalavereyi meşru gösterebilmek için buna ihtiyaçları vardı. Faiz, bugün sadakayı aynî veya nakdî yardım olarak anlamamız gibi bir şey. Sadaka çok geniş bir kavramdır içine zekâtı da alır. İşte hadis-i şeriflere bakarsanız; tebessüm etmek sadakadır, yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmak sadakadır, güzel söz söylemek sadakadır… İyi olan her şey sadakadır. İnsanın çoluk çocuğuna harcadığı sadakadır.  Sadaka türlü türlüdür. Doğrulamaktır, tasdik etmektir; bizi yaratanın, yaşatanın, öldürenin, rızık verenin, şifa verenin, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini tasdik etmektir. Riba ise bir rububiyyet iddiasıdır; yaratanın, yaşatanın, rızık verenin, şifa verenin… insan olduğunu söyler. Mü’minin mü’mine tebessümü sadaka ise kâfir’e tebessüm nifak alameti değilse ribadır. Riba sadakanın zıddıdır. Zaten ayeti kerimede mealen “Allah ribayı mahveder. Sadakayı nemalandırır” buyruluyor. Yani ribanın zıddı sadakadır. Sadaka nasıl türlü türlüyse, riba da türlü türlüdür ve o soyadı teklifi de bir ribadır. Yani namuslu bir adam bunun riba olduğunu hemen fark ediyor. Normalde hakkıdır gibi düşünebiliriz yani ama hemen reddediyor. Şimdi veda hutbesinde Resulü Ekrem “Ribanın her çeşidi ayaklarımın altındadır” buyuruyor. Bugün bize anlattıkları faiz nedir? On aldın, on bir verdin. Bu faizdir veya üç elma aldın, 5 elma verdin. Bu faizdir. Yani tamamen biz bunu anlıyoruz. Dediğim gibi riba, sadaka gibi çeşit çeşittir. Kısacası şudur: Borçlunun alacaklı lehine yaptığı her şey, alacaklının borçlu aleyhine yaptığı her şey ribadır. Yani borçlu bir kişi sevmediği halde alacaklı kişiye tebessüm etmesi bir ribadır. Yahut tersi alacaklı kişi borçluya bir şey ima etmesi, baş kakıncı yapması ribadır.

Medeniyet her unsuruyla riba üretir. Bugün medeniyet dediğimiz ve kapitalizm halinde cereyan eden küfür düzeni riba üzerine kuruludur. İktisadi işleyişten tutun, insanî ilişkilerin mahiyetine kadar bakın: Ribadan başka bir şey göremezsiniz. Parayla en sıhhatli ilişki bu topraklarda kuruldu. Paranın hiç geçmediği yerler vardı. “Burada senin paran geçmez” denilen yerler ve zamanlar vardı. Gâvur parasıyla 5 para etmez denilen alış veriş düzeni vardı. Parayı riba ilişkisine sokmamakla elde edilen bir düzen kuruldu. İşte biz parayı ribadan uzak tutarak, arındırarak öyle bir düzen kurduk ki para dediğimiz şey ilk defa bu topraklarda yerli yerine oturdu. Bu topraklarda icat edilmişti zaten. İşte Greklerin “nomisma” dedikleri para yine o da ilginç bir şekilde nómos’dan geliyor. Aynı kökten gelir. Yani yasanın belirlediği, alışverişte kullanmayı önerdiği şeye nomisma denmiştir. Hatta Sinoplu Diogenes diyor ki; Nomosu bozmak istiyorsanız nomismayı bozun. Yani namusu (yasayı, kanunu) bozmak istiyorsanız parayı bozun ve zaten kendiside babasıyla birlikte kalpazanlık yaparken, suçüstü yakalanıp Sinop’tan sürülüyor. Soluğu Atina’da alıyorlar falan. Nereye geldim ben? Ha! Fevzi Paşa’nın soyadı alması hikâyesinden buraya geldik. Yani namuslu insanlar sebebiyle bir vatanımız, bir ülkemiz var. Bu 13. yüzyılda da böyleydi. 20. yüzyıl başında, bu toprakların ikinci sefer vatan olmasında da böyledir. Bugün eğer kendimize bir vazife düşüyorsa, bu vazife vatandan namus çıkarmaktır. Çünkü namusunu kaybetmiş, namusuna halel gelmiş, getirilmiş insanlar olarak Türkiye’de yaşıyoruz. Özellikle, bunu bilmiyorum hissedebilir misiniz? AKP iktidarından sonra, namusuna halel gelmiş insanlar yaşıyor Türkiye’de. Vazifemiz, işimiz -böyle bir şey hissediyorsak- vatandan, o sınırları itikadî olan vatandan, İsmet Bey’in seneler önce Gaziantep’de ifade ettiği sınırlar dâhilinde bir namus tecessüm ettirmektir. Ben şimdi Gökhan Göbel’e söz vereyim. Buyurun.

Gökhan Göbel:

Selamun aleyküm. Kahramanmaraş’ta üzerimizde Misâk-ı Milli haritası olan ve haritanın içinde de “Önce Vatan” yazılı bir sweatshirtle karşınızda bulunuyoruz. Misâk-ı Milli’ye bir yemin olarak, ahd olarak sadık kaldık mı? Ya da ona sadakatimizi ölçecek bir durumumuz oldu mu? Ama İstiklâl Harbimiz Misâk-ı Milli ile beraber bir değerlendirilmedi. Hepimize okulda ve sonra okuduğumuz başka kitaplarda bugünkü Türkiye sınırlarının Misâk-ı Milli sınırları olduğunu öğrettiler. Ama öyle olmadığını bilen biliyordu. Biz de Maraş’ta olmamız dolayısıyla ben buna dikkat ettim onu söylemek istiyorum. Abdülhamit Ağabey’in anlattıkları sebebiyle yani İstiklâl Harbimizin başlaması, devam etmesi; verdiği moral bakımından Maraş’ın yeri vazgeçilmez. Şu tarihler çok dikkat çekici: Maraş’ta cihadın başlama tarihi ile İstanbul’daki mecliste Misâk-ı Millî’nin gizli celsede kabul tarihi arasında bir hafta var. Maraş’ta Çete Harbi başlıyor, bir hafta sonra İstanbul’da işgal altında olan payitahtta gizli oturumda Misâk-ı Millî kararları kabul ediliyor. 12 Şubat Hıristiyan takvimine göre Maraş’ın zaferini kazanması bundan da yaklaşık beş gün sonra Misâk-ı Millî kararları efkar-ı umumiyeye, kamuoyuna, deklare ediliyor. Yani Misâk-ı Millî kararlarının kabul edilmesinde -gizli oturumda İstanbul’da- ve sonra deklare edilmesinde Maraş’ın başlattığı ve zafere erdirdiği şeyin payı çok büyük diye düşünüyorum. Maraş’ın Ankara meclisi yokken de bir şey başlatması ve zafere erdirmesi bizim hususen İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulduğundan beri dikkat çektiğimiz şeydir. İstanbul’daki meclis Maraş’ın mücahedesi dolayısıyla Misâk-ı Millî’yi kabul etti sonra İstanbul’un işgalinde başka bir safhaya geçtik. Maraş’ın zaferi ve Misâk-ı Millî’nin kabulü dolayısıyla İstanbul daha ağır bir şekilde işgale uğradı. İşte 12 Şubat diyoruz mesela 16 Mart şehitleri vardır İstanbul’da. Yani işgalci askerler Şehzadebaşı’ndaki Türk karakolunu askerler uykudayken basıp onları şehit ettiler. Bu da İstanbul’un işgalinde ikinci bir safhayı başlattı. Bunun Misâk-ı Millî ilanıyla ve Maraş’ta kazanmış olduğumuz zaferle çok alakası var.

İstiklâl Marşımızın başlangıcının da Maraş zaferiyle, Urfa zaferiyle Antep mücadelesiyle çok alakası var. İstiklâl Marşımız Maraş zaferinden yaklaşık bir sene sonra yazılıyor. Antep henüz o sırada mücadeleye devam ediyor. Urfa gene gavurları çıkarmış Maraş’tan sonra ama mesela Antep’te o iş devam ediyor. O yüzden İstiklâl Marşı’nın hem “Korkma” diye başlaması hem de “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye devam etmesi o günkü durum bakımından çok yerinde. Bayrak meselesi mesela Abdülhamit Ağabeyin anlattığı şey var bayrak hadisesi Genel Başkanımız konuşurken Medine bahsinde o aklıma geldi. Aslında Asr-ı Saadet’ten başlayan bir şeyi Maraş devam ettirmiş oluyor. Bayrağı devralmış oluyor yani. Cuma namazı bize Mekke’deyken farz olmadı. Yani orada sözümüz geçen bir ortamda değildik. Resulü Ekrem’in Medine’ye hicret ettiği ilk Cuma Müslümanlar Cuma namazı kıldılar: -Bayraksız namaz olmaz!- Cemaatin Maraş’ta “Bayraksız namaz olmaz” iddiasıyla bir şey başlatması Asr-ı Saadet’te başlayan bir şeyin sonucudur. Maraş’taki bu bayrak hadisesi dolayısla benim çok etkilendiğim Antep’teki hadiselerden birini anmak istiyorum, Antep’te belki daha çok hadise yaşanmıştır. Bu hadise de İstiklâl Marşı’nın başlangıcı ve bayrak meselesi dolayısıla aklıma gelir. Yani gavurlar üzerinde Türk bayrağı bulunan evi  toplarla, bombalarla yıkıyorlar ama Antepliler gidip yıkık evin üstüne gene Türk bayrağını dikiyorlar. İstiklâl Marşı yazıldığı zaman mesela Antep böyle bir mücadele veriyordu. İstiklal Marşımızın korkma diye başlaması birçok tenkide sebep oluyor yani İstiklâl Marşı “Korkma” diye başlar mı diye falan... Maraş’ta, Antep’te Urfa’da bütün Türkiye’de yaşananları hesap ettiğimiz zaman bu tenkid aslında çok yersiz bir şey ama bu kadar makes bulabiliyor. İstiklâl Marşı bir şiir.

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”

Diyor. “Niçin korkacakmış, neyle yüz yüzeymiş Türk Milleti de korkacakmış?” diyenler ocağın sönmesinin Türkçe’deki en fena durumu anlatmak için kullanılan söz olduğunu, en büyük beddua olduğunu yani Türk Milletinin en büyük felaketle karşı karşıya olduğunu Marş’a da müracaat edip anlamıyorlar.

Misâk-ı Millî dolayısıyla Halep’i nakletti Genel Başkanımız ve Maraş Şube Başkanımız onlar naklederken aklıma geldi. Mesela o türküyü şöyle biliyorduk:

“Diyarbakır şad akar
Hele yar zalım yar
Urfa Mardin’e bakar”

Ama aslı “Mardin Musul’a bakar” imiş. Nasıl Antep, Maraş Halep’in sancağıysa Mardin de Musul’un sancağıydı.

Rusya’daki bu hadiseler dolayısıyla Misâk-ı Millî çerçevesinde bir şey söylemek istiyorum, hatta iki şey. Şu anda Rusya dolayısıyla siyasette bir canlılık var gibi görünüyor, aslında işler hep öyle gidiyor, biz farkedemiyoruz. Misâk-ı Millî’yi Türkler hariç bütün çevremizdekiler ve diğer gavurlar hesap edip iş görüyorlar. Şimdi Putin’in Rus tarihini esas alarak yaptığı konuşmalar neticesinde Türkiye’de de acaba Putin Kars ve Ardahan’ı isteyecek mi? Türkiye ile bu konuda ne zaman zıtlaşacak diye insanlar konuşuyorlar. Çünkü daha önce de nota verildiği vaki. Böyle bir ruh durumu Misâk-ı Millî’yi hesaba katmadığımız için olan bir şey çünkü 93 Harbi’nden sonra bizim “Elviye-yi Selase” dediğimiz üç liva: Kars, Ardahan ve Batum. Buraların kurtarılmasına çalışıldı işte Ruslar Brest-Litovsk anlaşmasıyla buraları Türklere terkettiler 1918 yılında. Mesela onu söylüyorlar: “Putin, Lenin  Ukraynalılara Ukrayna'yı verdi diyor. Brest-Litovsk için de aynı şeyi söyleyecekdir” falan diye konuşuyorlar. Çünkü kendi memleketlerinin, kendi meclislerinin ettiği yemini hesaba katmadan insanlar konuşuyor. O üç livadan birisi Batum’dur. İstiklâl Harbimizde doğu sınırımızı çizdik, Kazım Karabekir komutasındaki ordumuz doğu sınırımızı çizdi” dediğimizde Batum ona dahildi. Ordumuz İstiklâl Marşı yazıldığı günlerde Batum’daydı ve Misâk-ı Millî’den ilk taviz olarak Ruslarla ters düşmemek adına verilen yer Batum oldu. Bizim üzerimizdeki haritada da doğu sınırımızda bugünkü sınırlarımızdan eksik olan yer Batum’dur. Yani Türkiye’deki insanlar bu konuyla meşgul olmalıydı bence Rusya meselesi dolayısıyla. Yani bizim zaten işgal altında olan bir toprağımız var.

Rusya meselesi dolayısıyla bir şeye dikkat çekmek istiyorum gene. Görüldüğü üzere, herkesin fark edebildiği üzere, siyaset sahnesinde ülkeler ellerinde koz bulundurarak iş yapıyorlar. Yani Rusya bir hamle yapacağı zaman, diğer ülkeler sana şunu yaparım diyor, o da onlara ben de sana bunu yaparım diyor. Şu durumda mesela işte Türkiye’nin vaziyetini görmek lazım. Türkiye'nin elinde hangi kozlar var? Yani, bizim iyileştirilmiş anlaşmamız Montrö... Boğazlarda hiçbir Türk söz hakkı yoktur Lozan anlaşmasında. Lozan’dan Montrö’ye giden on üç sene boyunca boğazlarda ve Marmara denizinde hiçbir hakkımız yoktu. Montrö anlaşması dolayısıyla işte Türkiye’nin varlığı tanındı denilebilir. İşte bu Rusya'daki meseleler dolayısıyla Türkiye’nin, Montrö dolayısıyla da hiçbir şey yapamayacağını, yani aslında elinin kolunun bağlı olduğunu söylüyorlar. Bunu şunun için söylüyorum, bugün yapılan, yani büyük büyük tantanaya sebep olan Çanakkale’ye yapılan köprü meselesi dolayısıyla söylüyorum. Şimdi, siyaset sahnesinde Türkiye’nin Çanakkale’de bir köprü yapması onun eline bir koz mu veriyor, yoksa herhangi bir durumla karşılaştığı zaman başına bela mı alıyor? Yani o köprüyü Türkiye kendi gücüyle yapmıyor. Ruslar bundan sekiz sene önce Kırım’ı ilhak ettikten sonra Kerç Boğazı’na Avrupa’nın en uzun köprüsünü yaptılar. Çünkü Azak Denizi’ni kendi iç denizi haline getirmek istiyorlardı ve bütün dünya, -şimdi Ruslara karşı çıkanlarda emperyalistler yani müstemlekecilerin kendileri- Kerç Boğazı’na Rusların yaptığı köprüyü protesto etti. Avrupa’nın en uzun köprüsünü yaptı. Hiç kimse bunu istemedi çünkü o köprü sadece Rusların işine yarıyor. Sadece Rusların işine yarasın diye Ruslar tarafından yapıldı. Ama Türkiye’de yapılan hiçbir geçit Türkiye için yapılmıyor. Hepsi dünya ticaret yolları adına yapılan geçitler ve o ticareti yapanların aleyhine herhangi bir faaliyette bulunmaması şartıyla, şarta da gerek yok, Türkiye herhangi bir müdahalede bulunamaz. Yani, o ticareti yapanlar o köprüleri kuruyorlar ve onların aleyhine herhangi bir karar alamayacak şekilde Türkiye tanzim ediliyor. Diyorum, zaten vaktimizin daraldığını düşünerek İstiklâl Marşı’ndan bir mısraya daha dikkat çekip size bir şiir okumak istiyorum.

Dinleyici:

Hocam ben bir şey sorabilir miyim?

Gökhan Göbel:

Buyrunuz efendim.

Dinleyici:

Özür dilerim.

Gökhan Göbel:

Estağfurullah.

Dinleyici:

Yani panelin belki de akışına ters de, burada son yaptığınız bir cümle, bir de genel başkanınızın bir cümlesi var.

Gökhan Göbel:

Evet

Dinleyici:

On beş, pardon Çanakkale Köprüsü’nün ulusal menfaatlerimize aykırı Montrö sözleşmesi de dahil…

Gökhan Göbel:

Yok!

Dinleyici:

Ne olabilir?

Gökhan Göbel:

Efendim?

Dinleyici:

Ne olabilir?

Gökhan Göbel:

Efendim?

Dinleyici:

Yani bizim milli menfaatlerimize aykırı ne olabilir? O köprünün yapılması.

Gökhan Göbel:

Şöyle, o köprü şimdi siyaset meselesini söylediğim için... Türkler olarak o köprüyü biz kendimiz yapmıyoruz.

Dinleyici:

Evet

Gökhan Göbel:

Yani, o köprünün parasını birileri veriyor.

Dinleyici:

Evet

Gökhan Göbel:

O köprünün parasını veren insanların aleyhine çalışmamak şartıyla o köprüyü yapabilirsiniz ve o köprünün sıhhatine hizmet ederek ancak burada bir varlık gösterebilirsiniz.

Dinleyici:

Köprüyü Kore yapıyor. Kore’nin lehine veya aleyhine ne olabilir?

Gökhan Göbel:

O dünya ticaret yolları için yapılıyor efendim. Yani Çin’den İspanya’ya, Londra'ya olan ticaret için, bütün dünya ticaret yolları için bir köprüdür. Diğer yapılan bütün köprüler gibi. Sizin yaşınız müsait, ben okuyarak öğrendim ama siz görmüşsünüzdür. Türkiye’de birinci köprü yapıldığı zaman Türkiye’de buna yapılsın diyen herhangi bir mimar yoktu. Hasan Pulur “Türkiye’de köprüyü savunacak bir Allah’ın kulu aranıyor” diye bir yazı yazdı çünkü o zaman Türkiye’de bu yapılan köprülerin Türkiye’yi bugünkü bağlılık noktasına getirileceğini bilen insanlar vardı. Diyeyim, müsaadenizle devam edeyim konuşmama olur mu?

Dinleyici:

Devam edin.

Gökhan Göbel:

Teşekkür ederim. İstiklâl Marşı’nda bir mısra:

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı

Diyor. Amenna kefensiz yatanların şehitler olduğunu biliyoruz. Ama bir de Türkler olarak bildiğimiz bir şey var: Kefen parası olmadığı için de kefensiz gömülen insanlar var. Yani, benim babaannem de rahmetli, bir çoğunuzun da belki büyüğünün, kefen param diye sakladığı parası olurdu. Çünkü insanlar öyle bir hayattan geçti. İstiklâl Marşı bir manzume değil bir şiir olduğu için, kefensiz yatan deyince kimsesizlerin kimsesi olma mesuliyetini de İstiklâl Marşı’nın bize yüklediğini söylemek istiyorum ve belki bu söylediklerimi daha iyi hissettirecek bir şiir okumak istiyorum size Mehmet Akif’ten.

Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Teşekkür ederiz. Orhan Şaik Gökyay’ın ‘’Bu Vatan Kimin?’’ diye bir şiiri var. Şiirin bütün mısralarına bakarsanız hiçbir yerinde “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının” manasına gelecek bir şey demez. İstiklâl Marşı’ndan da biz bunu çıkarıyoruz. Bu vatan iki unsurundur. Üçüncü bir unsurun değildir. Birincisi şehitler, ikincisi şehit oğulları. Başka bir unsur yoktur. Bu vatanın sahibi bunlardır. Yani kendimizi şehit oğlu sınıfına koyup koymamak namus taşıyıp taşımamak, bunlar müteradif şeylerdir. Biz Müslümanlar olarak başından beri; Medine’ye hicretten beri bütün Dünya’yı ikiye ayırarak yaşadık. Medine’ye hicrette Resulü Ekrem’in yaptığı ilk işlerden biri harem sınırları çizmekti. Mekke’de bir harem var ama Medine’de de bir harem vardı. Şu tepeden şu tepeye, şu taştan şu taşa denilmek suretiyle harem sınırları çekildi ve tarih boyunca biz Darül İslam - Darül Harp ayrımı yaparak yaşadık. Biz Müslümanlar tarih boyunca bütün dünyayı ikiye bölerek yaşadık. Hassaten Türklerin kafası hep böyle çalıştı: Darül İslam-Darül harp. Yani namus olarak İslam ahkâmını anladığımız için o ahkâmın geçerli olduğu ve olmadığı yerler olarak anladık. Bu sadece fıkhî bir bölünme değil Türk kafasında ve hayatında tecessüm eden pratik bir bölünme oldu. Gâvur toprağında kalmamak, ilk düşündükleri buydu. 1800’lerden başlayın Kırım Harbi’ni gözünüzün önüne getirin Balkan Harbi’ni, I. Dünya Savaşı’nı… Orada eğer bir Müslüman unsur varsa Müslümanlığında ciddi ise son kalan topraklara çekilerek geldi. Yani Türkiye’de “Türk kim” dediğimiz zaman bulabilirseniz orta Asya kökenli bir Türk alın alnından öpün! Yoktur öyle bir şey. Türk dediğimiz şey bir ırk değildir. Türk dediğimiz şey bir kültür değildir. Türklük tarihi bir roldür. Bunu hepimiz er veya geç anlayacağız, anlamak zorunda kalacağız. Darül İslam Darül Harp ayrımı Türklerin kafasında o kadar şekillenmiş bir şeydi ki 1960’a kadar Türkiye’ye bir yabancı elini kolunu sallayarak gelemez, hiç gezemezdi. Ama tam tersi herhangi bir Türk vatandaşı altında herhangi bir vasıta ve binek hayvan olmadan yürüyerek şehirden şehre gidebilecek kadar emniyette hissederdi kendini ve ben bunu canlı şahidinden de dinledim. Dinlediğimde de hayret ettim. 1950’leri anlatıyor adam. Toroslar’dan Karaman, Mersin oradaki Toroslar’dan adam kuzuları önüne katıyor, İzmir’e İstanbul’a kesime götürüyor. İki ayda üç ayda hayvanlar yayıla yayıla oraya vardığında semiz hale gelmiş oluyor, kesime hazır hale gelmiş oluyor. Böyle yaşanabilir, hiç korkusuz yaşanabilir topraklardı 1960’a kadar. Ondan sonra kademe kademe bu iş düşürüldü. O İmam Kasânî’nin fetvasını göz önüne getirerek Türkiye’ye baktığımızda acaba ne göreceğiz? Türk Milleti 1916’dan 1945’e kadar Hacca gitmedi. Yasak olduğu için falan değil. Böyle bir şey olmazdı çünkü. Korku ve emniyet, ikincisi pasaport ve vize. Böyle şeylerle hac olabileceğini kafamız almıyordu. 1945’ten sonra yani Amerika tüm Dünya’ya postasını koyduktan sonra İranlılar da ilk defa hacı oldu. Tarih boyunca Şia İran hacca gidemezdi. İranlılarla birlikte cümbür cemaat hacılarımız olmaya başladı. Son iki senedir bu topraklarda daha doğrusu Mekke feth edildiğinden beri şeklen bile olsa ilk defa Hac edilemedi ve bu kimsenin ne tepkisini ne ilgisini çekmedi. Herkes yerli yerinde bir şey olarak kabul etti. Son iki senedir aylarca Cuma namazı kılınmadı mesela. Yani bu topraklar Darül İslam haline geldiğinden beri bu ilk defa olan bir şeydi. Yani bunların yerine 1916’dan sonra Haccın farziyetini AKP iktidarından sonra Cuma namazının farziyetini eğer tartışan birileri olmuş olsaydı Türkiye’nin -bu yaşadığımız toprakların- ne menem yerler olduğu ortaya çıkacaktı. Bizi bu tartışma tarihin ve Türk siyasetinin göbeğine sokacaktı ama şu anda tarih dışı insanlar yaşıyor Türkiye’de… diyerek hayırlı akşamlar diliyoum. Selamun aleyküm. 

 

 

MİLLİ MEVCUDİYETİN PROBLEM OLMAKTAN ÇIKTIĞI BİR TÜRKİYE ANCAK KENDİNE BİR YOL BULABİLİR

Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in Ramazan Bayramı'nın ikinci günü İstanbul Şubemizdeki bayramlaşma dolayısıyla yaptığı konuşmanın metni. 2 Şevval 1443

 

"CUMA MEKTUPLARI II" Neşrolundu

Cuma Mektupları II: Yeni edisyon ve yeni önsöz ile tek ciltte toplandı.

"ŞİİR RESİTALİ" ÇIKTI

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 2011 yılında verdiği Şiir Resitallerinin görüntü kayıtları DVD-Kitap olarak TİYO Yayıncılıktan çıktı.

ŞİİR POSTERLERİ (Posta ile gönderilebilmektedir)

Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in altı şiiri poster halinde neşredildi.

İstiklâl Takviminin Yenisi Çıktı!

İstiklal Takvimini şubelerimizden ve TİYO Yayıncılık'tan temin edebilirsiniz.

HANYALI KONYA Mecmuamızın 7. Sayısı Çıktı

Konya Şubemizin neşrettiği «HANYALI KONYA» mecmuasının yedinci sayısı İsmet Özel’in yazı başlığı olan "İsmet Özel’in Hangi Cehennemde Olduğu Kimsenin Umurunda Değilse Benim Hiç Değil" manşetiyle çıktı.