"SINIF BİLİNCİ - GÜZ" PANELİNİN TAM METNİ

 

İstiklâl Marşı Derneği’nin tertip ettiği “Sınıf Bilinci” panelinin konuşma metni:

Oruç Özel:

Selâmün aleyküm,

Hepiniz hoş geldiniz. “Sınıf Bilinci” adlı panelimiz için bugün burada toplandık. Sınıf Bilinci ilk dört sayısı kitap-mecmua, ileriki zamanda ise mecmua olarak neşrolacak. Güz sayısını henüz neşrettik. Allah’tan bir mâni gelmezse Kış, Bahar ve Yaz sayıları bunu takip edecek. Böylelikle bir senede dört sayı çıkarmış olacağız. İsminin “Sınıf Bilinci” olması, mecmuanın ilk mektep çocuklarıyla alâkalı olduğunu akıllara getirebilir. Ancak hepimiz, 1928’de “Harf İnkılabı” adıyla Kur’an harflerinden mahrum bırakılışımızın acısını içinde yaşayan, batılı tarzda eğitimler görerek bu yaşa gelmiş Türkler olarak Kur’an harfleriyle okuyup yazmada birer çocuk seviyesindeyiz. Veya bir kısmımız öyle. Bu sebeple Sınıf Bilinci hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap ediyor. 

İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu günden beri “yazımızı geri alacağız” şiarıyla hareket ediyor. Bunun sebeplerini burada uzun uzun anlatmayacağım ama şunu söylemek gerekiyor ki yazımızı geri almadan, hepimiz Kur’an harfleriyle Türkçe yazıp okur hale gelmeden Türkiye’de bir şeyleri düzeltmenin imkânı yok. Bu sebeple, zorla güzellik olur düşüncesiyle, önce Kur’an okumayı, akabinde de Türkçe yazıp okumayı öğrenmek için çalışıyoruz. Bu hepimizin üzerine farz olan bir şey. Bir Müslümanın Kur’an harfleriyle okuryazar olmamayı tercih etmeye veya bunun elzem bir şey olmadığını söylemeye hakkı yok. Hakkı olmaması demem bu toplantıda biraz daha sakin, kırıcı olmayacak laflar söylemek niyeti sebebiyle. Yoksa bunu istememenin dinen mümkün olmadığını hepimizin anlaması lazım. 

Biz Sınıf Bilinci’ni, Anadile Eğilim kitabımıza ek, ona yardımcı olması maksadıyla da neşrediyoruz. Allah’tan bir mâni gelmezse önümüzdeki sene her ay bir mecmua şeklinde neşrolacak. Daha sonraki sene ise bir ders yılı boyunca haftalık, 32 sayı olarak neşrolacak. Bu şekilde Türkiye’de Türk Lisanının, Türk Yazısının akıllardan, kalplerden çıkmayacak şekilde dosta düşmana karşı tüm insanların gözüne sokacağız.

Gökhan Göbel:

Selâmün aleyküm. Sınıf Bilinci mecmuasını çıkarıyoruz. Onun için buradayız. Ama Sınıf Bilinci mecmuasını hangi ortamda çıkarıyoruz, bunun da bilincindeyiz. CHP milletvekili birkaç gün önce İzmir’in Türkiye’den ayrılıp kendi başına Avrupa Birliği’ne girebileceğini söyledi. Pek bir kavga gürültü kopmadı Türkiye’de. İsmet Özel İstiklâl Marşı Derneği portalindeki yazılarının iki ay evvel başlığını değiştirdi. “Dil ile İkrar” başlıklı yazılar yazıyordu. İki ay evvel “Batumsuz Selâniksiz Halepsiz Ne Bir İzmir Olabilir Ne Türkeli” başlığıyla yazılar yayınlamağa başladı. Ne İzmir hakkında söylenilen laf konuşuldu, ne de İsmet Özel’in bu başlıkta yazılar yazdığı konuşuldu Türkiye’de. “Susuş kumkuması” demişti bir yazısında İsmet Bey… Hem İsmet Özel’in yazdıklarına, hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin söylediklerine karşı Türkiye’de bir susuş kumkuması var. Bunu söylemeden konuşmama başlamayayım dedim.

Yazımızı geri almak için çıkarıyoruz Sınıf Bilinci’ni. Yazımız elimizden alındı. Bu ifade aynıyla böyledir. Çünkü 1928’den evvel ilk defa “Enver İmlâsı” diye bir şey vardır. Enver Paşa Edirne Fatihi olmasına güvenerek, Saray’a damat olmasına güvenerek ve iktidarına güvenerek bizim yazımızı bir nevi Latin yazısı haline sokup, -her harfin yazıldığı ve birbirine bitişmediği şekilde- yazdırmak istedi ama bunda başarılı olamadı. 1928’de Mustafa Kemal yazının değişmesi hususunda kendisine “Tedricen bu yazıyı terk edelim, meselâ gazetede bir sütunla başlayalım. Sonra sütunları artırarak, sayfa sayısını artırarak Latin yazısına o şekilde geçelim.” teklifinde bulunulduğu zaman, Enver Paşa’nın durumuna düşmemek için “Ya toptan olur ya hiç olmaz. Eğer bir sütun bile bu yazı gazetede yer alırsa herkes o yazıyı okur, kimse bu yeni yazıyı okumaz.” demiştir. Zorla bu iş olmuştur. Hıristiyan takvimine göre 1928’de, yazımızın elimizden alındığı sene, bugün Anayasa denilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan “Devletin dini Din-i İslâm’dır” ibaresi çıkarıldı. Yazının değişmesinden birkaç ay evvel. Yani orada Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda “Devletin dini Din-i İslâm’dır” ibaresi yazarken bu yapılamazdı. Yazı alemdir. Âlem değil. Alem, yani herkesin dinini, milliyetini belirtir. Osmanlı zamanında meselâ Giritliler Müslüman olunca Rumcayı, anadillerini Kur’an harfleriyle yazarlardı. Ermeniler Türkçe konuşurlardı, batıl bir Türkçe. -Çünkü Müslüman olmayan Türkçe konuşamaz, geleceğiz oralara.- Ama Ermeni harfleriyle yazarlardı. Yazı dinin, milliyetin alemidir.

İkinci olarak söyleyeceğim “Arap harfleri” meselesi. Bizim harflerimize “Arap harfleri” denmesi Kur’an düşmanlığı, Türk düşmanlığı -bu ikisi de aynı kapıya varır- sebebiyledir. Çünkü bizim harflerimiz Kur’an nazil olduktan sonra şeklini bulmuştur. Daha öncesi tanınmaz haldedir. Noktalamaları dâhil. Kur’an nazil olduktan epey bir zaman sonra noktalamaları yapılmıştır. Hem estetik olarak hem pratiklik itibariyle bu yazı Türkiye’de, Türk topraklarında, İstanbul’da zirvesine ulaşmıştır. O lafı münakaşa edebiliriz: “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Ama İstanbul’da yazıldığı kısmı muhkemdir. Bizim hattatlarımızın üstüne dünyada hattat yoktur. Matbaanın Türkiye’ye gelişi meselesinde irtica lafları dolayısıyla bir şeyler duyduk hepimiz. Ama matbaa İstanbul’a geldiğinde İstanbul’da doksan bin hattat bulunduğunu bize söylemediler. Pratiklik meselesine de değineyim. Bizim yazımız zaten her halükârda Latin yazısından daha kolay okunur ve yazılır, teknik itibariyle. Bizim harflerimizin şekilleri Latin harflerinin şekilleri gibi geometrik değildir ve birbiriyle bitişir. Bitişme kaideleri vardır. Ve Latin yazısındaki gibi her ses bizim yazımızda yazılmaz. Şimdi Latin altyazılı yabancı film seyrederken insanlar yazıya yetişemediklerini, sahneyi kaçırdıklarını söylerler. Bu 1928'de de söylenmiştir. Böyle bir marjinal bir şikayet de vardır. Hatta bugün de dikkat ederseniz mesela CNN ekranından geçen altyazının El Cezire televizyonunda geçen altyazıdan çok daha yavaş aktığını farkedebilirsiniz

Okuma kurallarını düşünürseniz aynı şekilde yazım da daha süratli ve çabuktur. Arap harfleri meselesini burada onun için zikrettim. Bu sürat ve pratiklik bilhassa İstanbul’da icat edilen Rika yazısı dolayısıyla olmuştur. Bugün hâlâ Araplar gazetelerinde Rika yazısını kullanır. 19. asırda efkâr-ı umumiye falan doğduğunda, yazı makinesi denen adamlar vardır, Ahmet Mithat Efendi gibi. “Bu adamlar ömürlerinde bunları nasıl yazmışlar, ömür yetmez!” dediğimiz şeyler vardır. Onları o süratten yararlanarak yazmışlardır. Namık Kemal Londra’ya gittiğinde öyle demiştir: “Hiçbir Frenk’in benden daha hızlı yazdığını görmedim.” Bunu stenografi dolayısıyla söylemiştir. Bizim yazımıza acaba bir stenografi uygulanabilir mi sualine cevap olarak. Stenografi, biliyorsunuz, kısaltarak, şifreli şekilde yazmak. Adam “dünya” diyor, onun bir kodu var, sen onu yazıyorsun. Kısaca yazıp geçiyorsun. Bu ta Cicero zamanından beri olan, mecliste nutuk irad eden hatiplerin söylediklerini zapta geçmek için doğmuş bir şey. Bu bizim yazımız varken muhtaç olmadığımız bir şeydi. Ama yazı değiştiği gün Meclis’e stenografi hocası almak zorunda kaldılar. 1928’de yazı değiştiği gün Avram Benaroya isimli bir Yahudi Meclis’e stenografi hocası olarak girdi. Çünkü hiçbir kâtip hatibin irad ettiği nutku yazmaya muktedir olamıyordu, yetişemiyordu.

Sağdan sola doğru yazma meselesini de zikretmem lazım. Ben İstiklâl Marşı Derneği’ne üye olduktan sonra yazıyı öğrendim. Daha önce iki yaz gittiğim Kur’an kursu vardı, harfleri tanıyabiliyordum, Kur’an okuyabiliyordum. Ama okumayı söktükten sonra yazmayı deneyince... Tabii bilmediğiniz hiçbir şeyi yazamazsınız bizim yazımızda. Ne dediğini bilmediğin hiçbir şeyi yazamazsın. O kelimeyi yazabilmen için o kelimenin ne olduğunu bilmen lazım. Adımı yahut sevdiğin şarkıların güftelerini yazmaya çalışıyordum kendimce ve sağdan sola yazmak gözümde büyüyordu. İmam hatip geçmişim de yoktu. Ama sonra çok çabuk atlattığım bir devre oldu. Çocukluktan beri bizi neye zorladıklarını, bunu nasıl bize yaptıklarını düşündüm. Hepimiz Müslümanız, sağ elimizi kullanırız. Bize öyle telkin edilir. Solak arkadaşlarımız vardı. Ama hepimiz sağ elimizle yazarız. Şu hareketin, -sağ elle soldan sağa yazar gibi yapıyor- gayr-i tabii olduğunu ancak sağdan sola yazmaya kalkıştığımda öğrenebildim. Kaşığı yemeğe böyle batırıyoruz. İğneyle bir şeyi dikerken böyle yapmıyoruz ama öyle yapmışız.

Bir de Türkçenin Kur’an-ı Kerim’le bağı mevzuu var. İstiklâl Marşı Derneği olarak biz biri tek cilt, öteki dört cilt olarak iki kitap neşrettik. “Türkün Dili Kur’an Sözü”, “Resul-ü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu”. Birinde Kur’an-ı Kerim’den Türkçeye geçen kelimeler, ikincisinde hadis-i şeriflerden Türkçeye geçen kelimeler. Binlerce kelime aynen, iştikakı itibariyle ise on binlerce kelime geçmiştir Kur’an’dan ve hadislerden. Bunu şunun için zikrediyorum: Lisanımız Kur’an ve hadis menşelidir, başka bir şey yoktur bizim lisanımızda. Lakin bizim dilimizin Kur’an-ı Kerim’le irtibatı kelimeyle sınırlı değil. Bir kere sarf nahiv irtibatı var. Bugün gramer diye söylüyorlar. Tanzimat’tan, hatta Hıristiyan takvimine göre 19. asrın ikinci yarısından evvel Türkçeye mahsus bir sarf nahiv, gramer kitabı yoktur. 13. asırdan bugüne insanlar Arapça öğrenip, Arabi kaideye göre konuştukları lisanı yazarlar. Bu 19. asrın ikinci yarısına kadar böyle olmuştur. Sonra Türkçenin bir grameri ya da sarf nahiv kitabı oldu mu? Olmadı. Çünkü ehliyetsiz insanlar bu işe el attılar. Başta Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere. Ahmet Cevdet Paşa “Kavaid-i Osmaniye” diye bir kitap yazdı. Bugün yere göğe sığdırılamaz birisidir hem Müslim hem gayr-i müslim cemaatler tarafından. “Kavaid-i Osmaniye” neşrolduğu zaman talebeler, matbuattaki isimler bu kitabın hatalarla dolu olduğunu, hatta alay edilecek hususları olduğunu gösteren hem risaleler hem de yazılar yazdılar. Cumhuriyet’ten sonra da değişen bir şey olmadı. -Latin yazısıyla bir şey olması da beklenemez.- Ama bize kalburüstü diye öğretilen bir kitap vardır: Tahsin Banguoğlu’nun “Türkçenin Grameri”. O da sadece lisanımızdaki Arapça ve Farsça kelimelere uydurukça karşılık bulma kitabıdır.

İmla meselesi... Türkçeye mahsus bir imla diye bir şey de var ama kaide itibariyle değil. Bizim şairlerimizin bir kelimenin imlasına müdahale ettikleri olmuştur. Çağrışımı kuvvetlendirmek için. Biz dernekte de öğrenirken aramızda konuşuyoruz. Bu kelime nasıl yazılıyor? Oradan bir ses, “Tanzimat’tan önce böyle yazılıyordu.” Öyledir. Yani Tanzimat’tan önce aynı Arabi kelimeler nasıl yazılıyorsa Türkçe kelimeler de öyle yazılır. Hususi imla teşevvüşü, kargaşası dedikleri şey Tanzimat’tan sonra kendi çıkardıkları şeylerdir.

Kur’an-ı Kerim’de geçen kelimeler Türkçeye girdi ama ayetin bize gösterdiği şekliyle girdi. Meselâ müzahrefat kelimesi. Türkçede müzahrefat dediğimiz zaman süprüntü, çöp… bunu anlarız. Kur’an-ı Kerim’de Zuhruf Suresi var. Altın, ziynet, dünya süsü demektir. Müzahrefat da “müzahref” kelimesinin -süslenmiş- çoğuludur. Ayetin mealini buraya aldım, size okuyayım. Hasan Basri Çantay meali: “Onları altın ziynetlere boğardık. Bunların hepsi dünya hayatının geçici metaından başka şeyler değildir. Ahiret saadeti ise Rabbinin indinde ancak küfür ve measiden kaçınanlara mahsustur.” Mealde altın ziynetler olarak karşılığı verilen kelime zuhruf. Biz, bizi ahiret hayatından alıkoyacak şeye süprüntü diyoruz. Kelimeler ayetin bize gösterdiği şekliyle, melekler yardımıyla tabii, Türkçede bu şekilde yer alır.

Kur’an-ı Kerim’le Türkçenin irtibatı aynı zamanda ahenk, şive itibariyledir. Gene bize öğrettikleri, halen şu anda çocuklara öğretilen şey: Türkçede uzun ünlü yoktur. Meselâ “âlem” derken bir elif miktarı uzatıyoruz. Bir elif miktarı uzattığımız kelime için Türkçe değildir diye öğretildi. O kelimeler dilimize yabancı dillerden -Arapça olabilir, Farsça olabilir- girmiş kelimelerdir dendi. Bu Arapça ve Farsça, Kur’an’dan geçen kelimelerin yekûnu eder neredeyse. Biz Kur’an okumak dolayısıyla edindiğimiz zevkle öz Türkçe denen kelimelere de tatbik etmiş, onları da bir elif miktarı uzatır hale getirmişiz. “Gece” kelimesi aruz vezniyle “gice” olmuştur. Mevlid’de “Ol rebiülevvel ayının nicesi on ikinci gice isneyn gicesi” diyor. Oradaki kelime, o takır tukurluktan kurtulmuştur. Türkçenin aruzla kabasının alınması da derler buna. Biz o takır tukur bütün ifadeleri Kur’an okuduğumuz için kendi zevkimize münasip hale getirmişiz. Öz Türkçe zannettiğimiz birçok kelime öyledir. Demin İstiklal Marşı’nı okuduk. “Canı, cananı, bütün vârımı alsın da Hüda” diye okuduk. Halbuki “var” kelimesi o. Yok oldum gibi var oldum demiyoruz, vaar oldum diyoruz. Gene bize aruz vezni ve Türkçe-Kur’an münasebeti aleyhine ürettikleri argüman var. İşte meselâ Türkçünün biri çıkıyor diyor ki: Cenap imalelerden kurtulamamıştır. Yani imale dedikleri şey kısa heceyi bir elif miktarı uzatıyorsun. Zihaf da tersidir bir elif miktarı kısıyorsun. Bize hata olarak öğrettikleri şey -zaten imale ve zihaf meselesinde şöyle derler: yüz tane hepi topu imale ve zihaf hatası varsa 95’i imaledir, beşi zihaftır. Zihaf pek olmaz yani.- Türkçe’nin Kur’an okuyan insanların zevkine münasip hale gelmesi hâdisesidir. Şimdi gene bize -Sınıf Bilinci ya- okulda öğrettikleri büyük ünlü uyumu, küçük ünlü uyumu dedikleri şeyler var. Büyük ünlü uyumu yine bu öztürkçecilerin yaptığı şeydir. Öztürkçecilik İttihat Terakki zamanlarından beri okullara zorla girip bugüne kadar devam etmiştir. Büyük ünlü uyumu, ince sesliden sonra ince sesli; kalın sesliden sonra kalın sesli gelmesi hâdisesi. Şimdi kalem derken meselâ -Arabi kelime olduğu için uymuyor- bunlar Türkçe değildir diyorlar. Ama gene az önce zikrettiğimiz bizim kendi zevkimize münasip hale getirmemiz hâdisesiyle alâkalı olarak kendi tezleri büyük ünlü uyumunun saçma bir şey olduğunu gösterecek bir misal var: “Kangı” kelimesi. Yunus Emre’nin şiirinde de geçer. Asırlar içinde “hangi” olmuştur. Yani onların tarif ettiği kaideye uymaz hale gelmiştir. Eğer bir uyum söz konusuysa bu onların tarif ettiği gibi bir uyum değildir. Çünkü “hangi”, “a” sesinden sonra “i” sesi geliyor. Bir de küçük ünlü uyumu vardır. Birçok kaidesi var ama asıl kaide Türkçede ikinci hecede “o-ö” sesi yoktur diye bilinir. Yine bu da Kur’an’la olan irtibatımızı gölgelemek içindir. Çünkü o-ö sesiyle alâkalı konuşacaksak sadece Arapçada o-ö sesi olmaması dolayısıyla konuşabiliriz. Yani bizim adımız da onun içi Türk’tür. Yani török, törk değil de Türk. Arabî de “o-ö” sesi olmadığı için biz Türküz. İkinci hecede de hani biz o-ö sesini çıkaramıyor değiliz, söylemek istemiyoruz. Gâvurcadan geçen doktor, konsolos, alkol… Bu kelimeleri söyleyebiliyoruz yani ikinci hecede o-ö sesini çıkarabiliyoruz. Hatta ilk hecedeki o ve ö’leri bile u, ü yaptığımız vakidir. Yeni güvercin kelimesinin aslı gökle alâkalı. Göğercin. Ama biz güvercin diyoruz. Yürümek kelimesinin aslı Yörük, hani Yörükler var yani, ama biz yürü diyoruz. Bu mesele de onunla alâkalıdır.

Şimdi 28’de yapılanla hem Kur’an’dan koparıldığımızı hem de Türkçeden olduğumuzu söyleyebiliriz; yani bugün gelinen nokta odur. İkisi hiç ayrı düşünülemez yani. Biz 28’den bu yana Latin harfleriyle hiçbir doğru kelime okumadık. Yazmadık da. Bugün buraya kadar nasıl geldik? Kur’an harflerini bilen insanların yaşadığı bir devir var, bir de onları işiten insanların yaşadığı devir var. O da, bugünlerde bitiyor, artık yok. Şimdi Latin yazısıyla m-i-d-e yazıyor. Ama hiçbirimiz onu pide gibi mide okumuyoruz. Niye? Mîde/Mi‘de diyoruz, çünkü oradaki harf “ع” ve biz bunu yazıdan çıkardığımız için değil, bize birisi onu öyle söylediği için biliyoruz. Yani birisi bize mi‘de demese, biz onu aynı pide der gibi mide okumamız lazım.

Şunu da söyleyeyim: Latin yazısıyla olmaz derken insanların aklına Latin yazısı tamir edilemez mi fikri gelmesin. Onları zora sokacak bir misal de söyleyeyim. Çünkü şimdi onlar şapka, düzeltme işareti bir şeyleri kurtarıyor diye düşünüyorlar. Hatta işte onun yaygarasını da yaparlar. Artık şapka terk edildi diye. Şimdi kamil yazıyoruz meselâ. Şapkayı da koyduk. Peki, o kamil mi, kamil mi, kamil mi? Yani şapka da bir şey kurtarmıyor. Bir sözlüğümüz yoktur. Türkçe’nin bir tek sözlüğü yoktur. Hâlâ daha, ideolojik davranmasına rağmen eh bari buna bakalım dediğimiz Kamus-i Türki var. İdeolojik diyorum çünkü 1901’de yazılmış lügatte adam “gâvur” kelimesi için “kaba bir tabir olduğundan istimali terk olunmuştur” diyor. Ve meselâ sözlüğü ortaya çıkaracak adamların ya da kadınların yazdığı metinlerin hiç biri Latin yazısına geçmemiştir. Yani ne Namık Kemal ne Ahmet Rasim ne Ömer Seyfettin ne Cenap Şahabettin’in yazdıkları Latin yazısına geçmiştir. Bu piyasada gördüklerimiz bir kısmıdır, tahrif edilmiş halidir. Sadeleştirmeyi falan hiç saymıyorum zaten. Ayrıca ben bunu Latin yazısına aktarma mevzuunu hayıflanmak için söylemiyorum. İnsanlar kendileri o yazıyla okusun, öğrensin. Ben Çelimli Çalım’a yazı yazarken Latin yazılı hiçbir hali olmayan bir metni meselâ Ahmet Rasim’den bir paragrafı insanlar bunu bilmiyor, öğrensinler diye koyacağım ama onu Latin yazısına kendim geçirirken nefret ediyorum. Yani bu kötülüğü nasıl insanlar yapabiliyor diye düşünüyorum. Meselâ “düşdi”, yazılışını söylüyorum. Biz tabi düştü diyoruz ama o دوشدی yani dal, vav, şın, dal, ye olarak yazılıyor. Yani onu düştü şeklinde yazmak istemiyorsun. Düşdi deyişimizin de yani imlanın öyle oluşunun da bir manası var. Çünkü yazı göz içindir. Biz düştü diyoruz ama düşdi diye yazıyoruz. Asırlarca kafiye göz içindir hükmüyle yaşadık yani o kafiye göz için mi kulak için mi münakaşası 19. asrın sonunda olan bir münakaşadır. Yani bu bağlamda edebiyat eserleri hele, hiçbir şekilde Latin yazısına geçirilemez. Orhan Veli, Ahmet Haşim için ne diyor: “O, alev kelimesinin eski yazıyla yazılışında alevi andıran bir şey bulurdu.” Bütün edebiyatımız için bu böyledir. Cenap Şahabettin’in Elhan-ı Şita’sında karı görmemek… O bizim ahmaklığımız olur. Tevfik Fikret’in kılıç şiirinde o kılıçları görmemek gene bizim ahmaklığımızdır. Çünkü onu Latin yazısıyla okumak diye bir şey olmaz. Bir de adam öldükten yirmi sene, otuz sene sonra sadeleştirerek “Bugünün Diliyle Fikret” diye kitaplar çıkardılar. Bunlar; Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim dünkü diyebileceğimiz şairlerimiz. Divan Edebiyatı bütünüyle yokluğa mahkûm edilmiştir. Türkiye’de Latin yazısıyla divan edebiyatı ile ilgili eser vermiş insanlar arasında divan edebiyatını okuyup anlayacak bir kişi olmamıştır. Orhan Şaik Gökyay’ın Destursuz Bağa Girenler kitabı tamamen bunu gösterir. Yani bir Allah’ın kulu bırakın anlamayı doğru okuyamamıştır. Adam kitabının ismini onun için Destursuz Bağa Girenler olarak koyuyor. Yani bağa giriyor ama katletmek için giriyor. Zaten Latin yazısıyla bu işler olmaz, bir de böyle bir şeyler olmuş. Gene o kitaptan öğrendiğim bir şeyi söyleyeyim. Bugün bütün o, isimlerini analım anmayalım ama Ali Nihat Tarlan’dan Müjgan Cunbur’a kadar, profesörlerin hepsi rüşdiye talebesi seviyesinde bile değildir. Rüşdiye, orta mektep talebesidir. Bunu da dediğim gibi Orhan Şaik Gökyay’ın kitabından öğrendik. Kendisi de Arapçası olduğu için ve biraz meraklı olduğu için öğrenebildik, yoksa o da Latin yazısı müdafiidir. Orası da var yani.

Bir de seslerimiz kayıp durumdadır, “kayıp” kelimesinde olduğu gibi. Yani “gâib”dir o. Kavga kelimesinde oldu gibi. Aslı ğavğa’dır. Yani aynı sesi iki ayrı harfle gösteriyoruz. "غوغاء حریت"، "غوغا" Namık Kemal’in şiiri “kavga-i hürriyet” diye okunamaz. Gönül/كوڭل, deniz/دڭز gibi kelimeleri saymıyorum bile. Zaten kafi Türki dediğimiz ses kayıp durumdadır. Meselâ ben de gönül derken o sesi çıkaramıyorum.

Bir de ilkokula başladığımızda “Ali ata bak” diye öğrettiler bize. Niye öyle öğrettiler? “a” sesini öğrenelim diye. Hâlbuki Ali/ ع علی'la yazılıyor, at (آت)  elif ile yazılıyor. Yani ikisi de “a” ile yazılmıyor normalde ama bize öyle öğrettiler. “Hasan hasta oldu / حسن خستە اولدی” Birisi “ح” ile yazılıyor, Arabî “hasen/حسن”, ötekisi “خ” ile yazılıyor: haste. Farisî’de “ha” sesi yok, Kurmanciler de dilleri Farisi’ye yakın olduğu için hâlâ “haste” diyorlar.

İşte böyle. Sınıf Bilinci’ni kâfirlerin korktukları şey başlarına gelsin diye çıkarıyoruz. Yani Türk çocukları kendi lehlerine olan şeyleri öğrenecek olursa, -çünkü bugüne kadar hepimize aleyhimize olan şeyler öğretildi- hiçbir kâfir mevki makamını koruyamayacak. Onun için Sınıf Bilinci’nin arka kapağında okul çocuğu tahtaya andımızın sadece iki satırını yazıyor: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Türk varlığına armağan olsun” deyip teşekkür ederim.

İsmet Özel:

Selâmün Aleyküm,

Bu bir veda konuşmasıdır. Önce gazete yazısı yazmayı bıraktım. Sonra Bir Yusuf Masalı’nı kemale erdirmek üzere şiir yazmayı bıraktım. Bugün de huzurunuzda kalabalıklara hitap etme uygulamasına son veriyorum. Eğer dinî bakımdan vebali olmayacak bir şeyse bundan sonra hiçbir konuşma yapmayacağım. İnsanların karşısına çıkıp burada yaptığım gibi bir hitapta bulunmayacağım. Ama biraz önce dediğim gibi bir Müslüman olarak yapmam zaruri olan şeyden kaçmayacağım ama hiçbir şekilde -İstiklâl Marşı Derneği toplantıları da dâhil olmak üzere- kimseye konuşmayacağım, hitap etmeyeceğim. O yüzden bu konuşmamda size aklınızda mutlaka tutmanız gereken şeyleri söyleyeceğim. Şimdi, Sınıf Bilinci neşriyatı dolayısıyla bu toplantıyı yapıyoruz. Benim ilk mektep hayatım beş sene boyunca İstanbul’dan gelen “Sınıf Bilgisi” dergisiyle geçti. Bizim ilk mektebe başladığımız zaman beşinci sınıfı bitirinceye kadar her hafta bir “Sınıf Bilgisi” dergisi gelirdi. Biz onu her hafta işlerdik. Yani diğer kitaplarımız vardı ama dergi işlenirdi derslerimizde. Ben şimdi onun yerini tutmak üzere Sınıf Bilinci mecmuasını teklif ettim, arkadaşlar da kabul ettiler. Bu mecmua veya dergi, bu sene dört adet çıkacak Allah izin verirse. Güz çıktı şimdi, kış, bahar, yaz sayıları çıkacak. Sonra, açılış konuşmasında Oruç Özel’in dediği gibi, ayda bir çıkacak. Yani on iki sayı çıkacak bir sene sonra. Diğer üçüncü sene de ders yılı boyunca bir hafta olmak üzere otuz iki sayı çıkacak. Yani dört, on iki, otuz iki. Üç sene sürecek Allah izin verirse bu neşriyat. Çocukluğumuzda bize Latin alfabesini savunmak ve Türk yazısını kötülemek için şöyle derlerdi: “Bu Latin alfabesini kolayca çocuklara öğretiyoruz ama Arap harfleriyle okuyup yazma öğrenmek için en az üç sene lazımdır.” Bu hakikaten doğru. Çünkü hakkıyla okur-yazar olabilmek için üç sene uğraşmak lazım. Biz de bu neşriyatı Allah ömür verirse, kuvvet verirse, şartlar müsait olursa böyle yapacağız; yani üç sene sonunda bu neşriyatı takip eden insanlar okur-yazar olacaklar. Yani hem okuyabilecek hem yazabilecekler. Bu neden böyle olacak? Çünkü biz Türkçe’nin Latin hurufatıyla yazılamayacağını biliyoruz. Birinden öğrenmedik bunu. Yani bunu biliyoruz. Çünkü bu lisan Türk dili, lisanı ve lügati bu yazıyla doğmuştur. Kur’an yazısı olmadan Türk lisanı zaten olmaz. Bizi bu bakımdan aldattılar, çok derin bir yanılgıya düştük, yani Türkçe varmış da buna Arapça Farsça kelimeler girmiş, böyle bir şey yok. Biz dinimizi İranlı hocalardan öğrendik. O zaman İran Şii değildi. Onun için bilhassa dinî terimlerimiz namaz, oruç gibi Farisi’dir. Ve biz insana yaraşır bir konuşma tarzını Kur’an bilgisinden çıkardık. Allah bize bunu nasip etti. Yani Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı çünkü Türklerin elinde, Türklerin bünyesinde Kur’an’dan çıkma bir dil, lisan ve lügat var. Yani Allah Arapçadan daha İslâmî olan bir lisan yarattı Türk milletini şekle kavuşturmak için. Türk milleti bu şekli kabul ettiği kadar millet oldu. Şimdi, Türk milleti dediğimiz zaman neyi anlıyoruz? Azeriler, Türkmenler, Özbekler, Tatarlar, Kırgızlar var. Bunlara Türki kavimler diyoruz ama biz bu ülkede yaşayan insanlar bu saydığım kavimlerden bahsederken ne diyoruz? “Dış Türkler” diyoruz. Öyle demiyor muyuz? “Dış Türkler.” Demek ki iç burası. Yani Türk milleti dediğimiz zaman bu ülkede mukim insanları anlıyoruz. Öbürleri -eğer Türkse- onlara da dış Türkler diyoruz. Şimdi bugün Hristiyan takvimine göre -ki biz Hicrî takvime göre pratik bir şekilde konuşamıyoruz. Yani ben, Hristiyan takvimine göre 19 Eylül 1944’te doğmuş olan birisi olarak ki herhalde bu salondaki en yaşlı adamımdır, Hicrî takvime göre konuşamıyorum. Hâlbuki ben 1 Şevval 1363’te doğdum. Ama bunu ancak kafamı zorlayarak söyleyebiliyorum ancak.- İstiklâl Marşı Derneği 2007 yılında İstiklâl Marşı’nın yazılma gayesine uygun olarak kuruldu. Yani İstiklâl Marşı hangi gayeyle yazıldıysa İstiklâl Marşı Derneği de o gayeyle kuruldu. Derneğin kurulması süreci başladığında derneğin kurulmasına önayak olan kişi, bana dedi ki: “İsterseniz vakıf kuralım çünkü dernek devletin çok kolay müdahale ettiği bir yapı ama vakıfların kanunla himaye edilmiş, kanunla ayarlanmış birtakım imtiyazları var. Oraya kolay giremiyorlar, müdahale edemiyorlar.” Bu şekilde bir teklif geldi bana, vakıf daha iyidir diye. Ben de dedim ki; “Asla. Eğer biz devletin rahatsız olacağı bir faaliyet göstereceksek bu derneği hiç kurmayalım. Devlet müdahale etsin ve aleyhine görüyorsa derneğimizi kapatsın.” Nitekim işte onuncu seneye geliyor, şubatta onuncu senesini ikmal etmiş olacak derneğimiz, resmî makamlardan aleyhimize hiçbir tavır görmedik. Bilakis bizim attığımız her adım vesilesiyle devlet kendisinin muaheze edilemeyecek durumda olduğunu göstermeye çalıştı. Daha kuruluş bildirimizi yayınladığımız zaman o bildirideki bir cümle o günkü başbakan tarafından telaffuz edildi. Biz, İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan sonra, İstiklâl Marşı’nın TBMM tarafından millî marş olarak kabul edilmesinin sene-i devriyesi söz konusuydu- ve biz bu vesileyle bir bildiri yayınladık. O bildiride, “İstiklâl Marşı bizim millî mutabakat metnimizdir” cümlesi vardı. Bu cümle o günün başbakanı tarafından ikrar edildi. “İstiklâl Marşı bizim millî mutabakat metnimizdir.” Yani Türkiye’de bir millî mutabakat varsa bunu İstiklâl Marşı’nın 41 mısraından çıkarabilirsiniz. Başka bir millî mutabakatımız yoktur. Gökhan Göbel’in konuşmasında geçti: Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. Manidardır. Yani lisan birçok şeyi öğretir bize. Yani almak istediğimiz bilgi lisandadır. Hangi lisan olursa olsun. I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet dolayısıyla doğan yasal metinlere kanun-i esasi diyoruz. Öyle değil mi. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ondan sonra. Buradan ne öğreneceğiz? Kanun-i Esasi... Bu Kanun-i Esasi tıpkı Kanuni Sultan Süleyman gibi bir şey, “Kanuni” bir şey. Yani şeriat dışında konmuş bir şey. Kanun ama Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; bir teşkilatlanma tercihinde bulunuyoruz ve bunun kanununu çıkarıyoruz. Kanun-i Esasi değil bu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. Teşkilat daha önce. Yani öncelik -lisanî sıralama bakımından değil aynı zamanda zihnî tercih bakımından da- Teşkilat-ı Esasiye. Teşkilatımız esas. Yeni bir teşkilat. Birçok şey oldu bugüne geldik. Neler oldu ve nereye geldik? Bunu anlamamız lazım çünkü bundan sonra başımıza bir şeyler gelecek… İnsanlar zırt pırt 2023 hedefi gibi şeyler söylüyorlar. Tıpkı çözüm süreci gibi neyin çözümü olduğunu söylemeden, bir de hedef var, 2023 hedefi. Ne olacak o zaman, hangi hedefe varılacak onu söylemiyorlar ama bir 2023 var. Ama ben bir falcılık yapayım, diyeyim size. 2023’te hâlâ Türkiye Cumhuriyeti varlığını koruyacak beklentisine hedef diyorlar. Çünkü Hıristiyan takvimine göre 1923’te imzalanan Lozan’ın gizli hükümleri var mı? Bunu bilmiyoruz. Neden bilmiyoruz? Çünkü Britanyalılar bize bildirmiyorlar. Ben orta yaşımdaydım o zaman. 1973, Lozan’ın imzalanmasının üzerinden elli yıl geçtiği zaman. Biz neyi öğrenmiştik? Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Krallığı, üzerinden elli yıl geçtikten sonra yaptığı bütün gizli anlaşmaları ifşa eder, elli yıl geçtikten sonra gizlilik kalkar o anlaşmanın üzerinden. Ben de birçokları gibi 1973 yılında dört gözle bunu bekledim. Lozan’ın gizli hükümlerini Britanya bize açıklayacak diye. Olmadı böyle bir şey. Buradan birileri dediler ki “Olmadı çünkü gizli hüküm yoktu.” Yersen. Britanyalılar böyle şeyler yaparlar. Margaret Thatcher başbakan iken uygulanan ekonomik tasarruf politikaları sebebiyle “British Broadcasting Corporation” yani BBC tasarruf gayesiyle bütün yabancı yayınlarını iptal etti. Kimseye para vermeyecekler, bu para kısmaya ihtiyaçları var. Bir tek yabancı dil hariç: Türkçe. Çünkü o zaman 12 Eylül 1980 sonrasıydı ve Türkiye’nin kontrolü ihmal edilemezdi. Fransızca, Hintçe… yayınlarını kesti BBC ama Türkçe devam etti. Şimdi yedi yıl kaldı 2023’e. Belki ay hesabıyla altı yıl kalmıştır. Yedi yıl sonra, Allah takdir ediyor tabi ama, bu salonda olan birçok insan hayatta olacak ve ne olacağını görecekler. Acaba bu yedi yılı edilgin bir biçimde bekleyelim mi yoksa bu yedi yıl boyunca bir şey mi yapalım? Niçin bir şey yapalım? Bizim yedi yıl sonra doğma ihtimali olan sonuca bir tesirimiz olur mu, olmalı mı? Ne oluyor? Ne demiştim ben İstiklâl Marşı Derneği, İstiklâl Marşı’nın yazılış gayesi ile kuruldu. İstiklâl Marşı Türk topraklarının elden gitmemesi Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesi için yazıldı. Bunun ikinci bir sebebi yok. Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesi için ama İstiklâl Marşı yazıldığı zaman henüz Sakarya Meydan Muharebesi olmamıştı. Sakarya Meydan Muharebesi sonunda İstiklâl Marşı’nın yazılış gayesine varıldığı farzolundu. “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” dediler ki vermiyoruz. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nın yazılış gayesi tahakkuk etti. Böyle düşündüler ve bu yüzden de İstiklâl Marşı’nı rafa kaldırdılar. Biz (veyahut ben) İstiklâl Marşı’nın raftan indirilmesini teklif ediyoruz, ettik. Ama geçen on sene boyunca İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nı raftan indirme işini beceremedi. Yani İstiklâl Marşı Derneği kendi gayesine hizmet etmeyen bir dernek olarak on yıl yaşadı. Benim aforizmalarımdan bir tanesi şudur; “Taşmayan sabır, sabır değildir.” Ona tahammül deriz. Yani biz oruca da sabır ismini yakıştırmışızdır. Çünkü biz imsakten iftara kadar sabrederiz. Sabrın sonu selâmettir. Her oruçlu günümüzde iftar ederiz ve selâmete bir adım daha yaklaşmış oluruz. İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nı raftan indiremedi, fakat İstiklâl Marşı Derneği’nin on yıllık ömrü bir fiyasko değildir. İstiklâl Marşı Derneği en azından derneğe zarar vermek isteyen insanları pasifize etti. Bu insanların büyük çoğunluğu dernek üyeleridir. İstiklâl Marşı Derneği’nin bünyesinde İstiklâl Marşı Derneği’nin fonksiyonel olmasına mâni olmak isteyenler vardır. On sene boyunca faaliyet gösteren İstiklâl Marşı Derneği bugün burada olamazdı, eğer İstiklâl Marşı Derneği üyeleri İstiklâl Marşı Derneği’ne zarar vermek üzere üye olmuş olmasalardı. Ama dediğim gibi Allah ve Allah’ın melekleri İstiklâl Marşı Derneği’ne zarar vermek isteyenlerin elini kolunu uzatmadı, elinin kolunun uzamasına mâni oldu. Ne bu telaş? Niçin İstiklâl Marşı Derneği var ve niçin İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nı raftan indirmek zorunda? Ne gereği var? Yapacağımız başka şeyler yok mu? Yok. Bunu anlamanızı bekliyorum.

Türk vatanı, Türk toprakları dediğimiz zaman neden bahsettiğimizi anlamanızı bekliyorum. Sondan başlarsak, yani yedi yıl sonrası merak konusu olan bir şey. Yani bütün Cumhuriyet tarihi bu yedi yıl sonrası hesabıyla yaşandı. Ne olacak? Bunu anlamamız lazım. Kimin umurunda ne olacağı?

Şimdi cumhurbaşkanlığı mevkiini işgal eden zat başbakanken Türkiye’de 36 etnik unsur olduğunu beyan etmişti. Bunu sanki kendi saymış gibi… Tabii buna gâvurlar öyle söyle diyorlar, o da söylüyor. Ama etrafınıza bakarsanız Türkiye’de hiç Türk göremezsiniz. Ben Türk’üm diyen adama pek rastlayamazsınız. Herkes eğer Müslümansa ya Çerkez’dir, ya Arnavut’tur, ya Pomak’tır, ya Gürcü’dür, bir şeydir yani. Müslüman değilse, işte... Müslüman değilse, yok. Müslüman olduğu halde bir de Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si var. Adam diyor ki “Ben Müslümanım ama Yahudiyim” meselâ.

Yani gözümüzün önünde olan şeyler var. Önce Sovyetler Birliği haritadan silindi, akabinde Yugoslavya haritadan silindi. Bugün Lübnan, Libya, Tunus gibi ülkeler adı olan, sanı olan ama cismi olmayan ülkeler. Ne bir sosyal varlıkları var ne de hukukî değerleri var. Şimdi buna benzer bir tablonun Türkiye’de doğmaması için hiçbir sebep yok. Ve böyle bir şeyin olması da insanlara rahatsız edici gelmiyor. Yani ince bir çizgi halinde Türkiye’nin devam etmesi... “Ne olacak, böyle olsun. Sanki şimdiye kadar bir hayrını mı gördük? Öyle devam etsin!” diyebilir birçok insan ve aranızda da bunların birçokları var. Ama ahlâken bir olgunluk noktasını yakalamış insanların bilmeleri gereken şeyler var. Şimdi, dünyada yürürlükte olan ilişkiler bütünü tasdik edilecek bir tabloyu yansıtıyor mu? Yani, “Oh oh ne güzel dünya bu halde. Ne iyi bakın! Dünya ne güzel görmüyor musunuz?” diyeceğimiz bir dünyada mı yaşıyoruz? Yoksa “Ya, bu dünyada yaşamamak yaşamaktan daha iyi!” diye mi düşünüyoruz. Bunu Trump’tan Vietnam’daki bir köylüye kadar herkes bir rahatsızlığın yürüdüğünü, bir rahatsızlığın hissedildiğini ve bunun mutlaka bir şekilde giderilmesi gerektiğini düşünüyor. Donald Trump da diyor ki; “Amerika’yı yeniden güçlü yapacağız.” Demokratlar da buna karşı “Amerika zaten güçlü” diyorlar. Bunlar da üzerinde düşünülecek şeyler ama vaktimiz o kadar çok değil. Ben gene size söylemek istediğim noktaya hâlâ gelemedim. Ne olacak, yani ne yapacağız da neye uğraşacağız? Gücümüzü neye harcayacağız? Bunu anlayabilmemiz için, gücümüzü neye harcayacağımızı anlayabilmek için müdafaaya değer bir şeyimiz olup almadığını anlamamız lazım. Neyimizi savunacağız? Meselâ “Namusumuzu savunacağız.” demeli miyiz? Diyemiyoruz çünkü namus kalmadı. Yani Türk Milleti kendi mevcudiyeti konusundaki bilinçten mahrum bırakıldı. Sınıf Bilinci sözü bu mahrumiyeti fark ettirmek içindir. Şimdi Türk Milleti dediğimiz zaman ne anlıyoruz? Bunu bir anlayalım. Millet kelimesinin bir dinî birlik olduğunu bilen bilir. Millet demek bir din etrafında, yani bir din dolayısıyla birbirine ait insanlar topluluğudur. O yüzden Osmanlı klasik yönetimi milletler ayrımı üzerine inşa edilmiştir. Hiyerarşik bir millet düzenlemesi vardır Osmanlı klasik düzeninde, Tanzimat’a kadar diyelim… Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasıyla netleşen ve Hıristiyan takvimine göre 1839 Tanzimat Fermanı’nın okunmasına kadar süren zaman içinde, müddet içinde bir klasik Osmanlı düzeni var. Milliyet üzerine kurulu milletler prensine dayalı bir Osmanlı düzeni. Bu düzen aslında iki parçadan müteşekkil; yukarda sunuf-u devlet var. İlmiye, kalemiye, seyfiye olmak üzere üç parçalı bir devlet sınıfları var. Yani ordu, bürokrasi ve intelligentsia; bir kâfir devlet olsaydı bu isimleri alacaktı. Devlet sınıfları; bunlar birilerini idare ediyorlar. Devlet sınıfları var yukarda birilerini idare ediyorlar. Onların altında ne var? Reaya yani uyanlar, riayet edenler. Devlet yukarıda ve devlete uyan, devlete riayet eden insanlar var. Bu reaya çeşitli milletlerden teşekkül ediyor. En yukarıda Grekler var, onların altında Ermeniler var, onların altında Yahudiler var. Üç büyük millet, hiyerarşik olarak en yukarıda Grekler. Ama Müslümanlar nerde? Onlar beraya zümresi. Onlar devlete haraç vermiyorlar. Diğer bütün milletler devlete haraç veriyor. Müslümanlar devlete haraç vermiyorlar. Çünkü sadece onlar, devleti -dinleri yani Müslümanlar kendi mensup oldukları din sebebiyle devleti- muaheze etme hak ve yetkisine sahip. Devleti Müslümanlar itham edebilecek güce sahip. Bunlar beraya zümresi. Dolayısıyla bu bir sınıf. Sunuf-u devlet var ama bu sunuf-u devletin karşısında bir sınıf var. Sınıf bilinci bu. Türkiye’de kaybedilen şey sınıf bilincidir. Berayanın devleti dini sebebiyle muaheze etme gücünden ve yetkisinden mahrum bırakılması... Bu sınıf bilincinden biz uzaklaştırıldık, şimdi sınıf bilincini edinebilmemiz lazım. 

Sınıf bilincini nasıl edineceğiz? Okuma yazma öğrenerek. Çünkü okumayı öğrendiğimiz zaman bir derece ama yazmayı öğrendiğimiz zaman bütün dereceler itibariyle neye bağlı olduğumuz ve neden mesul olduğumuz konusunda tam bilince ereceğiz. Neye bağlı olduğumuz ve neden mesul olduğumuz hususunda eğer okumamız yazmamız tamsa işte bu üç senenin sonunda tam bilince ermemiz lazım. Şimdi bu bize ait olan sınıf bilinci fakat sınıf kelimesini biz aldığımız tahsil sebebiyle başka bir zaviyeden görürüz. Çünkü Karl Marx ve Friedrich Engels’in 1848 yılında neşrettikleri Komünist Partisi Manifestosu’nda bir sınıf ve sınıflardan bahsedilir. Bu Avrupa kültüründe sınıftan ne anlaşıldığı meselesinin billurlaşmış, tebellür etmiş halidir. “A spectre is haunting Europe — the spectre of communism.” Tabi ben Almancasını söyleyemediğim için İngilizcesini söylüyorum. Avrupa Medeniyeti sınıflı toplumdan çektiği acılara son vermek üzere bir komünizan hedef icad etmiştir. Yani sınıflı toplumun verdiği acıları izale etmek ve sınıfsız bir topluma ulaşmak için bir formül teklif edildi. Cumhuriyet idaresi, 1923 yılında ilân edilen cumhuriyetin getirdiği kadro şöyle diyordu: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” Hayda, şimdi ne oldu? “Biz Avrupalılar gibi değiliz. Biz burada imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” Bunu söylemek zorunda idiler. Bunu, doğrusunu söylememek için cazip bir yalan olarak söylediler. Çünkü kurdukları idare imtiyazlıların idaresiydi, zorba bir sınıf pençesini topluma geçirmişti, kaynaşma değil ezilme vardı. Peki, bu yalanı niçin söylemek zorundaydılar? Neden beğenilecek bir yalan uydurmak zorundaydılar? Çünkü Cumhuriyetin ilânı Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olmak zorundaydı. Bunu gizlemek için, bu hakikati değil zikretmek, hatıra hiç bir zaman getirmemek için imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle olduklarını söylüyorlardı. Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olmalıydı Cumhuriyetin ilânı. Çünkü birinci hicrette bizi Mekke’den çıkardılar. Ama ikinci hicrette hem Mekke’den hem de Medine’den çıkardılar. Biz Mekke’den ve Medine’den çıkarılanlar olarak Kâbe’ye yönelebilmek için ayaklarımızı basabileceğimiz bir sahayı Misak-ı Milli ile tercih ettik. Misak-ı Milli’yi ilân ederek Kâbe’ye yöneldiğimizde ayaklarımızı basabileceğimiz bir yer olduğunu dünyaya rest çekerek gösterdik. Onun için Cumhuriyetin ilânı bizim için ikinci hicretimiz olmalıydı. Olmadı. Şimdi bütün bunları İsmet Özel hamaset olsun diye mi söylüyor? Çünkü sizin zihninizde benim bu sözünü ettiğim şeylerin konacağı yer yok. Siz bambaşka şartlandırmalar altında çok garip kirlenmelere maruz kalarak bu yaşa geldiniz. Çünkü size dediler ki: “Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir.” Böyle değil. Bizim bütün dünya sathında müdafaa edebileceğimiz dünyada hiç bir milletin sahip olmadığı değer külliyatımız var. Bu külliyat Türk topraklarının mevcut oluşu sebebiyle ortadadır. Eğer dünyada bugün bütün insanlığın acısına sebep olan bir kapitalist zulüm varsa bu zulüm Türk topraklarının taayyün etmesiyle ilk faaliyetini başlatmıştır. Şöyle formüle edebiliriz: Avrupa’nın ötekisi Türk’tür ve kapitalizm Türk düzeni korkusundan çalıştırılmaya başlanmış bir mekanizmadır. Dolayısıyla eğer kapitalizmin bir hasmı varsa bunun adı “Türk düzeni” olarak konabilir; sosyalizm veya komünizm olarak değil. Şimdi kapitalizmin gerçek hasmının sosyalizm olduğunu kim göstermek ister? Hem sosyalistler hem kapitalistler. Yani, kapitalizmin gerçek hasmının sosyalizm olduğunu hem sosyalistler savunur hem de kapitalistler bunun böyle olduğunu tasdik eder. Çünkü kapitalistler sosyalizmi bertaraf ettikleri zaman; “Gördünüz mü, biz haklıymışız” diyeceklerdir, ki demişlerdir. Fukuyama Tarihin Sonu’nu bunun için yazdı. Sovyetler Birliği çöktüğü zaman “Görüyorsunuz dünyada kapitalizmden öte bir sistem problemi yoktur, tarihin sonu gelmiştir.” demiştir. Sosyalistler de bütün o kapitalizmin ürettiği kötülüklere karşı duran bir unsur olmak bakımından kendilerini hem mazur hem de haklı göstermek üzere “kapitalizmin alternatifi sosyalizm” diyeceklerdir. Ama mesele böyle değildir. Yani bizim müdafaa edebileceğimiz bir Türk düzeni vardır ve bu geleceğe bakışımızda bizim dinamomuzdur. Batıda bugün demokratik avantajlar söz konusu olduğu zaman yürütülmüş uzun bir hak mücadelesi zikredilir ve Karl Marx’ın tahlilleri bu bakımdan işe yarar. Yani tarihin motoru “sınıf mücadelesidir” dediğiniz zaman -daha eskilere gitmeye lüzum yok, feodal düzende köylü ve derebeyi arasındaki mücadele- kapitalist düzende proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadele çözüme bağlandığı zaman yani proletarya diktatörlüğü kurulduğu zaman buradan önce sosyalizme arkasından komünizme gidilecek. Dolayısıyla geleceğin dinamosu bu hak mücadelesinden doğabilecek. Şimdi burada bir illüzyon bütün insanları tesiri altına almıştır. Nedir o? İnsanlar aşağıdan yukarı, yani aşağıdakilerin yukarıdakilere karşı verdikleri mücadele sonunda bir ilerleme sağlayabildikleri illüzyonudur bu. Halbuki, evet, bir mücadele bahis konusu fakat bu mücadele alt tabakaların üst tabakalara karşı verdikleri bir mücadele değil. Bu mücadele ikbal düşkünlerinin yeni zenginlere karşı verdikleri bir mücadeledir. Yani belli bir dönem boyunca kendini toplumun seçkin unsuru bilmiş insanların bu seçkinlikten alıkonmaları sonucunda yeni fakat hak etmedikleri bir üstünlüğü kullanan insanlara karşı yürüttükleri bir mücadele. Eğer herhangi bir iyileşme söz konusu olduysa bu iyileşme eski iyilerin yeni kötülere karşı yürüttükleri bir mücadeledir. Bu bakımdan bizim sınıf bilincimiz çok sağlam bir yerdedir. Çünkü biz İslâmî üstünlüklerimiz sebebiyle bir seçkinlik tezahür ettirdik ve bu yüzden de gayr-i İslâmî “iyi” (tırnak içinde)’ye karşı mücadelede avantajlı durumdayız. Şunu bilin, hiç bir zaman kuvvetli ile zayıf kavga etmez. Yani bir mücadele, kavga, savaş neyse hiçbir zaman zayıf ile kuvvetli arasında olmaz. Çünkü birisi zayıfsa dayağı yiyeceği bellidir, öbürü de kuvvetliyse dayağı atacağı bellidir. Burada ne mücadele olacak? Ancak dersin ki, birisi birisini dövdü, tamam onu anlarız. Mücadele söz konusu değildir, savaş söz konusu değildir. Sadece bir vukuat vardır. Mücadele iki güçlü arasında olur. O yüzden bizim sınıf bilincimiz kendi gücümüzü fark etmemizle doğacak olan bir şeydir. Bu konuda zaten Kur’an-ı Kerim bizi mücehhez kılmıştır. İman ediyorsanız mutlaka güçlüsünüz. O bakımdan hiç endişe edecek bir şey yok ama bizim bu toprakları Darü’l-İslâm haline getirirken takındığımız tavır tabi ki bize miras kalmıştır. Lisanımızda “serbest” diye bir kelime var. Bunu İngilizceye tercüme etmeye kalktığınız zaman “free” diye tercüme ediyorsunuz değil mi? Tabi ki bütün tercümeler yanlıştır, o ayrı hikâye. Çünkü hiç alâkası yok. Meselâ orada “sugar free” yazıyor. Şekersiz diyor, şekeri serbest demek değil o. “Serbest” Farsça bir terkip, ne manaya geliyor: “Başı bağlı.” Hayda, ne alâka şimdi? Meselâ orada “giriş serbesttir” yazıyor, yani “girerken para almayacağız sizden” demek değil mi o? Giriş serbesttir. Kelimenin etimolojisiyle hiç alâkası yok. Biz bu toprakları Diyar-ı Rum’u, Darü’l-İslâm haline getirirken serbest davrandık, serbest olanlar Müslümanlardı, onların başı şeriata bağlıydı. “Serbest”. Onlar istediklerini yapabiliyorlar, çünkü başları zaten bağlı. Onlar şeriata mugayir bir şey zaten yapamazlar. Serbestler onlar, başları bağlı. Bizim bu bakımdan elimiz çok güçlü, eğer başımız şeriata bağlıysa. 

Şimdi dünyada olan bitenler bakımından önemli olan husus şu: Türk düzeni bütün dünyanın kapitalizm hegemonyası altına girmesine rağmen devam eden bir şeydi. Türk düzeni hiçbir zaman gücünü kaybetmedi. Ta ki Turgut Özal cumhurbaşkanı oluncaya kadar. Turgut Özal cumhurbaşkanı olunca artık Türk düzeninden bahis açamıyoruz çünkü o zaman vatana ihanet suç olmaktan çıkarıldı. Türkiye’de artık insanları vatan haini olduğu için mahkûm edemezsiniz; onun için vatan hainlerinin milletvekili olmasında bir beis yoktur. Vatana ihanet Türkiye’de çok önemli bir ölçü çünkü Türk toprakları dünya ölçüsünde bir kurtuluş ümididir. Yani Türk toprakları nasıl bir zamanlar kapitalist hegemonyanın durduğu yer idiyse hâlâ Türk toprakları kendi karakterine sahip çıktığı takdirde Dünya Sistemi dediğimiz hem hegemonik hem de müstebid işleyişin geçersiz olduğu yer olacaktır. Bu olacak mıdır? Bunu tamamen böyle bir şeyi isteyen insanlar gerçekleştirebilir. Türkiye’de böyle bir şeyin istenildiğine dair hiç işaret yok. Ama biz eğer yazımızı geri alabilirsek bu her şeyimizi geri aldığımızın da ispatı olacak. Bu olur mu? Size bağlı. Çünkü bunun itikadî değeri konusunda cesamet sizden gelecek. Yani bunu kuvveden fiile geçirecek insanlar olması lazım. Bu bil kuvve vardır ama fiilen var mıdır, bunu herkesin tavrından göreceğiz. 

Şimdi iki şeyi akılda tutmak gerek: Bir bizim Türk Milleti olarak müdafaa edecek şeylerimiz vardır ve bunun başında topraklarımız gelir. Topraklarımızı kaybettiğimiz zaman hiçbir şey bahis konusu değildir. Dediğim gibi hicret Mekke’nin fethi için vuku buldu ve biz meselâ Habeşistan’a, Necaşi’nin yanına gidenlere ancak ıstılahi olarak değil, tabir olsun diye muhacir deriz. Gerçek muhacir kimdir? Ensar’ın karşıladığıdır. Değil mi? Muhacirler onlardır. Muhaceret tabii ki bir zaruret ama Ensar’ın yaptığı bir zaruret değildi. Onun için Ensar’ı sevmek imandandır, Muhacir’i sevmek değil. Yani insana yaraşır olanı Ensar göstermiştir. Hatta bu imandandır sözünün bile hafif olduğunu söylüyorlar hadis-i şerifin Arapçasını bilenler. Yani iman gereğidir Ensar’ı sevmek. Bizim bu bakımdan şu yaşadığımız ülkede başımıza gelenler konusunda sınıf bilincine ermemiz gerekiyor. “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” diyenler 14 Mayıs 1950’de iktidarı kaybettiler, yahut şöyle diyelim, hükümet etme hakkını kaybettiler. 14 Mayıs 1950. Bu Türkiye’de Lozan’la varılan uzlaşmanın geçersiz kılınabilmesi için bir imkândı. O dönemin Başvekili -bana göre ilk ve son Türk Başvekilidir; ilk ve son- Adnan Menderes’in iki sözü Türk siyasetinde hâlâ aşılamamıştır. Bunlardan bir tanesi, Demokrat Parti grup toplantısında: “Muhterem heyetiniz isterse hilafeti de geri getirebilir.” İkinci sözü de, yüksek rütbeli subayları karşısına alarak: “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım, ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim.” Bu iki söz Türk siyasetinde aşılabilmiş değildir. Esasen bu iki sözü söyleyen adam asıldıktan sonra artık bir Türk siyaseti de yoktur. Süleyman Demirel Demokrat Parti geleneğinin canlandırılmaması vazifesiyle başbakan edilmiştir ve başbakan olduktan sonra ona İsmet İnönü “fuzuli şagil” demiştir. Yani işgal ettiği makamı yok yere işgal ediyor, fuzuli şagil. Orda bulunuyor ama olmasa da olur manasında. Bu yıllar sonra Obama için de söylendi. Yani “bu adam başkan olsa ne, olmasa ne, hiçbir şey yaptığı yok, yapabildiği yok” dediler. 

Şimdi burada başı örtülü kızlar çoğunlukta değiller mi? Bunlar kendilerinin ne olduklarını biliyorlar mı? Yani başlarını niçin örtüyorlar? Çünkü artık Türkiye’de başını örtüp kıçını açan dünya kadar kız var. Üniversitede bu başörtüsü meselesi ayyuka çıktığı zaman diyorlardı ki “ben dinim gereği başımı örtüyorum.” Böyle kendilerini savunuyorlardı. Böyle değil. Yani üniversite talebesinin başını örtmesi dini gereği olamaz. Neden olamaz? Çünkü tesettür kadında kim olduğunu belli etmemek üzere vardır. Yani gözlerinden bile anlaşılıyorsa o tesettür değildir. Benim de başıma geldi, Cizre’de bir sokağa girdiğim zaman sokağın öbür ucundan gelen kadın, çarşaflı bir kadındı, hemen arkasını döndü, yani sokağa arkasını döndü, evlere doğru yüzünü dönüp oturdu ve ben oradan geçinceye kadar orada oturup kaldı. Arkası dönük olarak. Yanımdan geçmedi. Çünkü bir şekilde ben onun kim olduğunu bilirsem o örtünmüş olmuyor. Neyse lafı uzatmayalım. Türkiye’de başını örten bir kız veya kadın siyasî bir beyanda bulunuyor demektir: “Ben kafirlerin kurduğu düzeni tanımıyorum. Ey kâfirler, bir gün hepiniz bu dünyada yüzü kara insanlar olacaksınız.” Başını örten bir kız bunu söylemiş olur. Bunu söylemeyen, burnuna hızma takıp gezen kız başını örtmemiş demektir. Bir kız Türkiye’de başını örtüyorsa küfre karşı meydan okuduğunu, sadece meydan okumakla kalmayıp kâfirlerin mutlaka cezalandırılacağını söylemiş olur. Böyle bir örtünme olmadığı takdirde o zavallı işte öyle gariban bir şeydir. BBC’de bir telefonlu konferansa katıldım. O zaman Milliyet Gazetesi’nde yazan şimdi öbür dünyaya göçmüş olan Teoman Erel vardı, Nazlı Ilıcak vardı, Mehmet Ali Aybar vardı ve ben vardım. Konu da üniversitede kızların başlarını örtmesi idi. Oturumu Andrew Mango yönetiyordu. Sıra Mehmet Ali Aybar’a gelince, “Ne diyorsunuz efendim üniversiteli kızların başını örtmeleri konusunda?” denilince, Türkiye İşçi Partisi’nin yıllarca genel başkanlığını yapmış olan, Demokrat Parti iktidara geldiği zaman da “Zincirli Hürriyet” diye bir dergi çıkarmış olan -herkes hürriyet geldi diyordu, o da Zincirli Hürriyet diye bir dergi çıkardı- Mehmet Ali Aybar cevaben dedi ki: “Bu kızlar köylerinden çıkıp gelmiş kızlar değil ki. Bunlar liseyi bitirmişler, üniversiteye giriş imtihanında bir puan almışlar ve bu puanlarının hak ettiği üniversiteye kayıtlarını yaptırmışlar. Bu özellikteki kızlara biz başını öreteceksin ya da açacaksın deme hakkına sahip değiliz.” Yani bu adam insan şahsiyetinin tecavüze uğramasını kabul etmeyen biriydi. Yani, eğer insan belli bir zihnî seviyeyi temsil ediyorsa artık o insana seçmeleri karşısında baskı uygulamak her şeye aykırıdır. İnsana ait olan her şeye aykırıdır manasında bir şeydi bu. İslâmî bir gayesi olarak söylemiyordu bunu. Bunu lafımın arasına soktum çünkü Türkiye’de biz devlet karşısında şahsiyet temasını unuttuk. Devlet karşısında şahsiyet. Devlet bir şeydir ama devlet için kitaplarda “hükmî şahsiyet” tabiri kullanılır. Yani şahıslar vardır, bir de hükmî şahıslar vardır. Devlet bir hükmî şahıstır. Ama şahıs hükmî şahıs karşısında değerini düşürmez, düşürmediği zaman doğru bir şey olmuş olur. Hükmen şahıs saydığın bir şey gerçekten şahıs olan bir şeyin üstüne çıkamaz. Onun için bizim kendini bilen âlimlerimiz zamanında şunu söylemiştir: “Din esastır, devlet onun fer’i olarak kurulmuştur.”

Şimdi, lafı çok uzatmayacağım. Şunu söyleyeceğim: Türkiye’de Misak-ı Milli’den azami tavizi veren insanlara dünya sistemi tarafından idareci olma hakkı tanındı, bu bir. İkincisi onların idareci olma hakkı 27 Mayıs 1960 sabahı ellerinden alındı ve Türkiye kendine gelmek için başvuracağı çözüm yollarından hem sosyalist bir dönüşüm isteyenleri tasfiye ederek hem de İslâmî bir dönüşüm isteyenleri tasfiye ederek mahrum bırakıldı. Yani Türkiye iki şey yaşadı. Bir: Kendini Sosyalist dönüşüm geçirerek bulmak. İki: Kendini İslâmî bir dönüşüm geçirerek bulmak. Türkiye sınıf bilinci meselesinde bunun aslî elemanlarının yok edilmesi suretiyle yaya bırakıldı. Türkiye hüviyet veya kimlik bilinci meselesinde de bunun aslî elemanlarının tasfiye edilmesiyle yaya bırakıldı. Türkiye hem sınıf bilinci bakımından hem kimlik bilinci bakımından yaya bırakıldıktan sonra AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kötürüm edildi. Yani önce yaya bırakıldı, yayan yapıldak gidecekti; ama yaya bile gidemesin diye bu sefer ayakları kırıldı. Onun için şimdi Türkiye global bir dünyada her şeyi elinden alınmış bir insan güruhundan ibaret. Her şeyimizi geri alabilmek için yazımızı geri almak kifayet eder. Yazımızı geri aldığımız zaman hem ayaklarımız olacak, hem de ayakkabılarımız olacak.

Yazı meselesi sadece Türklerin meselesi değildir. Bütün insan topluluklarının yazıyla olan münasebeti onların yakalayabildikleri en üst çizgidir. Onun için bu konuda Türklerden sonra, Türklerden sonra gadre uğramış millet Almanlardır. Hitler yönetimi sırasında Alman yazısı, ki biz ona Gotik harfleri falan filan diyoruz ama bunun Almanca adı “Deutsche Schrift”dir, Alman yazısı resmî yazı olmaktan çıkarıldı. Bir şeyleri anlamak için bir fırsat bu. Güya Nasyonal Sosyalist bir yönetim var ve burada en nasyonal olan şey “okse”. Yazı dediğim gibi sadece Türklerin meselesi değildir. Her millet kendi yazısıyla vardır. Onun için Kiril alfabesiyle yazmayan adam Rusça yazmıyor demektir. İşte, iki kardeş papaz Ruslara bu yazıyı -galiba Rus da değiller Kiriller- verivermiş.

Eksik kalan çok şey var, biliyorum. Yani kafamda çevirip durduğum şeylerin şimdi bu konuşmam boyunca ancak onda birini söyleyebildim. Ama şunu hesaba katmamız şarttır, vazgeçilmezdir: Türkiye’de yaşayan insanlar Türk topraklarının akıbeti konusunda Türkiye dışında alınmış kararlara katılarak sadece kötü olabilirler. Yani birtakım dangalaklar adı ne olursa olsun dünyada büyük sermayenin ürettiği projelerden birinin içinde yer almayı kendileri için bir ilerleme sanıyorlar. Yani bunun adı Avrasya, Büyük Ortadoğu Projesi, cart curt ne olursa olsun, dünyanın en büyük sermaye grupları Türkiye’nin akıbeti konusunda birtakım projeler üretiyor ve sana bunu teklif ediyorlar. Sen de “Aa ne şık şey!” diyorsun. Hatta orada tabi seni tava getirmek için “Türkiye’nin de rolü böyle olacak” falan filan diye aptalca şeyler söylüyorlar. Yani böyle dangalak, Türkiye’de aramadığın kadar çok. İşte DAEŞ’in kadrosunun önemli bir kısmı Türkiye’nin 71 vilayetinden gidenlerden oluştuğu söyleniyor, bilmiyorum ben gidip saymadım. Bu alçaklık bir pazarlığın sonucudur. Yani şimdilerde ben de DAEŞ dedim size çünkü öbürünü hemen bir kenara ittiler: Irak-Şam İslam Devleti. Yani IŞİD olarak zikrediliyordu başlangıçta. Çünkü bu alçaklık Türkiye’de başlatıldı ve Bağdat-Şam hattının Müslümanlara bırakılması mukabili İstanbul’dan vaz geçilmesini esas alan bir proje bu. İstanbul Ortodoksların baş şehri olsun, biz de Irak-Şam Devleti’ni kuralım. Yani Türkiye’de dediğim gibi böyle şeylere tav olacak dünya kadar insan var. Çünkü ne olduklarını, kim olduklarını bilmiyorlar. Ama bir kısmı da biliyor.

Şimdi dünya sistemi diye bir şey var. Benim yazdıklarımı, konuştuklarımı takip edenler biliyorlar. Yani İtalyan site devletlerinde temellerini atmış olan, XVII. yüzyılda Hollanda’da piyasa şartlarını tanzim etmiş olan, XIX. yüzyılda Londra’da kemale ermiş olan bir dünya sistemi; 1945’te de Wall Street’e metropolünü taşımış olan bir dünya sistemi, bir malî hegemonya. Bu malî hegemonya metropol-periferi münasebetiyle işliyor ve talimatlar metropolden periferiye doğru, değerler periferiden metropole doğru hareket ediyor. Şimdi Türkiye’de bu mekanizmanın işleyişine hizmet ederek kendine bir gelecek sağlamak isteyen insanlar çok. Ama bunların aynı zamanda etnik özellikleri de var. Yani Büyük Yunanistan’ın kurulması, Büyük Ermenistan’ın kurulması, Kürdistan’ın kurulması, Pontus’un kurulması. Bütün bunlar dünya sisteminin işleyişinin gıcırtısız, pürüzsüz olmasıyla mümkün. Dolayısıyla eğer bir insan Büyük Ermenistan istiyorsa, Büyük Yunanistan istiyorsa, Kürdistan istiyorsa, Pontus istiyorsa gönülden bir şekilde dünya sisteminin ajanı olacaktır. Yani bunda bir beis görmeyecektir. Çünkü dünya sistemi hegemonyasını devam ettirdiği zaman ancak bu olabilecek bir şeydir. Ve bu da Türk toprakları diye bir şeyi tanımayan bir hâdisedir. Bizi 1920 şartlarına götürmeyecektir, bir daha 1920 şartları geri gelmez. Yani Sevr anlaşmasıyla Türklere bırakılan o sadece Karadeniz’e sahili olan toprak parçası bugün geçerli değil. Bu yüzden, yani bundan sonra olacak olan her şey göbeği Türkiye dışındaki malî güce bağlı olmayan insanların yapacağı bir şeydir. Yani aslında şunu da iyice bilin: Türkiye’de siyasî olarak yükselmek isteyen bütün güçler malî bakımdan Türkiye düşmanları tarafından finanse ediliyor. Türkiye doğrudan doğruya bugün ayakta bu finansla duruyor. Yani duymuyor musunuz açıkça söylüyorlar: “Kaynağı belli olmayan para girişi.” Böyle saçma şey olur mu? Kaynağı belli olmaz mı? Bal gibi birileri biliyorlar onun ne kaynağı olduğunu. Yani Türkiye’de başta bankacılık olmak üzere birçok piyasa düzenlemesiyle insanlar bir şeye mahkûm ediliyorlar. Mükemmel bir borç düzeni var. Yani itikadî olarak yerimizi tespit etmemiz lazım. Yani Müslümanım deyip borçla yaşamak mümkün değil. Yani borç tamam, borç almak haram değil ama faiz haram.

Peki, faiz nedir? Faiz nedir? İktisat kitapları ciltlerce şeyler yazmıştır bu konuda. Ama ben öğrendiğimi size söyleyeyim. Ben bunu İmam-ı Azam’dan öğrendim. İki kişi, İmam-ı Azam ve arkadaşı, bir üçüncü şahsı bekliyorlar. İmam-ı Azam’ın yanındaki adam diyor ki: “Şu evin gölgesinde bekleyelim.” Çünkü güneşin altında bekliyorlar. İmam-ı Azam: “Hayır. O evin sahibinin bana borcu var. Eğer ben o evin gölgesinde durursam bu faiz olur.” diyor. Şimdi buradan ne anlayacağız? Bakınız, Resul-ü Ekrem defalarca “agâh olunuz” diye uyarmıştır, ahmaklık Müslümana haramdır. Yani “ben hem ahmağım, hem Müslüman” olmaz. Buradan ne anlayacağız? “Bu evin sahibinin bana borcu var. Ben bu evin gölgesinde durursam bu faiz olur.” Bu şu demek: Malî bakımdan güçlü olanın lehine, malî bakımdan güçsüz olan ne yaptıysa faizdir. Yani malî bakımdan yukarıda olanın, yani meselâ adamın parası yüzünden itibar sahibi olması haramdır; faiz haram olduğu için. Yani şimdi ne diyoruz, “şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler”. Şimdi çingene kendini övmek için nasıl hırsızlık yaptığını anlatır. Şimdi dünya bu hale gelmiştir. Yani insanlar yaptıkları kötülüklerden dolayı... Meselâ Marmaray ya da üçüncü köprü ya da son zamanlarda açılması beklenen “dünyanın en büyük hava limanı”. Bunları yapmakla övünen insanlar o çingenenin pozisyonundadırlar, yani yaptıkları hırsızlıkları övüyorlar. 

Ama bu hırsızlık anladığınız şey değil. Şimdi Berlin ikiye bölündüğü için iki havaalanı var. Yani zamanında Berlin’i Müttefikler ikiye böldüler. Almanya’yı üçe böldükleri gibi Berlin’i de ikiye böldüler. O yüzden Doğu Berlin’e gelen uçakların indiği bir alan, bir de Batı Berlin’e gelen uçakların indiği bir alan var. İki Almanya birleşince dediler ki, “bir şehirde iki hava alanı olmasın, büyükçe bir hava alanı yapalım.” Ve gerçekten muazzam bir yatırım söz konusu oldu, büyük bir proje. Fakat o hava alanı hâlâ açılmadı ve şu anda artık dağıtılması düşünülüyor. Hava alanı bitti ama vatanperver Almanlar hava alanını açtırmadılar. Neden? Çünkü beynelmilel güçlerin söz sahibi olacakları bir alan olacaktı. Yani evet çok büyük, belki de Almanya’nın en büyük hava alanı olacaktı ama Almanların sözü geçmeyecekti.

Şimdi hızlı tren konusunda Fransızlar çok iyidir, SNCF. Paris-Köln arasında çalışacak bir hızlı tren hattı yapalım diyor Fransızlar Almanlara. Gayet de cazip bir fikir. Fakat Almanlar diyorlar ki: “Siemens yapıncaya kadar bekleyeceğiz.” Anlatabiliyor muyum? Yani bir Fransız firması yapmayacak bunu. Boğaz üzerine yapılan köprülerin Türkiye’ye siyasî bakımdan, Türk hükümranlığına verdiği zarar bakımından neye mal olduğunu hiç kimse düşünmüyor. Yani 1974 yılında açılan birinci boğaz köprüsünün 74’ten 80’e kadar Türkiye’deki anarşik dedikleri olaylara olan katkısından hiç kimse söz etmiyor. Yani dünya ticaretinin Türkiye’ye neye mal olduğunu kimse söylemiyor. Yani uzun zaman insanlar Türkiye’nin Doğu’yla Batı arasında bir köprü olduğunu söyleyerek dangalakça laflar ettiler. O sırada Kültür Bakanı mıydı İsmail Cem, ben bir yazı yazdım “Köprülerde Ağaç Bitmez” diye. İsmail Cem bir daha o ibareyi, yani köprü lafını bir daha ağzına almadı. Yani köprülerde ağaç bitmez. Türkiye yolgeçen hanı olmayı kabul eden bir ülke olduğu zaman kendi var olma hakkını kendi eliyle terk etmiş olur. O yüzden biz, Allah bize o günleri gösterecek olursa İstanbul’daki bütün o gökdelen diye adlandırılan binaları hayvan barınağı yapacağız ve zaten hayvan barınağı. Ve bütün köprüleri Türk kullanımına tahsis edeceğiz. Bu onların irtibatının kesilmesi manasına gelecek; ama biz o şekilde yok edeceğiz ki, çünkü ayaklarını yok etmeyeceğiz, millî savunma gerektirdiğinde kullanılabilecek şekilde yok edeceğiz o köprüleri. Ve bugün Marmara Denizi diye adlandırılan denizin adını da Türk Denizi yapacağız; çünkü iki tarafı da Türk.

Peki, beni dinlediğiniz için teşekkürler. 

19 Kasım 2016, İstanbul

"TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ"
İKİNCİ CELSENİN TAM METNİ

Oruç Özel: 

Selâmun Aleyküm,

Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,

İstiklâl Marşı ile Asrın İdrâki - İsmet Özel

Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.

Birinci Sene-i Devriye Merasimi

İstiklal Marşı Derneği’nin birinci sene-i devriye merasimine hepiniz hoş geldiniz. İstiklal Marşı Derneği 6 Şubat 2007 tarihinde kuruldu. Dernek olarak bir seneyi geride bıraktık.

Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı - İsmet Özel

Böyle bir toplantının yapılmaması gerekiyordu. İki sebepten ötürü: Birincisi; ben bu kelimenin (ideoloji) “ideoloji” olarak telaffuz edilmesini doğru bulmuyorum.

İstiklâl Marşı Derneği İzah Ediyor: "İstiklâl Marşı ve Anayasa"

Selamünaleyküm!

İstiklâl Marşı Derneği, kurulduğu günden bugüne ilk defa kuruluş gayesinin kuvveden fiile geçmesi için gerekli toplantısını yapıyor.

"TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ"
BİRİNCİ CELSENİN TAM METNİ

Oruç Özel:

Selâmun Aleyküm,
 
Elhamdülillâhi Rabbil Âlemin, Vessalâtu Vesselâmu Alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklâl Marşı - İsmet Özel

Etkileyici bir panel dinlediniz; ben şahsen etkilendim konuşmacılardan. Şimdi, ‘‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu olarak İstiklâl Marşı’’ konusunda ben de birkaç söz edeceğim.