AMERİKAN MASKARALIĞINDAN “MİLLÎ İRADE” ÇIKARTMACA YA DA YAYIKTA AYRAN KABARTMACA

İstiklâl Marşı ve derneği Türkiye aleyhine üretilen her tür pislikten berîdir. Türkiye kıstağından Türkeli'ne çıkışa, halk kalmaktan millet olmağa terfie mani hiç bir cürme ortak değildir. Bile-isteye Türk olmayan, Türklüğe can atmayan, Türklüğünü ciddiye almayan herkes bugün –nazikçe söyleyelim- kirlenmiş hâliyle orta malıdır. Türklüğün yalın ve temiz hakikatine sırt çevirmek kirlenmenin ilk ve yeter şartı olmuştur. 

Tanzimat’tan bu tarafa içinde kıvrandığımız fakat bugün hayat-memat meselemiz hâline gelen, acilen neticelendirilmesi gereken kimlik meselemize/bunalımımıza küfrün, sahte fakat aslını andıran (paralel?!) bir hâl yolu bulması gerekirdi. O zamandan bu zamana birçok sahte kimlik üretildi. Üretilen her kimlik Türk milleti üzerinde sırıttı, tutmadı. 1980'e kadar kimliksizlik acısı çekmedik. Yerini tutacak askerî, siyâsi, edebî, tarihî dayanaklarımıza yaslanarak bugünlere geldik. Bugün dayanakları elinden alınmış bir millet olarak çırçıplak kimlik krizi ile başbaşayız. Uluorta maskaralığa kurban edilen "millî irade" lafının "evrensel değerler"le harmanlanarak dillerden düşmemesi krizi teskin etmek içindir. "Evrensel değerler"den Amerikan kimliği bile çıkmamıştır. Bugün krize girmemize sebep olan bir buçuk asırlık bunalım aşılmadan hiçbir şeyi yerli yerince kavrayamayacağız. 

15 Temmuz akşamı film kuşağı saatlerinde ekranlarda canlı seyrettirilmeğe başlanan, -Mehmetçiğin (eratın) ağzıyla söylersek- "tatbikat" ekseriyet için bir darbe girişimi, kimileri için bir tiyatro, kâfirler için ise vodvil olarak gösterime girdi. Tatbikattan sonra başımıza sarılacak belâlar için gerçekten bir tatbikattı bu. Tatbikata gerçeklik efekti vermek amacıyla kan dökmekten, can yakmaktan çekinmedi Amerikalılar. Çekinecek ne vardı? Kanlı tatbikatı gerçek yerine koyacak, gerçeği tatbikat zannedecek bir yapma ve yapmacık kültür Türkiye’de son on dört yılda aşama aşama icat edilmişti. Arap Baharına alkış tutturulan yığınlarla aşikâr hale gelen bu kültür tek gıda kaynağı olan Amerikan yalanları üzerine bina edilmişti. Modern kaide: Yalanlar ne kadar büyükse inandırıcılığı o nispette kuvvetli. Mavi Marmara dolmuşunu da Gezi Parkını da dolduran aynı yerden beslenen yalan kültürüdür. Şu anda Türkiye sathına yayılmış vaziyette. Ferasetten nasip damlamamış bu sun'i kültüre -yıllar sonra "Nasıl çingene olduk?" sualinin cevabı yerine de geçebilecek- çingene kültürü denebilir. 

İlk defa Abdullah Öcalan ve MİT görüşmelerinde telaffuz edilen, önce gazetecilerin, sonra siyasilerin ağızlarına yamadıkları Amerikancadan tercüme "paralel devlet/yapı" safsatası istihbarat devletini gözlerden kaçırmak için uyduruldu. Beş yıl boyunca Türkiye'de cereyan eden halis muhlis Amerikan operasyonlarına ETÖ (Ergenekon, Balyoz, Yakamoz...) diyerek beynini düzdürenler, üç yıldır dünya çapında CIA okulları (American Charter Schools) açmaktan başka işi olmamış bir gruba FETÖ ismi takılarak düzülüyor. Düzmece zihinle "darbe girişimi"nden medet umanlar da, yürekleri ağza gelenler de hiçbir şey anlama kudreti kalmamış bir yığın olmağa hazırlanmıştı, hemen dönüştü. Ucuz ajanların bön ve berbat dertlerine yayık ağızlı Noam Chomsky ağabeyleri derman olsun.

Anlı şanlı Türk milletine kalbetmesinden ödleri kopanlarca halk, katıklı (ezanlı-salâlı) bir Pentagon operasyonunda muhbir kalabalıklara dönüştürüldü. İstihbarat devleti düzeninde yaşıyoruz. Bu düzen muhbir üreten bir düzen. Düzen, aynı kalibre ve niyette iki cenah arasında cereyan ediyormuş süsü verilen ve bütün ahaliye seyrettirilen askerî tatbikatın neticesini fazlasıyla aldı. İstihbarat devleti "akim kalmış darbe girişimi”yle darbeyi Türk milletine vurmuştur. "Bu millet"e ait olduğu söylenen "millî irade" ile engellenen "darbe girişimi" akim kalması için giriştirilmiş, başarıya ulaşmıştır. Türk halkının “millet” olma potansiyelini dumura uğratmak için başımıza sarılan üç cari belâ (yeni anayasa, başkanlık sistemi, dokunulmazlıkların kaldırılması) hayatımıza artık musallat olmuştur. Cereyan eden kanlı hırgürün zehirli meyvelerinden tadan iflah olmaz. 1960’dan bu yana Türkiye'de devam eden Amerikanlaşma iki ihtilal, bir muhtırayla sürdürdüğü vetireyi bugünlerde yaşadığımız tatbikatla taçlandırmıştır. İnsanları Mısır(lı)laştırılmış, devleti İsrail(li)leştirilmiş, Amerikalıların insafına terkedilmiş bir ülkede yaşıyoruz artık.  

Medya aracılığıyla üretilen safsatalarla kurulu mantık düzeni Müslümanlıkla aldatılmaktan çıktı, nifaktan zevk alınan bir aldanma derekesine indi. Türkçeyi hiçe sayarak fukara zihinlerde şekillendirilen "paralel devlet" uydurması, paravan bir millet icat edilmesiyle neticelendi. Paravan: Seyyar, kaldırılabilir, taşınabilir,  sütre olarak kullanılabilir... Adı da konuldu: "Bu millet!" "Bu millet"ten kasıtları adını bile telaffuz etmekten kaçındıkları Türk milleti değildir. “Bu millet” Müslümanlık yerine nihai hedef olarak "evrensel değerleri" ikame ettiği ve ciddiye aldığı sürece Türk milleti olmasına set vurulmuş bir millettir. Yine paralelinin(?) ABD sınırları içinde olduğunu söyledikleri istihbarat devleti Türk devleti değildir. 

Hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine iman edenler olarak hayra dua ediyormuşçasına şerre dua etmeme azmindeyiz. Endişemiz: İslâm'ın son vatanında hayatımıza tebelleş edilmiş süfehanın ettikleri sebebiyle helak edilmektir. Hakkı Hak bilip hakka ittiba, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinap edenlerden olmak için İstiklâl Marşımızda kendimizi buluyor, cümle kimliksiz ve sıfatsızlara sirayet eden dangalaklıktan salim kalıyoruz. Dangalaklıktan salim kalmak helak olmağa mani değil. Tam istiklâl ve felaha ermek tek milletçe mümkün: Türk milleti!   

Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl.

 

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı
Durmuş Küçükşakalak
 
20.07.2016
ABD KEMALİST TÜRKİYE’YE HİÇBİR ŞANS TANIMADI

En şık beyan ediliş biçimiyle “La Turquie Kemaliste” bir ham hayal mahsulüdür. Bil fiil olmasa bile bil kuvve vardır deme densizliğine bile yer yok. Türklükle alakası olsun olmasın kendini zaman içinde “Kemalist” diye tanıtan fertlere rastlanmış olduğu inkâr edilemese de; ne Mustafa Kemal hayatta iken, ne de ölümünden sonra bu yaftaya sahip çıkan bir zümre tebellür etmiş ve ne de böyle bir fikriyatın mevcut olduğunu tevsik ettiğine kanaat getirebileceğimiz metinler doğmuştur. 12 Eylül 1980 müdahalesi akabinde doğmuş olan Kemalizm’in itibar kazanma ihtimali idi ve bu ihtimal 10 Ağustos 2014 seçimiyle ABD tarafından yok edildi. 

Okur-yazar Olmamız İtikâdi Bir Meseledir

İstiklâl Marşı Derneği olarak, kendi lisanımızda okur-yazar olmayı asli meselelerimizden kabul ediyoruz. Kendi lisanımızda okur-yazar olmamız bizim için neden asli bir meseledir? Evvela bu hususun sarahate kavuşması lazım gelir.

İstiklâl Marşı Derneği’nin her bir  azasının  -üye değil aza olabilirsek vücut bulabiliriz ancak- kendi lisanımızda okur-yazar olma cuhudunun neye tealluk ettiğini bilme zarureti vardır. Yazımızı geri alma gayretimiz  kültürel bir ilgi değil bizatihi itikadımızın bir gereğidir.

PERGELİN YAZMAZ SİVRİ UCU

Modernlik dünyada bulunup bulunmadığımız hususunda şüpheye düşmemizle başlar. Modern düşüncenin fitilini ateşleyen Descartes şüpheyi ortadan kaldıran kişinin adı olarak bilinir. Onun verdiği cogito ergo sum hükmü hayatımızı müşahhas hale getirdi. Müşahhas demek şahıs haline girmiş demek.

ÖLEN ÖLDÜ KALAN SAĞLAR HÂİNDİR

Elinizde tuttuğunuz cerîde için İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel’den yazı istediler. Ne yapılabilir? Şimdiye kadar (Kaçıncı ‘şimdi’dir bu!) yayın alanına sürdüğüm şeylerin hiçbiri âniden zihnimde çakıp da kâğıda döktüğüm şeyler olmadı. Bir sütunu haftanın yedi günü doldurmak zorunda kaldığım dönemlerdeki gazete yazılarım da bu hesaba dâhildir. Yazmanın bir cüretkârlık olduğuna başından beri inandığım için yazarken neye cüret ettiğimi düşünmenin içime saldığı tedirginlik üzerimden hiç kalkmadı. Ben bu baskı altında her satırı kemal-i ciddiyetle, hangi sözlerin nereye varacağının hesabını ihmal etmeden yazdım. Başkalarının alelusul yaptığını bir türlü, çok istediysem de yapamadım: Bir yazıyı “şişirivermeyi” beceremedim. Bigânelik bana göre değilmiş. Kaderim bu.

GELE GELE GELDİK BİR KARA TAŞA

O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım 

İçinden geçirildiğimiz karantinalı günlerin kırkı çıktığına göre üzerine konuşabilir, gücümüz yettiğince adını koyabiliriz. Kâfirlerin cenneti, Mü’minlerin zindanı bu dünyada cereyan eden katakulli, düzenbazlık, dolandırıcılık ve yalanların aslını öğrenmek bunların hiçbir etki uyandırmayacağı zamanlara kalır.

Köpektir Zevk Alan Sayyâd-ı Bi-İnsafa Hizmetten

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

DEMEK İSTERDİM… DİYEBİLİYOR MUYUM?

Yıllar yılı, bu en az yarım asır demektir, önce yoldaş, sonra yol fikrine tâbi olarak yaşadım. İnsan kıyafetinde yaratılmak dünyaya uğrayışı bir sebebe bağlıyordu. Ait olduğum yere ilişkin bir hedef mutlaka, mensup olduğum millet içinden bu hedefe varmak isteyen benden başka biri mutlaka olsa gerekti. Dünyaya uğratılışımızın çıkış yolunu Türkiye namına mümkün kılan şartlar öyle icap ettirdiği için önce sosyalistmiş gibi yapan solcular, bilahare Müslümanmış gibi yapan sağcılar arasından bir (hiç olmazsa bir) yol arkadaşı aradım. Arayışım kısa zamanda bana bir ad sağladı. Bunun üzerine benim bir şey arıyor görüntüsü verişimden istifade etmek isteyenler çıktı. Başında anlamamıştım; ama hepsi dünyanın kurulu düzeninden beklentisi olan kimselerden ibaretmiş. Piyasanın sunduğu kârın peşindeydiler. Eğer benim gayem de herkes gibi bir iş çevirmek idiyse hasılattan kendilerine pay düşsün istiyorlardı. Gençlik günlerimden itibaren yanıma yaklaşan herkesin neyin peşinde olduğuna şahit olmama yetecek ömrü Allah bana verdi. Bütün hayal kırıklığıma rağmen ve bir ayağım çukurdayken yine de bir şeyler demek isterdim… Şimdiye kadar bir şey diyebildim mi? Şu anda diyebiliyor muyum? İleriki safhada deme fırsatım olacak mı? 

TÜRK DEĞİLİM DEMEK SUÇ MU, GÜNAH MI, CÜRÜM MÜ, KABAHAT Mİ?(II)

Yerküre ufkundaki bağımsız Kürdistan kimlerin yüksek müsaadeleriyle kuruluyor? Bu sualin cevabını umursamayanlar kapitalizmin global çağında vukuata vaziyet edecek bir otoritenin tesis edilmesini ve dolayısıyla anarşiye meydan vermeyecek bir hiyerarşinin yürürlükte kalmasını tabiî kabul edenlerdir. Onların kafasını meşgul eden sual “Amerika bu işe müsaade eder mi?” veya “Amerika bu işin ne kadarına müsaade eder?” sualidir. Bir kontrol mekanizmasının kaçınılmaz ve giderek zaruri olduğuna inananlara Türkiye’deki Amerika iki perspektif sunuyor: Hayata soldan bakanlar Amerika’nın Türkiye ile ilgili aldığı kararların Avrupa ülkelerine tahsis edilen yere uygun şekilde alınmasını bekliyor.