Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 2 Şevval 1444 (22 Nisan 2023) tarihinde Derneğimizin İstanbul Şubesi'nde Ramazan Bayramı münasebetiyle yaptığı konuşmanın metnidir.
Yayın alanında, farketmişsinizdir, bu sene deprem dolayısıyla bayramın buruk geçtiği ifade ediliyor. Doğru hakikaten çok insan öldü, sağ kalanlar da evsiz işsiz kaldılar yani hakikaten yürek burkucu bir durum bayram üzerine gelmesi bunun. Fıkrayı bilirsiniz adama ne zaman yani ne sıklıkta içki içiyorsun dedikleri zaman "akşamdaaaan akşama" demiş. Ne sıklıkta namaz kılıyorsun diyince "her bayram her bayram her bayram" demiş. İş biraz böyle yani bayram namazı biliyorsunuz farz değil ama insanlar camileri doldururlar bayramlarda. Hiç namaz yakınından geçmeyen insanlar bile bayram namazına gelir. Böyle enteresan bir tarafı var işin. Yani Asr-ı Saadet'te henüz Resulullah hayattayken -yani zaten Asr-ı Saadet o demek- bizim demişler, devr-i cahiliyede iki sevinç günümüz vardı. Resulullah demiş ki ben de size iki sevinç günü vereceğim. O söz üzerine ne zaman olacak bu sevinç günleri? Birisi Ramazan Bayramı diğeri Kurban Bayramı. Kurban bayramı bir gün daha uzun olduğu için ona büyük bayram denir. Şimdi Arapçasını düşündüm... Ona ıyd-i kebîr denir ama iyd-i sagîr denmez öbürüne. Yani dinin temel davranışlarından birisi değil bayram. Yani Resulullah'ın lütfedip “Madem sizin asr-ı cahiliyede sevinç günleriniz varmış ben de size iki sevinç günü vereceğim.” demiş ama bayram kutlamaları itibariyle çok önem taşıyan bir şey. Yani küsler barışır, insanlar birbirlerine iyi davranırlar bayram sebebiyle veyahut bayram fırsat bilinir, bir takım hayırlar işlenir vesaire. Bu bir fırsat. Bayram bir fırsat. Neyin fırsatı? Bizim yeryüzünde hangi sebeple bulunduğumuzu kavrayışımızın bir fırsatı. Biliyorsunuz “kalu bela”da Allah bütün ruhları bir sualden geçirdi diyelim. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sordu onlara. Onlar da “kalu bela” dediler. Demeyenler de vardı tabii. Dolayısıyla dünyada bulunuş Adem’le Havva’nın cennetten çıkarılmasının bir türevi değil. O zaten kendi başına bir problem yani biz Hazreti Adem soyundan geliyoruz ama ne olmuş ne bitmiş bunu hatırlayanımız yok. Hatta Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre yani Allah “Ben bir halife yaratacağım” dediğinde melekler “yine kan döken, acımasızlık yapan birini mi ortaya çıkaracaksın” şeklinde bir soru sorulduğunu, meleklerin soruya daha doğrusu beyana böyle bir soruyla cevap verdiklerini biliyoruz. Yani demek ki meleklerin bilgisi dahilinde bizim soyundan geldiğimize inandığımız Adem’in dışında başka insanlar da bulunmuş yani. Çünkü melekler diyorlar ki: “Biz senin her dediğini yapıyoruz ne lüzumu var böyle karışıklık çıkaran bir insan türüne.” Dolayısıyla buradan mantıken çıkarabileceğimiz bir sonuç var; o da: Biz dünyaya Allah’a verdiğimiz sözü tutup tutmadığımızı, eğer Allah’a bir söz vermediysek o sözün anlamına kavuşup kavuşmadığımızı imtihan etmek için yani bu imtihandan geçmek için gelmiş bulunuyoruz. Zaten bilhassa hadislere baktığımız zaman, Resulullah’ın tavsiyelerinin hepsi, kusurları yok edilmese bile kusurları en aza indirilmiş bir insan tipine ulaşmak. Neden “kusurları yok edilmiş olmasa bile” dedim çünkü bir hadis-i kudside deniyor ki: “Eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip tövbe eden bir kavim getirirdi.” Demek ki insan oluşta böyle bir hata payı var. Yani insan beşer elbet şaşar dendiği gibi yani insanın yanlış yapmaması bir bakıma hiçbir şey yapmaması demek çünkü hangi adımı nerede atacağımızı içimizden gelen bir duyguyla bilemiyoruz. Bu hayat mücadelesi içinde bize öğretiliyor bir şekilde.
Bu bakımdan yani şu anda Hırıstiyan takvimi kullanıyoruz, bu takvime göre ben mesela 19 Eylül 1944 tarihinde doğmuşum, Hıristiyan takvimine göre. Müslüman Takvimine göre 1 Şevval 1363. Hırıstiyan takvimine göre şimdi 21. yüzyıldayız, 20. yüzyıl biteli 23 sene oluyor ve önümüzde de -ki bugün ayın 22’si bildiğim kadarıyla bu ay 30 çeker değil mi?- 14 gün Mayıs’tan var 22 gün var, 22 gün sonra Türkiye bir Genel Seçimle meşgul olacak. Bu bildiğiniz gibi yeni bir adet çıkardılar bir başkanlık seçimi oluyor bir de milletvekili seçimi oluyor. Bütün bunları bir şekilde siyaset meraklıları ayarlıyorlar, hepmizin her şeyden haberi olmuyor. Fakat basın yayın yoluyla öğrendiğimiz şeyler asıl bilmemiz gereken şeyler değil. Hala bilmiyoruz mesela Lozan Anlaşması’nın gizli hükümleri var mıydı? Bunu var diyenler kendi tezlerini ispat etmek için bir takım deliller getiriyorlar, yok diyenler gene aynı şekilde. Ama 100 sene geçmiş Lozan Anlaşması imzalandıktan bu yana. Bir söylentiye göre Lozan Anlaşması 100 seneliğine imzalanmış. Halkın arasında bilinen bir şey vardır: Toplantı sona erdikten sonra İsmet Paşa “bir 100 sene kazandık” demiş. Kim, kimden, kimi kastetmiş onu bilmiyorum, ben bilmiyorum en azından, kim kazanmış 100 sene? Yani söylentiye göre 100 sene dolduğu zaman Lozan’ın ömrü sona erecek ve yerini Sevr Anlaşması alacak çünkü biliyorsunuz Sevr Anlaşması, 1920'de imzalandı. Ve okul kitaplarında da haritaları görüyorsunuz yaşadığımız topraklar bugün Türk toprakları olarak bildiğimiz yerler belli galip devletlerin imtiyaz sahaları olarak tayin edildi ve Birinci Dünya Savaşı’na İtalyanlar girmek istemiyorlardı. İtalyanları savaşa sokmak için -kendi yanında savaşa sokmak için- İngiltere İtalyanlara dedi ki: Osmanlı Devleti’nin toprakları bölüşüldüğü zaman Anadolu’dan en geniş sahayı size vereceğiz. Hatırlarsanız kafanızda eğer bir resim kaldıysa bu Sevr Anlaşması’yla ilgili olarak, gerçekten İtalyanların imtiyaz sahası Anadolu’nun tamamını aşağı yukarı kapsardı. Çünkü Anadolu, Doğu Anadolu, Anadolu değildir Yunan kaynaklarına göre. Yani Yunan yarımadasının doğusuna Anadolu denir. Ama İtalyanlar, İngilizlerin savaşın en sağlam kalıntısı olması sebebiyle hangi dolapları çevirdiğini bildikleri için, fark ettikleri için bizim topraklarımızda bir girişimde bulunmadılar. Bir tek kurşun atmadan Türkiye topraklarından çekildiler İtalyanlar. Öbürlerinin de Türkiye toprakları üzerinde iddialarının Avrupaî, Avrupa’da yaşayan milletlerle bir bağlantısı vardı. Mesela Ermeniler Fransızlarla iş tutuyorlardı, Ruslarla zaten iş tutuyorlardı ama Rusya savaş daha bitmeden bir ihtilalle sarsıldı, çarlık 1917 yılında devrildi ve orada başka bir tecrübe hayata geçti. O yüzden Fransız askerleri ile iş tuttu Ermeniler ve bu bilhassa Güneydoğu Anadolu’da oldu.
Bir şeyler oldu, neler oldu? Mesela bütün dünya kamuoyunu şaşırtan bir şey oldu. Sakarya Meydan Muharebesi oldu. Sakarya Meydan Muharebesi’nin cereyan süresi, müddeti 22 ya da 21 gece ve gündüzdür. Bu, dünyada görülmemiş bir şey. Meydan savaşı saatlerle ölçülür, günlerle bile değil yani meydana çıkılır çünkü. Tarih kitaplarında da okuduğumuz meydan savaşları hep öyledir. Ama bu, bu toprakları kafirlere yedirmeyiz inadında olan bir takım insanların zaferiyle sonuçlandı. Bu beklenmedik bir şeydi. Yani o kadar beklenmedik bir şeydi ki Mustafa Kemal karargâha, Ankara’dan çıkıp karargâha kadar geldi, fakat kolu sarılı olarak. “Ben attan düştüm bana bir şey sormayın.” dedi oradakilere. Ve geldiği gibi döndü Ankara’ya. Sakarya Meydan Muharebesi cereyan ederken. Halide Edip Adıvar, bu ikinci kocasının soyadı: Adıvar. Adnan Adıvar’ın soyadı. Birinci kocası: Salih Zeki’ydi. Salih Zeki bir Fransız matematikçinin bütün kitaplarını Fransızca’dan çeviren adam. Yeni bir kadın almış, Halide Edip de buna tahammül edemeyip evi terk etmiş. O, “The Turkish Ordeal” diye bir kitap yazıyor. Ne zaman? Daha Cumhuriyet bile ilan edilmeden. Sonradan o kitabın beşte biri diyebileceğimiz ince bir kitap çıkarıldı “Türkün Ateşle İmtihanı” diye. Türkçede böyle bir kitap çıktı. Ama orijinaline ben de ulaşamadım çünkü kitabın 1928 baskısı var piyasada yani eski kitapçılarda var ama -asıl 22’de mi, 23’te mi- yayınlanan asıl metin yok. Orada, ben Mareşalin Tabutu şiirimi yazmak için Fevzi Çakmak’ın hayatıyla ilgili bir şeyler okumak üzere Beyazıt Kütüphanesine gittiğimde 2 ciltlik bir biyografisiyle karşılaştım Fevzi Çakmak’ın. Oradan okudum. Oradan okudum. Neyi okudum? Şunu okudum: Harbi idare eden adam sonradan Çakmak soyadını alan Fevzi Paşa. Nasıl idare ediyor harbi? Önünde bir rahle Kur’an okuyarak. Yani öyle cephe cephe dolaşıp milleti kontrol ettiği falan yok. Sadece daha alt rütbeli subaylar geliyorlar, selam veriyorlar ve problemlerinin ne olduğunu söylüyorlar, o da onlara faydalı olacak bilgiler veriyor, tekrar Kur’an okumaya dönüyor. Şimdi, Mustafa Kemal neden “ben attan düştüm, bana bir şey sormayın” dedi. Çünkü bu savaşı Türklerin kazanma ihtimali sıfırın da altındaydı. Çünkü Yunan kuvvetleri Polatlı’ya kadar gelmişlerdi. Polatlı’dan Ankara’yı basmak iş değildi yani. Ama nedense bu savaş Türklerin azmiyle işte 20 günü aşan bir süreye uzadı. Yani savaşı Türklerin kazanma ihtimali sıfır olduğu için Mustafa Kemal şöyle düşündü: Türkler kaybedeceği için bu benim başarısızlığım sayılacak. Çünkü meclis başkanı olarak ordunun da başında sayılıyor ve siyasi kariyerim yaralanacak. Onun için ben bu sorumluluktan uzakta durayım diye böyle bir oyun oynadı. Ama sonunda Türkler kazanınca zaferi Büyük Millet Meclisi’ne istida verdi Mustafa Kemal: Bana “gazi” ve “münci” ünvanları verilsin diye. Büyük Millet Meclisi de verdi. Onun için arşivlerde gazeteleri açtığınız zaman “Gazi Hazretleri Şehrimizde” diye manşetler görürsünüz gazetelerde. “Gazi Hazretleri” oldu birden adam.
Şimdi bu 100 sene Türkiye Cumhuriyeti tarihinde nelerle geçti? Bu millet neler gördü, neler görmedi, neleri görmesine mani olundu, bütün bunları bilmek lazım. Ama nasıl bileceğiz? Yani bu ciddi kadro işi yani oturup bir kişinin kolay kolay altından kalkabileceği bir şey değil ama buna meraklı olan bir zümre, bir tabaka yok Türkiye’de. 27 yıllık bir tek parti dönemi var fakat bizim toptancı değerlendirmelerimiz bunu sanki 27 yıllık bir blok varmış gibi anlıyor. Öyle bir şey yok yani. Her 10 yılı Cumhuriyet tarihinin, kendine mahsus bir 10 yıl. Mesela ben sık sık söylerim dolmuşu icat eden toplum biziz. Onun için her fırsatta dolmuşa binen toplum da biziz yani. Dolmuş Türkiye’de icat edildi çünkü zenginler taksi tutmaya paraları yetmiyordu. Onun için aynı semtte oturan birkaç zengin taksi parasını paylaşmak üzere ortak taksi tutuyorlar. Bu kolaylıkla dolmuşa dönüştü. Yani artık herkes istifade etti bu işten. Yani bu ama ne zaman?1930 yani Cumhuriyet ilan edilmiş henüz 7 sene geçmiş. Dünyada olup bitenden de haberimiz yok Türkiye’de olup bitenlerin de dünyaya tesir etmesi imkansız çünkü Türkiye... Dünyaya tesir edecek şeyler yapmıyoruz biz yani batıda modası geçmiş şeyleri kendi bünyemize uydurmaya çalışıyoruz yani. Çok basit bir şekilde; şu kıyafet devrimi dediğimiz şey, komik. Gerçekten komik bir şey ama oldu Türkiye’de. Hepimiz şimdi bugün bakın görüyorsunuz sizin gibi ben de Avrupaî tarzda giyiniyoruz. Bunlar bizim elbiselerimiz değil. Ama bizim elbiselerimiz nedir? O da bir muamma yani. Bunu mezarlıklarımızdan anlayabilirsiniz. Mezar taşları, insanların mesleklerine göre ayarlanırdı. Kavuk, sarık, hepsi, o sarığın kaç katlı olduğu falan filan onları ölenin kimliği doğrultusunda ayarlarlardı. Şimdi öyle bir durum yok hatta ben bunu İstiklal Marşı Derneği’nin çatısı altında öğrendim ve öğrendiğim zaman çok hayret ettim tabii. Türkiye Cumhuriyeti bir “asrî mezarlık” icat etti. Neydi biliyor musunuz asrî mezarlığın temel vasfı? Müslim ve gayrimüslim herkesin gömülebildiği mezarlıktır asrî mezarlık. Müslüman mezarlığı değildir ama Türkiye’de müslümanlara yapılan muamelenin ne olduğunu anlamak buradan mümkün Ermeni Katolik mezarlığı vardır, Ermeni Gregoryen mezarlığı vardır. Yani bir Ermeni eğer Gregoryen'se Gregoryen mezarlığına gömülmek isterse gömülür, Katolik’se Katolik mezarlığına gömülmek isterse gömülür. Ama böyle bir mezarlık Müslümanların elinde yoktur yani. Yahudiler, Yahudi mezarlığına gömülürler -hatta ona maşatlık denir biliyorsunuz- vesaire. Protestan mezarlıkları ayrıdır vesaire. Müslümanların öldükten sonra bile rahatları ellerinden alınmıştır yani.
Dünyada bulunuşumuzun izahı kolay bir şey değil. Çünkü biz canlılarız. Canlılar, vücutlarının işleyişine göre ruhî şartlarını tanır ve kabul ederler. O yüzden herkesin içinde yaşayan şeyi dışından bakarak keşfetmemiz imkansızdır. O yüzden insanların aslında anlaşması da imkansızdır ama işlerinin yürümesi için belli konularda anlaşıyor görünürler. Hiçbirimiz manavın önünden geçerken hoşumuza gitti diye oradan bir armut alıp ısıramayız, ısırmayız çünkü o armudu ısırabilmek için satın almamız lazımdır yani ama manavın önünden inek geçerse hoşuna giden bir şeyi ısırıp geçer yani. Zor bir şey insan olmak. Bu yüzden mesela ki sahabeden iki kişi birisi Hazreti Ömer, birisi Hazreti Ayşe. Yani birisi “bir ağaç dalı olsaydım mı?” demiş birisi başka bir şey demiş yani “insan olmasaydım da keşke bir başka bir canlı olsaydım” demişler yani. Çünkü insan olmak başkasının farkedemeyeceği özellikleri bünyesinde barındırmak demek. İşte bu yüzden bizden beklenen şey bir aşkınlığa talip olmaktır. Yani bizim yaşama şartlarımızı aşan bir seviyeye kendimiz talip olmalıyız ki bu talipliler arasında bir uzlaşma olabilsin ama maalesef dünya şartları bizi bir şeylere boyun eğmeye zorluyor yahut biz öyle zannediyoruz. Türkçe’de bir söz vardır: “Viran olası hanede evlad ü iyal var.” Yani çoluğu çocuğu olduğu için doğru iş ya yapmıyor ya söylemiyor yani. Ama şu kadarını bilmemiz şarttır, zaruridir: Önümüzdeki 14 Mayıs seçimleri Türkiye’nin benimseyeceği istikameti tayin edecektir yahut en azından hangi istikameti benimsemediğini tayin edecektir. Yani allem ettiler kallem ettiler, bir altılı masa icat ettiler mesela. Nasıl yaptılarsa yaptılar. Bunların iki tanesi AKP iktidarında bakanlık yapmış insanlar ve şimdi AKP’nin herşeyine sövüyorlar. Yani AKP sövülmeye değer bir yer değildir demiyorum ama bunu en azından AKP’de bakanlık yapan insan yapmasın yani en azından yani...
Olağanüstü başarıları olağanüstü gelişmelere çevirmedik. O yüzden her bakımdan darbe yedik. 1950 yılının 14 Mayıs’ında Türk milleti seçimlerde CHP’yi çok az bir milletvekiline indirdi. Demokrat Parti büyük bir farkla hükümet kurma şansını kullandı fakat 1954’te bir seçim daha oldu. Bu sefer Demokrat Parti 50’de aldığından daha fazla oy aldı yani böylece anlamış olduk ki 50’deki bir kaza değildi bir irade gösterisiydi ve bu iradeyi 54’te pekiştirdiler. Ondan sonra işler farklı aktı. Mesela daha 54 yılı gelmeden 52 yılında yanılmıyorsam halk arasında "Atatürk’ü Koruma Kanunu" diye bilinen bir kanun çıktı ve bu kanun Demokrat Parti’nin oylarıyla çıktı. CHP bu kanuna hayır oyu verdi. Neden böyle oldu? Çünkü adamlar gözlerinin önünde olan şeyi görmüşlerdi. Mustafa Kemal’e söve söve iktidara geliniyor. Dolayısıyla CHP seçimle iktidara gelmek istiyorsa kendisi sövmek pozisyonuna talip oldu fakat kanun çıktığı için tabii onu da yapamadı. Bu CHP tarihinde defalarca olmuş bir şeydir. Mesela 12 Eylül 1980’de bir askeri darbe oldu. İşte Zincirbozan falan gibi yerlerde yattı birileri. O hapisten çıktıktan sonra Bülent Ecevit, CHP’nin başında bulunan Bülent Ecevit, CHP’ye geri dönmedi. Neden? Açıkça basında da yer aldı bu beyanları çünkü “Türkiye düşmanlarının eline geçmiştir” dedi CHP. Onun için DSP’yi kurdu ve bugün DSP cumhur ittifakının içinde yer aldı. Bunlar rastgele şeyler değil yani. Dünyanın aldığı şekille Türkiye’nin aldığı şekil küçük bir zaman farkıyla aynı şekildir. Bunu yıllar önce Süleyman Demirel ifade etmişti: “Nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabı “Dünya nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz olabilir.” dedi Süleyman Demirel. Dünyanın nereye gittiğini kestirebiliyor muyuz? Bu çok kolay bir şey değil. Yani dünyada yaşayan insanların büyük çoğunluğu gün gelip de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin haritadan silineceğine ihtimal vermiyordu ama oldu. Ama başka bir şey daha oldu: Rusya, itibarsız bir ülke olmak durumuna düşmedi. Neden böyle oldu? Çünkü Rusya’da modernleşme Türkiye’deki gibi saraydan başlayan bir şeydir. Romanoflar vardı iktidarda, bunlar da dünya aristokrasisiyle teması olan bir aileydi. Onlar Batı’da devreye girmiş olan gelişme imkanlarının isteklisi insanlar oldular. Yani şöyle bir şey var: Batı, İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra başına ne geleceği konusunda fikir üreten bir topluluk oldu külliyen. Ve bunun en iyi sonuçlarını da Rönesans ve Reform hareketleriyle aldılar. Paris, Amsterdam, Londra şehirleri arasındaki fikrî alışveriş, bu medeniyetin meyvelerini verdi. Almanlar bu hareketin dışında kaldılar ama Almanlarda da batı medeniyetinin nimetlerini ele geçirme hissi galebe çalmıştı. Bunu nasıl başardılar? Alman Devletleri çok sayıdaydı. Yani 1871 yılında Alman İmparatorluğu ilan edildiği zaman 34 devlet birleşerek bir devlet oldular. Dolayısıyla bu diyelim ki 34 saray demekti bu, bunun yanına şatoları falan da ilave edin, yani doğduğu andan itibaren yönetici olabilecek insanlar bulunuyordu Almanya’nın elinde. Ve bu insanlar doğduğu günlerden itibaren, bu hazırlığa dahil edildikleri için batıda olan biten her şeyi hem izleme, zihnen kavrama kabiliyetine sahiptiler hem de eser verme kabiliyetine sahiptiler. Mesela Newton fiziği dünyada çok etki uyandırmış bir şeydir ama Alman topraklarında Newton fiziğinin zıddına fizik doğmuştur. Mesela Newton fiziğine göre biliyorsunuz bir prizmadan güneş ışığını geçirirsiniz 7 renge ayrılır. Bu yedi rengi belli bir hızla çevirdiğiniz zaman beyaz olur. Bu Newton’un yaptığı bir deney. Dolayısıyla Newton fiziği der ki: “Beyaz diye bir renk yoktur.” Yedi rengi belli bir hızla çevirdiğin zaman beyaz görürsün. Siyah diye bir renk de yoktur çünkü ışık almayan her şey siyahtır. Bunlar Newton fiziğinin aforizmaları içinde ama bütün dünyayı, bütün insanları ilgilendiren şeyler tabii. Yani Newton fiziğine göre 3 asal renk vardır: Kırmızı, mavi, sarı. Diğer bütün renkler bunların çeşitli büyüklükte karışmasından doğar. Ama mesela Goethe, Farbenlehre diye bir beş ciltlik kitabı var. Orada bütün renklerin mahiyeti hakkında Newton’unkiyle mutabakat halinde olmayan tezler ileri sürmüştür.
Evet Ruslar, Batı’nın bu kadar dikkati çeker nimetlere kavuşmasının sebebini tahsil hayatında gördüler ve 18. yüzyılda henüz -Büyük Petro der bütün dünya biz Deli Petro deriz- onun zamanında Rusya’yı yönetecek insanları yetiştirecek okulları açmaya başladılar ve bu bütün Rusya’da devam etti. Çok enteresan bir şekilde Rus milleti tahsil yani mektepte tahsil görmese bile yayınlar yoluyla bilgilendi. Bu gelenek hiç kesilmediği için bugüne kadar işe yaradı. Yani şimdi oligarklar falan diyorlar. Onlar bu işlerin bir versiyonudur yani. Yani ben de kendi payıma hiç Rus turistlerin gelip Türkiye’de turizmi ihya edeceklerini düşünmezdim ama oldu yani. Yani Ruslar kendilerinin hafife alınacak insanlar olmadıklarını, bunu Putin’in konuşmalarında çok rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz, teşekkür eder. Bilmem ne mühendislerine teşekkür eder, bilmem ne mühendislerine teşekkür eder yani çünkü bu adamlar yaptılar, yapıyorlar hala yani.
Bu sene de herhalde Kurban Bayramı Hac mevsimine denk gelecek. Mesela enteresan haberler dinliyoruz, gözlüyoruz: Mısır, Rusya’ya füze satmış yani. Bu hayret edilecek bir şey. Yaptığımız bir çok şey; çok akıllı, çok kabiliyetli çok marifetli, olduğumuz için yaptığımız şeyler değildir. Yaptığımız şeylerin çoğu, ahmaklığımızdan yaptığımız şeylerdir çünkü biz kendi farkına vardığımız şeylerin, rahatlıkla başkaları tarafından da farkına varıldığı zannıyla yukarıdan konuşuruz. Yani olduğumuz yerin daha üstünden konuşuruz. Ve onun için insanlar da olduğumuzdan daha yukarıda sanır bizi yani.
Gökhan Göbel bana şey demişti yani gene sizi kürsüye oturtalım, oradan konuşursunuz demişti. Ben de ona cevaben demiştim ki: Dinlemeye gelen olacak mı? Yani. Oldu.
İsmet Özel, 2 Şevval 1444 (22 Nisan 2023)
TİYO'nun ilk kitabı olan “Desem Öldürürler Demesem Öldüm”ün yeni baskısında Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in yazılarını hem Kur’an hem de Latin harfleri ile bulacaksınız.
"Sınıf Bilinci" mecmuasının "Kış" nüshasının neşrolunması vesilesiyle tertip edilen panel 4 Şubat Cumartesi günü İstanbul Şubemizde yapıldı.
"TEHDİT DEĞİL TEKLİF" ile "İRTİCA ELDEN GİDİYOR" kitaplarının yazıları konularına göre sıralanıp tek bir kitap olarak neşredilmiştir. Kitabının arka kapağında şunlar yazılı...
Derneğimizin hazırladığı on sekiz adet şiir kartı TİYO Yayıncılık'tan ve dernek şubelerimizden temin edilebilir.
İstiklâl Takviminin 1441 senesine ait yeni nüshası neşrolundu.