"Her yerde İstiklâl Marşı'nı hem söz olarak, hem şarkı olarak tekrarlıyorduk."
BOYUNA GELEN 
HÜRRİYET

 

Hürriyetin ilanından hemen sonra dünyaya gelmişim... İlk hürriyet çocuklarındanım sizin anlayacağınız.
Hürriyet çocuğu olmam, üç beş yıl sonra Vahdettin gibi bir adam tahta çıktığı gün, hükümetin önünde «Padişahım çok yaşa!» diye bağırtılmama hiç de engel olamadı. Hem hürriyet çocuğuydum, hem de her fırsatta nerde olursa olsun bağırtılıyordum: 

«Padişahım çok yaşaaa!...» 

Sonradan olma Osmanlı değilim ben, bazı yazar arkadaşlarım gibi, anadan doğma Osmanlı'yım. Ama Osmanlı' lığım çok sürmedi, ancak yedi sekiz yaşıma kadar Sonra Harbiye'nin kapatılması ile başöğretmen olarak okulumuza gelen genç bir Harbiye'linin isteğine uyarak kırmızı fesimi yere çaldım, bir kalpak geçirdim başıma, oldum bir Kuvayi Milliyeci.
Bilmeden Osmanlı oluşum bitti, oldukça bilinçli bir Mustafa Kemal'ci oldum. Cide'de kurulan «İstihbarat Odası» nda Harbiye'li başöğretmen tarafından görevlendirildim, başladım köylere dağıtılmak üzere ajansları kopya etmeğe. Halkın istilacılara karşı açtığı savaşın bütün haberlerini ayrıntılarına kadar karbonlu kağıtların üstünden bastıra bastıra kalem yürütüp çoğalttım. Yalı'dan cephane taşıyan yürekli gemicilerin takalarını yüzdürdüm, Yunan gemileri tarafından sıkıştırılanları karaya çektim. Hemşerim Rahime Kaptan'ı da obur kaptanlarla birlikte bugünlerde tanıdım. Gene bugünlerde Mehmet Akif’in şiirlerini okudum, onun inanmış sesiyle:
 
«Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
Bu yol ki hak yoludur dönme bilmeyiz, yürürüz.»

 «Padişahım çok yaşa» diye bağırdığım hükümet meydanında Ferdaları, Millet Şarkılarını da okudum. Yunanlı'ları denize döktüğümüz gün çarşı ortasında kurulmuş, defnelerle donatılmış bir sayvandan bağırdım. Fikret'in ağzı ile:

 «Ey, hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, varol.»

1908 de hürriyete kavuşan memleket 1922 de istiklali öğrenmiş oluyordu, artık ne istilacı görecektik, ne sömürgeci. Hemen her yerde İstiklâl Marşı'nı hem söz olarak, hem şarkı olarak tekrarlıyorduk. İstiklal Marşı'nın önce şiirini ezberletmişlerdi bize. Başöğretmen defterlerimize yazdırıyordu:
«Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celal!»
Bu mısraı yazarken değil de yazdıktan sonra okurken ilk tokadı yemiştim. Öğretmen yazdırırken «bir gül» ü, virgül olarak geçirmiştim defterime:
«Kahraman ırkıma, ne bu şiddet bu celâl!"»
1926 larda Büyük Millet Meclisi’nin bu marşı değiştirmek için açtığı yarışmaya bu tokat yüzünden katılmış olacağım. Sonraları sınıf arkadaşım Hilmi Özgen bir anısında yazmıştı bunu. Bana bu şiir için Ankara'dan bir teşekkürün geldiğini de belirtmişti anılarında. 
Cumhuriyet ilân edildiği gün Terme’de sıtmadan yatıyordum yorgan döşek. Top seslerini yatağımda duymuştum. Cumhuriyetçiliğim, Kuvayi Milliyetçiliğim gibi hızlı olmamıştı. Gene ateşli idim ama, bu ateş daha çok sıtmadan ileri geliyordu!
Ortaokulu Kastamonu'da okurken Mustafa Kemal’in emri ile Kuvayı Milliye kalpağını çıkarıp şapkayı geçirdim başıma. Artık devrimci oluyor, batının uygarlık düzeyine doğru yükseliyordum. Fes gitti, kalpak gitti derken kaç tokat karşılığı öğrendiğim eski harfler de gitmiş, yerine Latin harfleri gelmişti? Devrimler sürüp gidiyordu: Vereme yakalanıp da Yakacık Sanatoryumu’na düştüğüm günlerde Mustafa Kemal öldü. Devrimlerin hızı da kırıldı.
İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Şair olmuştum. Gerçekçi, toplumcu, devrimci şair. Kelepçeler, zincirler geldi peşinden. Savaş bitti, Misuriler geldi. Yeniden sorgular sualler, Sultanahmet'ler, Davutpaşa’lar!..
Ve 27 Mayıs geldi, Anayasası ile birlikte. Hürriyet bir daha geldi.
13 yıl geçmiş bu 27 Mayıs Bayramı üstünden. Bugün erken kalktım, tam onüç yıl önce de erken kalkmıştım, çok erken. Bir gazete aldım, Orhan Kemal roman armağanının Çetin Altan tarafından kazanıldığını yazıyordu. Geçen yıl da Yılmaz Güney kazanmıştı.

 

Bu armağandan kendime bir öğünme payı çıkartarak sevindim. Orhan Kemal İkbal Kahvesi adlı bir kitapta şöyle söylüyordu:
«İlk hikâyem, Rıfat Ilgaz'ın sorumlu müdürü bulunduğu Yürüyüş dergisinde çıktı.»
Şu rastlantılara bakın!. Orhan Kemal ilk hikayesini Bursa Cezaevinden göndermişti. Tam otuz yıl sonra, adına acılan roman armağanını kazanan Yılmaz Güney de cezaevindeydi. İkinci armağanı kazanan Çetin Altan da öyle*
Gazeteden okuduğum haber şöyle bitiyordu:
«Çetin Altan tutuklu olduğundan armağanı Sağmalcılar Cezaevi'nde verilecektir.»
Başarını ve Hürriyet Bayramını kutlarım Çetin Altan!

 


* Şu güzel rastlantıya bakın ki 1982 de Orhan Kemal Roman Armağanını da. Yıldız Karayel adlı romanımla ben kazandım. Hem de bir gözaltı dönüşü...

 

Rıfat Ilgaz, Cart Curt
Çınar Yayınları, 1984,  İstanbul, s.17-20

 

 

Sezai Karakoç - Mehmet Âkif

“Bülbül” ve “İstiklal Marşı” bu ölüm kalım günlerinin, Safahat’a kattığı destan parçalarıdır. Ve o günün bir daha yaşanmaz macerasının kelam anıtları...

İstiklâl Marşı Bestesi Üstüne Düşünceler

Bilindiği gibi İstiklal Marşımızın milli marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisince kabulü 12 Mart 1921 tarihine rastlar.

Millî marş...

San'atkâr elinde kalem, dokunduğu yerden nur çıkaran bir peygamber asasıdır. Fakat, dokunduğu yer, ya bir kuru taş olmalı, ya bir kara toprak.

Ankara Namazgahında Şükran Namazı

Yukarıdaki klişeye lütfen dikkatle bakınız: Millî Mücadelenin temel felsefesi olan Tekâlif-i Milliye, en ücra köyde, fedakârlığı halkın vicdanına ve imânına tescil ettirecek

Millî Marş Meselesi

Çok saygı değer Abidin Daver Bey, Bundan bir ay kadar evvel Hem Nalına hem Mıhına sütununuzda Romanyalıların İstanbula gelişlerinden ve İstiklâl marşımızı hemen...

Yeni bir millî marş

Mehmet Akif'in İstiklâl marşında “İstiklâl” kelimesi bulunduğu için, bazı muhalifler...

Balıkesir’de, Kastamonu’da, Ankara’da; Evde, Sokakta, Camide, Her Yerde Âkif’in Sesi

Cihanın yedi ikliminin yetiştirmesi, çeşit çeşit renk renk insanlar, vahşet bahsinde ittifak etmişler, kudurmuş gibi saldırıyorlar, her taraftan gülle, ateş yağdırıyorlar… Fakat bütün bu cehennemî taarruz, “pâk alnının istihkâmına sığınmış kahraman Mehmed’in göğsünde sönüyor.”