Şair-i şehîr Mehmet Akif Bey’in güftesini yazdığı İstiklâl Marşı’mızın hala suret-i resmiyede kabul edilmiş bir bestesine malik olamadık. İki sene oluyor ki Maarif Vekâleti bu marş güftesinin bestelenmesi için mûsikîşinaslar arasında bir müsabaka açmış ve eseri kabul olunan zâta üçyüz lira mükâfat-ı nakdiye îtâsı mukarrer bulunduğunu ilan etmiş idi.
Mevsuk bir menbadan aldığımız mâlûmata göre şimdiye kadar bu müsabakaya iştirak edenlerin adeti altmış üçü bâliğ olmuş ve hatta bazı esâtize-i muktedire tarafından aynı güfte yedi sekiz makamdan muhtelif tarzlarda bestelenmiştir. Vaad edilen mükafata nâiliyet ümidinden ziyade şüphesiz böyle tarihi bir eserin bestekârı olmak şerefini kazanmak arzusuyla mütehassis bulunan bu zevat, eserlerini bir taraftan Ankara’ya göndermekle beraber diğer taraftan da hemen tab ve temsil ettirerek –resmen mazhar-ı kabul olmuş gibi- mekteplerde ve şurada burada okutmağa başlamışlardır.
Acûl bestekarlarımızın bu sabırsızlığı neticesi olarak ortada (İstiklâl Marşı) namı altında mütenevvi ve aynı zamanda besteleri cidden berbat marşlara tesadüf olunmaktadır. Hiç unutmayacağım: Sevgili İsmet Paşa’mızın şehrimize ilk geldikleri gün İstanbul’a inmek üzere Beylerbeyi iskelesinde vapur beklemekte idim. Köyümüzün mekteplerinden birinin talebesi ellerinde bayraklarla vapura binmek için oraya geldiler. Çocukların okuduğu İstiklâl Marşı pek acemice bestelenmiş bir eser idi. Bu kafileden sonra iskeleye gelen diğer mektebin çocukları ise aynı güftenin ikinci bir bestesini okuyorlardı ki bu iki muhtelif besteden hangisinin daha bozuk olduğunu tayin ve takdirden aciz kalmış idim. Zihnim bunlarla meşgul iken beklediğimiz vapur geldi. Vapurun güvertesini Kuleli Askeri Mektebi’nin talebesi doldurmuş idi. Bu efendiler de İstiklâl Marşı’nın hicazkâr makamında ve şark üslubunda başka bir bestesini okuyorlardı. Artık Kuzguncuk’tan binen diğer bir mektep tâlibâtının da marşın dördüncü bir bestesini okuduklarını söylemeğe –zannederim ki- hacet kalmamıştır. Elhasıl o gün akşama kadar sokaklarda birçok marşlar dinlediğim halde bunlardan hiçbirinin güftedeki ulviyyet ve asalet-i mazmunu ifade edecek bir üslubda bestelenmediğine maateessüf şahit olmuş idim.
Sırası gelmiş iken arz edeyim: Bir zamandan beri içimizde bir takım bestekarlar türedi. Bu adamlar esasen münhasıran alafranga musiki ile meşgul oldukları için Türkçe bir güfteyi bestelemek istedikleri vakit evvel emirde bittabi tamamıyla garp musikisi tarzında bir hava yapıyorlar. Sonra güftenin havi olduğu kelimelerin her hecesini –icabat-ı îkaiyyeyi hiç nazar-ı dikkate almayarak- keyf-i mâittifak o havanın notaları üzerine taksim ve tevzi ediyorlar; bu suretle husule gelen ucube-i musikiyede dinlenmeye daha doğrusu dinlenmemeye şayan bir şekil alıyor. Bu gibi havalar güftesiz olarak bir saz ile çalınsa alafranga bir parça niyetine pekala dinlenebiliyor. Lakin güfte ile okundukları vakit okuyan zâta insanın sâible beraber:
خاموشئ تو بجای موسیقاراست
diyeceği geliyor.
Geçenlerde bulunduğumuz hususi bir mahfilde aynı tarzda bestelenmiş bir (ilahi) okundu. Sâmiin gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. İlahide zikri geçen isim pak-i nebevi ile sair elfaz-ı mübareke o suret-i garibede terennüm olunuverdi ki herkes gülerken benim ağlayacağım geldi. Nihayet huzzardan ve zurafa-yı meşayihimizden bir zat-ı muhterem dayanamayıp:
-Bu ilahi devr-i istibdatta sefaret imamlığıyla Avrupa’ya giden bazı kimselerin başlarından sarığı çıkarıp lata ile şalvar üzerine silindir şapka giymelerine, yarı İslam ve yarı Hıristiyan kıyafetinde gezmelerine benziyor. İlahinin güftesi Müslümanca, bestesi de Frenkçe!..
Demeye mecbur olmuş idi. İşte o gün sokaklarda dinlediğim marşların kısm-ı azamı bu tarz nevzuhurda yapılmış şeyler idi.
Maarif vekaleti celilesi bir hayli zamandan beri devam eden bu tezebzübe artık bir nihayet vermek zamanı gelmiş olduğuna bihakkin hükmetmiş olacak ki bu ana kadar bestelenen 63 marşın notalarını bir torbaya doldurarak ahiren İstanbul vilayeti maarif müdüriyetine göndermiş ve bu meyanda eserleri bulunmayan binaenaleyh bîtaraf olmaları iktiza eden zevattan mürekkep bir encümende bunların tedkikiyle içinden beş tanesini intihap ve Ankara’ya irsali lüzumunu iş’ar eylemiştir. İşittiğimize göre Şerif Muhyiddin Bey’le Ziya Paşa, Zekaizade Ahmet Efendi, Zatî, Hüsamettin ve Rahmi Bey’lerden teşekkül eden bu encümen geçen haftadan beri ictimaa başlayarak mebhusün anh notaların tetkikiyle meşgul olmakta imiş.
Şimdi asıl mesele bu beş marşın intihabı için encümenin ne gibi ilmî esaslara istinat edeceğinin tayininden ibaret bulunuyor. Öyle zannederim ki bu cihet bilhassa şayan-ı tefekkürdür. Her şeyden evvel millî musikimizin usul ve kavaidine ve Türklerin üslub-u tegannisine tevafuk etmeyen koyu alafranga eserler bir tarafa ayrıldıktan sonra bu yolda nakayısı havi olmayan mütebaki âsârın bediî bir nokta-i nazardan yekdiğerine rüchanı takdir etmek lazım gelir ki bu da pek kolay bir iş değildir. Bir de intihab edilecek bu beş marşın elbet beşi de kıymet-i bediiyyesi itibariyle mütesavi derecede olamaz; bunların içinden biri Ankaraca intihab edilecek ise olabilir ki binnisbe fennen daha az kıymetlisi mazhar-ı intihap olur. Binaenaleyh encümen –her türlü temayülât-ı tarafgiraneden tecerrütle- bu babdaki fikrini serbetçe söylemeli ve bu marşların birincisi şudur, ikincisi budur... diyerek beşine de birer sıra numarası koymalıdır. Böyle yapılmadığı takdirde bu beşten en alasının resmen kabulü ciheti kat’iyyen taht-ı temine alamaz.
Emr-i intihabda encümenin nazar-ı dikkatini celb edecek mesailden biri de güfte taksimatının vezn-i şiire ne dereceye kadar muvafık olduğunu araştırmaktır. Matbu marş notalarının bazılarında Akif Bey’in şiiri güya parmak hesabıyla yazılmış gibi hecelerin mütesavi itibar edildiği görülmekte ve mesela:
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Mısraının ilk kelimeleri olan (kork, ma, sön, mez) heceleri şiirde hasbelvezn yekdiğerinin aynı uzunlukta olmadığı halde bestesinde bu dört heceye birer dörtlük kıymetine muadil notalar tesadüf ettirilmektedir ki bu tesavinin şiirdeki letafet-i aruziyyeyi ihlal ettiğine şüphe yoktur. Marşın bestesinde (ma) hecesi diğerlerinden daha kısa bir notaya iktiran ettirilse elbet daha hoş olurdu.
Şurası da itiraf edilmelidir ki Akif Bey bu marş güftesini parmak için remel bahrinin (fâilâtün feilâtün feilâtün fâilün) veznini intihab etmekte bestekarlık nokta-i nazarından isabet etmemiştir. Cenab-ı Akif şiirini (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün) vezninde yazsa idi bestesi daha zengin olurdu; filvaki bu vezin, marşlarda vücudu matlub olan sarsılmaz azim ve şiddeti “aynen” tekerrür eden (fâilâtün) darbeleriyle daha beliğ tasvir ediyor. Fâilâtün cüzü aruzcuların ıstılahı vechile (mahbun) olup da (feilatün) veznine münkalip olunca evvelki azim ve şiddet yarı yarıya azalıyor. Namık Kemal merhumun:
Ey vatan ey ümm-i müşfik şad u handan ol bugün
Güftesiyle İstiklâl Marşı güftesi yekdiğerini müteakip inşad edilir ise her iki veznin güftelere verdiği ahenk farkı bissuhule anlaşılıyor.
Bazı kimselerde dahi bu gibi milli marşlar hakkında garip bir fikir var: Mesela falan bestekar kendi eserinin Avrupa devletlerinin milli marşlarına sanat itibariyle faik olduğunu iddia etmekte, diğer birisi de kendi marşının samiin üzerindeki tesirinden bahsederken huzzar arasında bulunan bir kadının daha ilk batutalar çalınmaya başlar başlamaz (Ah!...) diye yere düşüp bayıldığını söylemekte imiş!Musikişinaslarımız arasında kendi eserleri lehinde –galiba musiki encümeninin kulağına gitsin fikriyle olmalı- daha öyle garip propagandalar yapanlar var imiş ki bu cümleden olarak işittiğimiz rivayatı muhil-i ciddiyet bulduğumuzdan buraya nakle lüzum görmüyoruz.
Bir kere şurası bilinmelidir ki milli marşlar sanat eserleri değildir; bunlar her milletin tarihinde muazzam bazı vakayiin hengam-ı hudüsünde o milletin samim-i ruhundan kopup gelmiş olan heyecanlı hissiyatın nağmelerle tasvir edilmiş bir şekl-i hoş-âyendesidir. Fransızların meşhur Marseyyez’i 1792’de Fransa ihtilalcileri tarafından Avusturya’ya ilan-ı harp edildiği sırada Rouget de Lisle namında genç vatanperver bir şairin güfte ve bestesini bir gecede yazdığı bir eserdir ki bu zatın tahsil-i musikisinin derecatı bile muhtac-ı tetkikdir. Hatta bazı müdekkikler Marseyyez’in bestesi de bu şairin eseri olduğunu inkar ederek asıl bestekarın malum olmadığını iddia ederler.
Komşu hükümetlerden Bulgarların Shumi Maritsa unvanlı milli şarkısı da 1876 tarihindeki Türkiye-Rusya muharebesi esnasında Bulgar ihtilalcileri ağzında bazı yerleri eski bir Bulgar şarkısından alınarak vücuda getirilerek umum-ı milletin mal-ı müştereki addolunmuş bir havadır.
Avrupa’nın en ileri gitmiş bir millet musikisi olan Almanların milli marşı adeta basit bir ıskaladan ibarettir; çünkü bunun tezahürat-ı milliyede bila istisna bütün ahali tarafından okunacağı nazar-ı itibara almıştır. Anadoluda bütün halkın darülelhan mezunu olmadığı düşünülecek olur ise böyle Avrupa’daki emsalinden daha sanatkarane yapılmış marşları kimlere okutacağımız cay-i sual olsa gerektir.
Hulasa-i kelam, musiki encümeninin arz ettiğimiz nikattan hiçbirini ihmal etmeyerek ve belki de bizim hatırlamadığımız daha başka cihetleri de nazar-ı dikkate alarak bu hususda salim ve her suretle bîtarafâne bir karar ittihazına muvaffak olmasını bütün samimiyetimizle temenni ederiz. Netayic-i müzakeratı havi yazılacak mazbatada intihab edilen beş marşın yekdiğerine tercihini mucib olan ilmî esbabın tesbit ve izahı da bilhassa şayan-ı arzudur. Şurası da unutulmamalıdır ki bu meselede umum-ı millet alakadardır. Çünkü, millet bu kadar fedakarlığı pahasına elde ettiği istiklâl ve hakimiyetinin tannan timsali addolunacak milli marşının, öz bediî zevkiyle kendine has üslüb-u tegannisine uygun, ilmî ve fennî nekayıstan âri olmasını istemeğe ezher cihet hak kazanmıştır.
Rauf Yekta, Vakit Gazetesi, 25 Ramazan 1341 (11 Mayıs 1923)
İstiklâlimizi ebediyen kazanıp Cumhuriyete kavuştuktan sonra millî ahlâkımızda bir cihet, bütün açıklığıyle göze çarpıyordu: Bayrak saygısı… Bu, pek tabiî bir neticeydi. Çünkü İstiklâl Harbi neydi? Bayrağımızın İstiklâli, hür ve müstakil topraklarımız üstünde dalga vuracak olan mukaddes Türk Remzinin hâkimiyeti için çarpışmış değil miydik?
Ebedi şair Mehmed Akif’e behemehal gerilik isnad eylemek istiyen muarızları...
Gece yarısıydı. (Haber)in sahibi ve ben, otomobille gazeteye doğru geliyorduk. Yolumuz Sirkeci taraflarında dar bir sokağa saptı. Kimi kârgir, kimi ahşab, kümes gibi bücür iki sıra ev arasında, Arnavut kaldırımlı dar bir sokak. Pencereler, katran dolu küplerin açık ağızlarile, içerdeki karanlığı çerçeveliyordu. Sokakta, şeffaf uyku hayaletlerinden başka ne in, ne cin...
Mehmet Akif Ersoy'da Türk Kimliği
Vatanperverliği, Türkçülüğü ve Türk Kimliği
“Bağımsızlık”la silinmesine çalışılan “İstiklâl” kelimesine bakalım: Bu memleketin çocukları “Ya istiklâl, ya ölüm!” diye cephelere koşmuş, kanlarını bu kelimenin
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Mehmet Akif edebiyatımızda bir din şairi olarak tanınmıştır. Ona Kemal gibi, Fikret gibi Vatan şairi demek bu yüzden biraz güç olmuştur. Akif’i anan kalemler bu noktada mutlak dururlar.