PIRASANIN BOLLUĞU
İSMET ÖZEL
.

Çocukluğumda olmayacak istekleri dile getirdiğimizde bize büyüklerimiz “Nerede o pırasanın bolluğu?” sualini sorarlardı. Doğrusu, pırasanın nadir bulunan bir şey olmamasına rağmen bu tabirin uydurulmasına sebep olan hikâyeyi bilmiyorum. Bildiğim şey hayatın sırrının çözülemeyeceğidir. Hayat canlılığı dışa vuran bir şeydir. Fakat canlılık nedir? Pozitivistler benim bildiğimin tersini bilir. Hepsi gün gelip dünyada sır diye bir şeyin kalmayacağını savunur. İşte meselenin düğümlendiği yer burası. Canlılara can nereden gelir? Eğer bazı taşlar Allah korkusundan tepeden aşağı yuvarlanıyorsa heyelân dilsiz değildir. Doğal afet tabiri hem çirkin, hem insanları mazur gösterici ve hem de ahlâksızdır. Eğer gökten inen sular insansızlaştırılmalarının cezasını insanlara ödetiyorsa tabiat her zaman insanlarla diyalog halindedir. Vakıa fizikten ibaret değildir. Fiziğin ötesi de vakıanın bir parçasıdır.

Geçmişimiz renklidir. Onun kirli ve temiz tarafları olduğunu akıldan çıkarmamak lâzım. Biz Türklerin nimet bildiği, Rasulullah’ın tadını bilmediği buğday ve bütün edebiyatlara malzeme temin eden gül tabiatta yoktu. Tozlaşma yoluyla birçok yeni türle tanıştık. Buğday ve gül çevremizi kirletmedi. Onların çokluğundan şükranla bahsederiz. Cemaatle namaza giderken yemekten kaçınmamız istenen pırasanın bolluğu da bu minval üzere arzuladığımız çerçevededir. Antik Yunan’dan itibaren bir çerçeve düşkünlüğümüz var. Fotoğrafın ve elbette ona bağlı tekniklerin yaygınlığı çerçeve düşkünlüğümüzün rahatsızlık vermesini engelliyor. Ya kendimiz bir çerçeve üretiyoruz veya başkalarının ürettiği çerçevelerin kurbanı oluyoruz.

Dünya hayatında karşımıza çıkan hadiseleri bir çerçeveden görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü tabiatın bir parçası olarak insan tabiatın bütününü yönetemez. Toplumun bir parçası olarak insan kendine de keyfince yön tayin edemez. Bir yerden geldiğimizi inkâr edemiyoruz. Doğmadan önce şartlanmalara tâbi oluyoruz. Doğumdan sonra iş hem çatallaşıyor, hem çetinleşiyor. Ailenin, mektebin ve temas ettiğimiz her türlü ortamın etkilerini üstümüzde taşıyoruz. Müşfik bir annenin veya kurallarından taviz vermeyen bir annenin çocuğu olmak aynı sonucu vermiyor. Neyin lehimizde, neyin aleyhimizde cereyan ettiğine karar verme konusunda hiç sabırlı değiliz. Post-Kolonyalistler müstemlekecilik lehine bir tavır takındıklarını ya bilmiyor veya bilinmesini istemiyorlar. Zapt etmek ve müstemleke haline getirmek Avrupalıların iftihar ettiği şeylerdi. Avrupa devletlerinin ve giderek aydınlarının İsrail devleti karşısında takındıkları tutum hiç bundan geri adım atmaya yanaşmayacaklarını gösteriyor.

Çamurlu suyla dolu kovanın berraklaşması için kovayı sarsıntıdan sâlim kılmak ahmaklığın daniskasıdır. İstenilen bir süre gerçekleşse bile en küçük sarsıntıda kovadaki su bulanacak, sarsıntı devam ettiği takdirde bulanıklığa alışma çabaları baş gösterecektir. O halde ne yapmalı? Tek çare kovadaki çamurlu suyu boşaltmadadır. Su kalabalıkların mekruh hale getirdikleri alana boşaltılacak, şartlanacak ve kova berrak suyla yeniden doldurulacaktır. Nasıl olacak bu? Hz. İsa’nın yeryüzünde yeniden belirmesini mi bekleyeceğiz? Öyle bile olsa insanlar arasındaki din farkı meseleyi berraklaştıracaktır. Yahudilerin böyle bir bekleyişe kapılmalarını düşünmüyorum. Hz. İsa’nın ilk gelişini bile kendi varlıkları ve cemaat hayatları için tehlikeli bulan zümrenin tüylerini ikinci geliş diken diken edecektir.

Hıristiyanlık deyince neyin anlaşılması gerektiği hususunda bütün kafalar karmakarışıktır. İstanbul’un Türkler tarafından fethinden önce yaşanan bir Ortodoks-Katolik bölünmesi var. Roma kilisesi Fener Patrikhanesini aforoz etti. Mukabelesini de gördü. Kimin Katolik, kimin Ortodoks olduğunu haç çıkarma biçimlerinden anlayabilirsiniz. Modernliği Protestanlıkla veya Katolik kilisesiyle çatışma vakıasıyla başlatanlar var. Sayıları ne kadar çoğalmış olursa olsun Hıristiyanların hepsinin üzerinde anlaştıkları husus “Tanrı’yı kıyamete zorlama” tasavvurudur. Yeryüzüne kötülüklerin süratle yayılmasının sebebi bu tasavvurdur. Tanrı’yı kıyamete zorlayabileceklerini tasavvur edenler bizim alçaklık olarak gördüğümüz her şeye umutla bakıyor. Teknologi öncülüğü yapmak da teknologinin kuyruğuna takılmak da aynı kapıya çıkıyor.

Teknologide öncü olmanızın teknologinin kuyruğuna takılmaktan farkı yok. Çünkü başımıza gelen sadece tek başımıza bizi ilgilendiren bir şey değildir. Öncülük de etsek, kuyruğa da takılsak geçerli düzenin bir unsuru olmaktan çıkmıyoruz. Paradan nefret edebiliriz; ama aramızda parayı hesap dışı tutarak hayatını devam ettirebileceğine inanan var mı? İnsanların Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye ayrıldıkları günlere dönmek zorundayız. Ancak bunu başardığımız zaman kiminle temas halinde olduğumuzu anlayabiliriz. Dikkatimizi bizatihi kendimizin gerçekleştirdiği temaslara çevirmeliyiz. Anamızdan, babamızdan ve cümle akrabalarımızdan bize hayır ulaşmaması mümkündür. Ebu Leheb Rasulullah’ın amcasıydı. Arkasında namaz kıldığı Hz. Ebubekir’in ise Rasulullah’la hiçbir kan bağı yoktu. Demek ki, ilkelerle insanlar arasında ne türden bir ilişkinin doğduğuna akıl erdirebilmemiz şarttır. Bize lâzım olan önce sabırdır. Hz. Ömer Müslüman olduğu zaman İslâm ümmeti dediğimizde ancak kırk kişiyi anlıyorduk. İstiklâl Marşı “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın” diyor. Bu vaadin kuvveden fiile geçeceğine kalben inanan kaç kişi var? Bizim, biz Müslümanların geleceği onların kemiyet ve keyfiyetlerine sıkıca bağlıdır.

İsmet Özel, 1 Şevval 1445 (10 Nisan 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.