DAR KAFA, GENİŞ MEZHEP
İSMET ÖZEL
.

Tanzimat fermanının okunması akabinde Türk yönetimi altındaki yerlerde yapılan ilk değişiklik mürtetlerin, irtidad edenlerin öldürülmesinin yasaklanmasıydı. Gayri-Müslimlere gün doğmuştu. Yani İslâm kültürünün yürürlükte olduğu sahada Müslüman olarak bilinen bir kişinin tanassur etmesi veya Musevîliği benimsemesi, o da olmadı; Budizm’i veya Şamanlığı benimsemesi halinde devletin hiçbir müdahalesi gerekmeyecekti. Oysa gelenek dâhilindeki uygulamada Allah’ın dinini önce benimser görünüp sonradan terk eden kimsenin toplumda yeri yoktu. Dar kafalılıkla bu surette tanıştık. Müslüman bilinenlerin İslâm’ı reddettikleri zaman öldürülmelerini yanlış bulanlar dar kafalı, o kimselerin yaşama hakkını savunanlar geniş kafalı sayıldı. Bu kadarla kaldı mı iş? Hayır. İslâm’ı ömrünün bir safhasında reddedenleri toplumun şiddetle dışlayacağı bilindiği için onlara açıktan “gâvur” denmedi; mezhebi geniş dendi.

Uzun sözün kısası: Devletin III. Selim saltanatından itibaren benimsediği Batılılaşma politikası ve Cumhuriyet idaresiyle birlikte üzerimize çöken inkılâplar milletin ideologisini dar kafalılıktan kurtulma ve mezhebini her alanda genişletme kıskacı içine hapsetti. Topluma ister istemez kabul ettirilen yenilikleri dar kafalılıktan kurtulma adına özümsedik. Mezhebimizi geniş tutmamız vicdan azabıyla tanışmamızı engelledi. İleriye, daha ileriye gitmeliydik. Gittik mi? Bu sualin hak ettiği cevabı ancak Dünya Sistemi ile kenetlenmiş Türkiye’nin Sistem’in kaymağından bir parmak dahi tadamayışından çıkarabiliriz. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) ilerlemenin bir belirtisi olmalıydı; ama olmadı. Türkiye’deki lisans eğitimi YÖK faaliyete geçmeden önce Avrupa üniversitelerinin lisans eğitimiyle denk sayılıyordu. YÖK’ün ortaya çıkması Türkiye’deki lisans eğitiminin değerini yüzde elli düşürdü. Yani dört yıllık Türk üniversitelerini ikmal edenler Avrupa’da üniversite mezunu sayılabilmeleri için eğitimlerine devam etmek istedikleri kurumda iki yıl daha ilâve etmeleri gerekiyordu.

Neden Medeni Kanun’un varlığı ve müessiriyeti inkâr edilemediği halde Devletler Hukuku’nun ne şüphesiz varlığından, ne de şüphesiz müessiriyetinden bahis açabiliyoruz? Çünkü konulan her yasanın bir güdücüsü vardır. Her devlet yurttaşlarının hayatını tanzim edebildiği nispette devlettir. Bir devletin mevcudiyetinin hudutları yurttaşlarını icbar ettiği şeylerden oluşur. Eğer bütün devletleri bir biçimde davranmağa zorlayan güç varsa milletlerin istiklâlinden değil, ihtiyaçlarına olan bağımlılıktan söz edebiliriz. Dünya Sistemi ihtiyaçlarına bağımlı milletlerin güç verdiği bir işleyiş gösterir. Başına buyruk devlet bir başka devlete avuç açmayan devlettir.

Türk olmak için her sahada istiklâle tutkun olmak zaruridir. İstiklâline tutkun Türk milliyetçilik tavrını Küçük Asya veya Diyar-ı Rûm olarak bilinen toprak parçasını İslâm’ın yeniden filizlendiği saha haline getirmek suretiyle gösterdi. Dikkatinizi Haçlı Seferleri sonrasında Büyük Selçuklu devletinin olduğu kadar Anadolu Selçuklu devletinin de İslâm’ı tercih etmiş olmasına, buna rağmen İslâm’a mahsus verimlerin ancak Gaza Beylikleri döneminde yaşadığımız topraklarda alınabildiğine çevirmenizi bekliyorum. Nedir İslâm’a mahsus verimler? Bunlar sadece köprüler, camiler, kervansaraylardan ibaret midir? Gözün gördüğü eserleri elbette hesap dışı tutamayız. Ancak biz Müslümanları bugüne getiren gözle görülmeyen, elle tutulmayan eserlerdir. Batılılaşma hafızamızı sildiği için bugün neyi kaybettiğimizi hatırlamıyoruz. Bu yüzden Türk milletinin tarihini kavramamız imkânsız hale geldi. Madem kavrayamıyoruz bari anlayalım.

Kavramak “Yoldan bir taşı kavradığı gibi muhatabının kafasına geçirdi” cümlesinde olduğu gibi bir nesneyi veya düşünceyi amacına uygun bir kullanıma hasretmek üzere ele geçirmektir. Anlamak ise anlaşılan şeyin, bu bir nesne veya düşünce olabilir, tarafını tutmak demektir. Bu durum Türk olmak ile Türk milletine mensup olmanın aynı şey olduğunu bize gösterir. Türk milletinin tarihini anlamağa başladığımız andan itibaren kendimizi bir sorumluluk alanı içinde buluruz. Farkına vardığımız ilk şeyin türkülerimiz olduğunu bilmek doğru yolu tutturduğumuzu gösterir. Hâkim sınıfların himayesinde geliştirdiğimiz müzik türünün toplumun çoğunluğu nazarında geçerli olanına vaktiyle “Doğulu” anlamında “Şarkî” veya yaygın haliyle “Şarkı” demişiz. Türkü dediğimiz şey başlangıçta Türk ağzına yakıştığı için başlangıçta “Türkî” olarak telâffuz edilmiş olmalıdır. Türkülerin çoğunluğu (bilhassa Rumeli türküleri) üst tabaka müziğinin tınısı yakın makamlarında icra edilir. Bu durum bize Türkleşmekle İslâmlaşmanın nasıl iç içe olduğunu gösterir.

İsmet Özel, 1 Rebiülevvel 1446 (4 Eylül 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.