Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı, İstanbul şubesi üyelerimizden Mehmet Ali Yeşil’i, İstanbul şubesi üyelerinden Yahya Çiftçi’yi, Kahramanmaraş şubemiz Başkanı Abdülhamit Sağır’ı ve son olarak da İstiklal Marşı Derneği Genel Saymanı Oruç Özel’i davet ediyorum.
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Genel Başkanımız konuşmanın bir yerinde, “He lan!” dedi. Yani “He lan dedik biz gavurlara” dedi. Ben şiire başlayabilir diye düşündüm. Okumadı, ben okuyacağım:
HE LAN
İsmet Özel’in “Of Not Being A Jew” kitabında okunması, ezberlenmesi diğerlerine nisbetle en kolay şiir. Ama bu şiir Türkiye’de bugün “dolaşımda” değil. Yani insanlar bu şiiri ezberleyip birbirlerine okumuyorlar. Öyle bir millet canlılığı yok. Fakat 1967 yılında İsmet Özel “Yaşamak Umrumdadır” şiirini yazdığı zaman böyle değildi. O şiirde “Sana bir karşılık vereceğim” diye başlayıp giden bir son bölüm var. “Sana bir karşılık vereceğim” denilen, bir söz verilen bir Türk milleti var. Bugün bir referandumdan bahsediliyor. İlk referandum 1961’de olmuştu. O referandumda, yani 27 Mayıs 1960 müdahalesini yapanların hazırladığı bir anayasa halk oylamasına sunuldu. O referandumda kimsenin “hayır” demesi beklenmiyordu. Yani ordu duruma hakimdi. Devlet bütün gücüyle, imkanıyla büyükşehirlerde Türkiye’nin ücra yerlerinde “evet” propagandası yapıyordu. Radyoda anayasa programları, “anayasamıza “evet” diyelim” diye şarkılar çıkmıştı. Diyanet İşleri Başkanı “Anayasamız dinimize uygundur” diye fetva vermişti, bütün camilerde hutbe olarak okutulmuştu... Bir de şu şartlar var, onu da söylemem lazım. 1961 anayasasının halk oylamasında “evet” ve “hayır” oyu vardı. “Evet” oyu beyaz renkteydi, “hayır” oyu kırmızı renkteydi. Zarflar şeffaftı. “Hayır” oyu veren göstere göstere “hayır” oyu verdiğini beyan etmiş oluyordu. Ve bu seçimler 1946 seçimleri gibi açık oy, gizli tasnif usulü yapıldı. Ona rağmen devletin daha aşağı açıklayamadığı rakam, 12 milyon seçmenden 2 milyonu seçime katılmadı, 6 milyon “evet”, 4 milyon “hayır”dı. Bir tane “hayır” propagandası yapan insan yoktu. Demokrat Parti’nin devamı olduğu söylenen Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi bilhassa anayasa referandumunda “evet” oylarını savunuyordu. İnsanlar ona rağmen, yani bu bütün ortama rağmen 4 milyon “hayır” oyu verdiler. Devletin açıkladığı bu. Aslında o referandumda “hayır” oyu çıkmıştı. Niye? Mesela, İstanbul Tepebaşı’nda açıktan oy verildiği -yani kabin yok- artık gizleyemedikleri bir şey olduğu için gazete haberi olmuştu. Kırsal yerleri siz düşünün. Kırsal yerlerde “evet” oyu zaten yüksektir; mesela İzmir’de “hayır” oyu çıkmıştı. Ve kabinin olduğu durumlarda da kırmızı oy pusulası yoktu. Hatta Trabzon’da bir kadının kırmızı elbisesinden yahut peştamalından bir parça kesip “hayır” oyu diye zarfa koyduğu herkesin gözü önünde vakidir, olmuş bir şeydir. Bu milletti İsmet Özel’in “sana bir karşılık vereceğim” diye söz verdiği millet.
Bugün referandum var, işte onun hakkında bir şeyler konuşuluyor. İki taraf var. “Hayır” diyenler var, “evet” diyenler var. “Hayır” diyenlerin destekçileri var, “evet” diyenlerin destekçileri var. Ve Türkiye lehine bir sonuç çıkmayacağı bariz bir şeydir. Ama Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun söyledi, parlamenter sistemin yok olması, vazgeçilmesi meselesi vardır. Türk milleti 1961 halk oylamasını, 27 Mayıs’ın onaylanması veya onaylanmaması olarak gördü. Ve onaylamadığını beyan etti. 27 Mayıs ne sebeple olmuştu? 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde tekrar oylarını artırıp kazandı. 1955 yılında Başvekil, ilk ve son Başvekil Adnan Menderes, Meclis’te, Demokrat Partili mebuslara hitaben “Muhterem heyetiniz dilerseniz hilafeti geri getirebilirsiniz.” dedi. 27 Mayıs’ın olmasının sebebi budur. Aynı sene, Fuat Köprülü’nün Hariciye Vekili olduğu hükümet, Balkan ve Bağdat paktlarına dahil oldu. Menderes Demokrat Partili mebuslara hitaben hilafeti geri getirebilirsiniz derken öyle numaradan bir şey söylemiyordu. Çünkü saltanat da hilafet de kaldırılmamıştır, Meclis’in uhdesindedir. Bugün de eğer bu referandum ve bundan sonraki gelişmeler dolayısıyla parlamenter sistemden vazgeçilecek olursa, insanlar saltanattan ve hilafetten vazgeçmiş olduklarını da beyan etmiş olacaktır.
Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak laflarını söyleyenler, bugün podyumda. Bunlar üretilmiş tipler, devletin ürettiği tipler. Birincisi Türklüğü içine sindiremeyen Müslüman, -bunu ayrı konuşacağız-, ikincisi İslam’ı, Müslümanlığı bir eklenti sayan, arızi bir şey sayan Türk. Bu iki tip, bugün işte bu lafları söylüyorlar: Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak. İki tipin de foyasını meydana çıkaran “tek dil” meselesidir. Tek dil, çünkü Türklüğü içine sindiremeyen Müslümanlar, etnik aidiyetleri dolayısıyla İslam’a girişlerinde de, sonra da etnik aidiyetleri dolayısıyla Türkçeye yüz çevirmişlerdir. Diğer tip yani İslam’ı eklenti bir şey sayan Türk tipinin de İslam’ı eklenti bir şey saydıkları için Türkçeyi görme imkanları yoktur. Biz İstiklal Marşı’nı Nasrullah Camii’nde okuduğumuz için rahatsız olanlar da bunlar. Biz İstiklal Marşı Derneği olarak, Türk milleti olarak dini ile milliyeti yekpare olan insanlarız. Yani İstiklal Marşı’nın camide okunmasından daha tabi bir şey yok. Ve insanlar bundan rahatsız oluyorlar. Çünkü hepsinin bilmediğimiz etnik, kavmi hesapları var. Ve rahatsız olduklarına göre, bir şeyden de korkuyorlar. Bunlar “bize bir şey bırakmayacaklar mı” diye mi korkuyorlar artık? Korksunlar, ne halleri varsa görsünler. Onları hani öyle gündeme de alacak değiliz aslında.
Bir de ben sözü vermeden önce, Hristiyan takvimine göre 1917 tarihine dikkat çekmek istiyorum. İlk akla gelen şey, Ekim Devrimi’dir. İkincisi, Balfour Deklarasyonu’dur. Üçüncüsü, akla gelmeyen şey, Medine Müdafaası’dır. 1917, Medine Müdafaası’nın başladığı tarihtir. Şimdi tarihin aynasında, kendi yerini bulmak meselesi var hepimizin önünde. Sovyetler Birliği’nin kuruluşu ne içindi? Bunu yıkılışı dolayısıyla anlayabiliyoruz. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra söylenen laf, “Tarihin Sonu”, kapitalizmden başka bir yol yok oldu. 1914’te savaşın çıkmasıyla, medeniyetin Avrupa’da, Türklerin karşısına doğmuş medeniyetin, gücünü, varlığını kaybettiğini düşünen insanlar, dünya sisteminin beyni de diyebilirsiniz, o mali hükümranlık, dünya sisteminin asıl düşmanı, otantik düşmanı olan Türklerin muhatap alınmamasını sağlamak için Rusya’da bir devrim oldu. Sonra da SSCB dağıldıktan sonra da, o 10 günde ortaya çıkan şey, -dünyayı sarsan 10 gün- 10 günde dağıldı. Ama Türkiye Cumhuriyeti hala ayakta, yani bu haliyle bile. 1917’de başka bir şey, Balfour Deklarasyonu’dur. Yahudilerin yerleşim meselesi. Yani İsrail’e giden yoldaki en büyük adımlarıdır. Üçüncüsü de Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası’na başlamasıdır. Yani biz, daha önceki panellerimizde de İstiklal Harbi’nin Medine’de başladığını söyledik ve biz kendimizi o yerde bağlı görüp o yerden hareket ediyoruz. İstiklal Harbi Medine’de başladı. Mekke’si Medine’si elinden alınan insanlar, Türkiye Cumhuriyeti’ni Darü’l-İslam olarak ellerinde tuttular. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olduğunu söylüyoruz. Sonra birçok şey oldu. Konuşabiliriz, mesela bir tanesini söyleyeyim. Osmanlılardan kurtulduk derken, mesela festen kurtulduk dedik başımıza şapka geçirdiler. Ama bu kapitalizm bahsinde bilhassa, öşürden kurtulduk dediğimiz anda, İnhisarlar İdaresi kuruldu Türkiye Cumhuriyeti’nde 1926’da ve tuz tekelini, kibrit tekelini, ispirto tekelini Polonya firmasına, İsveç firmasına verdiler. Dünya sistemi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olarak anılmasına mani olmak, bunun önünü kesmek kastıyla Türkiye’ye idareci atadı. Bu işin böyle olduğunu gösteren şey… Mesela Ankara şehrindeyiz, Ankara Valiliği yapmış adamın, Nevzat Tandoğan’ın Türkiye Komünist Partisi üyelerine hitaben “Size ne oluyor? Türkiye’ye komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” demesidir. Bu ruhsatı umursamayan Menderes, Polatkan ve Zorlu asıldı. Yani dünya sisteminden aldığı ruhsatı umursamayan üç adam da asıldı. Sonra işte bu geldiğimiz günlere geldik.
Şimdi ben daha fazla dağıtmamak için “Tek Vatan, Sınırları İnkar Edilen Tek Vatan” bahsinde Konya Şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’a sözü veriyorum…
Muammer Parlar:
Merhaba. Hoş geldiniz.
Ben de bahsedildiği gibi dil ve vatanın bağlantısı hakkında konuşmaya çalışacağım. Öncelikle vatanın ne olduğuna ilişkin bir bilgiye ulaşmadan, bununla ilgili konuşmadan önce “vatan”la yan yana kullanılan ya da biri diğerinin yerine kullanılan birkaç tane kelimeden bahsetmek lazım. Bir tanesi “belde/بلدە”. Yine bunun çoğulu “bilâd/بلاد”. Yine “ülke/اولكە”, “dar/دار” ve “diyâr/دیار” kelimeleri “vatan”ın yerine kullanılan, “vatan”la birlikte kullanılan kelimeler. “Yurt/یورت” ve “memleket/مملكت”i de bunlara ilave etmek lazım. Bu kelimeler yani “ülke/اولكە” ve “belde/بلدە” ikisi birbirinin yerine kullanılabilen kelimeler. “Ülke” dediğimiz zaman bir devletin taht-i hakimiyeti altında olan toprak parçasını, “belde” dediğimiz zaman yine bir otoritenin hakimiyeti altında olan toprak parçasını anlıyoruz. Bunların tamamında İslami ya da İslami olmadığına atıf yapmaya ihtiyaç duyuyoruz. Yani bir beldenin İslam beldesi ya da küfür beldesi olduğundan bahsediyoruz. Bir beldenin İslam ülkesi ya da küfür ülkesi olduğundan bahsediyoruz. Yine darü’l-İslam ya da darü’l-harpten bahsediyoruz. Ama “vatan” için böyle bir şeye ihtiyaç duymuyoruz. “Vatan” kendi başına zaten İslami bir durumu ifade ediyor. Yani hudutları tayin edilmiş bir alanda İslam’ın hükmünün yürüdüğünü gördüğümüz alana “vatan” diyoruz. Yoksa “İslam vatanı”, “küfür vatanı” diye bir tanımlamaya ihtiyaç yoktur, böyle bir şey denilemez.
Yani vatansa bir toprak, İslamlaştırılmış, vatanlaştırılmış, tavattun edilmiş bir toprak parçasıdır. Yani bir toprak parçasını vatan kılan şey hem bu topraklarda İslamlaşma hem de bu toprakların İslamlaştırılmasıdır. Bu kapsamda “vatan”la ilgili lügatlere baktığımız zaman bir ikamet mahalli, ikamet mekanı, yurt, mekan gibi tanımlamalar yapılıyor. Aslında bu iki kelimeyi de söyleyelim ki hem “yurt” hem “memleket” “vatan”ı tanımlamaya kafi gelmiyor. Yani “yurt” dediğimiz zaman bir beşer sıfatıyla, insan vasfı olmaksızın beşeri sıfatıyla, beşeri niteliğiyle ihtiyaçların temin edildiği, temin olunduğu bir mekandan bahsediyoruz. Bu anlamda hayvanlar için de bir yurttan, yuvadan bahsediyoruz. “Memleket” dediğimiz zaman da yine insani ilişkilerin, insani münasebetlerin cereyan ettiği, mülklenilen, kelime anlamıyla da, bir mekandan bahsediyoruz. Ama bu ikisi de yine “İslam yurdu/gayr-i İslami bir yurt” ya da “İslam memleketi/İslam dışı bir memleket” tanımlamasına ihtiyaç duyuyor. “Vatan” ise böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duymaksızın doğrudan doğruya İslami bir alanı ifade ediyor.
Bu anlamda bunun fıkıhta karşılığını da özetle söyleyip geçmek istiyorum: -yani bu konu ülkemizde uzun zaman tartışılmış, İslami kesimde çok söz edilmiş bir konu olduğu için- darü’l-İslam ve darü’l-harp konusu. İşte bir tanesine “İslam ülkesi”, bir tanesine “küfür ya da harp ülkesi” diyoruz. Biz fıkıh alimlerimizden biliyoruz ki bir bölgenin İslam ülkesi vasfını kazanması, bir bölgenin vatan haline gelmesi ancak o bölgede fetihle ve fetihten sonra ikamet ve ahkamın uygulanmasıyla mümkün oluyor. Bu konuda mezhep imamlarımız ittifak halinde. Yani bir bölge fethedildikten sonra ikamet edilmiş ve İslam ahkamı da uygulanmaya başlanmışsa buna hem İmam-ı Azam hem İmam-ı Şafii hem İmam-ı Malik hem İmam-ı Ahmed bin Hanbel hepsi ittifakla diyor ki: Bir bölgenin, bir beldenin, bir ülkenin, bir mekanın, memleketin İslam beldesi haline gelmesi onda İslami hükümlerin uygulanmasıyla mümkündür. Sadece fetih de yeterli değildir. Yani bu da bir fıkhi kural. Sadece fethedip ikamet edilmemişse ve ahkam icra edilmeye başlanmamışsa, İslam ahkamı uygulanmaya başlanmamışsa bu bölge İslam beldesi haline gelmez diyor. Bu kolay anlaşılabilecek bir şey. Bizim ülkemiz için de bu şekliyle, bu topraklarda 12. asırdan itibaren, daha öncesinde 1071’de başlayıp ama 12. asırda kendini bulmuş şekliyle hem bu topraklarda bulunan insanların İslamlaşması hem bu toprakların İslamlaşması ve gelenlerin de daha İslami bir vaziyet almalarıyla İslam hükmü uygulanmaya başladı ve darü’l-İslam haline geldi.
İkinci kısmı ise İslam haline gelen bir beldenin nasıl İslam hükmünden çıkacağına ilişkin ihtilaf. Bugün için bunu daha önemli buluyoruz. Bunda mezhep imamlarımız ihtilaf etmişler. Çoğunluk diyebileceğimiz, hem Hanefi mezhebinden İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf, hem İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve İmam-ı Malik “ancak ahkamın yani küfür ahkamının uygulanmasıyla İslam hükmünden çıkar” demiş. “Bir bölge İslam beldesiyken istilaya maruz kalmış ve küfür ahkamı uygulanmaya başlanmışsa İslam beldesi olmaktan çıkar” demiş. Buna karşılık İmam-ı Azam bunun üç şartla olacağını söylemiş. Bir tanesi diğer imamların kabul ettiği gibi ahkamın uygulanması; ancak ahkamın uygulanmasında İmam-ı Azam öteki imamlarımızdan ayrılıyor, diyor ki, ahkamın bütünüyle nüfuz etmesi, hakimiyet ifade etmesi ve İslam ahkamının eserinin kalmaması, tam olmasına itibar ediyor. Yani küfür ahkamının bütünüyle uygulanıyor olmasını zorunlu şart sayıyor. İkincisi ilk emânın kalmamış olması lazım diyor. İlk emân da bildiğimiz gibi Müslümanlar biat edip, bir halife ya da bir devlet başkanı seçildiği zaman Müslümanların beyat yoluyla gayr-i müslimlerin ise zimmet akdiyle elde ettiği emânın hiç kalkmamış olması lazım diyor. Yani yeniden bir bölge istila edildiğinde Müslümanlar gidip de emân istemek durumundaysa, bu topraklarda oturmak için ve emniyet halinde bulunmak için emân istemek durumundaysa o zaman kalkabileceğini söylüyor. İlk emân kalkmamışsa İslam hükmünün devam edeceğini kabul ediyor.
Üçüncüsü de darü’l-harbe bitişik olması; İmam-ı Azam, darü’l-harbe bitişik değilse yine İslam hükmünün devam edeceğini söylüyor. Bunların, ilk iki şart yani, belki üstünde biraz daha konuşmak lazım. İmam-ı Azam’ın bu kavliyle ilgili işte 1200’lerin bir alimi, İmam-ı Kâsânî diyor ki: “İmam-ı Azam bu görüşünde emniyet ve korkuya itibar ediyor.” Yani bir beldede, bir ülkede emniyet kimdeyse, kim emniyet halindeyse o hakim demektir. Dolayısıyla ahkamı tatbik kabiliyetine, kuvvetine sahip olan bu demektir. Yok ama emniyet değil de korku bir taraftaysa o da ahkamı uygulayamayacak durumdadır. Dolayısıyla İmam-ı Azam aslında bu üç kavlinde emniyete ve korkuya, yani emniyet kimde, korku kimde, buna bakıp sonuçlandırmış diyor. Bu bugün için bizim de, bizi de açıklayacak, bizim durumumuzu da açıklayacak bir şey. Bundan İmam-ı Şafii de mülkiyet esasıyla yani aynı görüşü söyleyip mülkiyetin geçmeyeceği düşüncesiyle bir İslam beldesinin bir daha İslam ülkesi olmaktan çıkmayacağını söylüyor, son Müslüman kalıncaya kadar İslam ülkesi olmaktan çıkmaz, çünkü taşınmazların mülkiyeti hiçbir şekilde gayr-i Müslimlere geçmez diyor.
Yani fıkıhtaki tanımlamaları bu aslında. Türkiye’de uzun zaman darü’l-harp ve darü’l-İslam konuşuldu. İki cephe de, yani Türkiye’nin darü’l-İslam olduğunu söyleyenler de darü’l-harp olduğunu söyleyenler de başka bir mevzide konuştular. Yani darü’l-İslam olduğunu söyleyenler İslam’ın izinin devam ettiğini, Diyanet’in çalıştığını, camilerin açık olduğunu, ezanların okunduğunu... Evet bunlar fıkıhta kullanılan bir doneydi, İslam’ın izinin devam etmesi bakımından. Dolayısıyla bir telaşa kapılmaya gerek olmadığını, rahat olmak gerektiğini, kaygılanmaya ve bir cehde girmeye ihtiyaç olmadığını söyleyip Müslümanların bir direniş ve atılım yapmalarına engel oldukları gibi darü’l-harp diyenler de aslında ülkenin elden çıkmış olduğunu, dünyanın işte -Genel Başkan’ımız da söyledi- bütün Müslümanlara mescid olduğunu, yani aynı şeyin Almanya’da da yaşanabileceğini söylemekle vatansız ve milletsiz bir anlayışı, yani tabanı olmayan bir anlayışı ön plana çıkardılar. Oysa ki özellikle İmam-ı Azam’ın ve İmam-ı Şafii’nin dediklerinden de yola çıkarak iki taraf da aslında bunu söylüyor. Yani İmam-ı Azam da evet, ilk emân kalkmadı ama büyük bir tehlike altında Müslümanlar toplanıp, derlenip büyük bir cehd içinde olmaları gerektiğini söylüyor. İmam-ı Şafii de hani onun insanların zorunluluğu dışında uyumaması gerektiğini, bütün cehdini istilanın hakimiyet kazanamaması yolunda mücadele etmesi gerektiğini söyler. Yine darü’l-harp diyen imamlarımız da aslında, onlar da ülkenin İslam ülkesi olmaktan çıktığını, bir an önce Müslümanların bir otoritenin altında, kendileri gibi insanların etrafında toplanıp bu istilayı kırmaları gerektiğini söylüyor. Aslında hepsi hem küfürle bir çatışmayı göze almayı, hem de mücadeleyi esas alıyor. Ama bizdeki, yani Türkiye’de karşılığı bu husus gözden kaçırılıp işte darü’l-harpte hadlerin uygulanmayacağı, faizin olmayacağı, kolayca bankacılık sisteminin çalıştırılabileceğine malzeme olmak üzere yapıldı. Hakikaten de yani darü’l-harp diyenler bile yani bu görüşteki ilim sahipleri bile insanların, Müslümanların büyük bir sıkıntıyla müptela olduğunu, bir an önce bu beladan kurtulmak için gecesini gündüzüne katıp malını, mülkünü ve -zorunlu ihtiyaçları dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyip- bütün cehdini buna harcaması gerektiğini söylüyorlar idi.
Bu, bugün de işte ilk bölümünü söylediğimiz gibi, bir beldenin İslam beldesi olması hali, ikinci bölümü ise bir beldenin İslam beldesi olmaktan çıkması hali. Biz bugün ancak bunun küfürle çatışmayı göze almakla mümkün olabileceğini söylüyoruz. Aslında darü’l-İslam olduğu dönemde biz Müslüman olmakla darü’l-İslam olmuştu, ahkam uygulanmakla darü’l-İslam olmuştu. Ama bugün darü’l-İslam olan bu toprakların elimizde kalması ancak Türk olmamızla mümkün olacaktır.
Şimdi, vatanın, bu toprakların vatanlaşması, bu toprakların vatan kılınması İslamlaşma ama bu vatan kılmayı başarmamız lisanımızla mümkün oldu; lisan ve lügat ile mümkün oldu. Çünkü lisanımız tamamen itikadî bir lisandı. Bundan önce arkadaşlarımız bahsetti. Bir miktar ben o kısımlarına daha az değinip geçmeye çalışacağım. Biliyorsunuz biz de, bir kısım arkadaşımızla iki tane çalışma yaptık. Birisi “Türk’ün Dili Kur’an Sözü”. Daha çok Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin Türkçede nasıl bulunduğunu tespit etmeye yönelik bir çalışma. İkincisi de, “Rasûl-u Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu” diye hadisler üstünde yapılan bir çalışma. Şimdi bu ikisinde de, kendi ön sözlerinde çok bahsettik ama, hadisler için 26.000 üzerinde müştak kelimeden bahsedebiliyoruz, doğrudan hadislerden bizim dilimizde yer alan kelimeler. Ben bunlardan mesela bazılarını, bugün kullanım dilinde daha çok olanlarını, - ıstılahlaşmış olanlar için de bir şeyler söylemek istiyorum ama- nakledeceğim. Acı/آجی, az/آز, adak/آداق, ahşap/آخشاب, ayyaş/عیاش, bakkal/بقال, bakliyat/بقلیات, basur/باسور, obruk/اوبروق, cadde/جادە, çul/چول gibi. Lokum/لقوم, lokma/لقمە, matara/مطرە, maval/موال, tabya/طابیە, toka/طوقە, üss/اس, üzere/اوزرە gibi Kur’an-ı Kerim’den kelimeler. Gene hadislerden: hokka/حقە, harîta/خریطە, hortum/خورطوم, dükkân/دكان, idmân/ادمان, terâzî/تراضی, mezbele/مزبلە, zıkkım/زقم, mashara/مسخرە, mastar/مسطر, sele (selle)/سلە, şebeke/شبكە, maşraba/مشروبە, takas/تقاص, makas/مقص, kafes/قفص küfe/قفە kefe (keffe)/كفە, kafa/قفا, küp (kûb)/كوب, kese/كسە, malzeme/مالزمە, nüve/نوە, nevâle/نوالە, navlun/نولون, minval/منوال, nöbet/نوبە, nokta (nukta)/نقطە gibi yüzlerce bugün için çok kullandığımız kelimeler.
Şimdi biz, bu çalışmalarda daha çok Arapça kurallarını da kullandığımız için aynen, metinlerin aynen geçenlerine yani kelime yapısı itibari ile aynen bulunmuş olmasına dikkat ettik. Çünkü bir kalıbı, Arapçadaki bir kalıbı kullandığımız için ses değişimlerinde temkinli olmaya çalıştık. Yani bu ses değişim kurallarını tespit etmek lazım. Yani b’nin p’ye dönüşümleri, kaf’ın kef’e dönüşümleri gibi, bunun üstünde çalışmamız lazım hepimizin belki, bu alanda ihtisası olanların. Bir de ses değişimi olan, birkaç sesi değişmiş olan çok kelime var: pütür/, püskür, büsûr/ kelimesinden sivilceler, sivilce çıkmak manasına. Boğa/بوغآ, bugra/بعرە; dal/دال, tali/تالی, dolan; siğil/سیكیل, sü`lûl/ثئلول; matkap/متقب, miskab/مثقب; kalfa/قلفە, halife/خلیفە; çehre/چهرە, cehre/جهرە; topuz/طوپوز, debbûs/دبوس; kadın/قادین, haten/ختن, hatun/خاتون; hadım/خادم, hâdim/خادم; muhannet/مخنات, muhannes/مخنث; kadın gibi davranan, kalleş manasına. Zavallı/زواللی, zevâlli/زواللی, zevâl sahibi yani zevâlli; çepel/چپل, çöp/چوپ; zebel/زبل, zebîl/زبیل zebîl’den aynı, çöp demek zaten, aynı kelimeler. Sus/صوص, bu da siyasetten bir kelime. سَاسَ یَسُوسُ سِیَاسَة, bundan bir emir, sus emri. Siftah/سفتاح, istiftah/استفتاح, istiftah kelimesinin ilk başı atılmış. Şap, şâb/شاب, şebb/شب, genç demek yani şâb, sureti kamil olmayan maâdin, aynı gençlikle alakalı şab-şeb. Sığır/صیغیر, suvâr/صوار; camıs/جاموس, şâmûs/شاموس; domur/طومور, tumûr/طمور kelimesinden, domurma/طومورمە, domurmak/طومورمق, tomurcuk/طومورجق, tomruk/طومروق, tomar/طومار, hepsi şişmek, yuvarlanmak manasına. Tas/طاس, tâs/تاس, normal su tası. Fıske/فسكە, fıskiye/فسقیە, fışkı/فشقی -Lütfi Hocam da bahsetti-; mahna/مهنە, bahane/بهانە; muska/موسقە, nüsha/نسخە, yeniden yazılan bir şey. Mangal/مانغال, menkal/منقل, nakl olan şey. Vakîd/وقید, yakıt/یاقیت, vakd/وقد yanmak, yakıt demek zaten, vakîd-yakıt. Bunlar ses değişimleri olan kelimeler.
Bu ses değişimlerine biraz daha eğilmek lazım. Bizim yaptığımız çalışmalar daha çok mastar ve isimler üstüne çalışmalardı. Türkçede daha çok mastarlar ve isimler bulunmuş. Bunun da özel bir anlamı var aslında. Şöyle: Arapça dil kuralında da iki ekolden bahsediliyor. Bir Basra dil ekolu, bir de Kûfe dil ekolu diye. İşte İmam-ı Halîl, aruz veznini de tanzim etmiş kişi ve Sîbeveyh, Basra ekolünün hocaları, bilindik kişiler; Kisâî falan da Kûfe ekolunun hocası. Şimdi, Sîbeveyh ekolü asıl ekol kabul ediliyor zaten. Onlar, tamamen fasih bir şeyi esas sayıyorlar. Bütün kabilelerin değil, Kur’an’da geçmiş kabilelerin konuştuğu dili esas almak lazım diyorlar. Bunlar diyor ki: “Bütün kelimeler mastardan türemiştir.” Bu temel bir şeydir. Yani, ilk sülâsi mastar, bir kelimenin esasıdır. Yani mastardan mı türemiştir, maziden mi türemiştir? Yani, كَتَبَ mi asıldır, كَتْبْ mi asıldır? Sîbeveyh kuralı, alime/عَلِمَ mi asıldır, ilim/عِلْمْ mi asıldır?ihtilafında ilim/عِلْمْ asıldır diyorlar. İlim/عِلْمْ’den ötekilerin tamamı türemiştir. Bunun da uzun uzun bir dayanağı var. Aslında mastardan türediği için, mastarların geçmesi çok normal, çok daha fazla. Bütün kelime kökeni de mastardan geçmiş oluyor. Yani fiilleri de mastar kalıbıyla kullanıp yüzlerce fiil de elde etmek mümkün ama bu ses değişimlerini düşünmek lazım. Becce/بجّ, biç/بیج; secce/ثجّ, saçmak/صاچمق; biçmek, saçmak. Dereye/دَرَیَ, Lütfi Hocam da bahsetti daha önce, taramak/طارامق; sebele/سَبَلَ, sebelemek/سبلەمك; somut/صوموت, sâmit/صامت, susmak demek, somurtmak/صومورتمق; sıybınmak/صییبینمق, kaymak/قایمق, seyb/سیب, su akmak ve kaymak; fetlemek/فتلەمك, fetil/فتیل, atılmış pamuk, fetlemek, atmak. Komak/قومق, vakâ/وقی’dan emir komak. Gaseyan/غثیان, kusmak/قوصمق; kabara/غبر, kabarmak/قبارمق; kebb/كب, kapamak/قپامق, kebebe/كَبَبَ, kebb/كب, kapamak. Kureyş/قریش, karışmak/قاریشمق; kımıl kımıl/قمل قمل, kımıldamak/قیملدامق; fâri olmak/فارغ اولمق; farımak/فاریمق; karımak/قاریمق, kavr/فَور, kavramak/قاورامق, kavera/قَوَرَ, kavramak; kehele/كَهَلَ, tembel demek, kehelemek/كهلەمك; sıkmak/صیقمق, zâka/ضاق, yezîku/یَضِیقُ’dan emir, zîk/ضیق. Zelle/زَلَّ, zılmak/زیلمق, kaçmak; zevele/زَوَلَ, zâil olmak/زائل اولمق, zıvlamak, sıvışmak…
Bir de fiil haliyle aynen geçenler var: yekûn/یكون, bu normal fiil-i muzâri hali; kane/كَانَ’den yekûn, geçmiş. Emkene/امْكَنَ, yumkinu/یُمَكِنُ, yumkin/یمكن, geçmiş. Saliye/صلی, yasla/یصلی, yaslamak/یاصلامق; mâle/مال, yemîlü/یمیل’den yamulmak/یامولمق, yamıl/یامیل, yamılmak/یامیلمق... Böyle, yüzlerce fiile de ulaşmak mümkün.
Ama şimdi, bu söylemediğim cümleyi tamamlamaya çalışayım. Aslında diğer bizim aldığımız ıstılahî kelimeler, biz, aldığımız demeyelim ama, bizim Türkçede kullandığımız Kur’an-ı Kerim kökenli kelimeler de tamamen ıstılahî kelimeler. Bir şekilde, Kur’an-ı Kerim’deki geçen bir ayetin ne anlama geldiğini anlamak üzere, ne anlama geldiği hakkında bilgi sahibi olmak üzere yani bize verilmiş bilginin neyi ifade ettiğini öğrenmek üzere aldığımız kelimeler ya da bağlantı kurduğumuz kelimeler. Yani, yoksa biz “ıstıslah/استصلاح” dediğimiz zaman, istif’âl babından bir kelime ile kalıplardan çekmek üzere bir şey yapmıyoruz. Yani bunun fıkıhta bir karşılığı var. Bunu öğrenmek için bu kelime ile irtibat kuruyoruz. Ya da “istihsan/استحسان” dediğimiz zaman, İmam-ı Azam, kıyasen olmaz da istihsanen olur demiş, bu istihsan yani hasene/حَسَنَ’den gelmiş, istif’âl babıymış, bunun için yapmıyoruz. Yani biz “istihsan/استحسان” kelimesinin, Kur’an-ı Kerim’de geçen “ahsen/احسن” kelimesiyle ya da “hasen/حسن” kelimesiyle nasıl bir bağı olduğunu ve İmam-ı Azam’ın ya da ulemalarımızın burada neyi bize aktarmaya çalıştığını, Kur’an-ı Kerim’deki şeyin bizde nasıl bir bilgiye dönüşmesi gerektiğini öğrenmek üzere bunlarla irtibat kuruyoruz. Yoksa bütün kelimelerin, aynı tip kelimelerin, hepsinin bu tip kalıpları var. Bunların hepsini kullanmıyoruz. Yani bunların hepsi bizde yok. Ancak bizim, kitapla ve sünnetle irtibatımızı temin edecek kelimelerle, bize kitaptan ve sünnetten bir bilgi aktarımını temin edecek kelimelerle irtibat kuruyoruz. Bu anlamda Türkçe, bir kavmin dili değil diyoruz. Hakikaten bugün konuşulduğu zaman, Türkçenin kıymeti, tek dil olması konuşulduğu zaman yani niye tek dil olsun; yani Kürtçe “istihsan/استحسان” demenin imkanı olmadığı için böyledir. Yani biz Kur’an-ı Kerim’deki geçen bir ıstılahı, bir kelimeyi nasıl anlayacağımızı Türkçeden başka hiçbir dilden öğrenemeyeceğimiz için tek dildir yani. Bundan dolayı itikattır. Yani biz neye inanacağımızı, nasıl inanacağımızı bu kelimenin halelerine, bu kelimelerin halelerine kapılmadan temin edemeyeceğimiz için tek dildir. Yani, yoksa İngilizcede de bu mümkün değildir. Bu ancak Türkçede mümkün olduğu içindir, imanlı kalmak, ihlaslı olmak ancak Türkçeyle mümkündür.
Gökhan Göbel:
Şimdi İstanbul Şubesi üyelerinden Mehmet Ali Yeşil'e mikrofonu uzatıyoruz.
Mehmet Ali Yeşil:
Selâmun Aleyküm,
Ben atlardan bahsedeceğim. Cumhuriyet tarihinde attan düşmüş iki tane devletlü var. Gerçi bu nazarla bütün Cumhuriyet tarihini tetkik etmiş değilim ama ata dair okumalarım sırasında karşıma çıkan, sıradan vakıalar gibi okuduğum ama daha sonra başka şeylerle karşılaştığımda aslında bunun, mühim olduğunu fark ettiğim iki vakıa.
Ama biz şuan attan inişi, eşekten düşmüşten beter bir halde yaşıyoruz ve hatta tabir caizse şuan ki hayatımız atın intikamına maruz kalmış bir hayat ve at yokluğuyla bizden intikamını alıyor. Yani bunu da edebi bir cümle olsun diye sarf etmiş değilim. Rasûl-u Ekrem buyuruyor ki “Bir kimsenin bir atı olur ve ona ikram ederse, Allah da ona ikram eder. Ve şayet, atını hor görür, ihanet ederse Allah da onu hor ve zelil kılar.”
Şimdi bu at bahsi, yani işte “tarihin bir döneminde muvasala aracı attı; şuan işte biz atın yerini tutacak birtakım başka araçlara sahibiz…” şeklinde geçiştirebileceğimiz bir hâdise de değil. Çünkü hadislerdeki ifadeler gayet sarih. Hadisler bize diyor ki “atın alnında kıyamete kadar hayır yazılıdır”. “Kıyamete kadar…” Bu “hayır” kelimesi de başka hadislerden öğrendiğimiz kadarıyla “ganimet, bereket bizi cehennem ateşinden uzak tutacak bir şey” olarak tefsir ediliyor. Okumalarım sırasında bu hadisle karşılaştıktan sonra, yani “ata ihanetin tarihi nedir” nazarıyla bazı kitapları karıştırdığımda bunun Kırım harbiyle başladığını gördüm. Kırım harbinde Osmanlının ittifak halinde savaşa katıldığı devletlerden ve daha sonra başka Avrupa devletlerinden daha ucuza atlar temin ederek Anadolu’da ordu için at yetiştiren insanları görmezden gelmeye, onlardan at satın almamaya, bu insanların da bu atları ellerinden çıkarmaya başladığını ve bu şekilde birçok kıymetli atın Avrupa’ya gittiğini Kırım harbi sonrasında görmeğe başlıyoruz. Daha sonra yine Meşrutiyet döneminde o meşhur, yunuslara-martılara-köpeklere dair o iktisat politikalarının atlara da uygulandığını görüyoruz. Maliyeyi rahatlatma adına bizim haralarımız kapatılmış. İşte damızlık atlarımız yani kıymetli atlarımız Avrupa’ya gitmiş ki bu atlar kaynaklarda Arap atlarından daha üstün vasfedilir. Bizim bu coğrafyaya ait Türk atı diyebileceğimiz bir sürü atımız var. Farklı kanları taşıyan atlar bunlar. Tarih kaynakları, mesela Kastamonu atı diyor… Bu at Arap atından üstün bir attır diyor. Bunu 500 yıl önce söylüyor. Arap atından üstün bir at diye vasıflandırıyor. Hani Kastamonu yöresine ait bir at. Ki o atlardan daha üstün atlarımız var. Daha sonra işte Cumhuriyet döneminde devletin 1925-28 arasında bir traktör hamlesi var. Traktörleşme hamlesi var. Yaklaşık 3000 tane falan traktör alınıyor 1925-28 arası. Bu traktörler iki-üç yıl içerisinde hurdaya ayrılıyor. Çünkü bu traktörler mesela bu coğrafyada kullanılabilecek traktörler değil, devir gücü düşük. Adam alıyor ama o kıraç arazide o traktörün devri araziyi sürmeye yetmiyor. Traktöre bir çift de öküz bağlıyor ya da bir çift de at bağlıyor. Yani o traktörü kullanmaları da bu şekilde oluyor. 2-3 yıl içerisinden o üçbin tane traktör devasa bir hurdalık oluşturuyor. O dönemde genelkurmayın, internetten ulaşabilirsiniz, çok enteresan raporları var. Israrla traktörleşmeye karşı duruyor. Bunun tek tek hesabını yapmışlar. İşte dönüm bazında at ile çiftçilik yaparsanız ne olur, traktörle yaparsanız ne olur… gübresine varana kadar hesap etmişler ama devleti ikna edememişler… 1929 buhranıyla beraber bu traktörler de elden gidiyor. Ve yine genelkurmayın hesabına göre bu traktörlere ayrılan parayla biz 70-80 bin iyi cins at sahibi olabilirdik. Yani iyi cins atlar, sıradan, kırma atlar değil, cins at sahibi olabilirdik. Bu atlarla da her türlü zirai işlemimizi de yapabilirdik, milli savunma noktasında da hiçbir sıkıntıya düşmezdik diyor bu raporlar. Ama bunların hiçbirisi hiçbir zaman dikkate alınmıyor. Yine 1940’larda ruam denilen bir bela var. Artık biz ruamı yani atları kırıp geçirdiği söylenen bu hastalığı Birinci Dünya Harbi’nde Almanların biyolojik bir silah olarak kullandığını biliyoruz. 1945’li yıllara doğru bu ruam patlak veriyor. İkincisi yine 1960’lı yılların ortasına doğru patlak veren bir ruam var. Ama buna dair tek bir resmî rapor göremezsiniz. Bu salgında kaç tane atın öldüğüne dair tek bir tane rapor söz konusu değil. Ben o dönemki ulaşabildiğim gazeteleri internetten taradım. Bu ruam 3-4 yıl önü alınamıyor. Ya da böyle bir iddia var. Yani ruam bir taraftan var, böyle bir salgın var, orası muhakkak, ama bir taraftan da ruamdan koruma adına bir aşılama kampanyası var. Ruamdan da atlar ölüyor, aşılanan atlar da ölüyor. Böyle bir tuhaflık var. Atını kaçıranlar, hem ruamdan hem ruama karşı koruyacağı iddia edilen o aşıdan atlarını yaylaya kaçıran insanlar atlarını kurtarabiliyor. Yani o atlar sağ kalıyor. Ben o dönemi sadece gazetelerden tetkik edebildim çünkü o dönemde kaç at öldüğüne dair resmî bir rapor yok. Bu 3-4 yılın sadece 3-4 ayına dair gazete haberleri var. Ondan sonra artık sıradan bir vakıa olduğundan, muhtemelen artık haber değeri taşımadığından gazetelerde bunu görmüyoruz. Nadirattan görüyoruz. Sadece 3-4 ay içerisinde ölen at sayısı 20 bin. Onlarca haberden topladığımda ulaştığım bir rakam. Yoksa toplu olarak bir yerde yazılmış değil. Şimdi bu ruam, belki haberlerde izliyorsunuz, işitiyorsunuz, hala cumhurbaşkanlığının atları uyutuluyor mesela. Öldürülüyor, itlaf ediliyor… Geçen yıl ben bir haber okumuştum. Büyükada’da biliyorsunuz ulaşım faytonlarla, atlarla sağlanıyor. Geçen yıl ilk defa ruam vakıası görülmemiş. Daha geçen yıl ilk defa. Ve adamlar bununla övünüyorlar. Yani o adaya o hastalığın nasıl taşındığı ayrı bir hikaye. Ve oradaki atların hiçbiri cins atlar değil, hepsi melez, kırma. Yani cins at diyebileceğimiz atlar değil ama oradaki atların yaşamasına bile müsaade edilmiyor hala. Geçen yıl oradan sorumlu şahıs bunu bir müjde olarak veriyor, “işte bu yıl ruama rastlamadık”. Ata ihanetten bahsediyordum… Bir de 1960 darbesinden sonra biliyorsunuz süvari birlikleri lağvediliyor, burada vazifeli askerler tankçı birliklerine kaydırılıyor ve 1960-1975 arasında 650 bin tane at Avrupa’ya satılıyor, 650 bin tane at ve kasaplık fiyatına satılıyor. Bu satılan atların içerisinde paha biçilemeyecek atlar var, damızlık olmaları sebebiyle yani iyi nesil elde edilebileceğimiz atlar var ve bunların hepsi kasaplık fiyatına satılıyor. En son da 1980’den sonra yılkı halinde yaşayan atlarımız, özellikle güneydoğuda, Çukurova bölgesinde yılkı olarak yaşayan atlarımız, mafya deniliyor artık, ne mafyasıysa bilmiyorum, bu işle uğraşan adamlar öyle at mafyası olarak zikrediyorlar, bütün bu yılkı atları Suriye’ye kaçırılıyor ve bu defalarca şikayet konusu oluyor, gerekli mercilere başvuruluyor yani adamlar yılkı atlarını sürüler halinde Suriye’ye götürüyor. Ama hiçbir şekilde bunun önü alınamıyor yani o yılkı atları da gidiyor. Atın başına gelenler Türkiye’de bunlar. Şu an 400-500 bin gibi bir at mevcudundan bahsediliyor ki bunlar da yarış atları ya da yarıştırılmak üzere yetiştirilen atlar, artık milletin elinde ne kadar at varsa o da bilinmiyor, 400-500 bin gibi bir rakam zikrediliyor.
Şimdi, konuyu biraz dağıttım, attan düşen iki devletlü var demiştim; biri Mustafa Kemal ama gerçi attan düştüğünde cumhuriyetimiz ilan edilmemişti, Sakarya meydan muharebesi öncesi attan düşüyor, kaburgaları kırılıyor ve bununla ilgili birbirini nakzeden bir sürü rivayet mevcut: şu sebeple düştü, bu sebeple düştü; düştüydü düşmediydi falan filan… her neyse. İkinci vakıa hepimizin hatırladığı, Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Bayrampaşa’da emekliye ayrılmış bir yarış atından, ıskartaya çıkarılmış bir attan düştüğü vakıa. Şimdi belki sorabilirsiniz yani bir insan attan düşemez mi? Yani böyle bir hakkı yok mu? diye. Yani bu mümkündür, mesela at terbiyesizdir yani henüz terbiye edilmemiştir, korkaktır, birtakım terbiye işleminden geçirilmemiştir, ürker falan filan at üstündekini atabilir. Ama ben işte Selçuklular ve Osmanlılar döneminde yazılmış tarih kitaplarını karıştırırken bu attan düşmeyle alakalı enteresan malumatlara rastladım: Nasıl ki rüya sahibine göre tabir edilirse biz de attan düşen adama bakarız yani attan düşme vakası da attan düşen adama göre tabir edilir, yani kim bu attan düşen diye. Mesela adam Ahilerin başına geçmiş… Ahilerin başına geçmesi ne demek? Yani bu adam mesleki olarak, mesleğinin gerektirdiği bütün vasıfları haiz, ahlaki olarak da gözle görülür bir sıkıntı söz konusu değil, ki Ahilerin başına geçmiş ama bu adam attan düştüğü zaman diyorlar ki bu işte bir iş var. Yani at bizim bilmediğimiz bir şey biliyor. Yani namussuz olarak bilinen bir adamın attan düşmesini beklemiyorlar, adam güvenilir bir adam ve attan düşüyor, diyorlar ki bu işte bir hayırsızlık var. İlk Busbecq’in Türk Mektupları’nda rastlamıştım, biliyorsunuz Kanuni döneminde Türkiye’ye elçi olarak geliyor, kitabında diyor ki, paşalardan biri atından düştüğü ya da atının ayağı sürçtüğü için hemen azledildi. Çünkü diyor, ondaki hayırsızlık devlete sirayet etmesin istendi ve paşa attan düşmesi sebebiyle azledildi. Selçuklularda da var. Yani mesela adam savaş anlatıyor. Savaşa gidilirken komutanın attan düşmesini kaydediyor. Yani böyle kayıtlar var. Savaşa dair bütün ayrıntılar yok ama adamın attan düştüğü kaydedilmiş... Hatta en son Peçevi tarihinde rastladım. Yani vakanüvisler attan düşen adamları hususi olarak kaydetmişler. Başka kaydettikleri ilginç şeyler de var. Mesela muharebe öncesinde hücum hattındaki atların hareketlerine bakmışlar. Yani iki ordu karşı karşıya gelmiş, savaş patladı patlayacak, herkesin dikkati ön saftaki, hücum hattındaki atlarda. Gözleri bu atların üzerinde çünkü atların hal ve hareketi bize ne diyor diye merak ediyorlar. Hatta İstiklal Harbi’nde de böyle anlatılır. Taarruzdan bir önceki gün, yani atların bir gün boyunca yemediği, içmediği, uyumadığı ve sürekli yeri tepeledikleri kaydedilmiş ve bunu da zafer yakın diye yormuşlar. Bunu bu şekilde yormuşlar, yorumlamışlar. İşte bunun da bir hadisle ilgili olduğunu fark ettim. Peygamberimiz diyor ki: “Ne zaman ki bir taifenin, bir topluluğun atlarının başlarını yukarı tuttuğunu ve çok kişnediğini görseniz, bilesiniz ki fırsat onlarındır, ama ne zaman ki o atlar başlarını aşağı tutarlar, az kişnerler ya da kişnemezler, öyle kuyruklarını sallarlar, bilesiniz ki böyle bir kavim yenilir ve yıkılır.” Dolasıyla, atın her hali savaşta, cephede dikkate alınmış ve bundan ayrı bir enerji, ayrı bir güç kazanılmış…
Bu adamlar, atların bu hallerine niye bu kadar dikkat ediyorlar? Şimdi şöyle bir malumat da vereyim size. Bu Türklere has bir şey. Türkler atlarına ramazanda fitre, fıtır sadakası verirler. Ramazan ayında evinde beş kişi, tavlasında ya da ahırında iki de at varsa yedi kişi hesap edip, ramazan fitresini veriyor. Yani atını evin ehlinden, efradından kabul ediyor. Şimdi hadis diyor ki: “Atın zekatı verilmez… ve ata yaptığınız bütün harcama sadaka hükmündedir.” Tıpkı evladınıza yaptığınız harcama gibi… yani evladınıza yaptığınız harcama da sadaka hükmündedir, ata yaptığınız bütün masraflar da sadaka hükmünde kabul edilir. Ve ramazanda at sahibi insanların atları için fitre verdiğine şahit oluyoruz. Ama bu daha sonra mesela işte eskiden muvasala aracı attı, artık otomobil var. İşte otomobil de havaic-i asliyyedendir, asli ihtiyaçlardandır. İşte bu sebeple ona da zekat verilmez gibi birtakım fıkhî yorumlarla biz en başta kaybetmişiz çünkü atla otomobil daha ilk planda eşdeğer şeyler kabul edilivermiş. Yani atla otomobili yan yana getirmek edep dışı bir şey, bambaşka şeyler yani, mümkün değil ikisini aynı cümlede zikretmeniz... Gerçekten edep dışı bir şey, çünkü atla ilgili bir tane hadis okusanız, mümkün değil atla otomobili kıyaslamaya kalkmanız, imkan dahilinde bir şey değil. Ama bu ilk elde bu hale düşürülmüş. Resul-i Ekrem diyor: “çocuklarınıza ata binmeyi öğretin.” Şimdi bu, tavsiye gibi olarak algılanıyor. Yani işte yani çocuğuna at binmeyi öğretebilirsin; ama bu kesinlikle tavsiye değil bir emirdir! Çünkü bunun tavsiye şeklinde değerlendirilmesine diğer hadisler kesinlikle imkan vermiyor. Kesinlikle çocuğunuza at binmeyi öğreteceksiniz yani bu bir kesin emir. Aynı zamanda ok atmak… At ve ok özellikle zikrediliyor, hatta çocuğun baba üzerindeki haklarından addediliyor ve kesinlikle bunlar tavsiye hükmünde zikredilmiş şeyler değil.
Mesela gazavatnamelerimizde ya da destanlarımızda, şöyle kısaca bir gözden geçirseniz dahi fark edersiniz ki, at her zaman merkezdedir yani Köroğlu destanına bakın. Kırat mı merkezde, Köroğlu mu merkezde karıştırırsınız yani, destan Kırat’ı mı anlatıyor, Köroğlu’nu mu anlatıyor, olayın kahramanı kim? Yeri gelir bazı sayfalarda karıştırırsınız. Ya da Battalgazi destanına bakın. Mesela Battal Gazi’nin atının adı Aşkar’dır ve bununla ilgili ilginç malumatlar vardır. Yani bu Aşkar Hazreti Âdem’in atıdır ve bir şekilde gelir işte Hazreti Hamza’nın atı olur, aynı attır, Hazreti Hamza’dan Hüseyin Gazi’ye geçer, Hüseyin Gazi’den Battal Gazi’ye geçer, Battal Gazi’den Sarı Saltuk’a geçer... Aynı attır: Aşkar. Hani ab-ı hayat içmiş atlar bahsinde zikredilir. Ben bu atların melek olduğu kanaatindeyim. Hatta kozmolojide dördüncü kat semanın melekleri at suretindedir denir. Yine mesela Cebrail aleyhisselam peygamberimize hep at sırtında gelmiştir. Yani rivayetlere bakabilirsiniz. Cebrail hep at sırtında gelmiştir. Ve Bedir savaşında şeytanı korkutan şey Rasul-i Ekrem’e sorulduğunda bunun atlara binmiş melekler sebebiyle olduğunu söyler peygamberimiz.
Meleklerin atlarıyla ilgili de şöyle bir rivayet var: Melekler atın yaratılışını ve atın vasıflarını duymuştur, onu görmek isterler. Atı gördüklerinde Cebrail aleyhisselamdan isterler yani Allah bizim için de at yaratsın diye. Ve Allah da onlar için iki tür at yaratır.
Atla kıble, Kâbe arasında bir irtibat olduğunu düşünüyorum. Şimdi atın yaratılışına dair iki tane rivayet var kaynaklarda zikredilen: Biri atın kıble rüzgarından, Kâbe’nin sağ tarafından esen rüzgardan yaratıldığı, bir diğerinde de o rüzgarın sebep olduğu tozdan ya da topraktan, Kâbe’nin toprağından yaratıldığı rivayet edilir.
Sonra Kâbe inşaa edilirken, Allah İbrahim aleyhisselamla İsmail aleyhisselama Kâbe’yi inşa etmelerini emrettiğinde ve onlar bu inşa faaliyetine başladıklarında Allah onlara hediye olarak bir at gönderir. Ve peygamberimiz der ki: “Sizin ata ilk bineniniz atanız İsmail’dir. Ata ilk binen kişi atanız İsmail’dir.” Şimdi biz atın Hazreti Âdem’e sunulduğunu ve Hazreti Âdem’in atı seçtiğini biliyoruz. Ama mesela kaynaklar bunu şu şekilde tefsir etmişler: Çünkü demişler at İsmail aleyhisselama kadar vahşi hayvanlardan bir hayvandı. İsmail aleyhisselamla at ehil kılındı ve üzerine insan binebilecek hale geldi… şeklinde bir yorum da var. Ya da insanlar o döneme kadar atları etinden sütünden istifade etmişler ya da çeki hayvanı olarak arabaya koşmuşlar -çünkü bir de savaş arabaları çağı diye savaş tarihçilerinin bahsettiği bir dönem var-. Yani at henüz üzerine binilebilen bir mahlûk olarak söz konusu değil ve işte bu rivayette de İsmail aleyhisselam ata ilk binen kişi olduğu zikrediliyor ve bunun sebebi de Kâbe’nin inşasına başlaması…
Şimdi hicretin ikinci yılında kıblemiz değişiyor malumunuz. Kudüs’ten Kâbe’ye yöneliyoruz. Kıble değişikliği ile beraber aynı yıl cihat emri de geliyor. Ve savaş için atlar bağlamamız emri de aynı hicri ikinci yıldadır. Ben bu sebeple yani Kâbe’yle at arasındaki irtibatın tetkik edilmesini düşünüyorum. Yani nasipse onu da inşallah ileride tetkik etmek nasip olur.
İkinci husus da ok. Yani kaynaklar 9. yüzyılın sonunun itibaren Türklerden bahsetmeye başladıklarında Türklerin yanında zikrettikleri iki şey var: biri at diğeri ok; ve bu Resulü Ekrem’e soruluyor. Sahabe diyor ki atmak mı binmek mi daha efdal yani ok atmak mı ata binmek mi daha üstün? Peygamberimiz atmak daha efdal diyor. İşte Türkler bu ikisini cem ediyor yani atın üstünde ok atıyorlar ve bunu da mümkün kılan iki tane şey var: biri atın üzerinde sabit durmanızı ve ok atmanızı mümkün kılan üzengi, diğeri ise okçu yüzüğü dediğimiz zihkir. Üzengi ve zihkir yani at üzerinde ok atmayı mümkün kılan iki alet. 9. yüzyılın sonundan itibaren bütün kaynaklarda zikrediliyor yani Türk denildiğinde akla gelen şey, at ve ok. Haçlı savaşlarında da öyle… Haçlı savaşlarında bizim belki başarısızlık addebileceğimiz tek şey birinci haçlı seferi yani tamamen engel olamıyoruz haçlıların Kudüs’e gitmesine. Gerçi ona da başarısızlık diyemeyiz, çünkü birinci haçlı seferi diye bildiğimiz sefer sadece tek bir seferden değil beş seferden oluşuyor: ilkini tamamen imha ediyoruz, ikincisine Eskişehir yakınlarında -istihbarat zaafı nedeniyle, öyle diyor tarihçiler- meydan muharebesi şeklinde geçen savaşta ağır zırhlı şövalyeler karşısında bizim hafif süvarilerimiz etkili olamıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyorlar ama daha sonra birinci haçlı seferinin devamı olan 1101’deki Alman, Fransız ve Lombardlar’dan oluşan üç tane farklı ordu var ve haçlı sayısı dörtyüz bindir. Bunların tamamı, ilki Merzifon’da, diğeri Konya’ya gelmeden, üçüncüsü Ereğli çayı civarlarında tamamen yok ediliyor. Yine ikinci haçlı seferi aynı şekilde, üçüncü haçlı seferi aynı şekilde… bunu mümkün kılan şey üzengi ve zihkir yani bizim at üzerinde ok atabilmemiz ve hafif süvarilerimize uygun bir savaş taktiği. İkincisi haçlıların kullandığı yol ağını, yol şebekesini devre dışı bırakmamız. Yani bu yol ağı bizim tarihten bildiğimiz Roma yolu ile kesişen, Osmanlının son dönemine kadar haç yolu diye bildiğimiz, ulu yol diye bildiğimiz yoldur. Türkiye’yi çapraz kesen yoldur. İstanbul’dan, Suriye, oradan Mekke ve Medine’ye giden yoldur. Bu yol 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden 30-40 yıl sonra, Türklerin ilk hedefi olmuştur yani bu yol Bizans’ın ve Haçlıların Anadolu’ya ve Kudüs’e ulaşmak için kullandıkları yoldu ve biz bu yolu onlara tıkadık diyerek konuşmamı bitireyim. Teşekkür ederim.
Gökhan Göbel: Biz de Mehmet Ali Yeşil’e teşekkür ediyoruz. Şimdi İstanbul Şubesi, şubemiz üyelerinden Yahya Çiftçi konuşmasını yapacak.
Yahya Çiftçi:
Selâmun Aleyküm,
Ben de inşallah bu toprakları ikinci kez vatanlaştırmamız, İstiklal Harbi ve Misak-ı Milli bahsinde bir şeyler söyleyeceğim. 1918 yılına geldiğimiz zaman biz tarihten silinme tehlikesi yaşadık. Yani zaten, insanlık tarihinin veya dünya tarihinin son dört asrına baktığımız zaman şunu rahatlıkla görebiliriz: Biz Birinci Dünya Savaşı’na geldiğimiz zaman, tarihten silinmemiz gerekirdi, yani 1571 yılında İnebahtı’daki mağlubiyetimizden sonra Avrupa’da ortaya çıkan hareketlenme bizi Birinci Dünya Savaşı’da tarihten silme noktasına geldi. Bu çok önemli bir şeydi, yani savaşı kazandık, biraz daha ilerleyelim meselesi değildi. Yani gayet bir yerlerde hesaplanmış, karara bağlanmış bir şeydi. Çünkü 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Birçok insan artık savaş bitti, Birinci Dünya Savaşı bizim açımızdan bitti diye düşünüyordu ama öyle olmadı. Hemen mütarekenin ardından Fransızlar ilk önce İskenderun’a çıktılar, 3 Kasım’da. Üç gün sonra oradan ilerlediler, Dörtyol’a kadar geldiler Fransızlar, Hatay’a bağlı Dörtyol kasabasına. Yani aradan bir ay geçmemişti, Dörtyol civarındaki köylere, Fransızların yanlarında getirdikleri Ermeni intikam alayları, Dörtyol civarındaki köylere saldırmaya başlayınca Mondros’tan sonra Türk topraklarında, Türk topraklarının işgaline karşı ilk direniş Dörtyol civarındaki köylerde başladı. Niyetim yani bir şeyleri yarıştırmak değil ama burası önemli, çünkü bu direnişi başlatan insanlar köylülerdi. Bir isim özellikle kaynaklarda geçer, Kara Hasan Paşa diye birisi Dörtyol civarındaki köylü direnişinin lideri olarak. O da adamın paşa oluşundan değil, köylü bir delikanlı. Kardeşini Ermeniler öldürünce Fransız askerlerine, Fransız birliklerine karşı hemen bir pusu hareketi kurup direnişi başlatıyorlar. Zamanla sayıları 300 kişiyi buluyor, daha da yayılıyor, bütün Adana, Mersin o Çukurova bölgesine. Bu 300 kişi bir sene boyunca Fransızlara bir sürü zayiat veriyorlar. Bir sene boyunca direniyorlar ve bir senenin sonunda İngiliz ve Fransız iki tabur, biri İngiliz biri Fransız iki taburun ve yanlarında çok ağır silahlarla taarruzuna maruz kalıyorlar Gavur dağlarında. Ve bu 300 kişi bu iki taburu da püskürtüyor. Bundan sonra Kara Hasan’a köylüler Kara Hasan Paşa diyorlar. Buradaki hareket, çete harbi 1921’e kadar devam ediyor. Arada 1920’de 44 kişilik bir çeteci 1000-1500 kişilik bir Fransız taburunu esir alıyorlar. Yani bu tamamen bir köylü hareketi olarak başlıyor, Mondros’tan sonraki işgale ilk direniş. Başka kimsenin başlattığı bir şey değil. Yani tarih kitaplarında hep Hasan Tahsin gibi tuhaf adamların ismi geçer. Tuhaftır onlar gerçekten, yani geçmişi şaibeli insanlardır. Biraz bakarsanız görürsünüz başka yerlerde bir sürü iş yapmış, tuhaf tuhaf suikast olaylarına karışmış ismi mismi değişik birisidir. Yani İstiklal Harbi’nin Türk köylüsü, Türk köylüleri tarafından başlatılması mühim bir şey. Daha sonra köylülerin başına neler geldiği, köylülerimize ne olduğu, köylerimize ne olduğu daha da önemli bir şey. Yani Çukurova bölgesinde köylülerin başlattığı direniş Maraş’tan da önce bir şeydir. Bunun sebebi de aslında basit bir şeydir. Çünkü Fransızlar Ermenilerle beraber geliyorlar. Fransızların çıktığı ilk yerde ilk direnişin başlaması bu açıdan normal bir şey ama Maraş, Antep, Urfa önce İngilizler tarafından işgal ediliyorlar. Yaklaşık 8-9 ay, 10 ay kalıyorlar İngilizler burada. Fransızlarla aralarında yaptıkları anlaşmalara binaen buraları boşaltıp Fransızlara devrediyorlar. O esnada, yani İngiliz işgali altında burada hemen hemen hiçbir ciddi direniş yok. Birileri tabi ki hazırlanıyor ama direniş patlak vermiyor çünkü İngilizler Fransızlar gibi yanlarında Ermenileri getirmedikleri için. Fakat bu İngilizlerin boşaltıp buraları Fransızların geleceği haberini alan bazı insanlar, bilhassa yetkili insanlar, bilhassa makam, mevki sahibi insanlar bir şeyler yaptılar, yani sağa sola telgraf çektiler, protesto mektupları gönderdiler. Yani düşman işgali komutanlarına, hem Ankara’ya, hem işte padişaha vesaire. Bunlar ilginç, isterseniz ben bir parça okuyayım; yani İngilizlerin boşaltma kararı üzerine Fransızların geleceğini duyanlar Fransızların Adana’da yaptıkları, Dörtyol civarında yaptıkları katliamı, Ermeni intikam alayları ile yaptıkları katliamı bilen insanlar dediğim gibi bir yerlere telgraf çektiler, orada şöyle şeyler söylüyorlar:
“Sekiz aylık bir İngiliz işgalinden sonra memleket Fransızların işgaline uğradı.
İngilizlerin işgali esnasında milli ve dini duyguları incitecek mahiyette hiçbir olay olmamıştır…
Bütün cihanda malum olan Fransız adalet ve medeniyetine dayanan bizlerin kalplerimizde bu işgal dolayısıyla bir değişiklik olmadı. Fakat çoğunluğu Adana ve civarı Ermenilerin teşkil eylediği işgal kıtaları geldiğinin ertesi gününden itibaren Müslümanlar hakkında büyük bir düşmanlık duygusu göstermekten çekinmediler…”
Bundan sonra Ermenilerin yaptıkları bir bir sıralanıyor ve şöyle devam ediyor:
“…Bundan başka Müslüman ahalinin namus ve haysiyetinin emniyet altında olmadığını düşünmek hakkını haiz olduğumuzu derin saygıyla arz ederiz.
Şer’i ve mantıki olan isteklerimiz dikkate alınmadığı takdirde masumluğumuzu, şikâyetlerimizi yüksek meclise duyuracağız cevabınızı bekliyoruz.
İmza: eşraf ve memurlar.”
Başka bir telgraf da şöyle diyor:
“İngilizlere teşekkür ederiz.
İngilizler idare işlerine karışmaksızın memleketin güvenliğini sağlamakla meşgul oldular. Müslüman ve Hristiyan ahali arasında ikilik yaratacak hiçbir çalışmada bulunmadılar.”
Buna benzer bir sürü telgraf var, mektup var. Bunlar ya belediye başkanının ya mutasarrıfın ya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanının, hatta bazı şehylerin tavırlarıdır. Hatta Mustafa Kemal’in de Sivas Kongresi’nin hemen akabinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği, “mitingler yapalım, bilhassa Amerika nezdinde” gibi tavsiyelerde bulunduğu telgrafları var. Yani ne demeye çalışıyorum? Şimdi bizim başımızdaki bütün bela İstiklal Harbi verdikten hemen sonra başlayan bir hareket. Yani Türkiye’nin Türkler tarafından idare edilmemesi tedbiridir. Yani İstiklal Harbi’ni veren insanlar İstiklal Harbi’nden sonra bir yerlerden, bir şeylerden kasıtlı olarak uzak tutuldular. Daha bu İstiklal Harbi cereyan ederken başladı. İstiklal Harbi’ne birileri müdahale etti. Mesela Maraş’ta bilinen, Ali Çetinkaya diye bir adam var. Kılıç Ali diye birisi var. Bunun Maraş Çete Harbi’ndeki dahli, müdahalesi çok sonradan olmuş bir şeydir. Harp başlamış, harbin orta yerinde gelmiş ve harbe iştirak etmemiştir. O günleri yaşayan insanların hatıratlarında bu var. Ama ne oluyor? Kılıç Ali, Ali Çetinkaya daha sonra İstiklal Mahkemeleri Başkanı filan oluyor. Bir şeyler, bir şeyler oluyor. Oradaki bu Kılıç Ali’nin gösterdiği tavrı gösterenler Türkiye’de bütün devlet makamlarını dolduruyorlar. İstiklal Harbi’ni veren insanların başına ne geliyor? Bunun çetelesi, muhasebesi tutulmuş değil. Ama İstiklal Harbi’ne İstiklal Harbi esnasında müdahale edildiği, birilerinin olaya el koyduğu açık. Şimdi bizim bu Güney cephemizin bu hale gelmesinin sebebi Yıldırım Ordularının hezimeti. Üç tane ordumuz var, birisi tamamen neredeyse esir oluyor, birisi tamamen dağılıyor; kalanın yarısı kaçıyor, yarısı burada, Torosların kuzeyine kadar çekiyorlar. Yani dolayısıyla Hatay, Maraş, Antep, Urfa bütün oralar Adana, Mersin ordusuz bir haldeyken, Türk köylüsü tarafından direniş başlatılıyor. Yani bu çok mühim bir şey. Çünkü bu Türkiye’nin hemen her tarafında böyleydi. Batı’da da, yani ellerinde silah dahi olmadan baltalarla düşman ordularına karşı harekete geçen köylüler vardı, Batı cephemizde. Bizim düzenli ordunun en çok etkin olduğu cephe diye bildiğimiz Doğu cephesinde bile, mesela Erzurum’un geri alınışı sırasında, Kazım Karabekir’in notlarından söylüyorum 12 tane üniformalı şehit var, 1700 tane sivil halk diyor. Yani böyle bir şey var. Düzenli ordunun en şey olduğu etkin olduğu cephemizde bile, çarıklı erkân dedikleri bizim köylülerin bir iradesi var yani. Bu bütün cephelerimizde açık ve net bir şeydir. Yani Çerkez Ethem’in de Batı cephesinden bir şekilde uzaklaştırılması, tard edilmesi aynı şekilde, yani o Güney cephemizde ne olduysa Batı cephesinde de İstiklal Harbi’ne birilerinin müdahale etmesi, birilerinin el koyması gibi bir şey oldu. Çünkü, bunu Kemalist tarihçiler de söyler, o dönemde kimse subayların emri altında çalışmak istemiyor. Böyle bir şey var yani. Niyazi Berkes de söylüyor. Herkes Çerkez Ethem, Demirci Efe gibi veya başka gönüllü milis kuvvetler, çeteciler ile beraber bilhassa, İstiklal Harbi’ni veriyorlar.
Bir de Misak-ı Milli’den bahsetmek istiyorum. Misak-ı Milli aslında öyle çok şey gibi bir metin gelmeyebilir, “harikulade bir şey değildi” diyebilir bazıları. Ama öyle değil. Tamam dünyada bir Wilson Prensipleri havası esiyordu. Yani Türklerin çoğunlukta olduğu yerler Türklerindir. Kabaca böyle yorumlanır. Yani bilhassa bizim güney cephemizdeki köylülerin başlattığı direniş Meclis-i Mebusan’da da yani Meclis’de de bir şeye sebep oldu. Yani Misak-ı Milli kararının alınması bizim güney cephemizle alakalı bir şeydir. Dolayısıyla bir devletten bahsediyorsak o zaman, Misak-ı Milli kararını alan irade veya organizasyondu o zaman devlet. Misak-ı Milli’de bariz bir şekilde, yani hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde bizim güney sınırlarımız İskenderun’dan başlayıp Halep’i zaten içine alıyor, El Bab zaten var, Menbiç zaten var, Rakka zaten var. Oradan Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi kapsayarak devam ediyor güney cephemiz. Ve Misak-ı Milli’den de ilk taviz Ankara Anlaşması’dır. 1921 Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Fransızların ve İngilizlerin oralarda tutunamayacağı anlaşılınca Fransızlarla çektiğimiz Suriye sınırımız, 1921 Ankara Anlaşması. Bu bariz bir şekilde taviz ve bu anlaşma, Ankara Anlaşması, Lozan Konferansı’nda bir görüşme konusu bile yapılmıyor. Mustafa Kemal’in kesin emriyle öyle bir bahis açmayacağız, orası tamamdır diye bir şey yapılmıyor yani. Ve Misak-ı Milli harikulade bir şeydi. Çünkü bir meclis tarafından kabul edilmiş bir şeydir. Yani başka ülkelerde böyle bir şey yok. Dolayısıyla Rıza Nur’un da hatıratında ve diğer diplomatların da belirttiği gibi biz nereye gitsek, kimlerle anlaşma masasına otursak Moskova’da, Lozan’da Misak-ı Milli’yi öne sürüyorduk ve her şeyi çözüyorduk. Yani bütün güçlükleri ancak Misak-ı Milli’yi öne sürerek atlatıyorduk, elimiz kolaylaşıyordu, rahatlıyorduk diyor. Neden böyle? Çünkü biz bu anlaşmayı imzalıyoruz burada, gittiğimiz zaman Meclis bu anlaşmayı imzalamaz diye; aslında bir çeşit tehdit ediyorlardı onları. Çünkü bir anlaşmanın geçerli olabilmesi için o anlaşmanın milletvekilleri tarafından da onaylanması gerekiyor. Yoksa o gavurlar bana ne der yani, hani Misak-ı Milli’niz varmış, sizin böyle şeyleriniz varmış diye. Tarih kitaplarında Arap toprakları diye geçen topraklar için yine de mütareke hattı haricinde kaldığı için oraların ayrılmaz bir şey olduğundan bahsediliyor Misak- Milli’nin birinci maddesinde. Yani Arapların, bazı Arapların ihanetine rağmen, bazı Arapların da bu ihanete sessiz kalmalarına rağmen böyle bir şey var Misak-ı Milli’nin birinci maddesinde. Kürtlerin yaşadığı yerler, Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerler hiç Misak-ı Milli’de mevzu bahis bile edilmiyor. Kürtlerin Türklerden ayrı bir şey olduğu, böyle bir kafa yok yani, hiç kimsede yok. Gavurların birilerine beğendirmeye çalıştığı bir şey, Kürtlerin de reddettiği bir şey. Açık ve net bir şekilde biz sizin söylediğiniz gibi Türklerden ayrı bir şey değiliz. Biz Türk Kürt ayrılığını kabul etmiyoruz, biz gavur değiliz diyorlardı, dediler ve fiilen de gösterdiler bunu.
Yani bugün de biliyorsunuz Misak-ı Milli diye birileri bir şeylerden bahsediyor. Yani Suriye’deki, TSK’nın Suriye’ye girişi dolayısıyla vesaire birileri ağzına Misak-ı Milli lafını alıyor, bir şeyleri meşrulaştırmaya çalışıyorlar akılları sıra. Kısaca şunu söyleyeyim: Geçtiğimiz günlerde Yeni Türkiye Dergisi diye bir dergi, bir sürü kalantor isim var, Misak-ı Milli özel sayısı yapmışlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın da önsözü varmış o dergide. Derginin yüksek istişare kurulu başkanı Amerikalı bir profesör, Justin McCarthy. Bu kadar yani. Bunlar tamamen Amerikan işi. Yani “İslam’dan bahsedip İslam’ı nasıl yok ederiz, Misak-ı Milli’den bahsedip Misak-ı Milli’yi bir daha bahsedilmeyecek hale nasıl sokarız?”dan başka bir şey değil yani. Teşekkür ediyorum.
Gökhan Göbel: Biz de Yahya Çiftçi’ye teşekkür ediyoruz. Şimdi İstiklal Marşı Derneği Genel Saymanı Oruç Özel’e mikrofonu tevdi ediyorum.
Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Bu celsenin ehemmiyetli bir tarafı da “Tek Dil Olmadan Tek Bayrak Olmaz” meselesi. Bizler de, Abdülhamid Bey ile bayrak meselesi hususunda konuşacağız. İstiklâl Marşı’nı okumamız “bayrak” ve “sancak” kelimelerini anlamamıza yardım eder. “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Bu İstiklal Marşı’mızın ilk mısraı. İkinci kıtanın başı, beşinci mısra ise “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal”. Burada da bir nazlı hilalimiz var. Dokuz kıta geçiyoruz, son onuncu kıtaya geldiğimiz zaman “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal”. Bu da onuncu kıtanın ilk mısraı. Son mısraımızdan önce daha doğrusu tekrar edilen iki mısra, kırkıncı mısra -son mısra olarak tekrar edilen iki mısra var çünkü- “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet” şeklinde İstiklâl Marşı hitama eriyor. Burada bunları izah etmeden önce bu "bayrak", "sancak" kelimelerini biz lisanımıza nerden almışız bunun üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Bu iki kelimeyi de Lütfi Hoca'mla araştırdık, Kur’an’dan bir şey bulamadık. Bir şey bulduk, “çizgili kareli kumaş” diye sancak için bir yaklaşım vardı ama ben bunu pek tutmadım. Çünkü "bayrak" kelimesinin, batırmaktan, "sancak" kelimesinin sancımaktan yani saplamaktan geldiğini biliyorum. Bu, Divân-ı Lügâti’t-Türk’te de böyle geçiyor, diğer sözlüklerde de aynı şeklide geçiyor. Bayrağın ve sancağın kelime kökünün alametle, tuğ ile, bezle ya da İstiklâl Marşı'nda geçtiği gibi dalgalanan, şafaklarda yüzen gibi doğrudan bir manası yok. Bayrak doğrudan doğruya batırmaktan, sancak da sancımaktan veya saplamaktan geliyor. Saplanan şey batırılan şey bayrak, saplanan şey sancak bunların her ikisi de birer silah. Bu silahı kâfire karşı kim tutuyor? Kimin tuttuğunu gösteren ise bu silahın ucundaki alamet. Dalgalanan, şafaklarda yüzde yüzen al sancak işte bu silahın ucunda. Bayrağımıza bakın burada sağ tarafta bayrak nizamnamesine uygun bir bayrak var Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği kanuna uygun, bir de bakın bu afişte bir bayrak var. Bu kısma daha sonra geleceğiz. Bu şekildeki bayrağı, bunu biri elinde tutuyor, silah olarak bir yere saplıyor. Bu önce sapladığı yer kâfir sonra, kâfir tepeledikten sonra sapladığı yer toprak. Hangi toprak? Fethettiği toprak. Hangi toprak? Vatan olarak bilinmesi gereken, dar'ül-İslâm haline getirilen toprak. Dolayısıyla sancak ve bayrağın doğrudan doğruya vatanla, vatan sahibi olmakla, bir yeri vatan yapmakla alakası var.
Sözlüklerde bayrak için ne diyorlar: “Bir şeyi gösteren alamet.” Dolayısıyla kuruluşların da bayrağı oluyor, şirketlerin de bayrağı oluyor, devletlerin de bayrağı oluyor. Ama bizim bayrağımız böyle bir şey değil, nasıl İstiklâl Marşı bizim de bir milli marşımız olsun diye yazılmadıysa. Bunu defaatle İstiklâl Marşı Derneği'ndeki konuşmalarda duymuşsunuzdur: Almanların, Fransızların ve bizim millî marşımız var; diğerlerinin hepsi uydurulmak zorunda kalınmış, hiçbir temeli, esası olmayan, bir yerlerde söylenmesi lazım olduğu için yazılmış şeyler. Bunların da (diğer ikisinin de) İstiklâl Marşı olması mümkün değil. İstiklâl Marşı sadece bize aittir, bayrak da aynı şekilde, sancak da aynı şekilde. Yani bizim üzerinde ay yıldız olan, rengi kızıl olan -al olan diye geçiyor İstiklâl Marşı'nda ama rengi kızıl olan- bayrağımız, sancağımız hepsi îtikâdî bir zaruret olarak mevcut. Nasıl bir îtikâdî zaruret olarak mevcut? Şöyle bir şey: ilk mısrada “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” denildiğinde "al sancak" deniyor, "kızıl sancak" denmiyor. Niye biz kızıl diyoruz, al değil de kızılı tercih ediyoruz meselesi var. Türkçede "kızıl", kızılca kıyamette olduğu üzere çok kişinin toplandığı yer, çok fazla kişinin müşterek beraber oldukları yer için kullanılır. Bu kızıl bayrak dediğimiz şey dar'ül-İslâm’da altında ümmet-i Muhammed'in toplanacağı sancak olması sebebi ile kızıl sancaktır, kızıl bayraktır. İstiklâl Marşı'nda “al sancak” denmek zorunda kalınıyor. Çünkü o dönem Sovyetler Birliği henüz doğmadı ama bir Sovyet Devrimi var ve kızıl onların bayraktarlarının yaptığı bir şey. Bu yüzden Mehmet Akif "kızıl sancak" yerine "al sancak" kullanıyor hükmündeyiz.
"Bayrak nedir?" dediğimiz zaman “bayraksız namaz olmaz” meselesini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Maraş’ta işgal kuvvetlerinin indirdiği bayrağın, Türk bayrağının tekrar Maraş kalesine çekilmesi ile Cuma namazının orda eda edilmesi sağlanabilmiş. Bunu anlamamız gerekiyor.
Bayrağımızda bir ay-yıldız var. Ay-yıldız mı var yoksa hilal ve yıldız mı var? Önce ay-yıldız var diyelim, bu ay-yıldız nereden neşet olmuş? Ay-yıldız, bütün gâvurların itirazına, bilmem kaç göbek Türk dedikleri adamların paraların üzerinde, bilmem ne resminin kenarında hilal var, yıldız var demelerine rağmen, İstanbul'un fethinden sonra İstanbul’un koruyucusu olan ay-yıldızın nasıl İstanbul fethedildi ise ay yıldızın da fethedilmesi ile bayrağımıza konması şeklinde bizim olmuştur. Biz İstanbul’u fethettik, İstanbul’u fethetmekle birlikte ay yıldızı da fethedip onu hürriyete kavuşturduk. İstiklâl Marşı’ndaki hür bayrak işte bu hür bayraktır.
Bu ay-yıldızdaki ay... İşte bakıyorsunuz bir ay var ama ay hilal şeklinde. Hem bizim afişimizde o şekilde, hem de nizamnamesi olan Türk bayrağında o şekilde gözüküyor. Bir hilal var. Acaba öyle mi? Bence değil! Bizimkinde hilal var, diğerindekine biz hiçbir zaman hilal demeyiz. Çünkü doğan ay hilaldir, batan aya hilal denmez. Batan hilal, varsa bir bilen beri gelsin, ben hiç bilmiyorum. Bayrakların şeklen tanımını şöyle yapıyorlar. Bir direğe yakın olan kısım, "uçkurluk" dedikleri bir de direkten dışarı doğru bakan kısım olarak "uçum" diye iki tane tabir var, nizamnamede geçiyor. Diyor ki nizamname: hilalin ucu uçuma bakar. Dolayısıyla bu, rüzgârın ne tarafa doğru estiğine göre doğan veya batan ay olabilecek şekilde yorumlanabilir. Çünkü bayrak bir bu tarafa doğru, bir de rüzgâr diğer tarafa döndüğü zaman diğer tarafa doğru bakabilir. Ama biz Türkiye Cumhuriyeti devletinin batmakta ve yok olup gitmekte, gideceğine iman etmediğimiz için bayrağımızı basılı olan yerlerde, kâğıt üzerinde bu şekilde doğan ay, yani hilal şeklinde tasvir ediyoruz. Bunu batan aya çevirmiş olmaları nispeten yeni bir şey. Çünkü Cumhuriyetin ilk yıllarında -birçok hüviyette bulursunuz- bayrağın hilal şeklinde yani doğan ay şeklinde olduğunu görürsünüz. Hatta Kastamonu’ya gittiğimiz zaman Kastamonu Belediyesi'nin ambleminin doğan ay olduğunu gördük, bu da müspet bir şey olarak zihnimizde kaldı.
Sancak bir orduya ait ama hangi orduya ait? Sancak İslam ordusuna ait bir tabirdir. Başka kimsenin sancağı yok, bir bizim sancağımız var. Bu sancak da sancak-ı şeriften geliyor. Rasûl-ü Ekrem’in önce beyaz “Livâ-ı Beyzâ” dedikleri sancağı var; sonra Hayber muharebesinde kullandığı, kullanmasını emrettiği bir siyah sancak var. Bu sancak Yavuz Selim Mısır’ı fethettikten sonra kutsal emanetler İstanbul’a taşınınca İstanbul’a geliyor. Ve “Osmanlı Devleti” -bu ifadenin izahını ilk celsede yaptılar- bu sancağı muharebelerinde kullanıyor. Neden? Çünkü İslam dini Osmanlı'da her zaman kendisinden istifade edilecek bir şey olarak görülmüştür devlet tarafından. “Biz bu sancak-ı şerifi çıkardığımız zaman muharebeye, bu tarafta olması lazım bütün Ümmet-i Muhammed” demiş oluyorlardı. Bu sancak-ı şerifi birkaç yerde, mesela Patrona Halil İsyanı’nda, sonra da Yeniçerilerin kaldırılmasından önce, "Onlar değil, biz Müslümanız" demek için, Türk’ün kafasında bir soru kalmasın diye, onları bir şekilde kendi tarafında olmaya icbar etmek için çıkardılar.
Ben konuşmamı şöyle bitirmek istiyorum. İlk Türk sancağını ben çıplak gözle bir kilisede gördüm, Almanya’nın üç büyük katedralinden bir tanesi, Augsburg’da Dom Kilisesi’nde. İkinci Viyana Kuşatmasında dediklerine göre ellerine geçirmişler ve bu kiliseye asmışlar. Bu gâvurun da kafasını kurcalıyor ama bilen çok iyi biliyor. Beni oraya husûsen onu göstermeye götürdüler. Ben hani bilmediğim bir şey değildi ama gâvur “Tevhid sancağını ele geçirdik” diye onu kilisesine asıyor ve bu davasını devam ettiriyor, 21. Hristiyan asrında dahi. Türk ve gâvur ayrımı ta o zaman olduğu gibi bu gün de gâvurun kafasında net. Ve sancağın üzerinde Kelime-i Tevhîd yazıyor ve Fetih Sûresi’nden ayetler var. Bu Kelime-i Tevhîd de tabi ki Kur’an harfleriyle yazılı. Yazı başka nasıl olacaktı tabi... Yazı olmadan, din olmadan o sancağın altında hangi ümmetten bahsediyoruz? Kim toplanır? Gâvur bunu anasından emdiği süt gibi biliyor. Bizim de Allah’ın izniyle bunu kafamıza kazımamız gerektiğini düşünüyorum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Gökhan Göbel:
Oruç Özel’e teşekkür ediyoruz. Çok kısa bir şey ilave edeceğim. Kızıl bayrak, kızıl sancak ifadeleri 1912'de Ali Ulvi Elöve’nin -Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki en meşhur çocuk kitapları yazarıdır- "Çocuklarımıza Neşideler" kitabında Sancağa Veda ve Cenge Giderken şiirlerinde şöyle geçiyor; Sancağa Veda’daki bölümü okuyorum:
Cenge Giderken şiirinde de:
Şimdi konuşmasını yapmak üzere Maraş Şube Başkanımız Abdülhamid Sağır’a mikrofonu veriyorum.
Abdülhamid Sağır:
Selâmun Aleyküm,
Zihnimizi meşgul ettiğimiz sualler, istifhamlar kimliğimizi ve istikametimizi belirler. Sual kelimesinin anlamı istemek; istifham kelimesi ise anlamayı istemektir. İsteklerimiz yürüdüğümüz istikameti izhar eder. Anlamayı istediğimiz ise bizim kimliğimizi inşa eder. İnsanın eline bırakılan şey istemektir. Neyi istediğimiz bizim ya kurtuluşumuza ya da azabımıza sebep olacak.
İstiklâl Marşı Derneği “Türk bayrağı Sancak-ı Şerifin nesi olur?” sualini, istifhamını niçin yöneltiyor? Çünkü Türk bayrağı ile Sancak-ı Şerifin bir yakınlığı var mı? Türk bayrağının temsil ettiği Türk milletinin Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’la bir akrabalığı var mı? Çünkü bizi kurtuluşa erdirecek olan Rasulü Ekrem (a.s.)’la yakınlığımız ve akraba olmamızdır.
Sual ve istifhamlarda samimi ve sadık olduğumuzu gösteren şey ise, doğru cevapların nerden ve kimden öğrenileceğini bilmektir. “Türk bayrağı Sancak-ı Şerifin nesi olur?” sualin doğru cevabını şairlerin tarihteki şehadetlerinden öğreniriz. Çünkü sualimiz kimliğimiz ve şahsiyetimiz hakkındadır. Kimliğimiz ve şahsiyetimiz ne olduğunu Tarih’ten başka bir yerden öğrenmeye kalkışırsak hayaller âlemine dalmışız demektir. Tarihin bize ne söylediği hakkında şairlerin şehadetlerinden başka birinin şehadetine güvenecek olursak hakikatle, gerçekle bağımızı koparıp düzenin tasallutunun sürmesi için söylenen yalanlar etrafımızı kuşatır.
İstiklâl Marşı'nın birinci mısraı bu sualin cevabını vermektedir: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” Türk bayrağı, al sancak terkibi ile ifade edilmiştir. Sancaktan kasıt Sancak-ı Şerif’tir. Al ile nitelenmesi ise, Sancak-ı Şerifin artık Türk bayrağı ile temsil edildiğini izhar etmek içindir.
Sancak-ı Şerifin niçin Türk bayrağı ile temsil edildiğinin cevabını ise, İsmet Özel Bey’in “Bak Postacı Geliyor Dala Çık Devşir Kiraz” şiirinin şu mısraları veriyor:
Çünkü 1914’te başlayan Seferberlik harbinde kâfirle uzlaşmayıp çatışan bir tek Türk milleti kalmıştı. Medine’nin İngilizlerin eline geçmesini sağlayan şeyin Arapların isyanı olduğu unutulmamalı. Seferberlik harbinden sonra da kâfirle uzlaşmayıp istiklâl mücadelesi veren tek Türk milleti idi. Diğerleri ise kâfirlerin verdiklerine razı oldular. Hiçbir sebep kâfirin yanında Müslümana karşı savaşmayı ve kâfirin bağışını kabul etmeyi meşru gösteremez.
Türk bayrağı, Sancak-ı Şerifi temsil etmesi, Türk milletinin, Resûl-ü Ekrem (a.s.)’mın ordusu, İslâm’ın kılıcı olduğunu izhar eder. Unutmayalım ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.
Tek dil olmadan tek bayrak olmaz. Bu ifade ile neyi kastediyoruz? Söylediğimiz sözle davranışlarımızın aynı istikamette olması, bir birini doğrulamasıdır. Bugün tek bayrak diyenler tek dil konuşmamaktadırlar. Çünkü meydanlarda Türk milletine söyledikleri tek bayrak sözü ile hükümet olarak icraatları birbirine zıttır. Tek bayrak demek Türkiye’de Türk milletinden başkasının sözü geçmez demektir. 2004 yılında Anayasa’da yaptıkları bir değişiklikle, Türkiye’de Sakarya Meydan Muharebesi’nden itibaren Türk milletinin sözünün geçmesinin kayda bağlandığını açığa çıkardılar. Bu açığa çıkarma işi 1961 Anayasasının 60. Maddesine kadar dayanır. 1961 Anayasasının 60. Maddesinin bir bölümü: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında 149. (iptal davası) ve 151. (itiraz yolu) maddeler gereğince Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.”
1982 Anayasasında bu madde 90. Madde oldu. 2001 yılında 90. maddede “Kanunlar ile milletler arası anlaşmaların çatışması halinde milletler arası antlaşmalar esas alınır” değişikliği yapılarak açığa çıkarma işlemi kemale erdirilmek istendi. Bu değişiklik kabul görmedi. 2004 yılında ise bugün meydanlarda tek bayrak sözünü söyleyenler eliyle 90. madde yapılan değişiklikle, Türk Milletinin sözünün geçmesinin kayda bağlandığının açığa çıkarılması kemale erdirildi. Bu değişiklik şudur: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”
Tek bayrağın tek dille olduğunu gösteren hadise Maraş’ta yaşanan bayrak hadisesidir. Kısaca bu olayı özetleyelim: Kısakürek’lerden Halil Ağa’nın oğlu Mehmet Ali Bey hasta yatağından bakıp da kaledeki Türk bayrağını göremeyince gayrete gelir. Bir beyanname yazar. Bu beyanname:
“Ey milleti necibe-i İslamiye!
Vaktine hazır ol! Bin üç yüz seneden beri Hz. Allah’ı ve Yüce Peygamberini hizmetinle razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki al sancağın bugün Fransızlar tarafından yerinden edilip yerine kendi bayrağı konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç yüz İslâm gayreti hiç mi yok? Karışıklık arzu etmeyelim. Yalnız pür vakar ve azametli olarak o al sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar olgunlukla yerlerimize dönelim. Korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen güvenerek Allah’a mevcudiyetini gösterecek olursan değil birkaç Fransız kuvveti hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol!”
Dikkat edilirse Mehmet Ali Bey Türk bayrağının İslâm’ı temsil etmekle Sancağı Şerif olduğunu “(...) bir din ölüyor, kalenin burcundaki al sancak” ifadeleriyle belirtiyor.
Bayrak Hadisesinden bir gün sonra Yzb. Andre şehri gezmeye çıkar. Nakıp Caminin musalla taşında uzanmakta olan Aşıklıoğlu Hüseyin’in yanından geçerken kendisine aldırmamasına şaşır. Birkaç defa tekrar geçer durum aynıdır. Aralarında uzunca bir konuşma geçer. Bu konuşmadan halimize açıklık getirecek bir bölümle konuşmayı bitiriyorum:
Yzb. Andre: “(...) Sizin böyle şeyler düşünmenize gerek yoktur. Ben memleketinizi çok iyi yöneteceğim. Memleketinizi yükseltmek için; yolar, okullar ve hastaneler yaptıracağım. Sizleri zenginliğe kavuşturacağım. Bak bu seyisim de Müslümandır. Kendisine sor. Ben daha önce bulunduğum yerlerde ne kadar iyi muamele yapmışımdır. Türkleri ne kadar sevdiğimi o anlatsın.”
Aşıklı Oğlu Hüseyin: “Hacet yok! O dini bütün bir adam olsaydı senin arkana düşmezdi. Hem biz Adana’da, Osmaniye’de yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz. Fırsat bulursanız burada da aynı şeyleri uygulayacağınızdan şüphemiz yoktur. Fakat şunu iyi bilmelisin ki burada sizden ve yandaşlarınız olan Ermenilerden onların da öcünü alacağız. Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar olamaz.”
Dikkat buyurun! Kâfirler bizi aldatmak için hep dünyayı teklif ediyorlar. Bizler dünyayı değil de ahireti tercih edersek Türk bayrağı Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in sancağı olmaya, Türk milleti de Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in ordusu olmaya devam edecektir.
1 Nisan 2017, Ankara
"TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel himayesinde 2 Cemaziyelevvel 1441 Cumartesi günü İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni:
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Panelimizde bir “Yeni Kana Yasa” başlığı var, bir de “Yenik Anayasa” başlığı var. Yeni Kana Yasa... Yani yeni bir kan var, bu kana uygun bir yasa isteniyor Türkiye’de.
"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.
Oruç Özel:
Selamun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle,
İstiklal Marşı Derneği’nin birinci sene-i devriye merasimine hepiniz hoş geldiniz. İstiklal Marşı Derneği 6 Şubat 2007 tarihinde kuruldu. Dernek olarak bir seneyi geride bıraktık.