İstiklâl Marşımız "o zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım" diyor. Mehmet Akif sahip olduğu endişeler dolayısıyla "varsa" kelimesini bir ihtiraz kaydı olarak düşmüş. Niye böyle yapmış? Kendisinin başına gelecekleri mi öngörmüş? Zira cumhuriyetin ilanından sonra peşine polis takılan, Mısır'a gitmek durumunda kalan ve vatanına ölmek için dönen Akif'in cenazesi bazı Türk gençlerinin farkına varmasıyla ancak bir kimsesiz cenazesi gibi kaldırılmaktan kurtulmuştu. Yahut Mehmet Akif Sakarya şehitlerinin akıbetini mi sezdi? İstiklâl Marşımız Sakarya Meydan Muharebesinden önce yazılmıştı. Bugün henüz yeni yeni ve bazı gönüllülerce Sakarya Meydan Muharebesinin yapıldığı yerlerde şehit mezarları keşfediliyor. Sezgiyi hiç yabana atmamakla birlikte Akif'in şahit olduğu felaketler vardı. Sezgisi gördüğünün mahsulüydü. İstiklâl Marşı yazıldığı esnada İstanbul ve boğazlarımız işgal altındaydı. Akif "ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker/ gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer" diye seslendiği Çanakkale şehitlerinin mütareke devrinde başına ne geldiğini görüyor, biliyordu. Bütün endişelerinde haklı çıktı.
Mehmet Akif Hıristiyanların 20. Müslümanların 14. asrında Türk varlığının en kritik zamanında Çanakkale savaşı akabinde “Çanakkale Şehitlerine” diye bilinen şiirini ve Sakarya Meydan Muharebesinden hemen önce İstiklâl Marşını yazdı. Ondan başka kimse bu şiirleri yazamadı, yazamazdı da. Hıristiyan takvimine göre yüzüncü yılında olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hem Çanakkale şehitlerine hem Sakarya şehitlerine hem de Mehmet Akif’e karşı takındığı tavır üzerinde hala çok büyük bir lekedir. Safahat'ın yedinci kitabı Gölgeler'de Mehmet Akif'in “Şehitler Abidesi İçin” başlıklı bir şiiri var. İlk okuduğumda farketmediğim bir hususiyeti İsmet Özel'in son yazısındaki "Daha dün Gelibolu’da Çanakkale direnişimizi inkâr eden düzenlemelere boyun eğdik." cümlesini okuduktan sonra giriştiğim tedkikatta farkettim. Şiirin tarihi 1924. Şiir dört mısra:
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.
Hilvan, 27 Kânûnievvel 1340
(27 Aralık 1924)
Mehmet Akif bu mısraları yazdığı günlerde Çanakkale şehitlerimizin düştüğü topraklarda İngilizlerin “Helles” anıtı yükseliyordu. 1924'tür İngilizlerin o anıtı yükselttiği tarih. Allahualem Akif bu sebeple “Şehitler Abidesi İçin” başlıklı bu dört mısraı yazdı. Çanakkale’nin intikamı olarak Mondros Mütarekesini Çanakkale savaşı karargahları olan Limni adasında imzalatan İtilaf devletleri mütarekeden birkaç gün sonra hemen Gelibolu'yu işgal etti. Birkaç sene önce çıkarma yaptıkları için ellerinde bulunan hazır haritalarla mezarlık ve anıt işine giriştiler. Ve hem Sevr'de hem de Lozan’da Gelibolu ve Çanakkale ile ilgili hususi maddeler yazdılar. Mütareke esnasında istediklerini yapmakta hiçbir güçlük çekmediler. Hatta savaştan hemen sonra (1916-18 arası) şehitlerimiz için yapılan mezarları ve abideleri tahrip ettiler, yok ettiler. Bu abidelerin bazılarının isimlerini biliyoruz (Üzerinde "İngiliz ve Fransızların Seddülbahirden firarı - 27 Kanun-i Evvel 1331" yazan "Firar Abidesi", Çataldere, Kanlısırt...) çünkü bu mezarları ve abideleri yok eden kafirler bunları yok ettiklerini hatıralarında kendileri itiraf ediyor. Mütareke sonrasında Lozan'la beraber de statülerini korudular. Çünkü Lozan'da Gelibolu'yu boğazlarımız gibi gayri askeri mıntıka olarak kabul ettirdiler. Halbuki haritayı göz önüne getirirseniz koca Gelibolu yarımadasının bütününün askerden arındırılmasının Çanakkale boğazının gayri askeri mıntıka sayılması maksadıyla alakalı olmadığı ve bunun Türklerin Çanakkale zaferine karşı bir intikam faaliyeti olduğu görülür. Bazı yabancı asker ailelerinin mezarları memleketlerine taşıma arzusunu da kabul etmemiştir İngiliz Hükümeti. Lozan’da Ankara'nın “Gelibolu'da bari bir garnizon Türk askeri olsun, asker sayısını da siz belirleyin” teklifini bile kabul etmemişlerdir. Yani 1924'te Mehmet Akif Şehitler Abidesi İçin şiirini yazarken -bu tarih aynı zamanda Çanakkale Şehitlerine ismiyle bilinen şiirinin de içinde olduğu Asım kitabının neşir tarihidir- bu topraklar için toprağa düşen şehitlerimizin olduğu vatan topraklarına Türk askeri vaziyet edemiyordu. Orada bulunması yasaktı. Yani 1915’te yapamadıklarını Lozan'da yapabilmişlerdi. Kafirler mütarekeden beri olduğu gibi Türk askerinin olmadığı topraklarımızda istediği gibi fink atıyor, mezarlıklar ve abideler hususunda istedikleri tasarrufta bulunuyorlardı. Çanakkale’yi ve Gelibolu yarımadasını salîb tarlasına çevirerek Çanakkale direnişimizi ve zaferimizi inkar eden bir ortamı mütarekenin ilk gününden başlayarak adım adım vücuda getirdiler. Ankara hükümeti buna karşı ne yapıyordu? Ankara, 1924’te o anıtlar dikildiği sırada Mehmet Akif'in peşine polis takmakla ve onu Türk vatanında nefes alamaz hale getirmekle meşguldü. İngiliz, Fransız, Anzak ve sair milletlerin mezarlıklarının, abidelerinin Çanakkale’deki işgalini gören ve buna mukabil hala toprakla dahi örtülmemiş Türk şehitlerinin durumunu fark eden bazı Türk gençlerinin Çanakkale’ye abide yapılması hususunda bir iş başlatma iradesinde olduklarını 1930’lu yılların başında matbuattan takip etmek mümkün. Mesela 6 Teşrinievvel 1933 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde Çanakkale’de harp sahasında buldukları şehit kemikleri önünde fotoğraf çektiren gençler şöyle bir döviz açmış: "Tarihimizin en şanlı savaşlarımızdan birini yaratan büyük ölülerimize abide istiyoruz." Gençlerin kendi aralarında iane toplaması suretiyle bu işin yapılamayacağını, devletin ve belediyelerin de bu işle alakadar olması gerektiğini tek parti matbuatı bile dile getirmiş.
Türk askeri, ordusu, donanması Montrö sözleşmesinin imzalanmasının ardından hemen 1936 yılının Temmuz ayının 20. günü Gelibolu'ya ve boğazlara girdi. Türk milleti büyük bir sevinçle Türk askerlerini karşıladı, bütün vatan sathında kutlamalar oldu ve kurbanlar kesildi. Gazeteler Montrö sözleşmesi dolayısıyla Çanakkale savaşı sayılarıyla arz-ı endam ettiler. Zira Montrö sözleşmesinden önce Çanakkale zaferinden bahsedecek yüzü Lozan Andlaşması dolayısıyla kimse kendinde bulamıyordu. Boğazlarda ve Gelibolu’da Türk askeri olmayacaksa biz Çanakkale’de seller gibi akan kanımızla neyi savunmuştuk? Bununla beraber hücum ettikleri, şair saymamak konusunda birlik oldukları Mehmet Akif'in Çanakkale Şehitlerine diye bilinen şiirini Montrö sözleşmesinin imzalanmasının ertesi günü gazetelerde neşretmek zorunda kaldılar. Çünkü Mehmet Akif gibi “Çanakkale Şehitlerine” şiir yazan bir Allah’ın kulu yoktu, çıkmamıştı. Akif de Türk askerinin Çanakkale'ye girişini gördü. Montrö sözleşmesi imzalanmadan bir ay önce gelmişti Türkiye'ye ve Montrö imzalandıktan 5 ay sonra da ahirete irtihal etti. Ne var ki Montrö sözleşmesi Çanakkale’de bütün düşman mezarlıkları ve abidelerinin yapımı çoktan tamamlandıktan sonra imzalanabilmişti.
Lozan'da müttefikler Arıburnu'nun bütünüyle kendilerine verilmesini talep etmişlerdi. Bütünüyle alamasalar da türlü numaralarla büyük mezarlıklar ve anıtlar vücuda getirdikleri arazileri mezarlık harici bir maksatla kullanmamak şartıyla ve aynı hakkı Türkiye Cumhuriyeti'ne tanımak suretiyle güya bir mütekabiliyet gözeterek aldılar. Bugün orada dünya kadar mezarlıkları yani arazileri var. Çanakkale şehitlerinden hiç utanmadan Lozan’ı bu bakımdan savunanlar “bakın andlaşmada mezarlıklar hususunda mütekabiliyet var” gibi laflar ediyorlar. Mehmet Akif'in dediği gibi "kimi hindu kimi yamyam kimi bilmem ne bela" olanların uşaklık ettiği rezil istilaya mukabil bir Türk istilası ve mesela Avustralya’da Türk şehitleri mi var da mütekabiliyetten bahsediliyor diye bir sual dahi soramayacak kadar izandan mahrumdur onlar. Çanakkale savaşlarının 70. yılında, 1985’te de bu rezil istilayı baş tacı eden bir başka düzenleme yapıldı. Arıburnu’nda Anzakların çıkarma yaptıkları koyun adı “Anzak koyu” olarak değiştirildi. Abidin Daver'in 1940 yılındaki bir yazısında belirttiği gibi "Gelibolu yarımadasında bu askerlerin (Anzakların) karaya çıktığı Arıburnu'nun cenubundaki koya İngiliz harp edebiyatında, Anzak koyu derler." Ancak İngiliz harp edebiyatına göre Arıburnu’ndaki koya “Anzak koyu” denir. Bu dili Türkiye’de benimsemeyen etkili ve yetkili bir öbek veyahut bir kişi yoktur. Deniz kuvvetleri eski komutanlarından birinin oğlu da o edebiyatın içinde “Gallipoli” adlı bir film çekmişti. Yani bu hikâyenin köprü dolayısıyla "artık Çanakkale geçilecek" lafına gelmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak şey Türklerin İstiklâl Harbini bitti sanmasıdır.
Gökhan Göbel, 25 Zilkade 1444 (14 Haziran 2023)
Birkaç gün önce Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Almanlar, Amerikalılar, Hollandalılar gibi sınırımızdan füze bataryalarını çekmeyen İtalyan ve İspanyollara teşekkür etti.
Türk şiiridir Türkiye’de kâfirlerce zapt edilememiş tek kale. Çünkü o kaleyi hala İsmet Özel koruyor. Biz de kendimizi o kalenin neferleri saydığımız için bu yazıyı yazıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Murat Belge “Şairaneden Şiirsele/Türkiye’de Modern Şiir” isimli bir kitap çıkardı.
İsmet Özel “Tersinden Edebiyat Tarihi” yazılarına devam ediyor. Biz “Partizanın Amentüsü” serlevhası altında yazdığımız yazılarda olanca gayrete rağmen edebiyatın dışına itilemeyen İsmet Özel’in aleyhindeki faaliyetleri, İsmet Özel düşmanlığını ayan etmeye çalışırken İsmet Özel'in ne yaptığından bahis açmaya pek fırsat bulamıyoruz.
“Salgın” dolayısıyla İtalya’nın başına gelenler ve akıbeti birçok kişinin fakat hassaten batı medeniyetini hasım sayan insanların zihnini kurcaladı, kurcalıyor.
İsmet Özel “Tersinden Edebiyat Tarihi”ni yazmaya devam ediyor. Sekizinci Mukaddeme’de “Niçin İtalya, Patagonya der gibi Türkiya denmiyor da, İstinye, fasulye dermiş gibi Türkiye deniyor?” diye sual etti. Ülkemizin adına niçin cumhuriyetten sonra Türkiye dendi? Türkiye Türkçe bir kelime mi?
Sabahattin Ali 1928’de tahsil için trenle Almanya’ya giderken onu yolcu etmeye gelen Pertev Naili Latin harfleriyle neşredilen ilk gazetelerden birini uzatıp “bunu sakla yüz yıl sonra çok değerli olacak” demiş. Sabahattin Ali de gülerek “tabii harf inkılabı başarılı olursa” diye cevap vermiş.
ABD seçim sonuçları dolayısıyla pozisyon alanları ve kendine uygun bir pozisyon arayanları fark etmek çok kolaylaştı.
Bulgarların Hıristiyan takvimine göre 1936'da Tanzimat Fermanı'nın yüzüncü yılını kutladıklarını biliyor muydunuz? 1839'da ilan edilen fermanın yüzüncü yılını neden 1936'da kutlamışlar suali akla gelebilir.