Selamun aleyküm,
Konuşmama bir şiirle başlayacağım. Çünkü buradaki iki mısra benim konuşmamın mihveri. Süleyman Nazif'in ölmeden dört ay önce yazdığı, 1926 yılında bestelenmek üzere yazdığı bir şiir.
TÜRK İLAHİSİ
Dedem, koynunda yattıkça, benimsin ey güzel toprak
Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak
Yerim sensin, göğüm sensin, cihanım, cennetim hep sen
Nasıl bir zinde millet çıktı, gördüm, hasta sinenden
Evet, mecruh idin, mecruh iken de vardı imanın
Ümidin, kuvvetin, azmin, kanın, aşk-ı hurûşânın
Eğer necmi hilal olsaydı âfil, muzmahil, Türksüz
Kalırdı bizce yıldızlar, kamerler, kimsesiz, öksüz
Yaşattın, çok yaşa, tarihimi ikbalü izzetle
Koşar ati, koşar mazi seni tebcile, minnetle
Yerim sensin, göğüm sensin, cihanım, cennetim hep sen
Nasıl bir şanlı millet çıktı, gördüm, canlı sinenden
Burada dikkat çekmeye çalıştığım mısralar, şairin “gördüm, gördüm!” diyerek hayretle bahsettiği mısralardır: “Nasıl bir zinde millet çıktı, gördüm, hasta sinenden”. İkincisi: “Nasıl bir şanlı millet çıktı, gördüm, canlı sinenden.” Süleyman Nazif'in pek yakın arkadaşı ve sonradan kabir komşusu Mehmet Akif de benzer bir ifade kullanıyor. “İstiklâl Marşı’nı Safahat’a niçin almadınız” diye sorduklarında diyor ki: “O benim eserim değil, o milletimin eseridir. Milletimin malıdır. Onu ben bile bir dahi yazamam. Ben sadece gördüğümü yazdım.” diyor. İstiklâl Marşı’nda “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” derken bir abartı yapmıyor, bizi gaza getirmeye çalışmıyor. Gördüğünü yazıyor. Son ocak kaldı mı diye bakarken bir anda binlerce ocağın tüttüğünü gördü. Şairlerimizin gördüğü neydi? Bu önemli bir mevzu. “Gördüm, gördüm” dediği şey… Hayretle bahsediyor Süleyman Nazif. Ve gördüğü tarihi de söylüyor: “Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak.” Süleyman Nazif'in işaret ettiği tarih, kendinin de içinde olduğu, kendinin de başlatıcısı olduğu bir sürecin tarihini söylüyor. Ona konuşmamın ilerleyen kısımlarında geleceğim.
Şairlerimizin gördüğünü görmek gerek. Çünkü, eğer şairlerin gözünden bakamıyorsak bir şeye siyasetçi adı altında kalpazanların veya gazeteci adı altında istihbarat elemanlarının veya asker adı altında NATO artıklarının veya akademisyen kılığında bal yapmaz arıların söylediklerini kulağımıza takar, onların gösterdiği şeye bakabiliriz sadece. Göremeyiz o mevzuu, bakarız sadece. Şairlerin gözünden istifade etmek lazım. İsmet Özel Bey defalarca hem söyledi, hem yazdı: Bu topraklar iki sefer vatan kılındı. Birincisi, 13. yüzyılda Gaza Beylikleri döneminde bu toprakların dar-ül İslâm kılınması suretiyle. İkincisi, bizim 1918’in 30 Ekim'inde (Modros Mütarekesi) başlattığımız İstiklâl Harbi sebebiyle. Ve üçüncü bir ihtimali olmayacak. Bu sözleri defalarca söyledi. Bunun ikinci kısmını, pek göze getirilmeyen bir zaviyesinden bakarak konuşmamı onun üzerine bina edeceğim.
Biz İstiklâl Harbi dediğimiz zaman genelde paşaların merkezde olduğu bir tarih kesiti anlarız. Fakat Türk tarihine nereden bakarsanız bakın, Türk tarihini nereden başlatırsanız başlatın -hiç fark etmez- eğer millet hayatını Türk tarihinin merkezine koyuyorsanız, millet hayatı cephesinden tarihe bakıyorsanız Türk tarihinin en kritik, en parlak, en anlaşılmaya ve anlatılmaya değer, en heyecan verici ve aynı zamanda bir hazine bakımından en kıymetli yılları 30 Ekim 1918’de başlayan, 13 Eylül 1921 ile biten, Sakarya Meydan Muharebesi ile biten, üç yıllık zaman dilimidir. Bu üç yıl, millet hayatı söz konusu olduğunda üç yüz yıla bedeldir. Bu abartı değil. Bunu göstermeye çalışacağım. Şairlerimizin “gördüm” dediği şeyi göstermeye çalışacağım. Onun için bu üç yıl, 1918'in 30 Ekim'iyle başlayan bu üç yıl Türk tarihinin zirvesini teşkil eder, eğer millet hayatını tarihin merkezine koyuyorsanız. Devlet hayatını merkeze koyuyorsanız tam tersi, bu üç yıl devlet hayatının dibidir. İkisi arasında büyük bir uçurum var. Nasıl oluyor bu? Kimsenin inkâr edemeyeceği bir millî varlık, Türk varlığı devlete rağmen nasıl tecessüm etmiştir bu üç yılda? Türk tarihinin zirvesini teşkil eden zaman dilimi için üç yıl çok kısa olmadı mı diyen olursa onların hatrı için 3+2 şeklinde bir formül geliştirip, o iki yıla şerh düşerek beş yıla çıkartabiliriz. 15 Nisan 1923’e kadar, ilk kurucu meclisin feshine kadar uzatabiliriz.
Tarihte ilk defa “Türk Milleti” diye bir şeyi biz kendimiz gördük. Kafirler görüyordu, bütün dünya kafirleri bunu asırlardır görüyordu. İlk defa Türk milleti, Türk vatanı, Türk milleti, Türk varlığı ve en sonunda Türk milliyetçiliği diye bir şeyi ilk defa Türk milleti kendisi teşhis etti, bu üç yılda. Bu topraklarda devlete rağmen ve nihayetinde bir Türk devletine ulaşmak için millet olarak Türklerin ilk defa -devletten bağımsız- bu topraklarda arz-ı endam ettiği, göründüğü tarihlerdir. Bundan öncesinde ve sonrasında devlet eliyle flulaştırılmış, devlet eliyle üstü karartılmış, perdelenmiş bir millet olarak yaşadık. Üstü örtülmüş bir millet olarak yaşadık. Tarih boyunca ne zaman devlet inkıraza uğradı, biz orada Türk'ün elini gördük. Haçova Meydan Muharebesi bunlardan biriydi. 1402 ile başlayan “Fetret Dönemi” bu dönemlerden biriydi. Ne zaman devlet inkıraza uğradı, orada Türk parladı. Dolayısıyla, gerek Osmanlı döneminde olsun, gerek Cumhuriyet döneminde olsun, devlet ancak bir milleti kamufle ederek yönetilebilir bir şeydi. Birazdan anlatmaya başlayacağım meselede bunu daha iyi izah edeceğimi düşünüyorum.
Üzerimize boca edilen eğitim-öğretim sebebiyle paşalar üzerinden bir İstiklâl Harbi okuyoruz. Bu paşaları paranteze alarak, onları şöyle bir kenara alarak, ondan sonra konuma gireceğim. Bunun için 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında bu paşaların haline bakmamız lazım. Mütareke imzalandığı gün tüm ordu ve kolordu komutanlarına telgraf çekildi: “Mütareke imzalandı, silahları terk ediyoruz.” Ve bütün ordu-kolordu komutanları İstanbul'a çağrıldı. On beş gün içinde İstanbul’da her yer paşa doldu. Herkes paşa paşa geldi! Bir paşa hariç. Biz onun için İstiklâl Harbi’ni illaki bir paşa başlatacaksa o gelmeyen paşa, emre uymayan paşa; Ömer Fahrettin Paşa başlattı, diyoruz. İstiklâl Harbi'ni Medine'de başlatıyoruz bu vesileyle. Fakat onu da paranteze alarak… Çünkü Ömer Fahrettin Paşa, paşa olarak bir şey başlatmadı aslında. Ömer Fahrettin Bey olarak başlattı. Osmanlı paşalığını askıya alarak, sine-i millete iltica ederek, o milletin sinesinde yaşayan Rasulü Ekrem’e iltica ederek bir şey başlattı. Yani o paşalığını terk ederek Medine'de bir müdafaayı devam ettirebildi.
Bütün bunlara rağmen bu İstanbul'a gelen paşalar ne yaptılar? Şimdi Mustafa Kemal'in Samsun'a ayak basışını hesap ederseniz 19 Mayıs. Kazım Karabekir'in Trabzon'a ayak basışını hesap ederseniz 19 Nisan. Tarihin tevafuğuna bakın ki böyle... 30 Ekim’den bu tarihlere kadar hesaplayınca altı-yedi ay boyunca İstanbul'da bu paşalar ne yaptı? İki mevzuları vardı umumen. Birkaç tanesi hariç bütün paşaların iki mevzuu vardı. Birincisi; İstanbul'da her ay bir hükümet değişiyordu. Bu hükümette kim hangi nezarete gelecek, hangi bakanlığı alacak? Bürokraside kim nereye gelecek? Birinci mevzuları buydu. İkinci mevzu; bu iş artık silahla olmaz, siyaset ve diplomasiyle olur, onun için kimin mandası olmakla daha verimli oluruz? Yani kimin mandası olsak daha çok sütümüz olur, daha çok sütümüzün yağı olur… Bunlar konuşuluyordu. Hatta dalga geçenler vardı bu durumla. Diyorlardı ki, İstanbul'u bir topu seksen mandaya çektirerek fethettik. Şimdi koca İstanbul'u bir mandaya veriyoruz, diyerek dalga geçiyorlardı. Manda terimi de zaten o yıl, 1918 yılında dilimize giren bir kelime; kolonyalizmin karşılığı olarak. Cemiyet-i Akvam dedi ki; bu kolonyalizm çok kötü şeyler çağrıştırıyor. Bunu daha yumuşak, yutulabilir, yenilebilir hale getirelim dediler ve içinde himayeyi de barındıran Fransızca'dan mandaterlik diye bir kelimeyi dilimizde kullanmaya başladık.
Manda konusunda da sabit bir fikir yoktu. Bu ay İngiliz mandasını savunan bir paşa, diğer ay Amerikan mandasını savunmaya başlıyordu. Sonra gelişmelere bakıyordu, fikri değişiyordu, hükümet değişiyordu savunduğu manda da değişiyordu falan… Bolşevik olmak en makbulü diyordu. Oradan Fransız mandalığının faziletinden bahsedebiliyordu… Böyle yüzer gezer fikirler paşadan paşaya sirayet ederek dolaşıyordu. Hepsini de dinleseniz kendilerince gayet haklı gerekçeleri vardı! Mesela İngiliz mandası savunanlar İngilizlerin elinde birçok Müslüman ülke olduğunu, onun için elinde Hilafet makamı olan bizlerin o müstemlekeler içinde en avantajlı kesim olacağını, tekrar bir ittihadın İngiliz mandasıyla mümkün olduğunu savunuyorlardı. Amerikan mandası savunanlar toprak bütünlüğünü ancak Amerikan mandası olmakla korunabileceğini söylüyorlardı. İngiliz mandası kabul edilmesi halinde Fransa’nın, İtalya’nın, Ermenilerin, Yunanlıların da hak iddia edeceklerini fakat Amerikan mandası olmakla bunların tesirsiz kalacağını söylüyorlardı falan… İstanbul zevatından benim gözüme çarpan, bu işlere İstanbul’da iken bulaşmayan ve bu işin ancak silahla çözülebileceğini söyleyen iki paşa var: Biri Cafer Tayyar Paşa, diğeri Kazım Karabekir. Gerçi sonra Karabekir de Erzurum’da Amerikan mandacılarına katılacaktı. Cafer Tayyar Paşa Edirne'ye tayinini yaptırmak için uğraşıyordu. Orada yarı bozulmuş bir orduyu ayağa kaldırır ve bu işi silahla çözeriz fikrindeydi. Kazım Karabekir de doğuda bozulmamış ordusuna güvenerek doğuya tayinini yaptırmaya çalışıyordu ve işte ilk giden, İstanbul dışına giden paşalar bunlar, altı ay sonra!
Bu sırada, bu altı-yedi ayda Türk topraklarında milletin hâli ve ahvâli neydi? En önemli yer burası: 30 Ekim 1918’de, hemen 30 Ekim 1918’de öyle bir cemiyetler fırtınası başladı ki… Her yerde pıtrak gibi cemiyetler türemeye başladı. Mütarekeyle birlikte! Bunun ana gövdesini Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri oluşturuyordu. İşte Anadolu, Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri, Redd-i İlhak Cemiyetleri, Redd-i İşgal Cemiyetleri vesaire… Bunlar o kadar hızlı örgütlendiler ki devlet eliyle organize edilse bu kadar yapılamaz. Dipçik zoruyla “bu örgütlenme yapılacak” dense, devlet kararıyla olsa bu hızla yapılamaz. Bakın bu hazırladığım haritada Kars Kongresi var. Tarih: 5 Kasım 1918! Kars İslâm Şûrâsı. 30 Ekim'den 5 gün sonra orada bir İslâm Şûrâsı toplandı. Yani 19 Mayıs'ı, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışını hesap ederseniz o tarihe kadar bu topraklarda çoktan bir şeyler başlamış, sekiz-on tane vilayet şûrâsı veya kongresi yapılmıştı. Duvara yansıttığımız harita daha okunaklı olsa anlatmak istediğim şeyi size daha rahat gösterebilecektim. Salonda ilk birkaç sıra okuyabiliyor herhalde. 19 Mayıs'a kadar sekiz-on tane kongre yapılmıştı zaten bu topraklarda.
Bu şûrâlar, kongreler nasıl toplanıyor? Oradan -amiyane tabirle- bir kelek kesen çıkıp; gelin arkadaşlar toplanın, bir kongre yapalım: Sen, sen, sen gel… Asla böyle bir şey yok. Bu cemiyetlerin hepsi 1909 Cemiyetler Kanunu'na göre kuruluyor, teşkilatlanıyor. En ücra köşeden, köyden başlıyor. Seçimler oluyor. Nahiyede oluyor ilk seçim. Köylüler de katılıyor, nahiyedekiler de katılıyor. Orada şûrâ üyeleri seçiliyor. Yirmi kişi-otuz kişi… O nahiyenin, o nahiyeye bağlı köylerin nüfusuna göre sayı değişiyor. Seçilen şûrâ üyeleri içinden bir idare heyeti seçiliyor. Beş kişi. O beş kişi içinden bir reis seçiyorlar. Bu umumen bütün Türk topraklarında olan bir şey. Oradan kaza şûrâsına / kongresine delegeler seçiliyor, kazaya gidiyor o kongre üyeleri. Aynı işlem orada yapılıyor, idare heyeti yedi kişi oluyor kazada. Kazadan seçilen delegeler sancağa veya livaya gidiyor, orada idare heyeti on kişi oluyor. Ve şûrâ da büyüyor tabii ki. Halka halka… Bunu isterseniz piramit olarak düşünün, isterseniz bir çember, daire olarak. Kenarları dışarıya doğru açılan bir daire olarak düşünün. Halka halka büyüyen bir şey. Haritadaki noktayla işaretlediğim şûrâlar, kongreler işin zirvesi; vilayet kongrelerinin olduğu yerler. Bunun daha alt katmanları var köylere kadar ulaşan.
Bu haritayı da izah edeyim: 1918 Kasım’ı itibariyle başlayan ve 1920’nin Ekim ayına kadar süren kongreler haritası. Yani Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından sonra bile devam eden kongreler haritası bu. Tabii kongreler diyoruz, bu resmî olarak, dernekler kanununa göre olan adı. Millet ve halk arasında bunlar şûrâ olarak isimlendiriliyor. Yani bürokratik işleyişini düşünürseniz bunlar kongre, içtimaî işleyişini düşünürseniz bunların hepsi birer şûrâ. Meşveretin yapıldığı, her şeyin sonuna kadar tartışıldığı, kavgaların edildiği ve bir kararın altına herkesin imzasını attığı, tasdik ettiği bir şûrâ bunların hepsi.
Eğer siyasî ve idarî bakımdan bunlara bakarsanız bunların her biri birer meclis! Hatta icra ettikleri işlere bakarsanız bunların hepsi bir meclis hükümeti! Büyük Millet Meclisi nasıl meclis ise bunlar da aynı şekilde meclis. Siyasi kararlar alıyorlar. Yasama, yürütme, yargı… Çok ilginç bir şekilde bu üçünü de bünyesinde bulunduran kongreler bunlar. Yani bunların hepsi birer meclis hükümeti. Bu işgalci kafirler açısından da, İstanbul hükümeti açısından da, İstanbul’da eğleşen paşalar açısından da korkunç bir tablo. Yani paşalar daha Anadolu'ya yayılmadan böyle teşkilatlar kuruldu.
İşte girerken şiirini okuduğum Süleyman Nazif de Erzurumlu Raif Hoca ile birlikte 1918 Aralık ayında Vilayet-i Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni kurdu ama mürüvvetini göremedi. Daha doğrusu gördü. “Gördüm, gördüm” diyor işte adam! Gördü, geç gördü. Cemiyeti kurduktan bir ay sonra -Ocak 1919- bir yazı yazdı. İstanbul'da bir Fransız generali kır bir atın üzerinde, Fatih pozunda İstanbul sokaklarında geziyordu. Bu çok ağrına gitti ve “Kara Bir Gün” başlıklı bir yazı yazdı. Yazı gazetede yayınlanınca İstanbullular ayağa kalktı, sokakları doldurdu, mitingler yapıldı. İngilizler şairi tutuklayarak Malta'ya gönderdiler. Yani Süleyman Nazif bu işler hep olup bittikten sonra meclis açıldıktan epeyce sonra; başlattığı işin neticesini görebildi. Yaptığı iş neydi? Vilayeti Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni; Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni toplayan cemiyeti kurmak. Mütarekeye ayak direyen, direnen herkes -erat olsun, paşa olsun, sivil olsun- Malta’ya gönderiliyordu.
İşte bu kongrelerin, şûrâların, giderek meclislerin çok ilginç bir teşkilatlanması var. Hepsi ağız birliği etmişcesine diyorlar ki; bütün Müslüman anasır tabiî âzâmızdır, doğal üyemizdir. Müslümansan oy kullanabilirsin, aday olabilirsin, aday gösterebilirsin. Bütün Müslüman anasır tabiî âzâ! Bu seçilerek yukarıya, vilayete çıkan, haritada tepelerde gördüğünüz kongre delegelerinin hepsi “sivil” insanlardan oluşuyor. Çiftçisi var, esnafı var, tüccarı var, müderrisi, emekli veya müstefi askeri var, müftüsü, meşayıhı var, eşrafı var… Ulema olmazsa olmaz, her toplanan şûrâda en az üç-beş tane ulema var. Çünkü bunlar adam yargılıyor! Kanun çıkarıyor bunlar! Bu kongrelerin, bu şûrâların üzerinde hassasiyetle durdukları bir şey daha var; yüksek rütbeli mülkî veya askerî erkanı delege olarak asla almıyorlar. Yani yukarıdan paraşütle inemiyorsun bu kongrelere, alttan seçilerek gelmen lazım. Kati kural olarak uyguluyorlar bunu. Bu kongreler bir meclis hükümeti ne yapabilirse hepsini yapıyorlar: Seferberlik ilan ediyorlar, asker topluyorlar, vergi topluyorlar, merkezi hükümete gidecek vergiye el koyuyorlar, okullar açıyorlar, inzibatî tedbirler alıyorlar, iktisadî teşekküller, kuruyorlar, mahkemeler kuruyorlar, aç açıkta olanın iaşesini sağlayacak mekanizmalar kuruyorlar… Ve en önemlisi Kuva-i Millîye birlikleri oluşturuyorlar. Aklınıza gelebilecek, bir hükümetin yapacağı her şeyi yapıyorlar. Yürütme olarak bunu düşünebilirsiniz. Ayrıyeten ve aynı zamanda bugün yasama ve yargı dediğimiz erklere sahipler. Adam yargılayıp adam asıyorlar! Mahkemeleri var. Kararlar yayınlıyorlar. Karar dedikleri kanun hükmünde. Delege olan herkes kanun gibi riayet ediyor bu kararlara. Halk da kanun gibi riayet ediyor. Denizli'de bunun canlı şahidi birisi anlatıyor: Diyor ki; idare heyetine herkes o kadar saygılıydı ki hiçbir inzibati vak’a kalmadı, diyor. Basit zabıta olayı bile olmuyordu. Çok sıkı bir men-i müskirat tatbik ediliyordu, diye ilave ediyor.
Şimdi anladınız mı bilmiyorum. Büyük Millet Meclisi açıldığı günlerde çıkarılan kanunlar bu gördüğünüz kongrelerden alınmış kararlar. Hepsi! Men-i Müskirat Kanunu, Hıyaneti Vataniye Kanunu, Dar’ül-Harp’te bulunan mücrimlerin affına dair kanun v.s. İlk açıldığı günlerde alınmış bütün kanunlar, bu meclislerden / kongrelerden süzülüp gelmiş kanunlar. Çünkü Büyük Millet Meclisi'ni oluşturan unsurlar bunlar, bu meclisler. Bu kongrelerden gelen delegelerle Büyük Millet Meclisi oluştu. Büyük Millet Meclisi'ne niye Büyük Millet Meclisi dendiğini umarım anlamışsınızdır. “Büyük Millet”in (Türk Milletinin) meclisi değil bu! Türk Milleti'nin birçok meclisi var zaten. Bu en büyüğü manasında Büyük “Millet Meclisi”. Bunların yine ortak bir özelliği çok ilginç bir şekilde: Hepsi diyorlar ki biz bölgesel (özerk) bir hükümet değiliz. Bu iş, bu meclis 30 Ekim 1918 sınırları gerçekleşinceye kadar devam edecek. Millet meclislerinin bu vaziyeti, parçaların birleşerek bütünü meydana getirmesini değil, bütünün uzuvları olduğunu gösterir. Hepsi aynı gövdenin uzuvları. Yani Mebusan Meclisi'nin aldığı Misak-ı Millî Kararı zaten bütün bu kongrelerde alınmış bir karar, zihinlerinde oturmuş bir şeydi. Vatan sınırları gayet sarih ve net efkar-ı umuma oturmuş haldeydi. Mebusan Meclisi'nin mebuslarının yarıdan fazlası yine bu kongrelerden giden delegelerle oluşturuldu. Mebusan Meclisi'ni toplamak zorunda kalan İstanbul Hükümeti bu meclislerin baskısıyla Mebusan Meclisi'ni toplamak zorunda kaldı. Ve o Mebusan Meclisi'ne giden vekillerin hepsi şunu çok iyi biliyordu: İngilizler buna müsaade etmeyecek. Bu meclis basılacak veya toptan imha edilecek. Bunu hepsi biliyorlardı. Yani ölüm veya Malta sürgünü olabileceğini göze alarak, bile bile İstanbul’a gittiler. Onun için Ankara’da BMM açıldığında Mebusan Meclisinin Müslüman üyeleri tabiî vekil olarak kabul edildi. İsteyen Büyük millet Meclisine gelebilir dendi. Yani bir millî mecliste o zihinlerindeki şekillenmiş vatan, 30 Ekim sınırları bir yemin metni haline geldi: Misak-ı Millî oldu. Ve bu yemin metni zımnen BMM’nin de yemin metni oldu. Türk milletinin and içtiği bir yemin metni haline geldi.
Şimdi bu haritada 20'ye yakın farklı yerde, 40'a yakın kongre var. Bazı illerde tek kongre yapılmış. Bazı illerde -mesela Balıkesir- beş kongre yapılmış. Bazı illerde bir gün sürmüş. Bir gün dediğimiz, sabahtan akşama kadar bir gün. Yani bizim bugün dernekte yaptığımız gibi birkaç saatte biten bir iş değil. Ya da bugünkü parti kongreleri gibi seçileceklerin belli olduğu, kararların belli olduğu, oraya toplananlara sadece evet-hayır demenin, el kaldırıp indirmenin, sandığa oy atmanın düştüğü kongreler değil. Burada on beş gün, on beş gün süren kongreler var! Düşünün, yirmi-otuz veya elli altmış insan… Hele Edirne'yi düşünürseniz; Büyük Edirne Kongresi 235 delegeyle toplandı. 235 delege, bir hafta boyunca, düşünün; beraber yiyip içiyor, beraber yatıp kalkıyor, bir şeyler tartışıyor. Ne tartışırsa tartışsın! Bu olağanüstü bir şey. Bu tablo, işte bizim ilk defa tarih aynasında kendimizi gördüğümüz tablo. Bu, kafirlerin gözünü fal taşı gibi açmasına sebep olan tablo. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey görmediler. Bütün dünyayı müstemleke haline getirdiler ama şu tabloyu dünyanın hiçbir yerinde görmediler. Bizim paşalarımız da böyle olacağını bilmiyordu. Onun için zaten İstanbul'da kafalarında başka başka şeyler varken bir anda, bu işler başladıktan altı-yedi ay sonra Anadolu'ya bir paşalar akını görüyoruz. Tarihimizin en parlak ama en karartılmış bir dönemidir bu dönem. O karartılmış bölgede sadece belli yerlere ışık tutarak, buraları görseniz yeterli diyerek önümüze bir tarih çizelgesi koydular. O ışık tuttukları yerde de biz hep bir takım paşaları gördük. O paşalardan onu değil de şunu tutmak mecburiyetinde kaldık. İstiklâl Harbi’ni illa ki bir paşayla başlatmak zorundaydık ki birilerinin gemisi yüzebilsin. Ama hadisenin asıl can damarı buradaydı: Sine-i Milletten çıkan millî mücadele ve mücahede. Cihat şuuruyla başladı bu işler. Bunu İstanbul'dan da görüyorlardı. Çünkü bunlar gizli saklı yeraltı örgütleri değil. Kanunî, nizamî, hepsi dediğim gibi 1909 Cemiyetler Kanunu'na göre organize olmuş, kurulmuş cemiyetler. Kuruluşları ve teşkilatlanmaları nizamî ama yaptıkları işler kendi nizamlarını kurmaya dönüşüverdi. Birden bire! Adı cemiyet, mahiyeti meclis hükümeti. Hepsi birer hükümet. Hepsi birer hükümet derken sadece yukarıdaki vilayet kongrelerini düşünmeyin. Aşağıdaki nahiye de bir hükümet. Kaza da bir hükümet. Sancak da bir hükümet.
Şimdi burada Güneydoğu'dan gelen arkadaşlar da var. Şanlıurfa'dan, Gaziantep'ten, Kahramanmaraş'tan, Yiğit Adana'dan. Onlar haritaya bakınca bizim oralarda hiçbir şey olmamış zannına kapılabilirler. Asıl olan onların orada oldu. Derneğimiz sebebiyle de biliyoruz, pek kağıt kürek işlerini sevmedikleri için onlar: Atımız var, avradımız var, pusatımız da var; gavur kurşunu değmez adama, deyip kendi başlarının çaresine baktılar. Birincisi bu. İkincisi, buralar Halep vilayetine bağlıydı. Halep şehir merkezi o sırada elimizden çıkmıştı. İngiliz işgali altındaydı. Dolayısıyla vilayeti olmayınca büyük vilayet kongresi olamadı. Buralarda küçük sancak kongreleri oldu. Çünkü Sivas kongresinde Antep delegesi görüyoruz. Yani orada da bir kongre olmuş olması lazım ki Antep delege gönderebilsin. Her ne hal ise… Umarım bir şeyi anlatabilmişimdir.
Peki nasıl oldu da Mustafa Kemal, Erzurum Kongresini, Sivas Kongresini topladı? Bu çok ilginç bir şey değil mi? Adamlar şûrâlarına askerî veya mülkî erkan almıyor. Özellikle almıyor. Bizi vesayet altında bırakmasınlar, biz kendi başımızın çaresine bakarız, diyorlar. İdare Heyeti reisi aynı zamanda o bölgedeki Kuva-i Millîye birliğinin komutanı! Bir rütbeli asker Kuva-i Millîye birliğine katılacaksa o yörenin idare heyeti reisinin yanında yardımcı rolünde vazife alabiliyor. Kim olursa olsun, istersen paşa olsun. Hepsi bıçak gibi keskin adamlar bunlar. Mustafa Kemal, ne Erzurum ne Sivas Kongresini topladı. Toplayamazdı da zaten. “Millet” nezdinde meşruiyeti yoktu henüz. Bu bir millî hareket olduğundan böyle bir kongreyi toplamaya ne yetkisi, ne etkisi, ne de meşruiyeti vardı. Bildiğiniz gibi önce Samsun'a çıktı veya çıkarıldı. İşte Merzifon, Havza, Amasya'ya geldi. Birinci Erzurum Kongresinin tarihi 17-21 Haziran. Tabiî Erzurum Kongresi deyince herkes ikincisini bilir. Birinciyi bilmez, çünkü Mustafa Kemal ikinciye katılabilmiştir. Birinci Erzurum Kongresi toplandı, 17-21 Haziran 1919. Vilayet kongresiydi bu. Dört gün sürdü ve kongre kararlarını yayınladılar. Kararlardan biri de bütün doğu vilayetlerini yani o Süleyman Nazif'in kurduğu cemiyetin bütün şubelerini ve ilaveten Trabzon vilayetini de içine alacak şekilde büyük bir kongre yapma kararı aldılar. Temmuz ayında. Birinci Erzurum kongresinin bitiş tarihi 21 Haziran. Hemen ertesi gün sabah Mustafa Kemal Amasya'dan Amasya Tamimi diye bildiğimiz metni yayınladı. O metinde karışık bir madde vardır. O madde şu: “Vilâyât-ı şarkiyemiz namına on Temmuz’da Erzurum’da in’ikadı mukarrer kongre için vilâyât-ı mezkûrenin Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye ve Redd-i İlhak Cemiyetlerinden müntehap azalar zaten Erzurum’a müteveccihen yola çıkarılmışlardı. O vakte kadar vilâyât-ı sâiremizin murahhasları da Sivas’a vâsıl olabileceklerinden Erzurum Kongresi’nin azası da tensîb edeceği zamanda ictimâ-i umumîye dâhil olmak üzere Sivas’a hareket edecektir.” Çok açık değil mi? Ama kimse ne olduğunu anlamaz ya da anlamazlıktan gelir. Daha doğrusu kimse orjinal metinlere bakmadan bir takım kötü ezberleri tekrar eder durur. Bırakın Amasya Tamimi’ni Erzurum ve Sivas Kongrelerinin metinlerine de kimse bakmaz. Baksalar on maddeden müteşekkil her iki kongre kararlarının sadece ilk maddesinin farklı olduğunu, diğerlerinin aynı metin olduğunu, aynı cümleler olduğunu görürler ve söylerlerdi. İki kongrede sanki farklı kararlar alınmış gibi bir hikaye anlatılır. Akademik metinler bile bu cehaletle dolu. Mustafa Kemal tamimde Sivas'ta hemen bir millî kongre toplanması gerektiğini emrediyor. Hiçbir yetkisi yokken! Kongre toplayabilmesi için kongre üyesi olması gerekir. Üyesi olmadan kongre çağrısında bulunamaz. Ve tabiî olarak o tamime kimse karşılık vermedi. “Bu nereden çıktı? Kim bu? Hariçten gazel okuyor!” Herkes bu şekilde düşündü. Yani bu adam nereden çıktı?
Bu tamimi niçin yayınladı? Hemen Erzurum kongresinden bir gün sonra! Bütün doğu vilayetlerimizi içine alan büyük bir kongre kararı alınmıştı çünkü. Haritada doğuda aynı renkle boyanmış yerler ve Trabzon vilayetini de içine katın. Büyük bir kongre. Bunu alt edecek, bunun üstünde, Erzurum kongresini gölgede bırakacak bir kongre toplama gayesiyle “Sivas'ta hemen, bir an önce millî bir kongre toplanması gerekir” diyerek, tam deyimiyle hariçten gazel okudu. Ama bu tamim duvara çarpmış gibi hiç ses getirmedi. Bunun üzerine hemen Sivas'a hareket etti. Sivas delegeleriyle ve mülkî erkanla görüştü. Delegelik istedi. Sivaslılar delegelik vermedi. Dediler ki; böyle bir usulümüz yok. Sen kimsin? Bir de sen rütbeli bir paşasın yani. Böyle bir usulümüz yok. Sivaslılar delegelik vermedi. Ardından vakit kaybetmeden Erzurum'a hareket etti. Erzurum'da Kazım Karabekir vardı. Onun himayesinde Erzurumlulardan delegelik istedi. Onlar da aynı Sivas delegelerinin verdiği cevabı verdi. Dediler böyle bir usulümüz yok ve biz seni tanımıyoruz. Yani ismen biliyoruz ama biz sadece aşağıdan süzülüp gelmiş insanlarla kongre yapıyoruz. Mustafa Kemal bunun üzerine hayatının en büyük kumarını Erzurum'da oynadı. Nazım Hikmet'in ifadesiyle “muzaffer ve muazzam bir kumarbaz”. Kumandan değil kumarbaz! Masaya bütün askeri kariyerini koydu; Erzurum delegeliğinin karşısına. Ve telgrafla sadece askerî vazifelerinden değil memuriyetten de istifa ettiğini, sine-i millete döndüğünü ilan etti. Erzurumlularla birlikte diğer kongrelere de duyurdu.
Ertesi gün tekrar Kazım Karabekir ricacı olmak için tekrar gitti kongre delegelerine. Kazım Karabekir ricacı olabiliyor ancak. Erzurum'a gittiğinde zaten kongre delegeleriyle oturdu. Onlara “Emrinizdeyim” dedi. “Siz emredeceksiniz ben yapacağım.” Yani bu kongrelerin ne kıratta iş yaptığını buradan anlayın. Erzurumlular dediler ki; tamam istifa etmiş olabilir ama adam hâlâ üniformayla geziyor. Bu nasıl istifa? Mustafa Kemal madalyalarını da takmıştı. Altın, gümüş madalyaları, nişanları… Üstüne üstlük o İstanbul'da herkes makam, mevki kovalarken o da padişah yaverliği kapmıştı. Padişah yaverliği demek, sadrazam adayı demektir. Sadrazam olamazsa, Harbiye Nazırı kesin olacak gözüyle bakıyordu herkes. Erzurum’da padişah kordonu takıyordu. Yani o sünnet çocuklarının maşallah yazan kordonu gibi, omuzdan bele kadar uzanan bir kordon taşıyordu. Erzurum delegeleri “Biz eğer kongrede bir üniformalı istesek senin gelmeni isteriz, o zaman sen gel.” dediler Kazım Karabekir'e. O da dedi ki; benim kongrede görünmem ihtilal havası yaratır. Bu bir millî hareket. Onun için adam sivil, onu alın. İkna etmeye çalıştı, epeyce dil döktü ve ikna etti. Yani kandırdı. Sadece delege olmasını değil aynı zamanda kongre reisi seçilmesini de sağladı. İki Erzurum delegesi istifa ederek yerine Mustafa Kemal ve Rauf Bey -daha sonra Rauf Orbay olarak bileceğimiz Paşa- delege olarak kaydedildi. Ama o istifa eden Erzurum delegeleri alttan seçilerek gelmiş delegeler. Onların hakkı yenmedi. Kazanın birinde, Erzurum'un kazalarından birinde kongrelerini tamamlamamış bir kaza tespit ettiler. Oradan tekrar seçime sokup, bir an önce kongreye aldılar o iki kişiyi. Yani düşünün, ortada devlet yok. Kim görecek, kim ne yapacak? Gel sen de gel diyerek alınabilir gözüküyor, değil mi? Böyle bir usul yok. Her şey devlet titizliğinde yapılıyor. Çünkü bunlar devlet, her bir kongre bir devlet. Meclis hükümeti her biri. Her ne hal ise… Erzurum kongresi toplandı ilk günü… Bütün doğudan, Vilayet-i Sitteden delegeler geldi. Elazığ delegelerini vali yakalamıştı, salmadı onları. Sivas'tan, Trabzon'dan… bütün doğudan 56 delege Erzurum'a geldi. Tabiî vilayet deyince bugünkü il sınırları aklınıza gelmesin. Bütün doğuda altı vilayet var. Mesela Erzurum vilayetine bugünkü Ağrı, Erzincan, Bayburt, Bingöl’ün bir kısmı dâhil. Veya Trabzon vilayetine bugünkü Rize, Giresun, Ordu, Gümüşhane dâhil. Haritadaki sınırlar o günkün vilayet sınırlarını gösteriyor.
Erzurum kongresinin ilk günü bir kriz daha çıktı. Mustafa Kemal yine o meşhur üniformasıyla gelmişti kongreye. Bütün kongre üyeleri ayaklandı. Dediler ki; olmaz böyle bir şey. Adam hem istifa etti, hem hâlâ üniformayla geliyor, bir de kongreye üniformayla gelmiş. Bu şekilde katamayız, kongreye giremezsin, dediler. Hemen Erzurum valisi ceketini verdi, oradan biri pantolonunu verdi. Biri kalpağını alıp fes verdi ve sivil hale getirip o şekilde Erzurum Kongresi'ne dâhil olabildi. İlk gün, Erzurum Kongresi'nin ilk günü çekilmiş fotoğraf var bir tane onu görürseniz orada üzerindeki takım elbise değildir. Ceket boldur, pantolon bol ve uzundur. Yani normalde şık fotoğraflarla bildiğimiz adam orada pejmurde bir haldedir. Çünkü tak takıştır şeklinde kongreye dâhil olabilmiştir. Yani Erzurumlular kapıdan attılar, o bacadan girmeye çalıştı ve Kazım Karabekir'in himayesinde, onun tavassutuyla, onun referansıyla pencereden kongreye alındı. Pencereden derken mecazi anlamda söylüyorum. Yani bir arayol, ara formül bulunarak alındı.
Ondan sonra Sivas Kongresi oldu falan. İşin magazin yönü çok daha uzayıp gidiyor. Her neyse magazin yönüne daha fazla girmeyeceğim. Bu kongrelerin / şûrâların / meclislerin nasıl çalıştığını öğrenmek bakımından öğretici olduğu için bunları anlattım. Erzurum Kongresi'nden sonra Sivas Kongresinde millî bir kongre hüviyeti görüntüsü vardı. Yirmi farklı yerden gelen delegelerle oluşmuş o güne kadar görülen katılan vilayetler açısından en kapsamlı kongreydi. Görüntü itibariyle böyleydi. Niçin ve nasıl toplandığı falan yine bir magazin konusudur. Fakat Mustafa Kemal'in Amasya Tamimi'nde Sivas’ta toplanmasını emrettiği kongre 4-12 Eylül'de toplandığını bildiğimiz Sivas Kongresi değildir. O, Erzurum Kongresi'nden önce Erzurum Kongresini alt edecek, onu gölgede bırakacak bir kongre kararı için tamimi yayınlamıştı. O olmadı. Yani delege olmadan o iş olamazdı zaten. O tamime kimse cevap vermedi. Bir delege bile Sivas'a, tamim yayınlanmış, kongre yapacakmışız diye gelmedi. Ama daha sonra, Erzurum Kongresi'nden sonra dört kişi tarafından Sivas’ta bir kongre toplama kararı alındı. Ve Sivas'ta millî bir kongre toplandı. Erzurum’dan sonra neden olan bitene nispeten göz yumuldu? Çok basit ve pratik bir gerekçesi vardı. Mustafa Kemal Temsil Heyeti Reisi olunca işler kolaylaşmaya başlıyordu. Erzurum Kongresi bittiği gün Erzurumdaki İngiliz komseri bavulunu toplayıp oradan ayrıldı. Sivas Kongresi akabinde İngiliz donanması Samsun’dan ayrıldı… Nihayetinde Lozan Anlaşması imzalandı İstanbul işgalden kurtuldu. Pratik gerekçelerle “şimdilik böyle olsun, sonra icabına bakarız” denilen ne varsa sonra da hep öyle oldu. Laf çok uzayacak, ben oraları geçiyorum.
Hızlıca Ankara’ya geliyorum: 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. O güne kadar Türk milletinin birçok meclisi vardı, en büyüğü Ankara'da açıldı. Bu kongrelerden süzülüp gelen delegelerle açıldı. Şimdi Teşkilat-ı Esasi’yi biraz alıcı gözle okuduysanız sizde ilk bıraktığı intiba şu olur: (Daha doğrusu seneler önce okuduğumda bende bıraktığı intiba buydu) Bu adamlar taşradan toplanmış gelmiş, işler nasıl yapılır bilmiyorlar; dokuz madde yazmışlar. İlk dokuz maddesi “evet, bunlar anayasa maddesi” diyebileceğiniz hükümler. Anayasa maddesi olur bunlar, diyeceğiniz hükümler. Ondan sonraki 14 madde, bunun anayasada ne işi var diyeceğiniz maddelerden müteşekkil. Yani bu kanunla, tüzükle falan halledilebilecek bir şeyin anayasada ne işi var? Teşkilat-ı Esasiye Kanunu toplam 23 madde, 14 maddesi idarî yapıyla alakalı. Altı madde vilayetlerin nasıl çekip çevrileceğini, idare işlerinin nasıl olacağını anlatıyor. Vilayeti anladık. Kaza, bir maddede bahsediliyor. Altı maddede nahiyelerin nasıl çekip çevrileceğini anlatıyor, vilayet ayarında bir nahiye meselesi var. Neyin nesi bu? Bunu ne Kanun-u Esasi’de bulabilirsiniz, ne bir sonraki 1924 anayasasında bulabilirsiniz.
Bu 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yeni hiçbir şey yoktur. İsmi dâhil hiçbir şey yeni değildir. Bu haritada gördüğünüz, anlatmaya çalıştığım teşkilatı kayda almaktan, zapta geçirmekten ibarettir. El’an cari olan, işleyen teşkilatın esaslarını yazmaktan ibarettir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. Esas teşkilat! Esas teşkilat bahsettiğim kongrelerle / şûrâlarla / meclislerle taayyün etmiş teşkilat. Türk milleti böyle bir teşkilat kurmuştur. Esas teşkilat budur. Bu kongreler / şûrâlar / meclisler dönemi atlanarak Teşkilat-ı esasiye kanunu anlaşılamaz bir metindir. Orada der ki, vilayetler muhtariyettir. Nahiye muhtariyettir der. Kaza muhtariyet değil. Ama nahiye ve vilayet muhtariyettir. Açıkça yazar bunu. Yani ne manaya geliyor bu? Bu tabloyu (duvara yansıtılan haritayı) görmezseniz, işte bugünkü dangalaklar gibi “burada özerklikten bahsediyor” falan filan demeye başlarsınız. Muhtariyet demek; bu millet kendi işini kendi çözebilir, yargısı, yasaması, yürütmesi… Her şeyi dâhil kendi içinde bir işleyiş oluşturmuş, her işini kendi çözebilir, demektir. Bunlar serbesttir! Başları şeriata bağlı olduğundan kelimenin tam manasıyla bunlar “ser-best”tir: Her istediklerini yapabilirler, yapıp etme özgürlüğüne sahiptirler, işlerinde salahiyet sahibi olduklarını göstermişlerdir. Bunların üstten bir denetlemeye ihtiyacı yoktur. Nahiye bile böyledir. Şimdi 1921 anayasasına bu iki yıllık kongreler / şûrâlar / meclisler dönemini kapatarak bakarsanız; saçma sapan bir metindir. Kimse bunu söylemez, dile getirmez. Kimisi Mustafa Kemal yapmıştır vardır bir hikmeti, diye düşünür ve ses çıkarmaz. Biz deriz ki yani bizim millet yapmış vardır bir hikmeti. Hikmet bulmaya çalışırız. Hikmeti budur. Türk milletinin esas teşkilatıdır bu. Türk milletinin öz be öz sinesinden çıkmış teşkilattır.
İlk maddeye bakın: Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. Bu gayet mücerret bir şey gibi geliyor değil mi? Böyle kalırsa, evet. Mücerret bir şey ki bunu daha sonra soyut halinden istifade ederek, ikinci cümleyi atarak, bunu bütün anayasalarda gördük. 1924 anayasında bu soyut halinden istifade ederek ikinci bir maddeyle dediler ki; millet vekiller vasıtasıyla mecliste temsil edilir, hakimiyet o şekilde milletin olur. Her numaraya açık yani… Ama 1921 Anayasasının ilk cümlesi “Hakimiyet bilâ kayd-u şark milletindir.” İkinci cümlesi “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Bu harikulade bir şey. Bir idare usulü var. Halkın mukadderatını “bizzat ve bilfiil”… “Bizzat” ve “bilfiil” ne demek? Bir zat var, bir de o zatın fiili / fiilleri var demek! Eliyle, diliyle, tavrıyla, heybetiyle müşahhas şahıslardan bahsediyor burada! Mücerret hiçbir şey yok bu cümlede. 1924 ve sonrasındaki anayasalar gibi hakimiyeti “millet” adına BMM’deki vekiller temsil eder, temin ve tesis eder diye anlarsanız “bizzat ve bilfiil” o vekiller -bırakın Hakkari’yi, Edirne’yi- burnunun dibindeki Konya’yı nasıl idare edecekmiş? “Bizzat ve bilfiil” toplanıp Konya’ya mı gideceklermiş? “Bizzat ve bilfiil” diyerek müşahhas şahıslardan bahsediyor. Millet dediğimiz şey, müşahhas; adam adam sayabileceğiniz kadar müşahhas bir şey. Bir köye gidip şu üçü millet, gidip bir nahiyeye -nahiye dediğimiz kasaba- gidip bir kasabaya, şunlar şunlar millet, adam adam sayabileceğiniz, tek tek sayabileceğiniz bir şeydir bu millet. Halk, bunun dışında kalanlardır. Yani bu dönemde Kuvayi Millîye olsun hem idarî bakımdan hem askerî bakımdan kafirle çatışmayı göze almış her Müslüman, o “millet”tendir. Ve bunlar öyle mücerret bir şey değildir, gayet müşahhas insanlardır. Bu, bu manaya gelir. Yani klasik Osmanlı düzeninden daha net bir beraya ve reaya ayrımı vardır burada. Çok nettir. Hakimiyet bilâ kaydu şart milletindir. Bunlar berayadır. Üç sene zarfında bunlar beraya olduğunu gösterdi. Sadece silah tutma, kuşanma, Kuvayi Millîye’de yer alma bakımından değil. Bunlar siyasî bakımdan, bunlar her bakımdan kafirle çatışmayı göze aldı.
Mütareke’de Elviye-i Selase’nin hususî durumundan dolayı Kars'ta bir İslâm Cumhuriyeti ilan edildi. Tarih ne? Kasım 1918-Ocak 1919 arası bir İslâm Cumhuriyeti ilan edildi. Anayasa çıkardı bunlar. Anayasanın ismi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. Anayasada diyordu ki, maddelerden birinde, tamam bağımsızız ve fakat “Türkiye devleti”ne bağlıyız. Ortada “Türkiye devleti” diye bir devlet yok. Bilmiyoruz nerede olduğunu: İstanbul'da mı olur, Ankara'da mı olur, Ardahan'da mı olur… Bilmiyoruz. Ama her nerede olacaksa o müstakbel Türkiye devletine bağlıyız. Yani biz burada bir bağımsızlık ilan etmiş olabiliriz. Bizim niyetimiz bağımsız kalmak değil. O bütüne bir an önce kavuşmak. Bayrak, ay yıldızlı al bayraktır, diyor. Teşkilatı Esasiye kanunları bu. Resmi dili Türkçedir, diyor. Yıl 1919 Ocak. Biz daha “Türkiye Devleti” diye bir şey bilmiyoruz. Yani şunu diyeceğim: 23 Nisan 1920'den, meclis açılmasından o meclis feshedilinceye kadar 15 Nisan 1923’e kadar çıkan bütün kanunlar, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu dâhil ne varsa hepsinin kökeni bu haritada en irilerini gördüğünüz kongrelerdir, şûrâlardır, meclislerdir. Telaffuz edilen isimlendirmeler, tanımlar dâhil. Hepsinin kökeni burasıdır. Onun için ismi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: Esas teşkilat. Esas teşkilat budur manasında.
Bu şekilde bir vatanda yaşıyoruz. Türkeli kimin vatanıdır? Mücerret bir milletin vatanı değil. Müşahhas olarak o günlerde dost-düşman herkes tarafından görülen bir milletin vatanı. O gün görülen Türk elinin yaptığı bir vatan. Her yerden Türk eli göründü. Ve Türk ili o ellerle belirlendi, o ellerle vatan oldu. 1924 Anayasası kabul edilinceye kadar Türkiye'nin idaresine el koyanlar parmaklarının ucuna basarak yürüdü. Her yaptıkları işi kırk sefer ölçtüler. Ona göre biçtiler. Buradaki tabloyu yakinen gördüler: En ufak bir hata yaparsak bunlar Ankara'yı başımıza yıkar, bizim hepimizi ipe dizer. Beş sene boyunca bunu enselerinde hissederek yaşadılar. Bunu net bir şekilde gördüler. Ve ayaklarına en büyük bağ 1921 Anayasası'ydı. Vakit olsa da 1921 Teşkilat-ı Esasi’den madde madde gitsek. Son maddesi de şöyle, o da çok orijinal. Mealen söyleyeceğim: İktisadi ve içtimai bakımdan birbirine yakın vilayetler, bir araya gelip aralarında müfettiş kıtası oluşturup o müfettiş kıtalarıyla hem o vilayetleri hem de merkezi hükümeti (Ankara'yı) denetleyebilir, murakabe edebilir, sigaya çekebilir. Bu Ankara hükümeti açısından korkunç bir şey… Bu adamlar öyle şakası olmayan adamlar. Bu adamlar Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıp BMM’den önce adam asmış adamlar.
Büyük Edirne Kongresi 235 delegenin katıldığı bir kongre: 9-13 Mayıs 1920! Dikkat buyurunuz: Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra toplanmış bir meclis! Meclis açılmış, tamam bu kongre işini bitiriyoruz demediler. Çünkü bunlar bu kongreyi şunun için topladı. Dediler ki, Kars gibi bağımsızlık ilan edelim. Bu surette Batı Trakya'yı isteyebiliriz. Paris Barış Görüşmelerine temsilci yolladılar. Bir temsilci de Paris Barış Görüşmeleri’nin bir ayağı İtalya'da yapılıyordu. Bir grup temsilci de İtalya'ya gönderdiler: “Biz bağımsızlık ilan edeceğiz ve Batı Trakya'yı da istiyoruz.” Yani bu adamlar siyaset de üretiyor ki aldıkları karar da oydu: Önce bağımsızlık ilan edeceğiz. Batı Trakya'yı topraklarımıza kattıktan sonra vatanın bütününe ve BMM’ne katılacağız. Onun için meclis açıldıktan sonra bir kongre var orada. Hem de devasa bir kongre. İlk meclis iki yüz küsür mebusla açıldı.Yani Edirne’de Büyük Millet Meclisi büyüklüğünde bir delegeyle toplanan bir meclis hâlâ faal. Mustafa Kemal Meclis başkanı olarak defalarca uyarmasına rağmen doğru bildiklerini yapmaya devam eden bir meclis. Ankara hükümeti, yerini alabilecek bir düzine daha meclis hükümeti olduğunu bilerek ve soluklarını ensesinde hissederek 1924’e kadar kadar geldi. Onun için 1933’te hayretle onuncu yıl kutlamaları yapıldı. Şaşılacak bir şeydi: Hâlâ iş başındaydılar!
Yani diyeceğim, eşsiz bir hazine üzerinde oturuyoruz. Üç yıllık zaman dilimi, bir millet hayatı bakımından üç yüzyıla bedeldir. Paşaları daha çağırmadık! Onları paranteze alarak buraya kadar geldik. İşin mahiyetini şairlerimizden geç farkeden paşaları da katınca iş bambaşka bir mecraya sürüklenecek. Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra bütün kafirlerin gözündeki korku kat be kat artacak. Onun için buna bir an önce bir tedbir alınması gerekiyordu ve aldılar. Önce Türk milletinin elinden meclislerini kopardılar, anayasayı değiştirerek. 1924 Anayasası'nda bu bahsettiğim “esas teşkilat”ın hiçbirisi kalmadı. Yine 1924 anayasasında “hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir” vardı güya. Ama bunun hiçbir hükmü yoktu. Çünkü bütün mebuslar tek elden ve tepeden belirleniyordu artık: Siz siz siz mebussunuz! Tamam hâkimiyet bizimdir! Ve öyle bir hikaye olarak kaldı. Bugün TBMM’nin duvarına kocaman yazmışlar: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bu bomboş, manasız bir laftır. Egemenlik ne? Millet kim? 600 milletvekilinin hepsiyle tek tek konuşun. Bu laf üzerine size kuracakları aklı başında iki cümle yoktur. İki çok oldu: Tek cümle kuramazlar! Ne millet belli bir şeydir, ne egemenlik? Tanımsız, manasız tuhaf bir şeydir bu cümle…
Şunu da söyleyeyim. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mecliste görüşülürken orada -ismini hatırlayamadım- bir mebus şöyle diyor: Efendiler biz ne yapıyoruz? Buradan 60 bin tane hükümet çıkar, diyor. Evet, buradan 60 bin tane hükümet çıkar. Onun kastı büyük bir ihtimalle o zaman Türkeli’ndeki idari birimlerin sayısıydı: 50 bin civarında köy vardı, nahiyeler, kazalar, sancaklar, vilayetler… falan filan hepsini üst üste koyduğunuzda 60 bin civarında bir birim yapıyordu. Evet, Teşkilat-ı Esasiye’den 60 bin tane hükümet çıkar! Her bir Türk bir hükümettir! Aslında bu o demektir. Ve bunlar ayrı hükümetler değil. Hepsinin kafasında vatanın sınırları net belli. 1920’nin Ocak’ında toplanan Mebusan Meclisi ekstra bir şey yapmıyor. Bu mebuslar kafalarında sınırlar belli olan mebuslar. İstanbul'da toplanıp yemin ediyorlar o sınırlar üzerine. Hikaye bu, bu kadar. Malumun ilamını yapıyorlar. Yani orada bir karar alınıyor da bundan sonra sınırınız budur denmiyor millete. Millet meclislerinde önceden bir karar alıyor. O resmî mercice onaylanıyor.
Dilim döndüğünce kabaca ve hızlıca anlattığım üç seneye sığan bu vakıalar zinciri tarihte görülmemiş bir şeydir. Eşi benzeri olmayan bir sistemdir ortaya çıkan. Sadece bize has, Türklere has bir sistemdir. Fakat dediğim gibi bizim tarihimizin en karanlıkta bırakılmış yeridir. Çünkü buraya baktığınızda Türk milleti nedir, kimlerden müteşekkildir? Bunu net olarak görebileceğimiz bir şeydi. Onun için bütün cumhuriyetin kültür politikası gözlerini korkutan bu milletin görünmemesi için oluşturulmuş bir kültür politikasıdır. Biz Batılılaşma sebebiyle düçar olduğumuz her sıkıntımızı, cevap vermek zorunda kaldığımız her suali bu döneme müracaat ederek aşabilir, cevaplayabilirdik. Batıya cevap vermemiz zorunlu addedilen tezlerin cevabı bağrımızdan çıkmıştı. Gerçekten hiçbir müdahale olmadan sine-i milletten çıkan siyaset tarzı Batılılaşma yaralarımızı tedavi edecek güçte idi. Devletin başımıza bela ettiği şeyler sine-i milletten çıkan formüllerle pekala çözülebilecek hale geldi. Fakat Osmanlı Devletinin açtığı batılılaşma belasının üstüne Cumhuriyet döneminde tüy dikildi.
Üçyüz yıla bedel Türk tarihinin zirvesi bu dönem böyle zengin bir kaynaktı. Bir menba! Cumhuriyet mi dediniz? Bu üç yıldan âlâ cumhuriyet mi vardı? Biz 1946’da icbaren demokrasiye mi geçecektik? Öyle ithal demokrasi fikirleri yerine biz bu üç yıllık döneme müracaat etmiş olsaydık Türklere has, Türklerin bağrından çıkmış bir “doğrudan demokrasi” görecektik orada. Yani şımarıklığa, ukalalığa, küstahlığa sebep olan bir demokrasi değil; toplumsal bir olgunluğa, halkı da millet katına çıkarmaya sebep olacak bir demokrasi tecrübesine sahip olacaktık. Antik Yunan'dakiler gelsin de bizden demokrasi öğrensin, diyebileceğimiz bir kıymetli hazine vardı elimizde. Ama bunun üstü kapatıldığı için böyle bir şey mümkün değildi. Veya biz Türkiye'nin kurtuluşunun sosyalizmle, giderek komünizmle olacağına mı kanaat getirdik? Eğer bu üç yıllık dönemi görseydik oradaki her birimin bir komün olduğunu da farkedecektik. O mebusun “60 bin hükümet çıkar” dediği her birim bir komündü. Komünizm mi diyorsunuz? Sovyetler Birliği'nde, Çin'de, Küba'da değil; burada siz o komünizmi görebilirdiniz. Veya faşist bir Türkçüsünüz. Ortaasya’da, Uzakasya’da, Macaristan’da Türk aramak yerine milletin ve milliyetçiliğin optimum hâlinin ortaya çıktığı bu topraklara dikkat kesilseydiniz insan haysiyetini de öğrenecektiniz. Buradaki her birimin birbirine sımsıkı bağlanmış bir deste olduğunu görseydiniz, faşistlerin aslının burada olduğunu, Mussolini'yi utandıracak faşistlerin burada yaşadığını görebilirdiniz. Türkiye'nin kurtuluşunun İslâm'da olduğuna mı karar verdik? Mısır’dan, İran’dan, Pakistan’dan değil bu şûrâların hepsinin birer İslâm şûrâsı olduğunu farkederek işe başlayabilirdik. Kararlarına besmele ile başlayıp şûrâlarını açarken Kur'an okuyan katıksız mücahitleri görebilirdik. Şûrâların kurulduğu küçük şûrâların büyük şûrâya kavuşmak için can attığı gayet İslâmî ölçülerde hükümet numuneleri de görecekdik. Ve o göreceklerimiz en nihayetinde Büyük Millet Meclisi’nin alnının çatınaوَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ (Şûra Suresi, 38. Ayet) ayetini çaktılar. Bunları görecektik ve şair gibi “gördüm, gördüm” diyebilecektik. Ama tabii ki bunların hepsi halamın bıyıkları olsa mukabilinden şeyler olarak kaldı.
Nereye gitti bu millet? Görünenlerin çoğu budandı, tasfiye edildi. Hem de öc alırcasına tasfiye edildi. Gerek devlet teşkilatı içinde, gerek merkezde gördükleri ve suratı asık her çehreyi ortadan kaldırdılar. Hayatlarını kararttılar. Bir kısmı burada yaşayamaz oldu.İşte hepimiz biliyoruz, Mehmet Akif soluk alabilmek için Mısır'a gitti. Bırakın bariz diş bileyenleri, kendi adamlarını çatır çatır doğradılar: Kazım Karabekir 12 yıl ev hapsinde kaldı, evinden dışarıya çıkamadı. Evinin kapısında nöbetçiler bekliyordu. Hepsi budandı. Başlarken şiirini okuduğum Süleyman Nazif, Erzurum-Sivas kongrelerinin toplanmasının müsebbibi şair, ömrünün son yıllarını aç geçirdi. Cenazesini hayrına Tayyare Cemiyeti kaldırdı. Yani diyeceğim, ne Türk vatanı ne Türk milleti varlığını kimseye borçlu değildir. Ne dün Mustafa Kemal'e borçluydu ne bugün Recep Tayyip Erdoğan'a borçlu.
Burada söylemeyi unuttum. Bir şey var. Bu haritayı o dönemki vilayet sınırlarına göre değil de daha ayrıntılı çalışabilseydim; ilçelerin, nahiyelerin olduğu bir harita üzerinden çalışabilseydim önümüze çıkacak olan harita yaklaşık -birinci ve ikinci beylikler dönemi diye ayırıyorlar ya- iki beylikler döneminin ortalaması bir harita olacaktı. Yani 13. yüzyılda vatan kılınan topraklar İstiklâl Harbi ile tekrar vatanımız oldu. Özellikle batı Anadolu’da bu harita çok daha belirgin çıkacaktı. Her neyse…
Dolmabahçe Sarayı'nın karşısında Yüksek Mühendis Mektebi vardı. Şimdi herhalde konservatuvar mı olacak? Mimar Sinan Üniversitesi'nin bir yerleşkesi. Orada mimar Ruhi Kafesçioğlu talebe. 10 Kasım 1938 günü derste. Mustafa Kemal'in hasta olduğunu duyuyoruz ve ölümü bekleniyor, diyor. Arada pencereden bakıyoruz bayrak yarıya inmiş mi? Kontrol ediyoruz, diyor. 10 Kasım günü sabah matematik dersinde hoca bir formül yazıyordu tahtaya, diyor. Bir anda pencere kenarında oturan arkadaş bir çığlık attı. Hepimiz pencereye üşüştük. Bayrak yarıya indiriliyordu, diyor. Hoca da geliyor, pencerenin kenarında birkaç saniye duruyor. Diyor ki talebelere “arkadaşlar Atatürk'ümüz ölmüştür. Bundan sonra bize düşen daha çok çalışmaktır. Herkes yerine geçsin.” Ve formülü kaldığı yerden yazmaya devam etti, diyor. Birazdan sınıftan çıktı. Müdür bütün talebeleri ve hocaları topladı, üç dört cümlelik çok kısa bir konuşma yaptı diyor. Diyor ki müdür; “teessür teessürdür. İş de iştir. Herkes işinin başına dönsün, sınıfına gitsin ve kaldığı yerden devam etsin” diyor. Oradan talebenin biri “hocam izin verin Atatürk'ün Gençliğe Hitabe’sini bari okuyalım” diyor. Hayır, diyor müdür: “Dersinize gidiyorsunuz, nereden kaldıysanız oradan devam ediyorsunuz.” Bu kadar.
Bu Dolmabahçe Sarayının yanıbaşında olan bir okuldaki manzara. İstanbul’un kalanını, taşrasını siz düşünün; yaprak kıpırdamadı. Türk milleti çok olgun bir millet. Öyle, Mustafa Kemal öldü diye kimse ne yatıp yuvarlandı, ne de zil takıp oynadı. Çok olgun bir millet. Ve bu kadardı aslında. Fakat 1960'tan sonra işler bambaşka bir şekle girdi. Ha orada onu da söylüyor: Sonra bir de ambulans geldi, diyor. Bildiğimiz bir isim, o intihara teşebbüs etmiş. Yani bütün varlığını bir kişiye borçlu olanlar, evet intihar etti. Kendilerini yerden yere vurmuş olabilir ama bunlar sayıları çok azdı ve Türk milletinden değildi zaten. Veya zil takıp oynamış birkaç kişi vardır. Bunlar da Türk milletinden değildi. Türk millet hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti, diyerek… Söyleyeceklerim başka şeyler vardı ama araya kaynadı. Bir şiirle başladım, bir şiirle bitireceğim. Nazım Hikmet'in Kuvayi Millîye Destanı'nın giriş bölümünü okuyarak sizleri de kendimi de “serbest” bırakacağım.
ONLAR
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve mevsimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve nehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ki ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
En âlim aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
dendi.
Efendim, sabırla ve dikkatle dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak, 19 Zilkade 1446 Cumartesi (17 Mayıs 2025) - İstanbul
Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında kurulan Türk Dünyası Ortak Alfabe Komsiyonu’nun "ortak Türk alfabesi" adıyla 34 harfli bir alfabe üzerinde uzlaşmaya vardığı haberini ajanslar duyurdu. Ortak alfabenin müspet bir haber olduğunu veren bütün medya kuruluşları Sovyetler Birliği zamanında Asya'daki bütün o kavimlere Kiril alfabesinin dayatıldığından bahsediyorlar.
TİYO Yayıncılığın on üçüncü kitabı “Küfrün İhsanı Olmaz”ın yeni kapağı ile yeni baskısı yapıldı.
Misak-ı Milli haritalı ve Türk yazısıyla matbu harflerle neşrettiğimiz İstiklâl Marşı...
İstiklâl Takviminin 1441 senesine ait yeni nüshası neşrolundu.
Fakat bu sene Nasrullah Camii'nde sadece Mevlid-i Şerifi okuyabildik. Bunu da cami mikrofonlarının görevlilerce kapatıldığı bir ortamda yapabildik.
İstiklâl Takvimi’nin 1438 senesine ait nüshası yeni resimleri, dersleri, temrinleriyle neşrolundu.
İsmet Özel'in Türk milletinin şairi olarak Bir Yusuf Masalı'nı 1967 yılında yazmaya karar verdiğini...