Durmuş Küçükşakalak:
Selamun aleyküm,
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki Allah yolunda “seferber olun” denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının metaı ahiretin yanında ancak pek az bir şeydir. Eğer toplanıp “seferber olmazsanız” o sizi elim bir azab ile tazip eder ve yerinize başka bir kavim getirir ve siz ona zerrece zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir. Eğer siz O’na (yani peygambere) yardım etmezseniz Allah O’na yardım eder. Hani o kâfirler O’nu (Mekke'den) çıkardıkları vakit o sadece ikinin ikincisiyken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına; “mahzun olma, Allah bizimle beraberdir” diyordu. Allah o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Onu da görmediğiniz ordularla teyit etti. Kâfirlerin sözünü alçalttı. Yüce olan, Allah'ın kelimesidir. Ve Allah azizdir, hikmet sahibidir. İster hafif ister ağırlıklı olarak “seferber olun”. Ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, böylesi sizin için daha hayırlıdır”.
Kerkük türkülerinden sonra direkt kitabın ortasından girdim. Okuduklarım Tevbe Suresinin 38, 39, 40 ve 41. ayetlerinin mealiydi. Bu okuduğum kısımdan başlamak üzere Tevbe Suresinin son iki ayetine kadar, 90 ayet boyunca -belki de Kur'an-ı Kerim'in en uzun bahsi- Tebük Seferi anlatılıyor. En büyük bahis tevhid bahsi elbette. Fakat parça parça bütün surelerde bulabileceğimiz bir şey. Tevbe Sûresi’nde toplu olarak 90 ayet boyunca Tebük seferinden bahsediliyor. Tevbe Sûresi Besmele ile başlamayan tek suremiz. Birtakım sebepler söylerler. İşte Enfâl Sûresi’nin devamı derler. Fakat asıl şu görüş daha münasip olabilir: Tevbe Sûresi müşrikler için bir ölüm fermanı olarak başlar. Kâfirler ve münafıklar için bir tehdittir, bir ültimatomdur. Müslümanlara ve Mü’minlere ise bir ihtardır. Rasulü Ekrem'in son gazvesidir Tebük Seferi. Dolayısıyla Tevbe Sûresi’ndeki bu 90 ayet insanoğlunun yeryüzünde Allah kelamına son defa muhatap olduğu, son vahiyler. Yani biz Müslümanlara en son şeklin verildiği, en son şemalin çizildiği, en son rolün biçildiği suredir. Bundan sonra Mekke'nin fethinde sadece “izacae” diye bildiğimiz Nasr suresi nazil oluyor. Sondan ikinci sure, inzal sırasına göre.
Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak Türklüğümüze bir mehaz, bir kaynak, bir başlangıç, bidayet olarak Tebük seferini alıyoruz. Bu konuşmada bunu ayrıntısıyla izah etmeye çalışacağız. Bunu yaparken bütün tarih kaynaklarını ve bütün tarihçileri karşımıza almayı göze alıyoruz. Yine bunu yaparken bütün bilimsel izahları, bilimselliği reddederek, reddetmeyi de göze alarak, bidayeti, başlangıcı Tebük Seferi olarak koyuyoruz. Hoşuma gitmemesine rağmen mealle başladım. Benim dikkatimi çeken bir şeye, sizin de dikkatlerinizi celp etmek için bunu yaptım. Ayetlerde dikkat ettiyseniz, üç sefer “seferber olun” diye tercüme edilen bir ibare geçti. Diğer meallere bakarken farkettim ben bunu: Bu ibareye bazı mealler de diyor ki “cihad edin”, bazı mealler “savaşa girin, hazırlanın, sefere çıkın, gazaya çıkın…” Bu saydığım kelimelerin hepsi Kur'an-ı Kerim'de var zaten veya köken olarak var. Yani Allah burada cihad edin demiş olsaydı “جَهَدَ” (ce-he-de) kökünden bir kelime bulacaktık. Allah burada savaşın demiş olsaydı işte حَرَبَ” (ha-ra-be) kökünden bir şeyler bulacaktık. Sefer edin deseydi “سَفَرَ” (se-fe-ra) kökünden bir şeyler bulacaktık. Fakat burada hiçbirisi yok. Ama bütün mealler “cihad edin, savaşa çıkın, hazırlanın…” şeklinde tercüme vermiş. Ben burada okurken, daha doğrusu bu okuduğum meali toplum içinde okuyabilmek için üç meali mezcedip; onun o tabirini, bunun bu cümlesini alıp metinle karşılaştırarak size bir meal okudum. Ancak bu şekilde okuyabildim. Dikkat çekmek istediğim ifade, kelime şu: تَنْفِرُوا (tenfiru, enfiru, infiru) Üç ayette, üç sefer geçiyor. Yani “Allah yolunda seferber olun” diye okuduğum kısımda “seferber olmak” ibaresi, Kur'an-ı Kerim'de “نَفَرَ” (ne-fe-ra) kökünden gelen bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. نَفَرَ(ne-fe-ra) kökünden Türkçede kullandığımız kelimelerden birisi nefret. Türkçede bu kökten müştak 8-10 kelime ve ibare bulursunuz. Mesela bir diğeri menfur. İşte bir terör saldırısında, bir sıra dışı cinayette yetkili ağızlardan sık sık duyarsınız. Sık sık değil, hep bunu söylerler; “bu menfur saldırıyı kınıyoruz” derler. Hatta saldırı şiddetliyse “bu menfur saldırıyı şiddetle kınıyoruz” derler. Yani dehşete düşüren, korkutucu saldırıyı kınıyoruz manasında kullanırlar. Yine bizim eskiden mehter takımımızda nefir diye bir üflemeli alet çalınırmış. Korkutucu, ürkütücü bir ses çıkardığı için buna nefir denmiştir. Veya burada okuduğum mealde “seferber olun”a da kaynaklık eden nefir-i âm diye bir tabir vardır, bu seferberliği ifade eder. Topyekûn seferberliği; kadın erkek ayırt etmeksizin tüm toplumun seferber olduğu duruma nefir-i âm denir. Bir de nefir-i has vardır. Sadece savaşabilecek erkeklerin seferber olduğu, “nefer” kabul edildiği bir tabirdir. Ama geleceğim kelime, lafı getireceğim kelime “nefer”. Biz -bugün pek kullanımı kalmadı ama- asker, er manasında “nefer”i kullanıyoruz. Kullandığımız manası sözlükte neferin ikinci manası. İlk manası çete, ordu demektir. Yani buradaki, Kur'an-ı Kerim'deki ifade ne cihad, ne harb, ne sefer, ne de gaza. Buradaki ifade نَفَرَ (ne-fe-ra) kökünden geliyor. نَفَرَ kökü içinde korkutmayı, dehşete düşürmeyi, ürkütmeyi barındıran bir kelime ve köken olduğu bütün kelimelere, daha doğrusu kökenini buradan alan bütün kelimelerde az veya çok bu manayı taşıdığını hissedebilirsiniz. Burada da, böyle bir şey olması gerekir.
Türkçe itikadi bir İslam lisanıdır. Kur'an-ı Kerim Arapça inmiştir. Ve yüzyıllar boyunca biz meal diye bir şey bilmiyorduk. Meal dediğimiz şeyin Osmanlı'nın son döneminde ufak tefek kıpırtıları başladı ama asıl 1925'te biz meal kelimesiyle de kendisiyle de ilk defa karşılaştık. Meal kelimesi Elmalılı Hamdi Yazır'ın icadı bir kelimedir ve tutmuş bir kelimedir. Türkçe Kur'an tartışmalarında “Kur'an'ın Türkçesi olmaz, tercümesi de ayıp kaçar. Buna meal diyelim” diye teklif etmiş ve bu kabul görmüştür. Herkes meal diye bugün anıyor. Mehmet Akif'in zaten Hakkın Sesleri’ndeki şiirlerine bakarsanız ayetten sonra, altında “tercemesi” yazar. Arapçam olmadığı için okuduğum ayet meallerinde üç sefer geçen ve نَفَرَ (ne-fe-ra) kökünden gelen bu kelimelerin yerine bir şey teklif etmiyorum, edemiyorum. Ama Türkçeden yola çıkarak şuna yakın bir ifadeye ulaşabiliriz: “Dehşete düşüren, ürküten, korkutan “nefer” olun.” Ki okuduğum dört ayet mealinin üçünde bu kelimeye bu şekilde bakarsak son ayette yerli yerine oturduğunu görürsünüz: “Size ne oldu ki Allah yolunda seferber olun” / “size ne oldu ki Allah yolunda korkutucu, dehşete düşürücü nefer olun.” Nefer zaten ordu manasına geliyor. Diğerinde “İster hafif ister ağırlıklı olarak seferber olun.” / “İster hafif, (teçhizat olarak bakılıyor genelde buna) hafif teçhizatlı, isterseniz ağır teçhizatlı olarak korkutucu, dehşet verici neferler olun, nefer olun.” Nefer ordudayken neferdir. Ordudan ayrıldığı zaman kişi nefer değildir. Yani ordunun bir birimiyken nefer neferdir.
Niyetim bir meal kritiği yapmak veya panelimizi bir tefsir dersine çevirmek değil. Dediğim gibi sevmediğim şeyler de bunlar. Şuna dikkat çekmeye çalışıyorum. Kur'an-ı Kerim Arapça indirilmiş bir kitaptır. Kur'an-ı Kerim zaten ineceği yere inmiştir. Onu tekrar indirmeye gerek yok, onun katına çıkmak gerekir. Bunun için de bir Kur'an dili olan Türkçeden daha uygun bir lisan yoktur. “Türk'ün Dili Kur'an sözü” diyoruz. Bir mealle Allah katındaki din olan İslam'a ulaşmak pek zordur. Ben elli yaşına merdiven dayamış biri olarak bu yaşıma kadar meal okuyarak veya tefsir okuyarak hidayete ermiş tek kişi bilmiyorum, görmedim veya Müslümanlığı kavileşmiş birisini de görmedim. Aksine meal okuyarak, tefsir okuyarak dinden çıkmış, Müslümanlığı laçkalaşmış birçok insan tanıdım. Onun için Türkçeden İslam'a girmek hem kolay hem emniyetli tek yoldur. Türkçeden Kur'an katına çıkılır, Kur'an'ı indirdiğimiz vakit anlaşılmaz ve haklı olarak… Mesela Mustafa Kemal'in Kur'an'ı Türkçeleştirme işinde bunu söylediği rivayet edilir. Niçin meal yaptırıyoruz, niçin tefsir yaptırıyoruz diye sorduklarında: “Arapoğlu'nun yavelerini öğrensin halk diye” der. Eğer siz Kur'an katına çıkmak yerine Kur'an'ı kendi indinize daha çok indirmeye çalışırsanız Mustafa Kemal'i haklı çıkaracak bir şey yapmış olursunuz. Onun için Türkçe, Kur'an katına çıkmak için yaratılmış bir dildir.
Şimdi başka ayetlerde de “cihad edin” emri geldi önceden. Öncesinde cihad zaten farzdı. Yani Müslümanlar ilk defa cihad emriyle burada karşılaşmadı. Hepsinin yığılıp kaldığını öğreniyoruz. Yığılıp kalmalarının sebebi nedir? Birincisi korkutucu, ürkütücü bir nefer olun deniyor. İkincisi kime karşı? Roma'ya karşı. Koskoca Roma İmparatorluğu'na karşı korkutucu, ürkütücü bir ordu olun! Ordu millet olun yani aslında söylenen. Zaten işin hikayesine geldiğimizde arkadaşlar herhalde değineceklerdir.
Bazı yerleri hızlı geçerek şuraya geleyim. Allah yaratır. Bunu biz hep es geçiyoruz. Kafamızda şöyle bir şey var; modern zamanların bir anlayışı bu: Allah yerleri, gökleri yaratmış, ikisinin ortasına insanoğlunu salmış, tarihin bir zamanında da peygamberler göndermiş, (haşa) tepeden izleyen bir ilah! Kafamızda böyle bir şey var. Halbuki “Allah her an yaratmadadır.” Ve Tebük Seferi'yle, Tebük Seferi'nden hemen sonraki hadiselerle bu yeryüzünde yarattığı, görünmez orduların yanına görünür bir ordu yarattı mı yaratmadı mı? Nefer, ordu… O ordu-nefer-milletin seciyesini, kumaşını yaratmıştır önce. Daha sonra bu milletin dilini doğrudan doğruya Kur'an kelimeleriyle tab’ etmiştir. Ve bu topraklarda o millet tarih sahnesine çıkmıştır. Yani Moğollar gibi tat-erler değil, dili olan neferler yaratmıştır. Dilini de gerektiğinde kılıcı gibi kullanabilen bir millet yaratmıştır. İşte bu milletin bidayetini biz Tebük seferinde buluyoruz.
Dikkat ederseniz “Türklük”ten bahsediyoruz. “Türklük niçin bidayettir” diyoruz. “Türklük tarihi bir roldür” diyoruz. Asla Türklerin bidayeti nedir diye bir derdimiz yok. Yahut Türklerin tarihi rolü nedir diye bir derdimiz yok. Türklük tarihi bir roldür, bu rolü üstlenen, bu rolü oynamaya niyet eden her Müslüman Türk’tür. Türklerin siz bidayetini aramaya kalkarsanız, Türk'ün rolünü aramaya kalkarsanız bir tuzağa yakalanmış olursunuz ve o tuzak içinde bir ömür tüketilip bitirilebilinir. Çünkü bunlar çok muazzam tuzaklardır ve o tuzağa yakalandığınızda artık sırtınızda tarihin bütün angaryasını taşımak zorundasınız. Ama “Türklük”ten bahis açtığınız anda bir seciyeden, bir karakterden, bir ıradan bahis açmış olursunuz ve tarihin taşınmaya değer, tarihin yüklenmeye değer yükünü sırtınıza alırsınız. Tarihte Türklük değil de Türk aradığınızda size birçok Türk bulurlar, verirler ve şaşkına dönersiniz. Bu Timur'u ne yapacağız şimdi? Ya Osmanoğulları'nı ne yapacağız? Hazarları neremize koyacağız? Gagavuzları neremize sokuşturacağız? Birçok problemle… Türklük nedir? Bunda uzlaştığımız zaman ve kaynağı takip ettiğimiz zaman dilimize müracaat ettiğimiz zaman bir millet olmanın getirisine talip olmuş oluruz. Her şeyden önce bir kimliğimiz olmuş olur.
Türk milleti ordu millettir, nefer millettir. Burada geçen kelime tabiriyle söylersek -Tevbe suresinde- nefer millettir. Yani düşmanı korkutup ürkütmek dehşete düşürmektir esas olan. Bugün de geçerli olan budur. Amerika Birleşik Devletleri hiçbir zaman bu pozu vermekten geri durmadı. Dünyanın en korkak milletlerinden birine sahip Amerika Birleşik Devletleri teknik teçhizat, savaş gücü, teknolojik üstünlük gibi göstergelerle bütün dünyanın gözünü boyamış dünyadaki ender ülkelerdendir. Harb hiledir, hile yapmıştır diyebilirsiniz. Olabilir fakat birebir savaştığı, Birinci Dünya Savaşı dahil, o günden bugüne alnının akıyla savaşıp çıktığı tek bir savaş gösteremezsiniz. Hem Birinci hem İkinci Dünya Savaşı'na üçüncü yılında girdi ABD. Anacak 1944 yılında beş yıl boyunca savaşmış, bütün dünyaya karşı savaşmış, yorulmuş, bitmiş Almanları yenebildi. Yanına İngiliz donanmasını ve birliklerini de alarak. Daha sonrasında Kore'de Türk birliğinin sayesinde canını kurtardı. Vietnam'da 20 yıl savaştı, kaçtı. Vietnam'dan bildiğimiz kaçtı. 20 sene Afganistan'da savaştı. Donunu bile toplamadan kaçtı. Birçok şeyler bıraktı orada. Irak'tan kaçtı. Girdiği her yeri tarumar edip kaçtı. Suriye'den kaçtı. Ama bizim gözümüzde öyle bir Amerika var ki en başta silah gücüyle, teknolojik gücüyle. Bugün herkesin İsrail'e de bakışı o şekilde. Bu çok büyük bir yanılsamadır. Özellikle hava kuvvetleri korkakları korkutmak için vardır. Hava kuvvetleri dediğimiz şey bizim mehter takımı gibi bir şeydir. Mehter takımımız bizi coşturmaktan çok karşıya korku vermek için kurulmuş bir takımdır. Rasulü Ekrem yine Tebük seferinde söylediği hadis; ben diğer peygamberlerde olmayan beş şeyle güçlendirildim, diyor. Bu beş şeyden birisi; “bir aylık mesafeden düşmanımın kalbine -mealen söylüyorum- korku salarım.” Mehter bunu taklit etmek içindir. Düşmanın kalbine biz bir aylık mesafeden korku salamıyoruz ama Mehter'in sesi iki günlük mesafeden duyulabiliyordu havanın durumuna göre. Düşmanın kalbine korku salmak içindir. Dünyadaki şu anda bütün bu İHA’lar, SİHA’lar, uçaklar sadece bu işe yarar. Korkak milletleri sindirmeye yarar. Ama böyle Afganistan gibi Vietnam gibi sırnaşık, musır milletleri hiçbir şeyle sindiremezsiniz. Korkmak ve korkutmak, aslında bütün hadise bu. İstiklâl Marşımız iki yerde “korkma” diyor. Yani durduk yere bir marş niye korkma der? “Korkma”yla başlıyor. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, / “Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” Korkan bir insanın felç olmaktan başka bir hali yoktur. Askeri bir personeldi: “İnsanı kurşun öldürmez, korku öldürür” demişti. “Benim on yedi yerinden vurulan arkadaşım var ve yaşıyor” falan diye anlatmıştı hikâyesini. Şu anda dünyada yürürlükte olan korku imparatorluğuyla insanlar bir şekle sokuluyor.
Son olarak şunu söyleyip ondan sonra Tebük Seferi'nin hikâyesini dinleyelim. Tebük Seferi'nde, gazvesinde tabii olarak biz Roma İmparatorluğu'nun karşısına çıkmadık. Yani sınırlarımız genişledi de Roma'ya dayandık ve çatışmak mecburiyeti doğdu…. Böyle bir şey olmadı. Roma'nın üzerimize geleceğini duyup biz Roma topraklarına gittik. Yani bir -ne diyelim- kast-ı mahsusla Roma topraklarına gidip Roma'yı orada bekledik. Bu çok önemli bir şey. Ve Roma İmparatorluğu karşımıza çıkmaya cesaret edemedi. Daha sonra bu iş, bu şehirde, şu anda bu semtte Roma İmparatorluğu'nun sonunu kazımak yine o nefer millete nasip oldu. O Tebük'te doğan millete, o karaktere nasip oldu. Yani Tebük'te gerçekleşmeyen savaşın ganimeti, olmayan muharebenin ganimeti, kâfirleri dehşete düşürüp korkutmanın, ürkütmenin kazancı Türklük olarak zuhur etti. O güne kadar aldığımız en büyük ganimetti. Şimdi Tebük seferinin hikayesini dinlemek üzere Yusuf Mert'e sözü bırakıyorum.
Yusuf Mert Akpınar:
Selamun aleyküm,
Panelimizin serlevhası “Türklük Niçin Bidayettir: Tebük Seferi.” Türklüğün niçin bidayet olduğunu, ancak Tebük Seferi ile anlayabileceğimizi iddia ederek, bu paneli tertip etmiş bulunuyoruz. Ben de bu anlayışla Tebük Seferi’nin hangi koşullarda, ne için ve nasıl cereyan ettiğini anlatıp, Tebük Seferi ile İstiklâl Harbi’miz ve Misak-ı Millî arasında kurduğum ilişkiden bahsetmeye çalışacağım.
Tebük Seferi, hicretten dokuz sene sonra vuku buldu. Mekke’nin fethinden bir yıl sonra, Rasulü Ekrem’in ahirete irtihalinden ise iki yıl önce gerçekleşti. Hıristiyan takvimiyle 630 yılına denk geliyor. Bu sefer Rasulü Ekrem’in bizzat katıldığı son harpti. Sefere Recep ayında çıkılıp, yaklaşık elli gün sonra, aynı yılın Ramazan ayında Medine’ye dönüldü. Tebük şehri, Medine’nin 700 kilometre kuzeyinde yer alan ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun himayesindeki Hıristiyan Arap kabilelerinin yaşadığı bir şehirdi. Yani sefer Roma İmparatorluğuna karşı düzenlendi. Roma İmparatorluğu, Sasaniler ile birlikte dönemin en güçlü iki imparatorluğundan biriydi. Üstelik, Tebük Seferi’nden iki sene önce, Romalılar Sasaniler’i mağlup etmişlerdi. Yani Rasulü Ekrem, bilinen dünyanın en büyük imparatorluğuna karşı, henüz hicret hadisesinden dokuz sene sonra, sefere çıkma emri vermişti.
Peki Rasulü Ekrem neden Tebük şehrine sefer düzenlemek istemişti? Bunun sebebi; kuzeydeki Arap kabilelerinin Roma Kayzeri Herakleios’a yazdığı mektup neticesinde Roma Kayzeri’nin Medine’yi işgal etmek üzere hazırlıklara başlamasıdır. Mektup şöyleydi: “Şu peygamberlik dâvâsıyla ortaya çıkmış bulunan adam öldü! Müslümanlar da kıtlık ve yokluk yıllarına tutuldular. Kendilerinin servetleri yok oldu. Eğer onları dinine katmayı istiyorsan, şimdi tam zamanıdır!” Mektubu alan Roma Kayzeri hemen bir ordu tesis edip Medine’yi işgal etmek üzere hazırlıklara başlıyor. Roma’nın Medine’yi işgal edeceği yönündeki haber, Şam-Medine ticaret güzergahını sık kullanan bir kabile olan Nebatiler tarafından Medine’ye ulaştırılıyor. Rasulü Ekrem de bu haber üzerine, Romanın himayesindeki Tebük şehrine sefer düzenleme kararı alıyor.
Rasullullah’ın adet-i seniyyesi, bir gazaya gitmek isteyince ashabını tevriyeli bir ifade ile asıl maksadının zıddına yöneltmekti. Bu şekilde hareket edeceği ciheti gizlerdi. Ancak bu sefer maksadını gizlemedi. Doğrudan Tebük’e sefer düzenleneceğini bir hutbe irad eyleyerek ashabına bildirdi. Bunun sebebi Tebük yolculuğunun oldukça meşakkatli olmasıdır. Sefer kararının alındığı vakitlerde sıcaklıklar çok yükselmiş, meyvaların, bilhassa da hurmaların hasat vakti gelmişti. Üstelik mesafe çok uzak olduğundan binek zaruri bir ihtiyaçtı fakat yeterli sayıda binek mevcut değildi. Roma ordusu ile aradaki güç farkı da kimilerinin gözünü korkutuyordu. Roma maddi olarak her bakımdan; asker sayısı, teçhizat, münakalat, iktisat… Sayabileceğimiz bütün maddi göstergelerde Romalılar Müslümanlardan üstündü.
Fakat bu bütün maddi zorlukların da üstünde Müslümanları manevi olarak zorlayan şey, münafıkların sefer aleyhinde yürüttükleri kirli siyasetti. Münafıklar, Yahudiler ve Hıristiyanlarla iş birliği yapıp Müslümanları seferden soğutmaya çalıştılar. Medine’deki münafıklar, Şam’da mukim olan Hristiyan Ebu Amir’in emriyle, bir mescid inşa edip sefer aleyhindeki faaliyetlerini bu mescitte tertip ettiler. Bu mescit Kur’an-ı Kerim’de Dırar Mescidi olarak geçiyor. Dırar kelimesi bugün bizim kullandığımız zarar kelimesinin aslıdır. Ve Rasulü Ekrem sefer dönüşünde bu zararlı mescidi yakıp yıktırma emri vermiştir. Buna benzer bir hadise de Rasulü Ekrem’in münafıkları evinde misafir eden ve onları sefer aleyhinde kışkırtan Yahudi Süveylim’in evini yıktırma emrini vermesidir.
Münafıkların Tebük Gazvesi boyunca bu tarz hile ve düzenbazlıkları saymakla bitmeyecek kadar çoktu. Ve henüz sefer hazırlıklarının başındayken faaliyetleri öylesine etkili olmuştu ki, Müslümanlar ye’s ile hareket eder olmuştu. Anlaşılacağı üzere Tebük Gazvesinde çok çetin bir hal var ve belki de daha önceki gazvelerde hiç bu denli bir zorluk yaşanmamıştı. Savfan bin Ümeyye’nin Tebük Gazvesi için şöyle söylediği rivayet edilir: “Rasulullah ile bu gazada bulundum. Bunca bulunduğum gazaların en zorlusu bu gazadır.” Nitekim Kuran’ı Kerim’de de Tebük Gazvesi’nin olduğu vakti tarif etmek için “Saatü’l-Usre” tabiri kullanılmıştır. Yani güçlük zamanı. Münafıklarla canhıraş mücadele eden Müslümanlar için de “Ceyşü’l-Usre” yani güçlük ordusu denmiştir.
Bu güçlük ordusunun teçhizi için Rasulullah ilk günden itibaren ashabını Allah yolunda infaka davet etti. İlk yardımı getiren Hazreti Ebu Bekir’di. Ebu Bekir malının tamamını getirmişti. Rasulullah ona: “Ehl ü ıyaline bir şey bıraktın mı?” diye sorunca “Onlara Allah ve Rasulünü bıraktım” dedi. Hazreti Ömer malının yarısını getirdi. Hazreti Osman ise o kadar çok infak etti ki, ordunun üçte birini Osman’ın teçhiz ettiği söylenmektedir. Rasulullah’ın seferberlik ilanından sonra bütün Mü’minler mallarını Allah yolunda infak etmeye geldiler. Kadınlar verebilecekleri bütün ziynetlerini Allah yolunda infak etti. Rasulü Ekrem Medine dışında yaşayan mücahidleri de orduya davet etmek için bazı kişileri görevlendirdi ve etraftan gelen mücahidler de orduya katıldılar. Seferberlik neticesinde Müslüman ordusunun 10 bini süvari olmak üzere toplamda 30 bin kişiyi bulduğu söylenmektedir. Kısa sürede böyle bir ordu tesis edilmesi etkileyici gözükse de tabii ki maddi olarak Roma ordusu ile boy ölçüşmesi zordu.
Bu durum İstiklâl Harbimizde de benzerdi. İstiklâl Harbimizin en çetin savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde de benzer bir durum söz konusu. Sakarya’da kafir kuvvetleri, süvari ve hayvan sayıları dışındaki bütün maddi göstergelerde bizden daha üstünlerdi. Kafirler bizden çok daha fazla askere, tüfeğe, topa ve uçağa sahiptiler. Zaten savaşın arifesindeki hava da Türklerin bu savaşı kazanmasının imkânsız olduğu yönündeydi. Yani hem Tebük’te hem de Sakarya’da, biz maddi olarak düşmandan daha gerideyiz. Bu güç farkını en fazla gözeten ve faaliyetlerini bunun gölgesinde yürüten de tabii ki münafıklardı. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey, Allah’a kaçıp Roma İmparatorluğu’na meydan okumayı idrakına sığdıramadığı için şöyle söylemişti: “Muhammed Rumlar’la savaşmayı oyuncak sanıyor. Ben onun ve arkadaşlarının iplere bağlandığını görür gibiyim.” Bir başka münafık Vedia bin Sabit de: “Şu adama bakınız. Şam kal’alarını fethetmek mi istiyor? Ne münasebet? Beni Asferle harbi, Arabın biriyle harb mi sanıyor” demişti.
Bu bakış açısı tabii ki bir münafığın veya bir müşrikin bakış açısı olabilir. Kafirler tabii olarak böyle düşünürler. Kafirlere göre zafer ancak maddi üstünlük ile mümkün olabilir. Kafirlere göre diyoruz ama bugün çoğu Müslümanın bilinç altında da durum aynen böyle. İnsanlar kendilerine medyada gösterilen bazı maddi kazanımlarla, mesela İHA’larla, savaş uçaklarıyla, çeşitli silahlarla falan övünüyorlar. Ama ordumuzun abdestli olup olmadığıyla ilgilenmiyorlar. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak ordumuzun abdestli oluşunu en büyük övünç kaynağı sayacağız. Çünkü ordumuzun kimlerden müteşekkil olduğu hangi silahlarla teçhiz olduğundan daha az önemli değildir.
Türk ordusunun gücü, tarih boyunca, Kur’an-ı Kerim ile kurduğu münasebet ile açıklanabilmiştir. Bunu İngiliz başvekili William Gladstone da yüz elli sene önce itiraf etmişti: “Ellerinden Kur’an-ı Kerim’i almadıkça Türkleri mağlup edemeyiz” demişti. Evet, bir zamanlar Türk ordusu ve Kur’an-ı Kerim arasında sarsılmaz bir bağ vardı. Fevzi Çakmak bu bağı korumak üzere askeri mektepleri tevhid-i tedrisatın dışında tutmuştur. Bunu, askeri mekteplere din dersi koymanın yolunu açık tutmak için yapmıştı. Fevzi Çakmak’ın Diyanet İşleri Başkanlığına bir mektup yazarak onların dinî kitaplar kaleme almalarını emrettiğini de biliyoruz. Bu amaçla, Hamdi Akseki tarafından “Askerin Din Kitabı” ve Şerâfettin Yaltkaya tarafından da “Benim Dinim” isimli kitaplar kaleme alınmıştır. Fevzi Çakmak aynı zamanda askeri mekteplerin duvarlarına ayet-i kerime ve hadis-i şerifler ile bunların tercümelerinin bulunduğu levhalar astırmıştır. Paşanın Sakarya Meydan Muhaberesini çadırında gece günüz Kur’an-ı Kerim tilaveti ile idare ettiğini de biliyoruz.
Türk Askeri ve Kur’an-ı Kerim ilişkisi en başından beri bu minvaldeydi. Anadolu toprakları bin yıl önce Gaziler tarafından gaza edilerek İslamlaştırılmış ve yine İstiklâl Harbi’nde gaza edilerek kafirlerden kaçırılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk padişahının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanının isminin yanına gazi sıfatını eklemek mecburiyetinde kalması da bu yüzdendir. Çünkü Türk milleti tarih boyunca, Kur’an-ı Kerim ile ilişkisi müsbet olana ya da öyle olduğuna inandığı kişilere teveccüh etmiştir. Bu memlekette bu kadar fazla münafık olmasının bir sebebi de budur.
Daha önce söylediğim gibi Tebük’de de münafıklar sürekli sefer aleyhinde hareket ettiler. Ancak bütün faaliyetlerine rağmen, Müslümanlar Emri Bil Maruf ve Nehyi Anil Münkerden taviz vermediler. Allah yolunda infak etmekte yarışıp münafıkların denî tuzaklarını da bozdular. Bu şekilde Sefere çıkıldı. En başta değindiğim gibi Tebük Şehri, Medine’nin 700 kilometre kuzeyinde yer alıyordu. 700 kilometre boyunca çok sıcak bir mevsimde ve çöl ikliminde Roma İmparatorluğu’na karşı yürümek hiç kolay bir şey değil. Hazreti Ömer, sefer boyunca Müslümanların develerini ıhtırıp, işkembelerini sıkıştırarak çıkarabildikleri kadar suyunu içtiklerini ve bununla idare etmeye çalıştıklarını söylüyor. Bütün bu zorluklara rağmen, takriben yirmi gün süren yolculuğun sonunda Müslümanlar Tebük’e vardılar. Ama henüz harb mahalline varmayan bir sahabe vardı: Ebu Hayseme. Ben onun kıssasının, biz Türklere göstereceği mühim bir şey olduğunu düşünüyorum:
“Ordunun yola çıkmasından birkaç gün sonra sıcak bir günde ailesinin yanına dönen Ebû Hayseme, iki hanımını kendi çardaklarını onun için donatmış halde buldu. Su serpilerek serinlik sağlanmış, içecekler soğutulmuş, yemek sofrası kurulmuştu. Ebû Hayseme, çardağın kapısında durup hanımlarının kendisi için yaptıklarına baktı. Kendi kendine, “Rasulullah güneşin kavurucu sıcağı altında, Ebû Hayseme bir yanında güzel kadın, önünde hazır sofra, serin gölgeliğinde oturuyor. Bu insaflıca değil.” diye söylendi. Ardından kadınlara seslendi: “Vallahi Rasulullah’a gidip katılmadan ikinizin de çardağına girmeyeceğim. Hadi, yol azığımı hazırlayın.” Yola koyulduğunda orduya Tebük’te konaklama yerinde yetişti. Tek başına ordunun yakınına geldiğinde insanlar, “Binekli biri bize doğru geliyor.” diye seslendiler. Rasulullah, “Ebû Hayseme’dir inşallah” buyurdu. Az sonra etraftakiler, “Ya Rasullallah, o vallahi Ebû Hayseme!” diye şaşkınlıklarını belirttiler. Ebû Hayseme selâm vererek Allah Rasulünün yanına girdi. Allah Rasulü, ona “Ey Ebû Hayseme, az kaldı helak oluyordun.” buyurdu.”
Rasulullah’dan işittiğimize göre Ebu Hayseme geç kalsaydı helak olacaktı. Üstelik Tebük’de herhangi bir çatışma vuku bulmamıştı. Çünkü Müslümanlar Tebük’e vardıklarında Roma ordusu karşılarına çıkma cesareti bulamadı. Roma ordusu ve etrafında toplanan Hıristiyan Araplar Müslümanlarla çarpışmaktan çekindiler. Yani, Ebu Hayseme’yi helak olmaktan kurtaran şey onun cansiperane bir şekilde kılıç sallaması değildi. Ebu Hayseme kafirlerle çatıştığı için değil kafirlerle çatışmayı göze aldığı için helak olmaktan kurtulabilmişti. Biz de Türk kelimesine yüklediğimiz manada bu tavrı esas alıyoruz. “Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir” diyoruz. Çünkü bizim için esas olan şey çatışmanın kendisi değil.
Romalılar Müslümanların karşısına çıkma cesareti bulamayınca, Rasulü Ekrem düşmanı takip edip Şam kalelerine yürünüp yürünmemesi hususunda ashabıyla istişare ediyor. Çünkü bu hususta Allah’tan gelen bir emir yoktu. Hazreti Ömer, kafirleri zaten korkuttuklarını ve Şam civarında yaşayan Müslüman bir halk olmadığını, dolayısıyla da daha fazla ileriye gitmenin gereği olmadığını söylüyor. Rasulullah da Ömer’i tasdik ediyor. Yani Müslümanların Roma ordularını kovalayıp, onları tek tek katledip telef etmek gibi bir gayeleri yoktu. Bu ancak dünyevi hırsları haiz olan kişilerin yapacağı bir şey olabilir. Müslümanın vazifesi ise dünyaya tama etmeyip yalnızca helal daire içinde kalmayı başarmaktır. Bu da ancak kafirlerin tehdit ve şartlandırmalarından berî olarak mümkün olabilecek bir şey. Bizim kafirle çatışmayı göze almak derken kastettiğimiz bundan başka bir şey değildir.
Tebük Gazvesi ile alakalı bir başka bahis: Cizye bahsi. Cizye ayetleri ilk defa Tebük Gazvesi sırasında nazil olmuştu. Müslümanlar Tebük’te hakimiyeti eline aldıktan sonra Tebük civarındaki şehir ve köylerden, Yahudi ve Hıristiyan temsilciler Tebük’e geldi. Bunlar Rasulullah’ın huzuruna gelip sulh talebinde bulundular ve cizye vermeleri karşılığında İslam’ın himayesine girdiler. Tebük civarındaki bazı bölgelere ise, Rasulü Ekrem tarafından askeri birlikler gönderildi. Buralarda insanlar İslam’a davet edildi, davete icabet etmez iseler cizye vermeğe icbar edildiler. İslam’ın himayesine girmeyi kabul edenlere Rasulullah tarafından emannâmeler yazdırıldı. İslam’ın himayesine girmeyi reddedenler ile savaşıldı. Yani Tebük Seferi neticesinde, kafirler korkutulup bölge İslamlaştırılmıştı. Umumi resme baktığımız zaman Tebük Seferi, Allah’ın ayetleri ve Rssulullah’ın emirleri doğrultusunda, hiçbir taviz verilmeden nihayete erdirilmiştir.
Peki nihayete eren bir İstiklâl Harbimiz var mı? Bu soruya doğru cevabı verebilmek için, Misak-ı Millî’de çizilen hudutlarımız ile bugünkü hudutlarımızı karşılaştırmak işimizi kolaylaştıracaktır. Medine’nin müdafaasıyla başlayan İstiklâl Harbimizin seyri sırasında, Misak-ı Millî diye bildiğimiz, batıda Selanik ve Varna’yı içine alan, güneyde Musul ve Kerkük’ün dahil olduğu, doğuda da Batum’a kadar uzanan, bizim asgari hudutlarımız buralardan başlar dediğimiz, bir milli hedef koyduk önümüze. Tıpkı Tebük Seferi’ndeki gibi burada da Türk Milleti seferber oldu.
Bu doğrultuda doğu cephesinde Kazım Paşa, batı cephesinde Fevzi Paşa komutasında, güneyde ise mahallî çetelerimiz ile düşmanı vatan toprağından çıkarttık. Ancak Misak-ı Millî hedefleri doğrultusunda ilerlediğimiz sırada Türk Milleti'nin idaresi, Misak-ı Millî’den en fazla taviz veren güruha bırakıldı. Bu güruh kafirle çatışmak yerine onlarla uzlaşmayı tercih etti. Uzlaşma Lozan’da tescil ettirildi. Selanik, Varna, Musul, Kerkük ve Batum gibi yüzyıllardır Türklerle meskûn olan şehirlerimiz gavur himayesine terk edildi. İstanbul ve Çanakkale boğazlarımızın kontrolü ise beynelmilel bir komisyona devredildi. Mustafa Kemal’in başını çektiği bu grup tarafından Misak-ı Millî yok sayıldı.
Nitekim Mustafa Kemal’in Hıristiyan takvimine göre 1923 yılında, Büyük Millet Meclisi’nde, Misak-ı Millî üzerine yapılan bir tartışmada Sırrı Bey ile yaşadığı diyalog, onun Misak-ı Millî hakkındaki düşüncelerini gözler önüne seriyor. Mustafa Kemal’e göre Sırrı Bey Misak-ı Millî’nin ne olduğunu anlamamış. Sırrı Bey de Mustafa Kemal’e şöyle bir cevap veriyor: “Paşa Hazretleri çok teşekkür ederim ki sözlerimi şayanı müdafaa buyurdunuz, anlamadığımı söylediniz. Misak-ı Millî’nin, bendeniz, min gayri haddin muharrirlerindenim.” diyor. Buna karşılık Mustafa Kemal de şöyle söylüyor: “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belâ koydunuz. Yani bugün kat'iyeti ihlâl eder sözlerden başka bir şey yapmadınız.” Bu diyalog Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin internet sitesinde, arşiv kısmında yer alıyor. Yani Mustafa Kemal, Misak-ı Millî için “keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz” diyor.
Son olarak şunu söylemek istiyorum, bilhassa da bunun anlaşılmasını istiyorum. Tebük Seferi’nin aksine, biz İstiklâl Harbimizi henüz nihayete erdirebilmiş değiliz. Nihayete eren bir İstiklâl Harbimiz olmadığı halde, ilkokul mekteplerinde Misak-ı Millî hedeflerinin gerçekleştirildiği yönünde bir talimden geçiyoruz. Üstelik bu hedefi gerçekleştiren kişi olarak bizlere sunulan kişi, Misak-ı Millî’ye bir bela gözüyle baktığını söyleyen kişi. Bu çok az milletin başına gelebilecek garip bir şey. Bir akıl tutulması.
Bugün, özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ve İsrail’in Gazze soykırımının olduğu bu dönemde, bizim millet olarak etrafında kümelenebileceğimiz bir Misak-ı Millî’miz olduğunu tekrar hatırlamamız gerek. Misak-ı Millî’yi kuvveden fiile geçiremediğimiz, planlarımızı bunun üzerine yapmadığımız her vakit, kafirlerin bu topraklar üzerinde yaptığı planlara göz yumuyoruz demektir. İstiklâl Harbi bitmiş değil. Yarım bıraktığımız işi hitama erdirmezsek yarımdan da mahrum kalacağımızı aklımızdan çıkarmamamız gerek. Ebu Hayseme işini yarım bırakmadı ve helak olmaktan kurtuldu. Rasulü Ekrem’in bir hadisi şerifi şöyle: هَلَكَ الْمُسَوِّفُون. “Sonra yaparım diyenler helak oldu”. Bizim de eğer helak olmak gibi bir korkumuz varsa şayet, Misak-ı Millî’yi bir milli hedef olarak önümüze koymak için daha neyi bekliyoruz?
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz Yusuf Mert'e. Şimdi sözü İbrahim Kesgin'e bırakıyorum. Buyurunuz.
İbrahim Kesgin:
Selamun aleyküm,
“Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir.” Bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak yaptığımız Türklük tanımı bu. Biz bu tanımı Tebük Seferi dolayısıyla yapıyoruz. Şimdi bu tanımın üstünden birazcık ben bir şeyler söylemeye çalışacağım. Yani kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir. Kafir kime denir? Yani küfre giren, küfre bulaşan kimseye kafir diyoruz. Küfür nedir? Küfür kelimesinin manası, örtmek, gizlemek. Yani neyi örtüyor kafir? Hakikati örtüyor. Tebük Seferi öncesi mesela bir münafık Rasulullah’a gelen vahiylere inanmayıp “Muhammed'in kardeşlerimiz için söyledikleri doğruysa eşeklerden daha alçak olalım.” diyor sonra söylediği bu sözü inkâr ediyor. Ve bu hadisenin üstüne Tevbe suresinin 74. ayeti nazil oluyor. “Münafıklar o kötü sözü söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. And olsun o küfür kelimesini söylemişlerdir. Onlar Müslümanlıklarından sonra yine kafir oldular.” Yani vahyi inkâr etmenin küfür olduğunu, kafir edeceğini öğreniyoruz buradan. Küfrün dolayısıyla kafirliğin de inkarla meydana gelen bir şey olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Mesela elfaz-ı küfr bahsi vardır. İlmihallerde de bunu görebilirsiniz. Yani küfre götüren şeyler söylemek. Yani bugün kafir dediğimiz zaman kime kafir diyoruz? Yani küfür alemi dediğimiz bir medeniyet var. İşte bir küfür sistemi var. Ve bugün bu aleme, sisteme olan yakınlığı sebebiyle de küfre bulaşanlar var. Yani kafirler bugün küfre bulaşmadan yaşama ihtimalimizi ortadan kaldırmak üzere faaliyet gösteriyorlar. Çatışmanın göze alınacağı zümre işte bunların cümlesidir. Yani küfrün karşısında, küfür dediğimiz şeyin karşısında yalnızca iman vardır. Yani küfür imandan başka her şeyle uzlaşabilir. Fakat imanın karşısında küfrün kendisi ve bizi küfre götürecek her şey vardır. Kafir dediğimiz zaman da küfrün tek bir millet olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yani burada esas olan şey Müslim-Gayrimüslim ayrımı. Rasulullah bir hadisinde “İyi ameller hususundan acele ediniz, yakın zamanda karanlık geceler gibi birtakım fitneler vukua gelecektir ki insan Mü’min olarak sabaha çıkar ve kafir olarak geceler, Mü’min olarak geceler ve kafir olarak sabaha çıkar. Dünya malı mukabilinde dinini satar." buyuruyor. Yani bizim küfre karşı durduğumuz gibi küfre götürecek her şeye de karşı durmamız gerekiyor. Kafirle çatışmayı göze alırken de yine küfrün de küfre götürecek her şeyin de karşısında olmayı göze almamız gerekiyor.
Çatışmak nedir? Bugün çatışma dediğimiz zaman, mesela çatışma çıktı dediğimiz zaman daha küçük çapta bir hadisenin gerçekleşmesinden bahsediyoruz. İşte bir kırsalda çatışma yaşandı. İki taraf arasında bir çatışma çıktı. Ya da işte biriyle çok hoş olmayan bir şey yaşadığımızda işte çattık belaya diyoruz. Geldi bana çattı. İşte silah çatıyoruz. Yol çatallaşıyor. Kaşları çatmak var. Alnının çatından vurmak deriz -yani bu kaşların çatıldığı yer, ortasından- ya da evlerimizin çatısı vardır. Yani çatışmak tek taraflı bir şey değil yani Türkçe'de işte çatışmak gibi, dövüşmek, bakışmak, çarpışmak bunlar birden fazla kişinin dahil olduğu fiiller, işteş fiiller de diyorlar buna. Yani çatışan şeyler bir noktada karşı karşıya gelir. Yani bir temas söz konusudur. Evin çatısı için konuşacak olursak mesela çatı şeklini biliyoruz. Bu çatı şekli birbirine zıt olan iki tarafın belli noktada çatışmasıyla meydana geliyor. Biz buna çatı diyoruz. Yani bir noktada birbirine geçiyor bunlar. Silahları çatarken de yine mesela işte belli bir noktadan onları çatıştırıyoruz. Yani silahları böyle zıt yönlere koyuyoruz ve onları belli bir noktadan çatıştırıyoruz. Yani birbirine çatışan şeyler zıt yönlere doğru konulmalı ki onlar nihayetinde bir çatışma yaşasınlar. Bizim göze aldığımız şey işte bu çatışma. Yani biz kâfirle bir noktada çatışmayı göze alıyoruz. Yani sonucunda bir temas söz konusu olabilir veya olmayabilir. Yani aslolan şey oradaki zıtlıktır. Bu sebeple çatışan değil çatışmayı göze alan diyoruz. Yani çatışmak deseydik bu sadece dövüşmek, muharebe etmek, bundan ibaret bir ifade olurdu. Çatışma bir zıtlığın tezahürüdür. Çatışan şeyler farklı yollardadır. Yani çatışma için hep bir zıtlığın olması şarttır. Yani neticede bir temas ortaya çıksa da çıkmasa da kafirle çatışmak için bizim bir zıtlık göstermemiz şarttır. Tebük seferinde de böyle olmuştur zaten. Yani üstümüze gelen ordunun üstüne gitmişizdir.
Göze almak nedir? Yani tabir olarak bunun “bir hadise daha yaşanmadan, onun sonuçları ne olursa olsun onu yapmayı kabul etmek” gibi bir tanımı yapılabilir, göze almak için. Görmenin ehemmiyeti bize ayetlerle de bildirilmiştir. Araf suresinde “Onların kalpleri vardır, idrak etmezler. Gözleri vardır, görmezler. Kulakları vardır, işitmezler.” buyurulmuştur. İşitmekte de görmekte de bir öncelik vardır. Yani işittik ve itaat ettik deriz. Gözle muhakeme, müşahede ederiz bir şeyi. Gözümüze kestiririz ya da işte bir şeyi gözümüz kesmez. Yani görmek mühim bir şey. Göz mühim bir azamız bu bakımdan. Ölümü göze alırız, şehit oluruz. Şehit olur, şehadet ederiz. Yani göze aldığımız her neyse beraberinde gözden çıkarttığımız şeyler vardır. Biz kafirle çatışmayı göze alarak, mesela işte bulunduğumuz makam neyse onu kaybetmeyi göze alabiliriz ya da o makamlara gelmeyi hepten reddedebiliriz. Yani çatıştığımız şeyin aksine hareket ederiz, fikrederiz, zikrederiz. Kafirle çatışmayı göze aldığımızda da neticede şehadete gidebileceğimiz bir yol seçmiş oluruz. Dolayısıyla çatışma noktasına varırken izlediğimiz yolda da birçok şeyi gözden çıkarırız. Tebük seferinde de olduğu gibi mallarımızı ve canlarımızı gözden çıkarırız. Tevbe suresi 24. ayette şöyle buyruluyor: “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha sevgiliyse artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.” Burada esas olan can ve mal kaybının Allah ve Peygamberden ve onun yolundaki cihaddan daha sevgili olmaması. Yani can ve mal kaybını göze alarak da dinin ne olduğunun bilgisine ulaşmış oluyoruz. İsmet Özel'in Kırk Hadis kitabında şöyle ifadeler var. ''Dinin ne olduğunun bilgisi öyle bir bilgidir ki Kur'an ve Sünnetin öğreticiliğinden geçilmeksizin edilmesi hayal bile edilemez. Kur'an ve Sünnetten öğrenmenin canla ve malla ölçülen bir bedeli var. Kazandığınız bilgiye karşılık can ve mal veririz.'' Yani biz İstiklâl Marşı'nda da “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ” dediğimiz zaman cânı, cânânı, bütün varı gözden çıkarıyoruz. Bu gözden çıkardıklarımız dolayısıyla Allah'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihaddan bunları daha sevgili bulmadığımızı ilan etmiş oluyoruz.
Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir. Müslüman ve Türk'ün yerini değiştirirsek olmaz. Yani Türk’e Müslüman denir demiyoruz. Müslümana Türk denir diyoruz. Yani Müslüman olmayı öne koyuyoruz. Bu sebeple Türklüğün ne olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Yani kafirle çatışmayı göze alan bir Müslümansanız kendinize Türk diyebilirsiniz. Yani bu Türklüğün bir tarihi rol oluşu meselesi. Bir de kök meselesi var. Yani Türklük dediğimiz şeyin kökü nerede? Bu fiziki bir şey mi yoksa bir rol, bir tavır, bir duruş, bir göze alış mı? Yani birinin fiziki özelliklerine bakarak, genetik özelliklerine bakarak ona Türk diyebilir miyiz? Bu durumda kime Türk diyeceğimiz çok karışık bir şey oluyor artık. Yani kime Türk diyeceğimiz karışık bir hal alıyor. Yani şimdi Türkiye'de yaşayan insanlarla konuştuğumuz zaman bu kök meselesinden hareketle birçok şey işitiyoruz. Yani şuradan gelmiş, şöyle olmuş. Fakat yani işte tamam hadi öyle oldu ya da böyle de oldu diyelim ama bugün kime Türk diyeceğiz? Şimdi alt üst soy bilgisi diye bir şey çıkardılar. E-devlette, oradan girerek işte belli bir şeye kadar ailenizin geçmişini görebiliyorsunuz. Biliyorsunuz yani, herhalde bakmışlardır. Şimdi buna baktıkları zaman insanlar gördüler ki dediler ki Ermeniymişiz falan dedi insanlar. Yani baktı orada ve Ermeni isimleri vesaire çıktı insanların karşısına. Ve bu arada çıkan tarihler de genellikle 1830'lara kadar gidiyor. Yani fiziki özelliklerle, genetikle elde edebileceğimiz bir sonuç yok. Bu noktada elde etmeye çalışan üzülür buna ya da sevinir, bilemiyoruz tabii ne olacağını. Yani bir milletin vasıfları, tavrını neye göre şekillendirdiği meselesi var önümüzde. Yani Müslümanım dedikten sonra Asr-ı Saadetten başka bir kök, bir asıl olmaması lazım. Yani ben Müslüman değilim, dolayısıyla Türk de değilim dediğiniz zaman senin aslın kökün neyse artık o sana kalan bir şey. Bizim Türklük tanımımıza göre de ananın veya babanın Türk olması da yetmiyor seni Türk yapmak için. Benim annem Türk, babam Türk, ben de Türk'üm diye bir şey de değil bu. Yani bu rolü üstlenmek gerekiyor. Bu rol nedir? Tebük seferinden döndükten sonra Müslümanlardan bazıları bundan sonra cihad, savaş kesilmiştir diyerek evvelce satın almış oldukları fazla silahlarını satmaya başladılar. Rasulullah da bunu haber alınca, silahlarını satmaktan onları menediyor ve “Ümmetimden bir cemaat Hak yolunda çarpışmakta, kıyamet gününe kadar yardımcı olmakta devam edecektir.” buyurur. Hadis'in sebeb-i vuruduna dair farklı rivayetler var fakat hadisten de açıkça anlaşılacağı üzere hak uğruna çarpışmak kıyamete kadar sürecek bir şey. Yani ümmetimden bir cemaat diyor Rasulullah, bunu yapacak. Şimdi bu hadiste bahsi geçen cemaatin bizim olmamız, yani Türk milleti olması tabii ki duamız. Tevbe Suresi 73. ayette buyrulduğu gibi kafirlere karşı, münafıklara karşı çetin olmakla mümkün. Yani kalın olarak da meal veriliyor. Kalını biz çetin olarak da kullanırız. Mesela çetin ceviz deriz. Yani kalın ve sert kabuklu ceviz. Aynı zamanda bir tabir olarak da kullanırız. Yani mücadele etmesi zor, boyunduruk altına alması güç, uzlaşması güç olan kişi manasında. Yani Türklük, kafirlere ve münafıklara karşı kalınlaşmış bir cemaatin üstlendiği roldür. Ve bu rolde talip olunan şey ahiret hayatıdır. Dolayısıyla korkuya da yer yoktur. Tebük Seferi haberi gelince münafıkların lideri “Muhammed Romalılarla savaş yapmayı kolay mı sanıyor? Vallahi ben şimdiden onun da ashabının da esir olarak bağlandıklarını görüyorum” diye korku yaymaya çalışıyor. İşte havanın çok sıcak olması, hurmaların hasat zamanı olması gibi kaygılar da var. Yani insanlar bunlarla da korkutuluyor. Münafıklar da seferin hazırlıklarından itibaren nifaklarını harekete geçiriyorlar. Sefere çıkılıyor, Tebük'e varılıyor. Bizans ordusu dağılmış, bir muharebe olmuyor tabii fakat Tebük'te konaklarken mesela korkuya kapılanlar oluyor orada. Ve Rasullullah orada çıkarak kendisinden önceki peygamberlere verilmemiş beş şey sayıyor. Bunlardan beşincisi: “Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanlarımın bile kalplerine korku salmakla yardım olundum.” İstiklal Marşımız da “Korkma!” diye başlıyor, az evvel Genel Başkanımız da söyledi. Yani daha başından bize bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salan peygamberin ümmeti olduğumuzu hatırlatarak başlıyor İstiklâl Marşı.
Tebük Seferi dolayısıyla öğrendiğimiz şeylerden biri savaşa hazır olmak bahsidir. Yani münafıklarla alakalı Tevbe Suresi 46. ayette “Eğer onlar savaşa çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı” buyurulmuş. Ve Tebük Seferi hazırlıklarını okuduğumuzda orada bir seferberlik hali görürüz. Yani savaşa hazırlanan bir milletin nasıl olması gerektiği, nelerle karşılaşabileceği hakkında birçok şey öğreniriz. Yani infak konusunda birbiriyle yarışır sahabe. İşte biniti olmadığı için sefere katılamayacaklarını üzülen, ağlayanlar vardır. İsmet Bey'in de bir yazısında, ''Sporun herhangi bir dalında şampiyon olmak değil, savaşa hazır olmak bir milletin istiklâlinin vazgeçilmez şartıdır.'' diyor. İşte bugün bizim ne ülkesi olduğumuz falan tartışma konusu. Yani işte voleybol ülkesi oluyoruz zaman zaman. Bunun yanında bir de Mescid-i Dırar hadisesi vardır. Münafıklar aslında sefer için, savaşa hazır olmak için yapılması gereken harcamayı mescid inşa etmek için yapıyorlar. Bu Mescid-i Dırar dediğimiz mescidin Tebük Seferi hazırlıklarına rastlıyor imarı. Fakat tabii burası aslında münafıkların toplanma yeri olarak inşa ediliyor. Allah ve Rasulüne savaş açmak maksadıyla yapılıyor. Ve Tebük dönüşü Tevbe Suresinin 107. ayeti nazil olunca, bu mescidin yakılıp yıkılması emrini veriyor Rasulullah. Bu mescide ismi doğrudan ayet veriyor. Dırar yazarken biz bugün işte ض harfi o ilk harf. Biz zarar diyoruz bugün. Fakat yazarken yine ض harfiyle yazıyoruz tabi onu (ضرر) . Ayette de ضِرَار şeklinde geçiyor. Bu da işte kesinlikle zarar veren gibi bir manası var. Mescid-i Dırar'ı yapanlar Müslüman gözüküp diğer taraftan da kafirle uzlaşan münafıklardı. Ve İslam'a zarar veren şey, münafıklar eliyle yapılmış şey yani münafık eli değmiş şey bizim için zarardır ve ayetin nazil olması, Rasulullah'ın ve Müslümanların aldığı tavırla yakılıp yıkılmıştır. Türk'ün kafirler ve münafıklar ve cümlesi için aldığı tavır da budur. Tevbe Suresi 18. ayette yine “Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır” buyruluyor. Rasulullah'ın Tebük’te korkanlara karşı çıkıp söylediği kendisinden önceki peygamberlere verilmemiş beş şeyden ikincisi de şu: “Bütün yeryüzü bana mescid, namazgâh ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için bana namaz vakti nerede gelir ise -su bulunmaz ise diye buraya şerh düşülmüş- teyemmüm eder namazımı kılarım. Ümmetimden her kime namaz vakti gelirse bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbiri böyle ağırlanmamıştı. Onların ümmetleri de namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi.” Yani bizim namazımızı kılabilmemiz için imar edilmiş bir mescid de şart değil. Namaz vakti nerede gelirse abdestimizi alıp bulunduğumuz yerde namazımızı kılarız. “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” darken de bu mabet bizim vatan toprağımızdır. Yani bugün etrafımızda nasıl yapıldığını, hangi niyetle yapıldığını bilmediğimiz bir sürü mescid, cami var.
Panel başlamadan evvel 10 Kerkük türküsü söyledik. Bu türküleri Kerkük ile olan bağımızın kopmadığını göstermek üzere söyledik. Yani Kerkük Misak-ı Millî sınırlarımız dahilindedir. Söylediğimiz türküler de bir çoğumuzun ezbere bildiği türküler. Yani bugün bunların Kerkük türküsü olduğunu bilmeden de söylüyoruz, dinliyoruz. Ve sadece kırık hava denilen, yani bir ritmi olan türde türküler de yok. Uzun hava türünde, hoyrat türünde de birçok türkü var. Yani Kerkük türküsü söyleyen insanları dinlerseniz türkünün başında, ortasında, sonunda hoyrata başlar. Ya da müstakil olarak da söylenilir bunlar. Yani bu iş sadece Kerkük bölgesinde bile bu kadar zengin bir şey. Fakat Türk’ü Türk yapan şey kafirle çatışmayı göze almak haricinde bir şey değil. Bu sebeple biz yazımızı geri almayı, Misak-ı Millî sınırlarımıza ulaşmayı hedefliyoruz. İstiklâl Marşı Derneği bir üye arayışı içerisinde değil. Yani işte üye kazanmak için mesela bir stant açmıyoruz. Üye toplamak için işte bu tarz bir uğraşa girişmiyoruz. Yani bizden çeşitli fikirler sadır oluyor ve bunlara sahip çıkan benimseyen insanların olması gerekiyor bu hedeflerin gerçekleşmesi için. Sefer sırasında “Ya Rasulullah, filan geri kaldı” diyorlar. Rasulullah da “Bırakın, eğer onda bir hayır varsa Yüce Allah onu size kavuşturur. Eğer onda bundan başkası varsa Allah sizi ondan rahata erdirir” buyuruyor. Her geride kaldığı söylenen kişi hakkında bu sözü tekrarlıyor. Şimdi bu iş kimlerle olacak diye düşünebiliriz. Yani baktığımız zaman bu meseleleri dert edinmeyen milyonlar var Türkiye'de. Fakat yani işte bizden geride kalmış insanlar olduğunu, İstiklâl Marşı Derneği’nin gereken ilgiyi görmediğini düşünüyorsak, ben meseleye bu veçhesiyle de yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Yani Allah kimde bir hayır varsa bizi birbirimize kavuştursun. Başkası varsa da ondan bizi rahata erdirsin. Dinlediğiniz için Teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Vaktimiz Az, Gökhan Göbel'e sözü bırakıp ikinci başkanımız. Ondan sonra bitireceğiz.
Gökhan Göbel:
Selamun aleyküm,
Ben de dar vakit konuşması yapayım inşallah. Bir sene oldu İsrail'in soykırıma varan saldırıları başlayalı. İki buçuk senedir de Ukrayna'daki çatışma devam ediyor. İki buçuk senedir -daha gerisi de var tabii Ukrayna'daki meselenin- hiçbir şekilde Ukrayna'nın iç dinamikleriyle alakalı olmayan bir olay oluyor orada. Yani Ukrayna Ortodoks bir ülke. Başındaki adam bir Yahudi. Seçim zamanı geçmiş, aylar olmuş. Meşruiyeti yok. Ama Yahudiler tarafından hayatı garanti altına alınmış bir başkanları var, Zelenski. Hiçbir şekilde iç dinamikleriyle yürütülmeyen bir çatışma. Sovyetlerden ayrılan Ukrayna ordusu kazaları, sakarlıklarıyla meşhur bir orduydu. Yani bütün tatbikatlarda ya bir apartman vurur ya bir yolcu gemisi vurur ya başka bir kazaya sebep olurdu. Haberleri vardı bunun. Hatta bir keresinde bizim Türk balıkçı teknesini vurup balıkçılarımızın da ölmesine sebep olmuştu. Yani bu devam eden savaşı onların sürdürmesi, başlatması falan ihtimal dışı bir şey. Kerç Köprüsü'nü vurmaları falan onların yapabileceği bir şey değil. İki buçuk sene önce bu hadise başladığında, Putin dedi ki: “Ukrayna bütün Batı taraftarlığını, ajanlığını dekomünizasyon adı altında yapıyor.” Ama “Ukrayna diye bir devlet Lenin sebebiyle var. Lenin haksız bir şekilde size orayı verdi. Siz onun heykellerini yıkıyorsunuz. Ben size dekomünizasyonu göstereceğim dedi ve gösteriyor şu anda. Bütün Batılılar da Putin'i pişman etmeye, burnunu sürtmeye çalışıyor.
Bu müdahaleyi yapan ülke Rusya Federasyonu. Rusya Federasyonu iki harp arasında doğmuş ve 1990’da yıkılmış bir devletin yerinde boy gösteren bir devlet. İki harp arasında Sovyetler Birliği kuruldu, sonra yıkıldı. Faşist İtalya kuruldu, yıkıldı. Nasyonal Sosyalist Almanya kuruldu, yıkıldı. İki harp arasında doğan Türkiye Cumhuriyeti hamdolsun hala ayakta. Ama nasıl ayakta? Onu da bu İsrail'in soykırımı dolayısıyla görmek mümkün. Putin'in dediğine benzer bir söylemi Türkiye'de söyleyebilecek bir devlet yetkilisi yok. Yani orayı size Lenin verdi diyor Putin. Bugün İsrail'e “1917'de size İngilizler Türk toprağını hediye etti” diyebilecek bir devlet yetkilisi Türkiye'de yok. Türkiye'de maalesef devleti hizaya çekebilecek milliyetçiler de yok, olmasını istiyoruz İstiklâl Marşı Derneği olarak. Çünkü Sevr Anlaşması'nın 95. maddesi 1917 Balfour Deklarasyonunu aynen tanır ve İsrail'e Türk topraklarında yurt tanınmasını bize dayatır. Yani Sevr'de bize İsrail'e o topraklarda yurt tanınacak diye dayatıldı. Biz Türk milleti olarak o anlaşmayı yırttık. O anlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan ettik. Ama bugün Türkiye'de Sevr Anlaşması’nda böyle bir madde olmasına rağmen bırakın İsrail'in varlık hakkı olmamasını savunmayı, taraftarları var. Hani diyoruz ya iki harp arasında doğan ülkelerden bir tek Türkiye Cumhuriyeti ayakta ama nasıl ayakta? İşte böyle bir durumda ayaktayız. Tam tersi söylem tutturuyor devlet yetkilileri hatta diğer insanlar da yani İsrail'in varlığını tanıyarak iki devletli çözüm, 67 sınırları gibi sonunda kesinlikle İsrail'in işine yarayacak bir söylemi tutturuyorlar. Şimdi şunu da akılda tutmak lazım bu hadiseler başladığında İsmet Özel yazılarında hususen belirtti, dedi ki; çekildiği yeri bombalıyor İsrail. Yani Gazze şeridinden İsrail bundan 20 sene önce çekildi. Bundan 25 sene önce Haifa Üniversitesi'nde bir İsrailli profesör -nüfus bilimci adam- bir rapor verdi, devletine brifing verdi. Kendi İsrail Devleti'ne dedi ki -Arnon Soffer diye bir adam, bugünleri kastederek- 2020'li yıllarda İsrail’de Yahudi nüfusu azınlıkta kalacak. Hani şimdi bir slogan var ya “nehirden denize Filistin” diye o nehir Ürdün Nehri'dir. O aralıkta, nehirden denize olan aralıkta dedi, Yahudi nüfusu azınlıkta kalacak. Arap nüfusu, yani Arap nüfusu diyoruz çünkü Müslümanlar çoğunlukta ama Hristiyanlar da var orada. Yahudi nüfusu Arap nüfusundan az kalacak dedi. Ve bu adam Ariel Sharon'un danışmanıydı. Onun danışmanlığı esnasında Gazze'den çekildiler. Bugün o çekildikleri yerleri bombalıyorlar. Çünkü adam dedi ki yani ya her gün öldüreceğiz, daha fazla Arap öldüreceğiz yahut da İsrail'in nüfus meselesi başına çok büyük problem olacak, zaten İsrail'e göçler azaldı dedi. Göz korkutmakla yani her gün daha fazla insan öldürerek, göz korkutarak başladılar işlerine. Bugün harekatlarını ilerletiyorlar.
Tebük Seferi bunlarla alakalı. Yani şöyle: Allah'a güvenen Mü’minlerin kendilerine güvenmelerini telkin ediyor Tebük Seferi'nin varlığı. Şu anda mesele Türkiye'de -yani kendimize güvenmekten bahsedeceğiz ama- kendimiz kayıp. Bütün mesele şu anda Türkiye'de kendimizin kayıp olmasıdır. Kendimizi bilmek, kendimizi bulmak, kendimize gelmek, kendimize güvenmek konusunda kayıp olan şey başta kendimizdir. Biz bu paneli onun için tertip ettik. Tebük Seferi’ne bunun için dikkat çekiyoruz. Bugün karşı karşıya olduğumuz meselelerin hiçbiri bu topluma telkin edildiği gibi kanunlarda düzenlemeler, yeni kanunlar, yeni anayasalarla olacak şey değildir. Yani toplumda bir infial oluyor olaylar karşısında. Bunun karşısında toplumu beklentiye sürükledikleri şey yeni kanunlar ya da yeni kanun düzenlemeleri. Böyle bir şeyle sonuç alınmamıştır, alınmaz. Türkler varsa eğer onların kendilerine gelmeleri, kendilerini bilmeleri gerekiyor. Varlık şartını bilmeli Türkler varsa Türkiye'de. Yani ne olarak var? Kim olarak var? Tebük seferini onun için konu ediyoruz çünkü biz Türkler kimiz dediğimizde mesela şu cevap çok kolaylıkla verilebilir: Bizans'ı tarihe gömenleriz. Türkler kimler? Bizans'ı tarihe gömenlerdir. Yani Roma'yı tarihe gömen insanlardır. Türklük niçin bidayettir? Bidayet, yani başlangıç. Bizim Roma'yla, Bizans'la karşılaşmamızın başlangıcı da Tebük'tür. Bizans'ı tarihe gömenleriz. İstanbul'un fethi hakkında Rasulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini yani İstanbul'un fethini öven hadisini öne çıkarıyoruz. Ama Rasulü Ekrem'in hadis-i şeriflerde yalnızca İstanbul’un fethinden değil İstanbul'un ve Roma'nın fethinden bahsettiği konusunda ya kulağımızın üstüne yatıyoruz ya da bunu bilmiyoruz. Sadece İstanbul demiyor hadislerde Rasulü Ekrem, İstanbul ve Roma diyor. Yani bardağın boş tarafına bakalım biz kendi lehimize sonuç alabilmek için. Dolu tarafı da Yusuf Mert'in söylediği gibi yarım kazanç, kazanç olmaktan çıkmak üzere. Roma'nın alınmaması, yani Rasulü Ekrem'in sözünün tutulmaması İstanbul'dan sonra Osmanlıların Roma'ya değil Avrupa içlerine yürümesi bugün Türkiye'nin manzarasıyla çok alakalı.
Osmanlı sarayındaki işleyiş, İstanbul'un fethinden sonra Roma'nın fethine mâni oldu. Ömer Seyfettin'in hepinizin bildiği meşhur hikayesi var, Pembe İncili Kaftan, onu da seferberlik zamanı yazabilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında ancak yazabilmiştir Ömer Seyfettin onu. Orada Osmanlı-Türk ayrımını görmek gayet mümkün. Osmanlı sarayı kendisiyle rekabet halinde olan Safevi hükümdarına bir elçi göndermek istiyor fakat onun elçiye zeval olmaz hükmü gereğince davranmayacağını bildiğinden devletin şerefini taşıyabilecek bir elçi arıyor. Sarayda ellerinin altında böyle bir adam yok. Gene vezirlerden birinin aklına Muhsin Çelebi geliyor. Muhsin Çelebi bir devlet görevi kabul etmeyen, zengin sayılabilecek, kimseye minnet etmeyen bir Türk. Hatta gelir mi gelmez mi diye soruyorlar, gelmez belki diyorlar. Neyse geliyor. "Sen niçin devlet görevi kabul etmezsin" diyorlar Muhsin Çelebi'ye, o da "Ben kimseye yaltaklanmam" diyor. Sonra hiddetleniyor tabii sadrazam. Bir sessizlikten sonra şöyle bir laf ediyor Muhsin Çelebi: "Gedik Ahmet Paşa niçin öldürüldü paşam.” Gedik Ahmet Paşa Otranto fatihidir. Yani İtalya'nın bizim bugünkü topraklarımıza en yakın güneydoğu ucundaki bir toprak. Fatih Sultan Mehmet zamanında oraya çıkılmıştı. Otranto'ya Gedik Ahmet Paşa bir sefer düzenledi, orada bir sene kaldı. Sonra II. Beyazıt zamanında bir saray komplosuyla öldürüldü. Yani bu, Otranto fatihiydi. Ve ondan sonra başka bir işleyiş oldu, Osmanlılar Roma'ya değil Avrupa içlerine yürüdü. Roma'ya yürüme yolu da kapatıldı. Mesela bu hususta da kulağımızın üstüne yatıyoruz. Şimdi Tebük Seferi olduğu için söylemek lazım: Bugün tarihimiz deyince insanlar Osmanlı sultanlarının sarayda elçileri ağırlama şekliyle övünüyorlar. Çünkü o zaman elçilerin kollarına girilirdi. Ayakta durmasına müsaade edilmezdi padişahın karşısında, yerler öptürülürdü. Ama biz işte Tebük Seferi'nden bahsediyoruz. Rasulü Ekrem bir devlet başkanıydı. Onun diplomatik olsun olmasın, bütün elçileri nasıl karşıladığını biliyoruz. Hatta karşısında titreyen kişiye "Titremene lüzum yok. Ben melik değilim, Kureyşli kuru et yiyen birinin oğluyum" dediğini biliyoruz. Gelen misafirlerine hususen Kur'an dinlettiğini biliyoruz. Onlardan bir kısmı zaten Müslüman oluyor bu sebeple. Yani İstanbul'un fethinden sonra Rasulullah'ın sözü tutulmadığı için zaten kibre de kapıldılar Osmanlılar ve o kibirleri, elçilerin padişahın karşısında iki ayağı üzerinde durmasına müsaade etmeyen kibirleri çok kolay tersine döndü. Yani bu tarih gözümüzün önündedir. Ata binme hakkı olmayan İngiliz gavurunun elçisi 1830'lardan sonra ata binme hakkı olmadığını öğrenince şaşırıyor ve "O padişahsa ben de kraliçenin elçisiyim" diyor ve biniyor ata, adama mâni olamıyorlar. En son da yani bir mesel olarak anlatılır, Cuma selamlığında "Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" denince Vahdettin'in "Mağrur olacak halimiz mi kaldı" dediğini de biliyoruz.
Bir sürecin içine düştük Roma'ya yürünmemesi dolayısıyla. İnebahtı faciası, biliyorsunuz ona İstiklâl Marşı Derneği hususen dikkat çekiyor, 1571 Hıristiyan takvimine göre, İstanbul'un fethinden yaklaşık 130 sene sonra bir papalık komplosu ile vuku buldu. Ve bugünkü Türkiye manzarası İnebahtı'da Türk donanmasının yakılmasıyla çok alakalı. O günden sonra kendine güven kalmadı Türkiye'de. Ve dikkat etmediğimiz bir şey, biz şimdi buraları vatan haline getirirken mesela Malazgirt zamanında, hicri beşinci asır oluyor, o zamanlar Katolikler ve Ortodokslar birbirlerini lanetlemiş, aforoz etmiş haldelerdi. Ta ki 1965 yılına kadar. 1965 yılına kadar Katolikler ve Ortodokslar, yani İstanbul'daki Patrik'le Roma'daki Papa birbirlerini aforoz etmişlerdi. Fakat Bizans'ın acısını tattıkları için, o kadar zaman sonra 1965'te, yaklaşık bin sene sonra o karşılıklı aforozları kaldırdılar. Yakınlaşmaya önceden başlamışlardı ama 1965'te kalktı aforozlar. Ve hangi gün kalktı? Bütün meselenin Bizans'ın düşmesi, İstanbul'un Türklerin eline geçmesi olduğu diğer tarafta bilindiği için aforozlar hususen salı günü yapılan bir törenle kaldırıldı. Şimdi Türkiye'de salı gününü uğursuz sayan insanlar var. Bunlar da Rum değilse batıl itikad etkisinde olan insanlar. Çünkü İslam, Hıristiyanlığı ve Yahudiliği butlana uğrattı. Uğursuz gün falan bizim dinimizde öyle şeyler yok. Onların mensuplarında öyle şeyler olabilir. Salı günü İstanbul'un bizim tarafımızdan fetih günü. Onlar tarafından düşüş günü olduğu için hususen Ortodoks ve Katoliklerin barışma zamanı salı gününe alındı. Herhangi bir özel gün olmamasına rağmen öyle oldu. 1965'ten biraz önce Halil İnalcık’ın bir anekdotu var. Halil İnalcık 1958 yılında Münih'te bir Bizantinistler Kongresi'ne katılıyor. Oradaki bir şeyi ömrüm boyunca unutmadım diyor. Bütün Türkleri de bu konuda ikaz ediyorum diyor. 1958 yılında daha sonra 2000'li yıllarda Papa olacak Ratzinger o toplantıda diyor ki: Ayasofya’nın kubbesinde haç yeniden parlayacaktır. Bu cümleyle beraber toplantıda olan bütün herkes dakikalarca kesintisiz alkışlıyorlar. Halil İnalcık’ın da kafasına bu kazınmış. Bunu hiçbir zaman unutmayın diyor. Yani neyse bu 1958'de oluyor. 1965'te aforozları kaldırıyorlar. Sonra 1958'de o lafı söyleyen Ratzinger 2000'li yıllarda Papa oluyor. Ve Bizans İmparatorunun Rasulullah aleyhine söylediği ifadeleri kullanmaktan perva etmiyor. Hatta hatırlayanlar vardır. Papa Türkiye'ye gelmesin, Rasulullah hakkında bu sözleri söylediği için gelmesin diye bir kampanya oldu. Adam kimseyi tınmadı. Zaten bütün görüşmesi Patrik için ayarlanmıştı, geldi İstanbul'a. Yani Katolikler, Ortodokslar, hepsi Türklerin tarihini terse çevirmek üzere kendi aralarında anlaşmışlardır. Sadece onlar da değil. Bir senedir İsrail'in yaptığı soykırıma karşı dünyada 2-3 tane Yahudi’nin suratına tükürüldü diye şu anki Papa da dünyada Yahudilere saldırıların artmasından dolayı çok büyük endişe duyuyoruz diye bir açıklama yaptı. Yani mesela ne yapacağız? Rus Kilisesi’yle Fener Patrikhanesi'nin arası kötü diye ondan mı medet umacağız? Türkiye'de böyle bir durum var. İstanbul'a hangisi sahip olacak? Yani Ruslarla Rumlar çatışıyor diye şimdilik İstanbul konusunda telaş etmeyelim. Öyle mi olacak yani? Türkler eğer kendilerine gelmezlerse yani gavurlara yaranmaya çalışarak gavurdan daha beter gavur olsalar dahi hiçbir yolları önlerinde yok. Bunu hafife alabilirsiniz ama bence değil. Çok değil birkaç ay önce bunun bir numunesi oldu. Avrupa'da bir futbol şampiyonası düzenlendi. Türkiye nispeten başarı gösterdi. Başarı gösterince Avrupa'da yaşayan bazı Türkler boy gösterdi. Sonra Türklere özel kural icat ettiler. Başarılı olan adamı oynatmadılar, Türkiye elendi falan... Şimdi o adam kurt işareti yapmış. Kurt Türklüğün işareti mi? Değil. O futbolcu Avrupa'daki yaşayan insanların hayat tarzından farklı bir hayat tarzına mı sahip? Yok, değil. Ama gavurlar o kadarına bile müsaade etmiyorlar. Yani seninle eşit futbol turnuvası bile yapmıyorlar adamlar. Yani eğer biz gavur oluruz, yolumuza bakarız diye düşünüyorsa insanlar boşa kürek çekiyor.
Türkiye'nin nüfus artış hızının azaldığından ve kritik noktaya geldiğinden bahsettiler. Bu konuda bir şey söylemek istiyorum. Faik Sabri Duran'ın 1928 tarihinde -yazımız elimizdeyken henüz- yazdığı coğrafya kitabında, okullarda okutulan kitapta -o gün için Türkiye'nin nüfusu 13-14 milyon- diyor ki: “Türkiye bugünkü nüfusunun en az 10 mislini besleyebilecek durumdadır” diyor. Bugün işte 85 milyon diyorlar Türkiye’nin nüfusuna. Yani nüfus çokluğundan falan biz mahrumiyet çekmiyoruz. On mislini besleyebilecek durumdadır diyor Faik Sabri Duran 1928’de. “Bunun için de mesela şuna bakın” diyor: “Dağlık arazilerimiz olabilir, kıraç yerlerimiz olabilir ama Türkiye'nin hemen her yerinde rastlanan şehir harabelerine bakın.” Yani Türkiye'nin hemen her yerinde hayatını idame ettirebilmiş insanlar. Ne kadar büyük bir yüz ölçümü olduğunu düşünün. O günkü şartlarla Türkiye, nüfusunun en az on misli insanı besleyebilecek durumdadır diyor. Yani bugünkü durumumuz ne toprak yetersizliği ne insan yetersizliğidir. Tamamen idari meseledir. Asırlardan beri öyledir. Şimdi bizim dillendirdiğimiz bir proje var: “Yenilebilir Otlar Projesi.” Yani biz yenilebilecek otların tespit edilip bunun Türk Milleti lehine kullanılmasını ve gerektiği zaman bu sayede Türk Milleti’nin açlıkla tehdit edilememesini istiyoruz. Bu yüzden bu projeyi dillendiriyoruz. Bunun için de Türkiye'nin nasıl bir alan olduğu konusunda bir şey söyleyeyim size. Şu anda Türkiye'de tespit edilebilen 13 bin bitki türü var. Bunların üçte biri endemik. Yani sadece Türkiye'de yetişiyorlar. Bu yeni bir bilgi. 13 bin bitki türü var. Bunların üçte biri endemik. Yani sadece Isparta'nın Sütçülerinde var, Yalova'nın işte bir kasabasında var. Avrupa küçük bir kıta, ama kıta. Bu sayı bütün Avrupa'dan daha çok. Yani Türkiye'nin bakımsızlığına, sahipsizliğine rağmen, Türkiye bu halde bile bütün Avrupa'dan hem daha çok bitki çeşidine sahip hem de daha çok endemik bitki çeşidine sahip. Ve Türkiye'de bu zenginlik sadece toprağın çeşitliliği, bitkilerin çeşitliliği ile sınırlı değil. İnsanlar da öyle. Türkiye'de mesela o Doktor Ziya Özel zakkumla ilgili bir şey bulduğunda, onu kendi çok hususi çabaları sonucunda bulmamıştı. Muğla'daki köylülerden görmüş zakkumun tedavi etmek üzere kullanıldığını. Kendisi de öyle o işin peşine düşmüş, akıl etmiş, tetkik etmiş. Bu bitkiler var, bu zenginlikler var, bunu kullanabilecek insanlar var. Bin yılların tecrübesi var burada. Tarık Buğra penisilin icat edilmeden önce gözüyle gördüğünü söylüyor köylerde peynir küfüyle insanların tedavi edildiğini. Ama işte sahipsiz bir ülke, sadece bitkilerimiz endemik değil, oradan Türkiye'nin zenginliğini ölçmek mümkün. Amerikalı müze müdürü geliyor endemik, zehirli böceklerimizi çalıyor. Adam havaalanında yakalandı hatırlıyor musunuz? Tarantulalar, akrepler falan kaçırmış, dolu, yakalandı ama adam nasıl yakalanmış? Adam ihbar sonucu yakalanmış, bir anlaşmazlık sonucu. Verdiği ifadede kendisinin anlaşmazlık dolayısıyla ihbar edildiğini söylüyor. Öyle yani. Adam geliyor en nadir yerlerde yaşayabilecek o hayvanları tespit ediyor, onları toplayabiliyor, alıp götürebiliyor, havaalanında yakalanıyor ancak. Sadece endemik böceklerimizle de alakalı değil. Mesela şahinlerimiz, doğanlarımız, atmacalarımız kaçırılıyor. Kerkük Türküsü söyledik bugün “Kal’adan kal’aya şahin uçurdum” diye. Yüz binler olmuş 90'lı yıllardan beri. Belki daha öncesi de vardır, bunlar raporu tutulan. Kaçırılıp Arap prenslere satılıyor bütün bu kuşlarımız.
Vakit darlığından bir şey daha söylemek istiyorum, hemen kapatıyorum. Şimdi bu Misak-ı Millî -Yusuf Mert de bahsetti- asıl mesele, önümüze almamız gereken mesele. Haritalara bakmamız lazım. Biz güney sınırımızı Fransızlarla çizdik. İngilizlerle olan münasebetimiz, Irak'ta olan münasebetimiz. Yani onlarla bir münasebetimiz oldu. Kuzeyde ve doğuda Ermenilerle, Gürcülerle ve Ruslarla sınır çizdik. Orada da Batum dışarıda kalmıştır. Batum'un beş tane mebusu vardı o esnada Türkiye'de. Onlar ret oyu vermiştir. Orada Batum vardır. Güney sınırı zaten Kerkük Musul içinde. Şimdi bizim batıda Bulgaristan ve Yunanistan'la böyle bir anlaşmamız var mı? Yok. Biz Bulgaristan'la ve Yunanistan'la savaştık, bir anlaşma yaptık da mı sınırımız Meriç Nehri? Böyle bir şey yok. Meriç Nehri tabii bir sınır. Türklerin tabii sınırı yoktur. Bizim bütün sınırlarımız itikadi sınırlardır. O yüzden Meriç sınırı da hani bizim öyle gel lan buraya deyip karşımızdaki adamla çizdiğimiz bir sınır değildir. Bizim Misak-ı Millî topraklarımız, haydutlar işgali altındadır. Mehmet Akif'in mısralarını aldım. Balkan Harbi'nden hemen sonra Mehmed Akif'in yazdığı mısralar var:
Selanik’in, Siroz’un, bak, o namdar ovası,
Kimin elinde bugün, hangi haydudun yuvası?
diyor. 1913 tarihinde söylüyor. Balkan savaşlarından sonra. Selanik bugün Misak-ı Millî'deki en batı noktamızdır. Aynı tarihte coğrafyacımız Faik Sabri Duran: "Balkan savaşları sebebiyle topraklarımız bu kadara indi. Gasp edilen hukukumuzun iadesine çalışmamız, seller gibi akıtılan Türk kanının intikamını almamız, çocuklarımıza Türk vatanının asıl neresi olduğunu bildirmemiz, öğretmemiz gerekiyor" diyor. O da aynı tarihte, Balkan savaşlarından hemen sonra. 1913'te bu. Balkan harpleri bir facia. Biz ama bunun sonuçlarını kabul etmedik. Şimdi Beşiktaş taraftarının bir sloganı vardı: “Erkek adam renkli takım tutmaz” diye. Ama erkek adam niye renkli takım tutmuyor? Onu söylemiyorlar. Çünkü Beşiktaş'ın forma renkleri aslında kırmızı-beyaz imiş. Fakat Balkan harplerinden sonra formamızdaki kırmızı rengi siyaha çeviriyoruz. Balkanlardaki topraklarımızı geri alana kadar bundan sonra siyah-beyaz giyeceğiz, kırmızı-beyaz forma giymeyeceğiz dediler. Beşiktaş'ın onun için bugün forma renkleri siyah-beyaz ve kurucusu da Balkan soyadını aldı.
Utanç verici savaşlar olduğu için Balkan savaşlarının da nasıl bir şey olduğu şimdi konuşulamıyor. Ama şu konuşulmalı: Balkan savaşlarında Hariciye Nazırı kimdi: Gabriel Noradunkyan. Yani en utanç verici savaş yürütülürken Hariciye Nazırı bir Ermeniydi. Gabriel Noradunkyan bir Ermeni olarak on sene sonra Paris Barış Konferansı'nda ve Lozan Konferansı'nda karşımızda Ermenilerin temsilcisiydi. Yani öyle oldu Balkanları kaybettik falan denecek hiçbir şey olmamıştır. Onlar hususi tetkik edilmelidir. Hariciye Nazırı'nın bir Ermeni olduğu zaman oldu bunlar. Bize Meriç'i geçmeyeceksiniz dendi, Balkan savaşlarından sonra bilhassa Cihan Harbi, seferberlik zamanında. Bu sınır o sınırdır yani. Yani gavurlar dedi ki, geçmeyeceksiniz. Biz de hani kabul edersek bu sınırı onu kabul etmiş olacağız. Ama Lozan'da harp tazminatı olarak Karaağaç'ı Türkiye'ye verdiler yani vermek zorunda kaldılar. Böylece Meriç'in batısındayız. Şu anda Meriç'in batısında olan tek toprağımız Karaağaç'tır. Buradan Misak-ı Millî'nin Türklerin hakkı olan bir şey olduğunu anlamak mümkün. Çünkü bu bize harp tazminatı olarak verildi.
Bir şey daha söyleyip kesiyorum. Bulgaristan'da bugün hâlâ Türkçe yer isimleri değiştiriyorlar. O bütün komünist rejim boyunca olanların haricinde bunlar. O kadar çok var ki, yüzlerce. Birkaç sene önce gene Eski Zağara'da yüzlerce yer ismini değiştirdiler. Mesela yer ismi Türkçe Helvacıpınar. Adam bunu Helvaciski yapıyor. Yani helva gene Türkçe. Onların Bulgarca kelimeleri yok onun yerine koyacağı. Bulgaristan'da Türkler aleyhine ya da işte azınlıklar aleyhine faaliyet yürüten iki siyasetçi meşhur. Bir tanesinin soyadı Cambazki, ötekisinin soyadı Karakaçanov. Yani birisi Türkçe Cambaz, ötekisi de Karakaçan. Yani bu işleri yapan adamların da soyadı ancak Türkçe olabiliyor deyip teşekkür ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Var mı vaktimiz? Dört ayet mealiyle başladım. Yarım ayet okuyarak bitiriyoruz.
بِسْمِ اللَّـهِ الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيم
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ
Âl-i İmran Sûresi 110’uncu Ayete Mehmet Akif şöyle meâl vermiş. 110’uncu ayetin yarısını almış. Araplara Arapça öğretecek kadar iyi Arapça bilen, Türklere Türkçe muallimliği yapacak kadar iyi Türkçe bilen bir Türk şairi nasıl tercüme etmiş, onun da örneğini vermiş. Başka yerde bulamazsınız böyle bir meal. Diğer meallerle karşılaştırabilirsiniz:
"Siz iyiliği emreyler, kötülükten nehyeder, Allah'a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz..."
Tefsirini de şöyle yapmış. Daha doğrusu "tefsir niçin yapılır?" Onun örneğini vermiş yine. “Aman ha yanlış anlamayın; buradaki millet bizdik, şu anda biz değiliz” demeye getirmiş:
Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin;
Yarmışız edvâr-ı fetretten kalan yeldâları;
Fikr-i ferdâ doğmadan yağdırmışız ferdâları!
Öyle ferdâlar ki: Kaldırmış serâpâ âlemi;
Dîdeler bir câvidânî fecrin olmuş mahremi.
Yirmi beş yıl, yirmi beş bin yıl kadar feyyâz imiş!
Bak ne ânî bir tekâmül! Bak ki: Hâlâ mündehiş.
Yâd-ı fevka’l-i’tiyâdından onun târîhler;
Görmemiş benzer o müdhiş seyre, hem görmez beşer.
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfânımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevc fevc âgûşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.
Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi;
Nehy edermiş, bir fenalık görse, kardeş kardeşi.
Kimse haksızlıktan etmezmiş tegâfül ihtiyâr;
Ferde râci’ sadmeden efrâd olurmuş lerzedâr .
Bir, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?
Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz!
Nehy-i ma’rûf emr-i münkerdir gezen meydanda bak!
En metîn ahlâkımız, yâhud, görüp aldırmamak!
Yıktı bin mel’un kalem nâmûsu, bizler uymadık;
“Susmak evlâdır” deyip sustuk... Sanırsın duymadık!
Kustu, bin murdar ağız Şer’in bütün ahkâmına;
Âh! Bir ses bâri yükselseydi nefret nâmına!
Altı yüz bin can gider; milyonla îmân eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!
Sonra, şâyet şahsının incinse, hattâ, bir tüyü:
Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyen gümbürtüyü!
Kırkın aylıktan biraz, yâhud geciksin vermeyin;
Fodla çiy kalsın, “pilav bitmiş” deyin, göstermeyin;
Fes, külâh, kalpak, sarık vermiş bakarsın el ele;
Midelerden fışkırır tâ Arş’a aç bir velvele!
Ortalık altüst olurken ses çıkarmazdım, hani,
Öyle bir dernekte seyret gel de artık sen beni!
Göster, Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mu’cize:
Bir “utanmak hissi” ver gayb hazînenden bize!
Bizi sabırla dinlediğiniz için müteşekkiriz. Hayırlı akşamlar dileriz.
3 Rebiulahir 1446 (6 Ekim 2024) Pazar, İstanbul
İstiklâl Takviminin 1441 senesine ait yeni nüshası neşrolundu.
İşinize gelir veya gelmez; ama hakikat bu: Türk olmakla Türk vatanında olmak tarihin akışı marifetiyle özdeş kılındı.
17.07.2010 tarihinde yapılan Genel Kurulumuzun ardından yapılan ilk yönetim kurulu toplantısında, yönetim kurulu üyelerimizin görev taksimatı yapıldı.
İsmet Özel'in yeniden seslendirdiği Erbain, Türk Yazısıyla ve yeni ebadıyla ikinci defa neşrolundu