Mustafa Karakurt:
Konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak ve Konya Şubesi üyelerimizden Muammer Parlar ve Konya Şube Başkanımız Mustafa Deveci Beyleri kürsüye davet ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Selamun Aleyküm,
Hanyalı Konya tanıtım toplantısında Konyalıdan çok Hanyalı da yok; dernek üyeleri var, onun için biz bize bir toplantı gibi oluyor bu. Konya Şubesi olarak Hanyalı Konya’nın tanıtım toplantısını yeterince tanıtamamış olabiliriz yahut insanlar “Biliyoruz, her zamanki şeyleri anlatacaklar nasılsa” deyip gelmemiş olabilirler. Her neyse biz yine diyeceğimizi diyeceğiz. Derginin isminden başlayarak bir şeyler söyleyeyim. Derginin ismini Fahrî Genel Başkanımız İsmet Bey koydu: “Hanyalı Konya”. O teklif etti biz de maalmemnuniye kabul ettik. Aynı zamanda dergimizin bir yazarı İsmet Bey, İstiklâl Marşı Derneği üyesi. Bunu şunun için söylüyorum: bu bir imtiyaz. Yani İstiklâl Marşı Derneği için hassaten yazdığı tek dergi olan Hanyalı Konya için bu büyük bir imtiyaz. Yani biz İstiklâl Marşı Derneği üyesi olarak sadece Türkiye’deki gâvurlara değil tüm dünyadaki gâvurlara göğsümüzü gere gere şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Bizim derneğimizde ilk şair Türk var, bizim dergimizde ilk şair Türk yazıyor. Sizin derneğinizde, derginizde, partinizde, kurumunuzda, kuruluşunuzda kim var, sizin elinizde kayda değer ne var?” deme salahiyetine biz sahibiz.
Derginin ismini İsmet Bey teklif etti, kabul ettik. Hepinizin bildiği bir deyimden yola çıkarak oluşturulmuş bir terkip Hanyalı Konya. Hanya’yı Konya’yı göstermek deyiminden yola çıkarak oluşturulmuş bir terkip bu. Türkçeye yerleşmiş deyimler bugün bile hala kullandığımız, her şeye rağmen kullandığımız deyimlere bakarsak bu deyimlerde geçen belde isimleri Türk’ün hâkimiyetinin geçtiği yerlerin, Türk’ün hâkimiyetinin tanındığı yerlerin isimleridir o deyimlerimize yerleşen beldeler. Bunlardan birisi Hanyalı Konya’yı aldığımız “Hanya’yı Konya’yı göstermek” deyimidir. Birçok belde ismini sayabilirsiniz. Biz mesela sevdiğimiz biriyle Fizan’a kadar gideriz. Fizan dediğimiz yer Libya çölleri, Libya’nın baya bir güneyi yani… Bizim hâkimiyetimizin ulaştığı sınırların içinde bir yerdir Fizan. Yine mesela sora sora Bağdat’ı buluruz. Bu o kadar yakın bir şeydir ki sora sora Mevlana türbesini bulmak kadar gayet tabi gelen bir şeydir bize. Bağdat Irak’ın bir vilayeti veya başkenti değildir, Bağdat bizim bir vilayetimizdir. 1917’ye kadar bizim bir vilayetimizdi. Mesela yine “mal bulmuş mağribi” diye dilimizde bir deyim var veya “merdi-i kıptî konuştukça sirkatin söyler” diye bir deyim var. Ya da “acemî” dediğimiz bir şey var. Bunların hepsi Türk hâkimiyetinde kalmış veya Türk hâkimiyetini öyle veya böyle kabul etmiş insanların bulunduğu ama buna direnmiş; gerek dil olarak gerek tavır olarak direnmiş insanları biz ayrı bir kefeye koymuşuz. Onları bu tür deyimleşmiş ifadelerle zemmederiz. Yani bizim coğrafyamız Türkün coğrafyası hükümranlığının sürdüğü o coğrafya dilimize sirayet etmiş bir şeydir. İlk sayımızda Abdülhamit Sağır’ın yazdığı gibi “Halep ordaysa arşın burada” deyiminde arşının olduğu yer Maraş’tır. Maraş 1915’e kadar Halep vilayetimize bağlı bir sancaktır. Halep 1918 sonuna kadar bizimdir.
Arkamızda gördüğünüz harita İslam toprakları haritası, bu haritada açık yeşille boyanmış -ki bu duvara sığsın diye kırpılmıştır, aslı daha büyük bir harita- kısımlar hepsi bizim topraklarımızdı. XV. Hıristiyan yüzyılının sonunda başlamış sömürgecilik hareketinin sonrasında bütün dünya bir şeye maruz kaldı. 1918’e gelindiğinde biz bambaşka bir haritayla yüz yüze gelmek zorunda kaldık. O haritada Mîsâk-ı Millî sınırları dediğimiz sınırlar bugünkü sınırlarla ilgisi olmayan sınırlardır. Arkamızdaki haritada görüyorsunuz bu Mîsâk-ı Millî sınırlarını: batıda Selanik Gümülcine dahildi, kuzeydoğuda Batum dahildi, güneyde Kerkük, Musul, Halep dahildi bu sınırlara. Hatta ikinci başkanımız Gökhan Göbel’in çok yerinde tespitiyle Medine dâhildi Mîsâk-ı Millî sınırlarımıza. Çünkü son Meclis-i Mebusan’ın kabul ettiği Mîsâk-ı Millînin maddelerinden birisi diyor ki: 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandığında Türk askeri neredeyse orası Türk toprağıdır. 30 Ekim 1918 tarihinde Medine’de 4 bine yakın Türk askeri vardı. Bunlar Şubat 1919’a kadar orada kaldılar, Medine’yi müdafaa ettiler. Onun için Medine Mîsâk-ı Millî’mize dahildir. Şimdi bizim vatan algımızın ne olduğu, nerelere geldiği… bunu kafanızda canlandırmaya çalışıyorum. Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de kurulduğu hafta kabul edilen ikinci kanun -meclis kurulmuş, yeni bir devlet kuruluyor- Hıyanet-i Vataniye Kanunudur. Bu niye böyle acaba? Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Düşünün, bir devlet kuruyorsunuz ve birilerini hain olarak kanunen tespit etmek için bir kanun çıkarıyorsunuz. Meclisin çıkardığı ikinci kanun! İlk kanun vergilerle, ağnam vergileriyle yani hayvan sahiplerinden alınacak vergileriyle alakalı bir kanun. Ama ikinci kanun budur: Hıyanet-i Vataniye Kanunu. Şimdi bir düşünelim 1920 şartlarında -gâvur takvimine göre konuşuyoruz tabi, bu tarihlendirmelerin hepsi gâvur takvimine göre- o kanunu çıkaran insanların kafasındaki sınırlar neydi acaba? Muayyen bir sınır var mıydı? İstanbul işgal altındaydı, İzmir’den başlamak üzere Ege Bölgesi işgal altındaydı, güneyde Fransızlar ve İngilizler işgale devam ediyordu, doğuda Ruslar… Böyle bir ahvalde Hıyanet-i Vataniye Kanunu diye bir kanun çıkarılıyor. Bu insanların, bu kanunu çıkaranların kafasındaki tek vatan Mîsâk-ı Millî sınırları yani bu kanun çıkmadan yaklaşık üç dört ay önce üzerine yemin edilmiş sınırlardan müteşekkildi. Değilse bugünkü sınırlarımız asla değildi. Onun için bu kanun Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasına kadar, 1991’e kadar bazı değişiklikler yapılarak geldi ama muhafaza edilerek geldi. Yani 1991’e kadar siz Türkiye’de hukuken, kanunen birilerini vatan haini suçuyla suçlayıp hüküm giydirebilirdiniz ama 1991’den bugüne kadar siz kimseyi vatan hainliğiyle suçlayamazsınız. Bu sadece millet içinde bir edebiyat olarak kalmış, dillere pelesenk olmuştur. Bugün Türkiye’de vatan hainliğinin hiçbir hukuki karşılığı yoktur. Herkes bol bol vatan hainidir çünkü. Türkiye başından beri vatan haini en fazla ülke olduğu bilindiği için bu kanun çıkarıldı. Türkiye vatan haini en bol ülkelerden biri olduğunu I. Dünya Savaşı sırasında da İstiklâl Harbi başlar başlamaz da görüldüğü için ilk meclisteki vekillerin hemen çıkardıkları ikinci kanun bu olmuştur. Şimdi biz 1991’den bugüne kadar kimseyi vatan hainliğiyle suçlayamayız kanunen, hiçbir hâkim bu suçla herhangi bir kimseye dava açamaz, kimse şikayette de bulunamaz. Çünkü yok, kanunen tanımlanmış bir suç değil vatana ihanet. Hatta Cumhurbaşkanını sadece vatana ihanetle yargılayabilirsin diye bir anayasa maddesi var ama hiçbir karşılığı yok. Çünkü vatana ihanet kanunla tanımlanmış bir suç değil dolayısıyla böyle bir şey yok aslında.
İstiklâl Marşı Derneği bütün karartmalara rağmen etkisi tersinden fark edilen bir dernek… Türkiye’nin selameti için söylediği her şeyin, her argümanın tersi yapılarak Türkiye’nin felaketi hızlandırılıyor. Bu kasten yapılıyor, adı Müslüman olan gâvurlar eliyle yapılıyor… Lozan’dan, Mîsâk-ı Millî’den bahsettiğimizde hemen bunlar tersyüz edildi… Allah’a savaş açanlar tarafından Suriye’de Amerikan pisliği temizlemenin mazereti yapıldı. Lozan ve Mîsâk-ı Millî 8-10 ay önce “Suriye’de ne işiniz var?”ın cevabı yerine konuluverdi. Yapılan melanetlere tarihi ve fikri bir dayanak bulmak için talan edildi. Hiçbir sabitesi olmayan, hiçbir sınır tanımayan insanlar Suriye’ye girmek mevzuu bahis olunca birden Mîsâk-ı Millî akıllarına geldi, daha doğrusu getirildi. Kemalistlere bulaşabilir ama bunlara sürseniz bulaşmayacak bir şey Mîsâk-ı Millî… Hayatlarında ne milli bir tavır göstermek ne de bir yemine, misaka bağlılık olanlar eliyle tutamağımız olacak bütün kavramların içi boşaltılıyor, tercüme kavramların içi dolduruluyor. Yeniden İstiklâl Harbi, milli mücadele vs. Donuna kadar gavurlara bağlanmış bir ekonomik, siyasi, askeri, hatta edebi düzende bunları ağzına almak namussuzluktur…
Bu Konya Şubesi’nin çıkardığı bir mecmua… Hanyalı Konya dediğimizde; Hanya kazasını Konya sancağına bağladığımızda iş çarçur edilemez bir hal alıyor… Şuraya geleceğim: Hanyalı Konya münasebetiyle niyetimiz, İstiklâl Marşı ideolojisini elle tutulur gözle görünür hale getirmektir. Yani İstiklâl Marşı ideolojisiyle meselelere nasıl bakılır? En başta dilden dilimiz Türkçeden başlayarak… Dilimiz nedir? Bir Türk olarak biz ne konuşuyoruz, ne söylüyoruz? Buradan başlamak üzere İstiklâl Marşı ideolojisinin çerçevesini çizdiği konuları elle tutulabilir gözle görülür hale getirmeye çalışıyoruz. İstiklâl Marşı Türk milletine, kendini Türk milletine mensup giderek ait hissedenlere bir program teklif ediyor. Bu programı açığa çıkarmaya, bu programın ne olduğunu müşahhas hale getirmeye çalışıyoruz. Çünkü ne Türk milleti dediğimizde bu mücerret bir şeydir, ne Türk vatanı dediğimizde… Aksine müşahhas olmuş şeylerden bahsediyoruz. Tekrar edebilir, tekrar ayağa kalkabilir şeylerden bahsediyoruz. Bu sâiklerle Hanyalı Konya dergisini çıkartmaya çalışıyoruz. Şimdi diğer arkadaşlara söz vereyim. Dergimizin yayın kurulundan Muammer Parlar, Konya Şubemiz üyesi. Buyurun.
Muammer Parlar:
Ben de hepinize hoş geldiniz diyorum öncelikle.
Şimdi mecmuanın ismi Hanyalı Konya olduğu için Hanya’dan da bahsetmemiz lazım. Hanya ile başlamak istiyorum öncelikle. Hanya bildiğiniz gibi Akdeniz’in ortasında Girit adasının bir ili bugün itibariyle. O dönemde bir sancak, Hanya sancağı. İlk fetih Abbasi döneminde yapılmış yani Emevi döneminde fetih çalışmaları başlamış ama Abbasiler döneminde 820-830 yıllarında fethedilmiş bir ada. 150 yıl falan İslam’ın hâkimiyetinde kalmış ilk dönem. Fakat devamlı olamamış, zaman içinde bu hâkimiyet kaybedilmiş. Yani önce Doğu Roma’ya geçmiş sonra Venediklilere geçmiş. Yani Doğu Roma’da iken Haçlı seferleri sonrası Venediklilere satılmış. Venedikliler bildiğimiz satın almışlar bu adayı. 450 sene falan 440 sene Venediklilerin elinde kalmış. Bundan sonra Osmanlıların mücadele alanı olmuş, tabii ki Akdeniz hâkimiyetinin sembollerinden bir yer Girit adası. Osmanlılar 1645’te Hanya’yı fethedebilmiş fakat adanın tamamının fethi uzun zaman almış. Adanın fetih çalışması 24 sene devam etmiş, biz sadece Hanya kısmına bakıyoruz ki bu 1645’lerde fethedilmiş. Şimdi Osmanlı aslında geleneksel yapıda uyguladığı gibi bir göç, nüfus göçünü Hanya’da uygulamamış. Daha doğrusu iki şeyi uygulamamış. Birincisi, geleneksel Osmanlı hukukunda toprak hukukunu uygulamamış Hanya’da. Yani Hanya’daki insanların taşınmazlarını elinde muhafaza etmiş. Bunun dışında fetihlerde aslında fethedildikçe ya gazilere dağıtılmış -ama ana kural olarak- ya da miri arazi yapılmış, Osmanlı vakıf malı yapmış diyelim anlaşılması için. Ama Hanya’da bunu yapmamış. Hanya’da ilgili insanlara o bölgedeki insanların taşınmazını kendisine tevdi etmiş, cizye almış. İkincisi de göç yapmamış. Osmanlı geleneksel uygulamasında devamlı nüfus göçü yapmış. Mesela Kıbrıs’ta yapmış. Yani ben Beyşehirliyim. Bizim bölgedeki köylerden bile üçer kişi beşer kişi alıp, bütün Anadolu’dan nüfus göçü yapmış. İslamlaştırmada bunu kullanmış. Hanya’da bunu kullanmamış. Hanya tamamen ihtida ile İslamlaşmış. Yani Hanya’da İslam ile Türkler hâkim olduktan sonra önemli ölçüde ihtidalar yaşanmış, kendi ahalisi -kimisi Venedik kimisi Rum olan ahalisi- ihtida ile İslam ile tanışmış. Bunda da en önemli etkenin tekke, zaviye ve medreseler üstünden olmuştur. Bu aslında Anadolu’nun da İslamlaşmasında önemli bir husus. Çünkü ilk fetihte yani Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya az bir insan gelmiş olmakla birlikte bölge ahalisinin her köşe başında, her tepe başında bir tekke bir zaviye kondurularak İslamlaşma vaki olmuş. Hanya’da da buna benzer bir şey olmuş. Elimizdeki salname kayıtlarından mesela 1875’lerde Hanya’da 11 cami, 5 tekke, 1 medrese varken 16-17 sene sonra 30 tane cami -yani 11 olan cami 30’a çıkmış-, tekke sayısı 14’e çıkmış. Bu yolla da buna muadil, buna mukabil bir nüfusta İslamlaşma vuku bulmuş. Yani Hanya’nın İslamlaşması bizim bölgelerin İslamlaşmasına benzer bir yöntemle olmuş.
Şimdi biz tabi Hanyalı Konya mecmuasında da -Genel Başkanımız söyledi ama ben de başka bir üslupla söylemek istiyorum- iki şeyi ön plana çıkartmaya çalışıyoruz: bir tanesi bize ilişkin yazılar, ikincisi dile ilişkin yazılar. Aslında bunu anlaşılması için, bölünmüş zihinlerimiz için ikiye tasnif ediyoruz. Yoksa dil de bir bütünü ifade ediyor. Yani bize ilişkin bir bilgiye ulaşabilmek için kimliğe ilişkin, kim olduğumuza ilişkin bir bilgiye vakıf olabilmek için de mutlaka dile ilişkin bir bilgiye vakıf olmak lazım. Bugün modern dünyada da İngilizce için de Fransızca için de bir milletin kendisini tanımlamasında en esaslı unsurlardan birisi dil. Bu bizim için daha başka bir şey yani varlığımızı ifade eden bir şey. Bunun da biz aynı Hanya’daki olduğu ve Konya'daki olduğu gibi tekke, zaviye ve medrese üstünden olduğunu düşünüyoruz. Aynı şeyler işte Konya'da da ta Selçuklu döneminden itibaren bölgeye göçler olmuş, bölgeye âlimler getirtilmiş, yani işte Mevlana'nın babası Bahaddin Veled’den başlayıp yani bizim Ahi Evran, Edebali bunların hepsi bu dönemde bölgeye gelmiş veya getirilmiş insanlar. Her tarafta, her köşesinde Konya'nın bir tekke ve zaviye doğmuş. Bununla da, bunun tahsiliyle ve tedrisiyle İslamlaşma olmuş ve Türklük doğmuş.
Şimdi, aslında biz de işte yazdıklarımızla ya da Hanyalı Konya'da olan yazılarla bize ilişkin yani kimliğe ilişkin yazılar yazmaya çalışıyoruz, kimliğe ilişkin metinler üretmeye çalışıyoruz. Kim olduğumuzu açıklayan, kim olduğumuzu aydınlatmaya çalışan metinler ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. İkinci bölümü dile ilişkin metinler çıkartmaya çalışıyoruz, yani dilimizin aslının ne olduğunu, kelime haznemizin nereden doğduğunu, mana ilgimizin, kelimelerin manasını hangi kaynaktan aldığımızı belli bir üslupla, değişik üsluplarla aktarmaya çalışıyoruz.
Şimdi, tekke, zaviye ve medreselerde tedris edilen ilimle; müderrislerin konuştuğu, talip olanların, talebelerin de onları taklit etmekle konuştuğu bir lisan olarak doğuyor Türkçe. Biliyoruz ki kadim usulde, kadim medrese usulünde işte nahivde Avamil, İzhar, Elfiye diye kitaplar; akaidde Emali diye bir metin; hadis usulünde Manzûme't-ül Beykûniyye diye bir metin ve fıkıhta da Kudurî metni medreselerde hemen hemen ilk baştan itibaren ezberletilen metinler. Yani önemli ölçüde bunların hepsi nazım metinler, nazım şeklinde yazılmış metinler, Avamil, İzhar dışında. Elfiye nahvi anlatan bir metin, Emali akaidi anlatan, Beykuniyye hadis usulünü, Kuduri de fıkhı anlatan, aktaran metinler. Çoğunlukla da Elfiye -672 Hicrî ölümü İbn-i Malik'in- İbn-i Malik'in yazdığı bir metin, yani ilk dönem metinleri. Emali de yine Ûşî'nin kaleme aldığı bir metin, o da hicri 575’de ölmüş. Yani ilk dönemin ürettiği metinler.
Şimdi, ben konu az daha aydınlansın için bunlardan birkaç örnek, yani bizim dilimizle, dilin doğuşuyla medrese tahsilinin ilgisine ilişkin birkaç örnek vermek istiyorum. İlki basit bir metin: Avamil metni. Yani normal, en basit ibtidai olarak nahve başladığı zaman -dilbilgisi diyelim- Tam karşılamaz ama- dilbilgisine başlayan bir talebeye en basit işte kelimelerin öğretilmesinde, harf-i cerlerin, istisna edatlarının öğretilmesinde edatı söyledikten sonra bir misal verilir. "Hâşâ/" mesela, istisna edatı, "hâşâ/" bugün bizim dilimizde de kullandığımız bir kelime. Bunun misali , yani "İnsanlar helak oldu, âlimler müstesna." İşte bunun devamında "halâ/", , yani "Âlimler de helak oldu, ilmiyle amel edenler müstesna." Ve "Adâ/", bu da "başkası" diye lügatlerimizde olan bir kelime; "Âmil olanlar da, yani ilmi bilip onunla amel edenler de helak oldu", , "ancak ihlaslı olanlar müstesna." Yine "Levlâ/", "Ey Allah'ın rahmeti sen olmasaydın muhakkak insanlar helak olurdu." Yani bu daha ilk ibtidaiye döneminde hem kelime yapısı itibariyle ki; "helak, nas, hâşâ, âlim, amil, ilm, ihlas, muhlis, rahmet" bu kelimelerin hepsi bizim dilimizde bugün kullandığımız kelimeler ve ifade ettikleri mana da ayetlerden ve hadislerde naklolan manalar. Yani işte ayet çok aslında ama ben örnek olarak Saffat suresinden aldım:
“Münzirlerin, korkutulanların akibetine bir bak, (37) ancak muhlis olanlar kurtuldular."(38) Bu ayeti nahiv metinlerini anlatırken, kelimelerini anlatırken bunun örneklendirilmesini ayetlerin manasından ve cümlesinden yapmış ve bizlerin de ezberledikleri metinler yani medrese usulünde de ezberletilen metinler.
İkinci metin akaid metni, yani bütün akaide ilişkin temel konuların hangi itikadî hususları bileceğimize, inanacağımıza ilişkin hususların birer cümle halinde ezberletildiği bir nazım, Emali metni. Emali de dediğim gibi 575 yılında, Hicrî 575 yani 1180'ler falan döneminde yazılmış bir metin, henüz bu dönemden itibaren binlerce kişi tarafından ezberlenmiş, geleneksel usulde zorunlu ezberletilen bir metin. , yani "Emali'nin başında kul" diyor, "inciler gibi dizilmiş tevhid için." Şimdi "yekulu/, kavl/, abd/" aynen bizde olan kelimeler; "bed/", "ibtida, ibtidaiyye"; "emali/", "imlâ" -imlânın çoğulu "emali"- ; "tevhid/"; "nazm/", zaten "nazım" kullandığımız; "leâlî/", inci, "lü'lü'", inci. , "Mahlûkun ilahı Mevla'mız kadîmdir." , "Ve kemal vasıflarla mevsuftur, sıfatlanmıştır." , "Her bir işi tedbir edendir, her bir işi yönetendir, her bir emri takdir edendir, celal sahibidir." , "Şerri ve hayrı murad edendir lakin muhal olana" yani küfür olana, "küfre razı olmayandır." Şimdi bu metinler, metinden gittiğim gibi "hay, müdebbir, emir, hak, mukaddir, celal, hayy, kabih, yerza (razı olmak), muhal", bunların hepsi bugün bizim dilimizde de olan kelimelerdir. Yani dilimiz aslında bu kelimelerin ne manaya geldiğini anlamak üzere oluşmuş bir dildir.
Yine Kuduri'den bir metin, kısa bir örnek vermek istiyorum ondan da. Şimdi, Maide suresinde;
Şimdi, "Ey iman edenler, salâta kalktığınız zaman yüzünüzü, ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın. Başınızı mesh edin ve ayaklarınızı topuklarına kadar yıkayın." Buyruluyor. Şimdi, "" harfi cer’inin, , , bu ayeti anlatmak için, bu ayetin ne manaya geldiğini söylemek için Kudurî metni yani bundan dolayı doğmuştur, bu ayeti açıklamak üzere metne başlamıştır. Ve bu da dediğim gibi bütün medrese tedris edenleri tarafından ezberlenmiş bir metindir. Kudurî metni ayetin bu kısmını alıp , "Taharetin farzı" "üç azanın gaslı, yıkanması", "başın meshi", yani "ka’beyn, topuklar ve dirseklerin de" -"mirfak, dirsek; ka’b, topuk" bunlar da aslında bugün bize uzak gelse de dilimize girmiş kelimeler- bunlar yıkamaya dahildir. Yani Kudurî de bunu anlatıyor, bunun nasıl olduğunu anlatıyor.
Ben bir hadis de okuyup tamamlayayım istiyorum. Yani dünyadaki bulunuşumuzu anlatan ve yine kelime haznesi bakımından bizim irtibatlı olduğumuz kelimeler:
"Dünyanızdan üç şey bana sevdirildi: nisa, tıyb (koku) ve gözümün nuru olan namaz." Bu esnada Ebubekir radiyallahuanh da yanındaydı, dedi ki: "Bana da üç şey sevdirildi:" "sana bakmak, sana nazar etmek", "malımı senin için infak etmek", "ve senin yedinde, senin elinde, yanında cihad etmek". Ondan yine Hz. Ömer sözü aldı dedi ki: "Bana da üç şey sevdirildi:" "maruf olanı emretmek", "münker olandan nehyetmek", "ve Allah'ın hududunu, Allah'ın hadlerini ikame etmek." Hz. Osman sözü aldı dedi ki: "Bana da üç şey sevdirildi:" "taam, taamın yedirilmesi", "selamın yayılması, ifşa edilmesi", "insanlar uykuda olduğu halde gece namazı." Bundan Hz. Ali sözü aldı ve dedi ki: "Bana da üç şey sevdirildi:" "misafire ikram etmek", "yaz gününde oruç tutmak", "ve kılıçla vurmak." Gördüğümüz gibi yani bu kelimeler "infak, cihad, yedeyk, maruf, nehiy, ikame, hudut, taam, it'am, ifşa, salat, niyam, seyf, sayf, darp" tamamı bizim kelimelerimiz. Ve bize Hadis'ten, Kuran'dan ve bunların açıklaması niteliğinde olan, bunları izah eden metinlerden gelmiş kelimeler. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Şimdi dergimizin Yazı İşleri Müdürü Konya Şube Başkanımız Mustafa Deveci.
Mustafa Deveci:
Selamun Aleyküm,
Konya İstanbul’dan sonra en çok camisi olan şehir. TÜİK raporlarına göre 3137 tane İstanbul’da var 3134 tane Konya’da. İstiklâl Marşı Derneği Hanyalı Konya adlı bir mecmua yayınlıyor. Niye Konya, Konya Şubesi böyle bir işe girişiyor? Yani Konya’nın bir hususiyeti var. Konya’nın millet hayatı içerisindeki yeri ne acaba? Bu konulara biraz yaklaşmaya çalışacağım. Gâvur takvimine göre 1075’te diyorlar Konya’nın fethi. 1075’ten bu yana İslam beldesi olan bir şehirde ikamet ediyoruz. Burayla alakalı Evliya Çelebi seyahatnamesinde “Konya’nın mezhepleri Hanefi'dir” diyor. Konya’nın mezhepleri Hanefi’dir. Yani Hanefi mezhebindendirler demek istiyor. “Ve ahalisi de Türk’tür. Fasih ve iyi konuşan kimseler vardır. Samimi ve gayet dost kimselerdir.”… Dost pek kalmadı da. Diğerlerine bir şey diyemeyebiliriz.
Konya’da bir Konya övücülüğü yapılır. İşte Konya’mız şöyleydi böyleydi falan filan. Bir de Türkiye genelinde Konya düşmanlığı yapılır. Bunu siz bilirsiniz yani “en çok içki Konya’da tüketilir” lafı bunlardan bir tanesidir meselâ. “Konya’da o kapalılar var ya onlar neler yapıyorlar…” falan. Böyle Konya düşmanlığı üzerine İslam düşmanlığı yapılır... Tabi bu ikisine de düşmemek lazım. Bunlar ikisi de yanlış değerlendirmeler. Konya’yı övüp göğe çıkartacak halimiz yok ama yerin dibine batırmaya da niyetimiz yok. Biz işimize yarayana bakacağız.
Mesela Konya tarihiyle alakalı birçok metin var. Kitaplar yazılmış vesaire. Bunlar hep malumat yığını. Niye? Çünkü bir gelecek ümidin olmadığı zaman tarihin, Konya tarihinin de sana öğreteceği hiçbir şey yok. Ama bizim bir gelecek ümidimiz varsa ve bu gelecek ümidimizde Konya'nın bir yeri varsa, bir yer işgal ediyorsa o zaman o Konya tarihinden biz çok şeyler devşirebiliriz; Türk tarihinden de birçok şey devşirebiliriz. Ama bizim bir gelecek ümidimiz, gelecek tasavvurumuz, bir hayalimiz, bir iddiamız, bir davamız yok ise ne olacak? Konya'yla alakalı bir sürü malumat aktarıyor adam yani şöyle olmuş işte Kutalmış oğlu Süleyman Şah gelmiş, Kılıçarslan şöyle yapmış tamam da yani ne yapacağız? Konya'nın bağları şöyle, helvaları böyle falan...
Şimdi bundan bir şey çıkarmamız lazım. Yani biz tesadüfen bir dünyaya düşmüş insanlar değiliz. Gönderilmişsek eğer hususen -biz Konya Şubesi üyeleri olarak bunu söylüyorum- bu Konya meselesini bir yere bağlamak ve bundan Türk'e bir malzeme temin etmekle vazifeliyiz. Bunu işe yarar bir hale getirmemiz lazım. Aksi takdirde burada -dediğim gibi- Konya'yı övedebilirsin, yeredebilirsin bundan bir şey elde edilmez.
Cafer Berçin arkadaşımızın yazısında bahsettiği bir şey vardı "Türk milleti Konya'ya çadırını kurdu" diye. Bu Malatyalı bir adamın söylediği bir sözdür. Şimdi Türk milleti Konya'ya çadırını kurdu ve bütün fütühatta 300 yıla yakın motor vazifesi yaptı Konya. Yani Konya'daki saltanat hayatı ve saraylarda yürüyen entrikaları vesaire, onları kabul etmiyoruz. Ama öyle veya böyle bir fütühat mekanizması Konya'dan sevk ve idare edildi. Bu çok mühim bir şey. Ve bu, Konya'nın ortaya çıkarmış olduğu bu kıvam İstanbul'un fethini kolaylaştırdı. Yani Konya'nın fethedilmiş olması ve burada bir yer tutmuş olmamız, İslam'ın yüzyıllar boyunca, -hem de yüksek bir hayat tarzı şeklinde- temsil edilmiş olması Anadolu'nun külliyen Türkleşmesi, İslamlaşması meselesinde çok büyük bir vazife gördü.
Konya çağdaş diyeceğiniz adamlar nazarında sürekli üstü kapatılan bir şehir olarak geldi. Hani ben dikkat ederim mesela hava durumlarda yıllarca Konya'yı es geçer televizyon. Burada hususen bir Konya'yı es geçme durumu vardır. Niye? Çünkü Konya dediğimiz zaman başka şeyler çağrışım yapacık... Yani Konya'sız bir Türkiye hayali vardır çağdaş düşüncede. Konya'sız bir Türkiye yerine “Konya gibi bir Türkiye” olabilirdik. Bunu biz Refah Partisi belediyeleri kazandıktan sonra belediye otobüslerinin üzerinde çok gördük: "Konya gibi bir Türkiye". Şimdi geldiğimiz yer Manhattan gibi bir Konya oldu. Geldiğimiz yer burası oldu.
Şimdi, niye böyle oldu? Yani Konya'dan Türkiye istifade edebilir, Türkiye kendi kimliğine kavuşma konusunda Konya'dan bir imkan elde edebilirdi. Bu imkan niçin heba edildi? Ben bir müddet bir siyasi partide vazife yaptım maalesef. Orada Başkanın sağlam arkadaşlarından biriyle Başkanın arası bozuldu. Yani üç dört senedir böyle çok sağlam ekipten adamız diye, beraber iş yapıyoruz diye birbirine itimat etmişler. Sonra Başkan bir gün dedi ki "Ben senle çalışmayacağım. Bu arkadaşı gönderin. Başkan yardımcılığından aldım bunu." O görevden alınan kişi bir gün sonra bana dedi ki; "Anama kadar gittim." dedi. Yani böyle bir kazık yiyeceğini hiç düşünmeden bu zamana kadar gelmiş. Ve bu adam bu kadar güvendiğim insanlar bana kazık atabildiğine göre diyor, bakalım bana başka kimler kazık attı? Anneme kadar gittim diyor. Biz eğer bir kazık yemişsek geriye bir gitmemiz lazım.
Konya'da başladığı söylenen bir Siyasal İslam var, bir Millî Görüş Hareketi var. Değil mi? Bu büyüdü, büyüdü, %5-6’lardan %21’lere geldi? Daha sonra ne oldu? Tayyip Erdoğan'la başka bir şeye dönüştü. Her ne kadar o "Ben gömleğimi çıkardım." dese de onu herkes biliyor ki o akışın devamıydı. Eğer bulunduğunuz yerde Konya işte kuleleriyle, Manhattan gibi caddeleriyle, bilmem “marka şehir Konya” “turizm başkenti Konya” vesaire… Konya’nın bunlarla iftihar eden bir şekilde içinde bulunduğu mevcut hali görüyoruz. Bir kere bu halden memnun muyuz, değil miyiz? Bir kere buna bir karar vermemiz gerekiyor. Bu halden eğer memnun isek konuşacak bir şey yok. Ama memnun değilsek bu memnuniyetsizliğimizin kökenine inmemiz lazım. Biz nerede hata yaptık? Ne oldu? Başımıza ne geldi? Hangi numaralara kandık? Bunu fark etmemiz lazım. Konya'da hakikaten İslamî bir hassasiyet siyasî bir mekanizmada kendini temsil etmeye başlayabilirdi ve bu hakikaten Türkiye'de çok büyük bir dönüşümü, sıhhatli bir ilerlemeyi doğurabilirdi.
Halil Ürün 1989'da Konya Belediye Başkanı oldu. Ondan önce Ahmet Öksüz vardı, ANAP'tan Belediye Başkanı'ydı, yani 84-89 arası. O da yani çok böyle Siyasal İslam'a uzak bir adam sayılmaz. Ondan önce de Mehmet Keçeciler var... Hadi 89 de, Halil Ürün'den getirelim. 1989-2017, 28 sene yapar. 28 senedir mahalli idarede iktidarda olan bir siyasî anlayış var arkadaşlar. Şimdi ben hep şu misali veriyorum. Evler yapıldı Konya'da. İşte 200 metre, 300 metre, 1 milyon liraya satılıyor, 500 bin liraya satılıyor “acayip” evler var. Bu, apartmanların kooperatifler aracılığı ile yapımı Halil Ürün döneminden sonra başlamış bir şey. Yani İslamcı mühendisler, İslamcı müteahhitler, İslamcı kooperatifler evler yaptılar ve halen yapmaktalar. Halen yapıyorlar. Ben şu suali tevcih ediyorum: Şimdi evler yapılıyor. Benim evim de böyle. Evin içerisinde bir abdesthane var değil mi? Abdest bozulan yerde de lavabo var. Def-i hacet ediyorsunuz -çok af edersiniz- onun hemen yanında abdest alıyorsunuz.
Eskiden benim çocukluğumda biz ibrik dökerdik ihtiyarlar abdest alacakları zaman. Evlerin içinde çeşme yoktu. Adamlar öyle bir abdest alırdı ki… Abdest alırken "İnna enzelna" okur, şahadet getirir... Abdest ibadet yani duası var her azanın. Şimdi evlerimizde şurada pis koku dağılmadan sen burada abdest alıyorsun. Öyle değil mi? Orada abdestin duasını yapabiliyor musunuz acaba? O pis kokunun yanında? Yapamıyorsunuz. Şapır şupur yıkayıp çıkıyorsun.
Kızıma diyorum "Abdest al namaz kılacağız." "Ayağım yetişmiyor lavaboya." diyor. "Banyoya git." Diyorum. Eve ihtiyar annen, baban geliyor abdest alamıyor. E mübarek adam, e sen İslamcıydın, bilmem neydin değil mi? Sen dünyayı dönüştürecektin, Türkiye'yi dönüştürecektin… Sen evine müstakil bir şadırvan yapmayı düşünmedin mi? Öyle değil mi? 500 Bin liraya, 1 milyon liraya evler yaptın, evinin bir kenarına bir şadırvan yapmadın. Yönü kıbleye bakan evin bir bölgesinde belki en merkezi yerinde bir küçük şadırvan yapmadın? Kıbleye doğru mekan olsa, böyle güzel bir ıslak zemin yapsan oraya adam küçük, minik bir şadırvan olsa… Öyle değil mi? Çocuk da abdest alsa, ihtiyar da, sen de güzelce duanı ede ede abdest alsan... Bu niye olmadı Konya'da? Çünkü insanlar Müslüman bir dünya kurmayı asla istemediler. Dava sahte dava sahibi olduğunu söyleyenler sahtekârdı. Bunun başka hiçbir izahı yoktur. Eğer bir “Müslüman dünya” kurmak ümidi olsaydı bu insanlar evlerinde önce abdeste bir mekan açarlardı.
Mekke ve Medine'ye gittim. Orada da aynı şekilde lavaboya musluk yapmış ayağınızı yıkamanız mümkün değil. Yani sadece elin girecek. Oraya gidenin hepsi huccac. Oraya gavur gelmiyor zaten, hepsi namaz kılmaya gelen adamlar. Buraya niye sen ayak girecek şekilde abdesthane yapmıyorsun? Çünkü gavur hakimiyetinde, çünkü İngiliz hakimiyetinde, Amerikan hakimiyetinde bir yer, öyle değil mi? Tekrar fethedilmesi lazım. Müslümana yer yok Mekke'de, Medine'de… Konya'da da yok Müslüman'a yer. Evlerimiz buna müsait değil zaten, Müslüman olmaya.
Şimdi gelelim MHP meselesine. Eğer Türkiye’de sahici bir Türk milliyetçiliği doğmuş olsaydı önce Konya'da yer tutması gerekirdi. Sen diyebilirsin ki "Bak sen İstiklâl Marşı Derneği'sin, bak sen de tutmadın; ya be adam" Ama biz tamamen işlerin bitirildiği bir zamanda çıktık farkındaysanız. Yani insanların artık hiçbir şeye ümidinin kalmadığı, bütün ümitlerin istismar edildiği, sömürüldüğü, artık “Dava mı? Biz o işlere tokuz ağabey!” denildiği bir zamanda geldik. Bizim geldiğimiz böyle bir zaman. Hakikaten şu İstiklâl Marşı Derneği'nin söylemiş olduğu şeylerin bundan 30 sene , 40 sene önce söylenmiş olsaydı ben çok başka bir Türkiye olacağı düşüncesineyim. Yani kesinlikle geri dönülemez kazançlar temin edecektik, asla bu pespaye durumda olmayacaktık. Eğer MHP dediğimiz partinin temsil ettiği Ülkücü, Turancı diyeceğimiz milliyetçilik hakikaten sahici bir şey olsa Konya'da da taraftar bulurdu. Marjinal düzeyde kaldı hep. %10'u geçemedi yani Konya milletvekili MHP'den en fazla 1-2 tane çıkar. Niye? Çünkü bu milliyetçilik İslam'a mesafeli bir milliyetçilik olarak doğdu ve o yüzden Konya da buna mesafe koydu. "Bozkurt, kurt, Ergenekon vesaire… Kusura bakma, o işlere gelemeyiz" dediler.
Şimdi en son, Konya'nın şöyle bir özelliği var: Homojen bir yapısı var. Homojen, Sünni, Hanefi... Hani bizim Türklük tanımımız var: “Türklük; Sünnilik ve bilhassa Hanefiliktir” diye. Yani bu ölçülere uyan bir yapısı var Konya'nın. Çok homojen bir yapısı var, etnik olarak da.
Etnik yapı ne derece? Tartışılır… Ama kendilerini başka ayrı bir dünyaya ait hissetmeyen insanlarla doludur Konya. Yani Konya'da Konyalı biri "Ben Türk değilim, ben şuyum." demez. Ana gövdeye ait ve mensup hisseder kendini. O yüzden Konyalıların Konya dışında mikro milliyetçilik yapmaları çok zordur. Askerliğimizi yaparken de Konyalılardan hiçbir şey fayda görmedim. Ama mesela Konyalıların dışında ki başka memleketli insanlarda çok gördüğüm bir şeydir bu. Niye Konyalılar böyle bir şey yapıyor? Bunun üzerine de biraz kafa yordum. Mesela İstanbul’da talebeyken de böyle oldu. Konyalılar Derneği İstanbul’da herhalde en zayıf çalışan vilayet derneğidir? Şundan; Konyalılar kendisini ana gövdeye mensup hissediyor. Kendini ayrı bir yerde görmediği için de ana gövdeden ayrı bir dayanışma ortamı kuralım istemiyor. Hani “Orada Türkler var. Ana gövde var. Biz de burada kendi dayanışma ortamımızı kurmamız lazım…” Böyle bir fikir doğmuyor. Bu durumu Konyalılar kendi aralarında menfi bir durum olarak düşünürler. Ama bence bu bir haslet. “Bize her yer Konya” değil. “Bize her yer Trabzon” diyorlar ya.
Mesela en son hükümet Türkiye Kamu Entegre Veri Merkez Projesi diye bir şey başlatmış. Türkiye Kamu Entegre Veri Merkez Projesi Ankara’da kurulan bir kurum olacak ve bütün veriler devletin bütün verileri dijital veriler bilgisayarlarda ki bütün Türkiye vatandaşlarının kullanmış olduğu bütün veriler vesaire bunların hepsi bir yerde merkezde depolanacak. Peki bu depo elden giderse, yok edilirse ne olacak? Sorusuna buna bir yedek yapalım diyorlar. Yedeği nerede yapıyorlar? Konya’da… Çünkü en emniyetli yer. Devlet aklı dediğimiz şeyin her ne kadar Konya’yı şekilden şekile sokmaya çalışsa da en güvendiği yer Konya. Kozağaç’da bu proje başlamış. Felaket kurtarma merkezi, siber güvenlik açısından kritik rol oynayacakmış… İttihat ve Terakki de mesela İstanbul İngilizler tarafından işgal edildiği zaman kutsal emanetleri Konya’ya getirmeyi düşünmüş.
Konya bu noktalardan da hakikaten İslamî, dini bir davanın doğabileceği, neşet edebileceği, bir mekan tutabileceği bir saha. Tabi bu homojenliği bozmak üzere Dünya Sistemi de boş durmadı biliyorsunuz. Konya’da en son geçen sene mi, evvel ki sene mi, 50.000 Suriyeli var deniyordu. Şimdi kaç bin oldu bilmiyoruz. Suriyeliler meselesiyle Konya’da -İslamî hassasiyetleri olduğu için- insanların o kadar çok suiistimal ediliyor ki… İslamî hassasiyet dehşet derecede Konya’da suiistimal edilmektedir. Bunların en bariz örneklerinden biri de Suriyelilere karşı bizim kabul edici bir tavır içinde olmamız. Bence rahatsız edici bir durum bu. Konya’da bunlara “muhacir” diyorlar. Biz biraz önce Şems Camiinde öğle namazını kıldık. Şimdi Şems Camii civarı Konyalılar biliyor ki Suriyelilerin çoğunun ikamet etmekte olduğu bir yer. Şems Camiinde mesela bugün öğle namazına gidin bakın kaç tane Suriyeli var? Bir iki anca bulursunuz. Yani o mahalde belki en az on Suriyeli ikamet ediyor. Nerede bu muhacirler? Beynamaz muhacir bunlar… Yani yerseniz.
Dünya sistemi Suriye’de birilerini temizliyor. Birilerine bazı bölgelerde bazı gavurlara yer açmak için birilerini buraya gönderiyor. Biz de buna çanak tutuyoruz. Yani şöyle demiş oluyoruz: “Tamam abi, gönderirsin onları, alırsın orayı. İstersen Yahudilere ver, istersen Avrupa’dan gelecek olan Hristiyanlara ver, PYD’ye ver… İstediğin gavura ver. Oralarda ikamet edip de istemediğin unsurlar var ise biz alırız…” Abuk sabuk bir şey yani…
Konya’nın özellikle bu homojen yapısı bozulsun, hani burada bir Türk ili doğabilir, burada bu homojen yapı sebebiyle birbirini anlayabilecek, İslamî hassasiyetinden dolayı kolayca birbirine kaynaşabilecek bir cemaat, bir cemiyet teşekkül ettirebilecek topluluğu nasıl bozabilirim nasıl abur cubur edebilirim… Dünya Sistemi bir şeyler düşünüyor ve buraya birilerini gönderiyor biz de -bütün sivil toplum kuruluşu denen devletin yan kuruluşu örgütler- bunlara “muhacir” diyoruz. Garip. Bir kişinin muhacir olarak adlandırılabilmesi için rahattan zahmete doğru bir yürüyüş yapması gerekir. Hicret rahattan, -rahatı terk ederek- zahmete doğru gidilen bir yoldur. Çünkü hicret demek İslam ordusuna dahil olmak demektir. Medine’ye niye hicret ettiler. Rahata kaçmak için mi? Resullullah’ın 50 küsür tane seriyyesi var, 50 küsür seriyye… Yani Medine dönemi 10 sene. 10 seneye 50 küsür seriyye sığıyor. (Büyük gazalar hariç). Yani sürekli bir harp durumu var. Medine’ye gittin mi, tamam kılıcını elden düşürmeyeceksin. Sürekli dere tepe aç bîlaç cihat edeceksin. Buna derler hicret diye. Budur muhacir. “Abi harp çıkmış daha konforlu bir yere biz kapağı atalım.” Bu hicret değil kardeşim, hicret bir ibadettir bir gaza… Cihad için yapılan şeydir.
Konya’da mesela Nakşiliğin çok ağır bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz ki bunlar da enteresan şeyler Konya’yı anlamakta bize yardımcı olacak şeyler. Mevlana burada metfun olmasına rağmen Nakşilik çok yaygındır Konya’da. Bunun sebebi de kanaatimce ehli sünnet hassasiyeti sebebiyle olsa gerek. Mevlevilik Mevlana’yla başlayan bir şey ve biraz son zamanlarda özellikle deforme edilmiş bir şey. Bu sebeble İslamî hassasiyetinden ehli sünnet kaygısından olsa gerek Nakşilik Konya’da büyük bir toplumsal alanı vardır.
Diğer bir husus iyi hatırlıyorum 94-95’lerde falan çıktı bu laf “Konya: Medeniyetlerin kavşak noktası.” Yani Bu lafı o kadar çok sevdi ki Konya’da matbuat alemi. Medeniyetlerin kavşak noktası deyince yani anlayın yani… Burası yol geçen hanı medeniyetlerin kavşağı. Yani darül İslamdan, “dâr-ül emân” dan nereye geliyorsun? Ve bu medeniyetlerin kavşak noktası lafı Konya Belediyesinin mecmualarında parlatılan bir şeydi ilk önce. Bu demek ki biz Konyalı olmaktan o kadar çok utanıyoruz ki, medeniyetlerin kavşak noktası olunca “biz o kadar da geri değilmişiz, bak medeniyetler burada varmış… Yani bizde de varmış karışıklık demeye mi getiriyoruz?
Allah izin verirse biz bunu değiştireceğiz yani Konya’yı medeniyetlerin kavşak noktası olmak, dünyanın “marka şehri” olmak inancından biiznillah çıkartacağız. Konya’nın mahvedilmesi, imha edilmesi işi de işte bu kentsel dönüşüm rezaleti ile yapıyorlar. Eski Konya ile alakalı kitaplarda öyle güzel şeylerden bahsediliyor ki… Meram’la ilgili mesela bir iki şey alayım buradan, nakledeyim size: “Konya Batısı sonundaki iki çatal dağların doğu eteğine yakın düz yerde akarsulu, bağlı ve bahçeli bir şehirdir. Mamur Surları vardır. Cenup tarafından ol dağların eteğinde meram nam bahçeleri ve mesiresi olup dağdan şehre ve Meram’a, nehirlere akar. Mezraları ve şehir bostanlarını suladıktan sonra şehrin ova tarafına bu suların ayağı inip bir göl olur, bu göl dağları ihata eder…” Evliya Çelebi anlatıyor: “Mescitleri çoktur, medreselerinin en meşhuru Nalıncı medresesidir. Çeşmeleri de çoktur, menbaları hem Meram bağlarında olup üç yüzü geçen sebilleri, 11 darüzziyafesi, 340 kadar bağlı-bahçeli, sulu-sulaklı sarayları vardır… Buda serhattinde Peçoy, Sern şehrinin arkasındaki baruthane mesiresi, Kırımdaki suvak bağı, İstanbul’un 170 ten fazla bahçe ve gülistanları, Malatya’nın İspozisi, Tebriz’in Şahı Civan bağı, Konya’nın Meram mesiresinin yanında bir çimenlik bile olamazlar… 9000 kadar bağ ve bahçesi vardır, bir diyar garibi kimse bu bağların içine girse kaybolur gider. Güzel sesli kuşların ötüşleri insana taze hayat verir. Konyalılar ehil ve iyalleriyle 8 ay Meram’da oturup zevk ü sefa ederek felekten kam alır, nice bir bağban evleri ve camii, mescit, musalla ve hanları hamam çarşı ve pazar yerleri vardır. Ahalinin Konya’ya hiç de ihtiyaçları yoktur…” Ne demek istiyorum. Kentsel dönüşümle “Konya’yı modern bir hale getiriyoruz, kalkındırıyoruz” gibi laflarla böyle rezil kepaze ifadelerle Konya’yı yok ediyorlar. Konya’nın kendine mahsus o mahalleleri, kendine mahsus sokakları, evleri, işleyişi yok ediliyor. İmha ediliyor.
Eğer Türkiye’de millî ve İslamî bir siyaset fikri etkili olmuş olsaydı ve bu Konya’da da yer bulmuş olsaydı mutlaka bu siyasi fikriyat; “Bizim mahallemiz nasıl olmalı? Bizim sokağımız nasıl olmalı? Bizim evimiz nasıl olmalı? Bizim şehrimiz nasıl olmalı?” demesi gerekmiyor muydu? Doğmadığı için bunlar cevaplanmadı. Ve bugün biz ne idüğü belirsiz bir şehirde, ne idüğü belirsiz sitelerde apartmanlarda yaşamaya mahkûm edildik. Buralarda Müslüman nasıl yaşasın. Buralarda affedersin hayvan zor yaşar.
Konya’nın tamamına yakınında buna benzer bir hayat vardı. Nasıl bir hayat vardı? Müstakil evler vardı, müstakil evlerin bahçeleri vardı ve o bahçelerde insanlar kış boyunca yiyecekleri o sebzelerini, meyvelerini yetiştirirler kuruturlar hazırlarlardı. Az çok herkesin ziraatla bir irtibatı vardı. Bahçenin içinde ekmeklik denen, dam denen bir yer olurdu. Oraya kışın yenecek olanlar konurdu. Ekim, Kasım ayı geldi miydi aile reisi şimdiki gibi aidat, internet, taksit borcu vs. bunlar da yok… Herkes elini arkaya koyar 4-5 ay gezerdi. Asude ve nezih, dünyanın en yüksek hayatı değil miydi? Namaza gider gelir adam. Başka yaptığı hiçbir şey yok. Başka hiçbir şey yoktu. Yani eğer ufkumuzda salim temiz milli-İslamî bir gelecek varsa, Konya’nın geçmişindeki bu halinden de istifade edebiliriz. Ama ufkumuz gavurlar tarafından, -garbın afakı tarafından- sarılmışsa, “gavurlardan daha iyi mi yapacağız evleri, gavurlardan daha mı iyi şehir yapacağız, gavurlardan daha mı iyi imar edeceğiz?” diye düşünüyorsan geçmiş olsun. Senin işin bitmiş.
Yani biz Hanyalı Konya vasıtasıyla, neyi kaybettiğini hatırlatmaya çalışacağız. Temel askermiş bir güvenlik sırrını biliyormuş. Düşman esir almış. Bir yere hapsetmişler dövmüşler falan bir türlü parolayı söylemiyormuş. Bir de buna gizli kamera koyalım kendi kendine konuşur falan demişler. Temel kafayı duvara vuruyormuş ve “Hatırla oni!” diyormuş... Hatırlayalım yani biz neyi kaybettik? Hatırlayayım yani 10-15 yaşındayken nasıl bir Türkiye’de, nasıl bir dünyada nasıl bir Konya’da yaşıyorduk, hatırlayalım. Kaybettiğimiz çok şeyler var, bunları hatırlamaya çalışacağız inşallah.
Yani biz bencil olmaya davet ediyoruz Konyalıları. Bencil olmaya davet ediyoruz, derken bunu kötü bir şey gibi algılayabilirsiniz. Kendisi için yaşamaya davet ediyoruz Konyalıları. Konya’yı kendisi olmaya çağırıyoruz. Kopenhag Kriterlerine göre bir gelecek tasavvur etme. Gavurların giydirdiği gömleğe özenme. “Kalkınma, ilerleme daha iyi olacağız modern olacağız…” Bunları gördüğün zaman anla yani, sen yok edileceksin demek istiyor adam sana. “Daha kalkınmış bir Konya yapacağız” diyorsa bir adam şunu demek istiyor: “Seni yok edeceğim, sen yok olacaksın…” Sana bunu diyor bunu anla yani. Biz bencil olmayı teklif ediyoruz. Yani Konyalı Konya için yaşasın, Konya’nın imkanları, Konya’nın ufku, Konya’nın geçmişi, Konya’nın geleceği… Konya kendi şahsiyetine, kendi varlığına kıskançlıkla sahip çıksın istiyoruz. İstiklâl Marşı Derneği bunu istiyor...
Türkiye’de Tanzimat fermanından önceki düzen nasıl bir düzendi: Millet-i hâkime vardı bir de milleti mahkûme vardı. Hep bunu tekrar ediyoruz. “Et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen.” Gayrimüslimler Müslümanların altındaydı, Tanzimat fermanından sonra devlet dedi ki gayrimüslimler ile Müslümanlar eşittir. Osmanlı -bugün öve öve öküz ettikleri Osmanlı- ‘gavurlarla Müslümanlar eşittir’ dedi. Biz cumhuriyeti kurarak, İstiklâl Harbi vererek tekrar burada Müslümanlar üstündür dedik, İstiklâl Harbi buna yaradı.
Türkiye’nin çevresinde olanları görüyoruz Ortadoğu’da onları görüyoruz. Bütün dünyada dönen dolapları görüyoruz. Eğer şayet “biz” dediğimiz şeyi “efradını cami, ağyarını mâni” bir tarife kavuşturamazsak yok olacağız arkadaşlar. İstiklâl Marşı Derneği on yıldır bir şey söylemeye çalışıyor. Muammer bey de biraz önce söyledi. Biz ilk önce ilk ve hepsinden evvel kimlik meselesi üzerinde durmaya çalışıyoruz niçin? Herkes bize diyor ki, “ne yapacağımızı söyleyin.” Ne yapacağımızdan daha öncelikli olan “kim” olduğumuz meselesidir. Kim olduğumuzu beyan etmeden kim olduğumuzu anlamadan kendimize gelmeden hiçbir şey yapamayız. Çünkü ne yapacağımız ne olduğumuz kim olduğumuzla öncelikle ortaya çıkacak bir şeydir. Biz Türkiye’de yaşayan kendine Müslümanım diyen Sünni’yim diyen ben gâvura boyun eğmem diyen, ortak bir tarihe mensubum diyen, aynı dili kullanan, kafire boyun eğmeyen Müslümanlar. Biz kendimize bir kimlik bulmak zorundayız. Türk olduğumuzu ikrar etmek zorundayız bu yüzden. Eğer bunu ikrar etmezsek gâvur bizi birbirimize kırdıracak. Bu şaka değil. Bugün sürekli her iş buna yönelik gidiyor her iş…
Bu 15 Temmuz’dan sonra ve Başkanlık Sistemi referandumundan sonra farkındaysanız Türkiye’yi ikili sisteme götürmeye çalışıyorlar. Birbiriyle düşman hasım iki cephe oluşturmaya çalışıyorlar. Bu cepheler sahte cepheler. Bu cephelere asla girmememiz gerekiyor. Bunların dışında kalabilmemiz gerekiyor. Bunlar için de bizim tekrar ediyoruz bu kimlik bunalımını aşmamız lazım. “Biz neyiz?” sorusunu “efradını cami, ağyarını mâni” bir tarife kavuşturmamız gerekiyor. Kendine gelmesi ve kendisi için kıskançlıkla kendi menfaatlerini öngörmesi, takip etmesi ve o gelecek için çalışması gerekiyor.
Tabii Konya her geçen gün kötüleşiyor felakete doğru gidiyor; bunu içinde yaşayanlar olarak hepimiz görüyoruz ama ümidimizi yitirmememiz gerekiyor. Yani ben hala ümit içindeyim, Konya’da bir maya tutabileceği ümidindeyim ve bu mayanın dalga dalga yayılacağı ümidindeyim. Bunun bir vakti, saati gelecek. Bu ümidi taşıyoruz. Bizi dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyoruz.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Birkaç laf söyleyip programı kapatacağız.
Aslında bütün dünyada insanlar farklı farklı tasnif edilebilir fakat siyaseten ikiye ayrılır insanlar. Bir: Dünyada bir sistem olup olmadığına “evet, var” diye cevap verenler. İki: “Hayır böyle bir şey yok; yağmur yağıyor böyle oluyor…” diyenler. Seçim diye bir şeyler oluyor; tamam, birilerini seçiyoruz, ediyoruz, yapıyoruz… onlar da bizi yönetiyor! Siyaseten bütün dünyada, sadece bu Türkiye’ye özgü değil, iki sınıf insan yaşar. Dünyada bir sistem olduğunu kabul edenler ve etmeyenler şeklinde. Bütün iş dünyada, dünyada bir sistem olduğunu kabul etmeyenler eliyle yürütülür. Dünyada bir sistem olduğunu bilenler, o sistemin aynı zamanda kirli bir sistem olduğunu, o sistemin sadece parayla döndüğünü de bilmiş olurlar. Ya bile isteğe o işin içine girerler, o pisliğin içine girerler yahut da bile isteye o pisliğin dışında kalırlar. Biraz önce Mustafa Deveci’nin bahsettiği 20 kaç sene Konya’da, siyasi İslam’ı savunanlar eliyle bir şeyler yapıldı. Konya’yı belediye bakımından düşündüğümüzde bile bu iş zannedildi gibi değildir. Nedir? Çöpleri toplanacak, yolları yapılacak, evlerine ruhsat verilecek falan filan. Sadece bu hususta bile düşündüğümüzde bu insanlar: “Dünyada bir sistem yoktur, bizi insanlar seçti, biz geldik ve bunları yapıyoruz” dedikleri bir şeyler kesinlikle yoktur. Dünyada bir sistem vardır ve Konya’da o binalara harcanacak parayı kim verdiyse işlerin hangi esaslara göre, nasıl yapılacağı emrini de onlar vermiştir. Bugün Konya ile İstanbul’da yapılan binaların da, ne bileyim İzmir’de yapılan evlerin de hangi şartlarda ne şekilde yapılacağını da Türkiye’yi esareti altına alan güç belirler. Konya’yla Kayseri’nin artık bir farkını hissedemezsiniz, göremezsiniz çünkü aynı yerden finanse edilir bu işler, aynı yerden projelendirilir, her şey proje dâhilindedir. Hatta şimdi proje üzerinden teşvikler verilir. Yani siz Dünya Bankası da olsa, Avrupa Birliği Fonları da olsa projenizi hazırlarsınız götürürsünüz ve o proje teşvik alır veya almaz. Yani her şey projeler üzerindendir. Dünyada bir sistem vardır. Biz böyle bir sistem olduğunu biliyoruz ve bu sistem tamamen parayla dönmektedir; tamamen para transferiyle bu sisteme çekidüzen verilmektedir. Bu sistem öyle veya böyle bu salondaki herkesi etkisi altına alan bir sistemdir. O sistem Hanya’yı Konya’dan ayıran sistemdir. Şimdilik bu kadar diyelim.
Konya, 17 Haziran 2017
Süleyman Çelebi’nin telif ettiği Mevlid’in Tevhid Bahrinde “Ey azizler, işte başlarız söze, Bir vasıyyet kılarız illâ size” beyti vardır. Müellif cemaate “azizler” diyerek hitap etmiştir.
Hicreti başlangıç kabul etmek dünyayı Müslim-gayrimüslim olarak ikiye ayırmak, takvim olarak İslam takvimini, saat olarak İslam saatini ve yazı olarak İslam yazısını benimsemek demektir.
İstiklâl Marşı Derneği yeni anayasa meselesinde ve tartışmalarında tab’an bir taraftır.
8. nüshamız İsmet Özel’in “Kaçmak İsterken Vuruldu” şiiriyle açılıyor. Devamında bir de şiirin lugatçesi var.
Ümmet-i Muhammed‘in oruç tutmak suretiyle yekvücut olarak küfre ve bütün kafirlere meydan okuduğu zamandır Ramazan ayı.
1443 İstiklâl Takvimi'nde derneğimizin şubesinin olduğu dört vilayetimizin (İstanbul, Ankara, Konya, Adana)...