Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı - İsmet Özel

"Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı" - İsmet Özel

Böyle bir toplantının yapılmaması gerekiyordu. İki sebepten ötürü: Birincisi; ben bu kelimenin (ideoloji) “ideoloji” olarak telaffuz edilmesini doğru bulmuyorum. Yani “biz Fransızca’dan aktardığımız bu telaffuz biçimini, bir telaffuz biçimini terk etmeliyiz” fikrine sahibim. Bu fikrin babası ben değilim.

Almanya’da tahsilini ikmal etmiş olan Takiyeddin Mengüşoğlu, (felsefi antropolog) tarafından yapılmış bir tekliftir bu. Bu zatın kitapları yıllarca teklif ettiği imlâ ile basıldı. Fakat sonra onun kitaplarını basan Remzi Kitabevi, nedense adam öldükten sonra yazılışları değiştirdi. Şimdi artık onun kitaplarında da böyle yazıyorlar: ideoloji. İdeoloji dememeliyiz. Ne demeliyiz? İdeologi.

Bu tercih Almancada böyle söylendiği için yapılmış bir tercih değil. Gerçi Almanlar biyoloji demezler; biyologi derler. Biz Türkler ise bu kabil ifadelerin aslına uygunluğunu dikkate almaksızın; işin başında, Avrupalılaşmamızın Fransızca yoluyla olması sebebiyle Fransızların telaffuzunu kendimize yapıştırmışız ve şimdi bu bize çok tabii, çok yerinde görünüyor. Türkiye’de birçok şey buna paralel bir şekilde yanlış yapılıyor. Bunların düzeltilmesi ve doğru yola sokulması için hiçbir gayret yok. Türkiye’de yanlışların müdafaasıyla tüketilen hayatlar var. Halbuki biz, eğer bu Avrupai ifadeleri kullanacaksak kendi anlayışımızın gereği olarak, kendimize mahsus bir dünyanın parçası olarak kullanmalıyız. Yani bu ideoloji kelimesi idea ve logos kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş ve logos kelimesi burada logi haline geliyor. Bu kelimenin aslı Yunanca. Biz yıllarca Yunan mitolojisindeki kahramanları da Fransızların söylediği gibi söyledik. Şimdi ne yapıyorlar? Bazıları doğrusunu söylüyor bazıları söylemiyor. Türkiye’de insanlar yıllar boyu Akhilleus’a Aşil dedi. Neden? Fransızlar Achille yazıp “Aşil” okudukları için. Topuğuyla meşhur adamın adı Aşil oldu. Buna benzer birçok tuhaflıklar ve acayiplikler var, bunların düzelmesi gerekiyor. Niçin gerekiyor? Eğer biz Türkiye’de muvakkaten yaşamıyorsak, Türkiye’ye Türkiye’de bir yükselme temin etmek istiyor isek. Ama bizim böyle bir niyetimiz var mı? Olması gerekiyor ama böyle bir şeyle uğraşan insanlar çok az. “Türkiye’nin bir geleceği olmasının vazgeçilmez bir düşünce olduğu ve bu gelecek için bir şeyleri göze almanın hayırlı bir şey olduğu” fikrinde olan insan sayısı Türkiye’de çok az. Bunların bir kısmı İstiklâl Marşı Derneği’nin üyesidir.

İstiklâl Marşı Derneği’nin (biraz önce dinlediğiniz panelde de söylendiği gibi) “son ocak” olduğuna dair bir fikir var. Bu fikri bazıları hafife alıyor olabilir. Yani birileri “pekâlâ biz şimdiye kadar bir takım badireleri nasıl atlattıysak, bundan sonra da zorlukları geride bırakır, zorlukları aşar, iyi, sevdiğimiz, beğendiğimiz bir hayata kavuşabiliriz” diye düşünebilir. Bu insanlar ne yazık ki uyuşturucu bağımlısı gibi aldıkları zehrin kendilerini huzura kavuşturduğu, kendilerini rahat ettirdiği fikrinde olan insanlardır. Bu toplantı yapılmamalıydı dedim. Yani en azından ilânımıza “Bir İdeologi Olarak İstiklâl Marşı” yazabilirdik. Ama bunu yapamıyoruz, böyle şeyleri yaygınlaştıramıyoruz. İnsanlar doğru olan konusunda iştiyaklı değiller. İnsanlar yanlış olanın hem daha lezzetli hem de daha keyif verici olduğu kanaatindeler. Tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi; bir uyuşturucu bağımlısı için o hayatın kötü bir tarafı yok. Hatta uyuşturucudan uzak olduğu zaman ızdırap veriyor. “İdeoloji” dememiz yanlış bir şeydir. Eğer mutlaka bu kelimeyi telaffuz edeceksek “ideologi” dememiz gerekir. Çünkü Fransızların telaffuzuna mahkûm olmamızın hiçbir gerekçesi, hiçbir açıklanabilir tarafı yok. Yani “ideologi, biyologi” dememiz lazım, tıpkı İngilizce telaffuz etmediğimiz gibi: “Idelogy”(Aydeoloci) demiyoruz. Neden Fransızlar gibi “ideoloji” diyoruz? İngilizler gibi “biology”(Bayoloci) demiyoruz ama Fransızlar gibi “biyoloji” diyoruz. Bunun bir açıklaması yok. Böyle şeyler de kimseyi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye’de tek katlı bir kültür var. O tek katlı kültürün büründüğü ifade: “büyüklerimiz ne derse o olur” şeklindedir. Tıpkı Zekeriya Beyaz’ın dediği gibi; “neyin İslâmi olup olmadığını generaller, devlet büyükleri bilir” diyor. Dolayısıyla “madem biyoloji denmiş hepimiz biyoloji diyeceğiz” yani. Hatırlarsınız Necip Fazıl’ın kitabının adı “İdeoloji Örgüsü” değil “İdeolocya Örgüsü.” O da demek ki; bu işin öyle tek katlı kültürle bir yere varamayacağını biliyor, ideoloji denilmemesi konusunda onun da bir fikri var. Biz işte böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bizler, bize giydirilmiş deli gömleğini çok seviyoruz, beğeniyoruz. Bunu birisi çıkarmak istediği zaman onunla savaşmayı gerekli sayıyoruz; savaşmak şöyle dursun, gerektiğinde onu öldürüyoruz.

Biz hepimiz şimdi, 1934 yılında çıkarılmış bir kanun sebebiyle soyadı taşıyoruz. Ve bu hiçbirimize yadırgatıcı gelmiyor. Hatta birçokları iyi olduğunu da düşünebilir. Soyadsız insan mı olurmuş? Peki, “bu insanlar 1934 yılına kadar ne yapıyorlardı?” hiç kimse bunu düşünmez. “Bu karışık toplulukta insanlar soyadından istifade ederek birbirlerini ayırdediyor” gibi bir mantık yürütebilirsiniz. Bu tamamen saçma bir şeydir. Bildiğiniz üzere soyadı karışıklığa karşıklık katmıştır. Diyelim ki adamın adı Mehmet, soyadı Yılmaz; aramadığın kadar Mehmet Yılmaz vardır, değil mi? Böyle şeye toplum hayatı denmez, bizim hiçbir işimize yaramıyor soyadı. Hiçbir işe yaramamakla kalmıyor; bizi küçültüyor. Bizi kendisiyle alaya alınabilir kimseler durumuna sokuyor. Bu hadise, işin aslından haberdar insanların “işte, ne olacak böyle kendi kendine soyadım var diye dolaşıyor” diyerek, bizi alaya alabileceği, bizi istiskal edebileceği, gerektiği zaman da yanından kovabileceği insanlar haline getiriyor. Soyadı bizi bu hale getirdi. Neden? Çünkü biz soyadı kanununu alırken Türk olduğumuzu inkâr ettik. Haydaa! Soyadı kanununu alırken biz millet olarak Türk olduğumuzu inkâr ettik. Neden? Çünkü Türk, Türkçe ile doğmuştur. Bu soyadı dediğimiz şey de bir unvandır. Değil mi? Türkçede unvanlar sonda mı gelir başta mı gelir? Mesela “Hüseyin Sümüklü” demezsiniz, “Sümüklü Hüseyin” dersiniz değil mi? Bir şey anlatılırken başka türlü olmaz. Yedisekiz Hasan Paşa, dersiniz değil mi? Demek ki Türkçe konuşan insanlar eğer mutlaka soyadı alacaklarsa bunu adlarının önünde kullanmak mecburiyetindedirler. Bunu Avrupa kıtası üzerinde, Avrupa kıtasından bağımsız bir dil gurubuna mensup olan Macarlar aynen böyle yapıyorlar. Macarlar Latince/Germanistik dillerden birine mensup olmadıkları için, kökleri Asya içlerine giden bir kavim oldukları için, Macar olduklarını inkâr etmedikleri ve Macar olmaktan memnuniyet duydukları için soyadlarını önce kullanıyorlar. Yani bugün gidin Macaristan’a kartvizitlerde görürsünüz. Ben orada yaşayan bir Türk’ün kartvizitini gördüm; mecburen “Macarlar öyle yapıyor” diye o da soyadını önce yazmış. Çünkü Macaristan’da başka türlü olmuyor. Yani bizim ideoloji dememiz komiktir. Biz ideoloji diyerek hafife alınmayı kabul ediyoruz. Buna benzer birçok şey var. Hayatımız birçok bakımdan kıskaca alınmış, hayatımız birçok bakımdan düşük hale getirilmiş. Fakat bu düşüklükten memnun olan birçok insan var. Tıpkı bir sokak kadınının sokak kadını olmakla iftihar etmesi gibi.

Şimdi böyle bir toplantıyı niye yaptık? Bu toplantıyı, insanların bir şeyleri anlamasını sağlayabilmeyi ümit ederek yaptık. Türkiye, Türklerin üstünlüğünün inkâr edilemeyeceği şartların alenen fark edildiği bir ülke haline gelmedikçe, içinde yaşanmaya değer bir ülke olamaz. Tekrar ediyorum: Türkiye, Türklerin üstünlüğünün inkâr edilemeyeceği şartların alenen fark edildiği bir ülke haline gelmedikçe, içinde yaşanmaya değer bir ülke olamaz. Bu toplantıyı yaptık, çünkü, biz Türkiye’nin içinde yaşanmaya değer bir ülke haline gelmesini istiyoruz. Bunun için İstiklâl Marşı Derneği var ve İstiklâl Marşı’nın bir ideoloji olarak ele alınabileceğini savunuyoruz. Bunun için de ideoloji meselesini size dayatmak gibi bir derdimiz yok. İşaret etmek istediğimiz Türkiye’de birçok yanlışın hayatımızı yönettiğidir. Bu yanlışlardan bir tanesi ideolojidir, ideoloji kelimesinin kendisidir. Türkiye’de birçok yanlış hayatımızı yönetmektedir. Kafanızda “Bizim hayatımızı hangi yanlışlar yönetiyor?” konusu dolayısıyla bir soru doğmasını istediğimiz için “İstiklâl Marşı’nın bir ideoloji olarak nasıl görülebileceği” konusuna temas edeceğiz. Panelistlerimiz gayet güzel açıklamalarda bulundular. Benim söyleyeceklerim onların söylediklerine ilave olacak. Bu toplantının olmaması gerektiğini söyledim sözlerime başlarken. Bunu birinci sebebinin burada ideologi yazılması gerektiğini belirterek ortaya çıkardım. İkinci sebebi de benim ideolojiler hakkında kınayıcı sözler etmemdir. Bunca senedir yazdıklarımda, ideolojilere dair müspet şeyler söylemediğim okuyanlar tatafından bilinir. Şimdi, madem ideoloji kötü bir şey neden bu “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı ” önümüze çıktı? İdeoloji kötülenirken adına ideoloji demediğin bir ideolojiyi savunmuş olursun. Benim geçmişimde siyasi tavır olarak bir komünistlik var bir Müslümanlık var. Bu ikisinde de ideoloji terk edilsin; yerine birinci aşamada bilimsel sosyalizm konsun, ikinci aşamada da ideoloji terk edilsin yerine ne konsun? İslam konsun, din değil. Demek ki ideoloji aleyhinde konuşmanın aslı da bir ideoloji. Onun için bu gün biz İstiklâl Marşı’nın ideoloji olarak anlaşılabileceği meselesini tartışacak mıyız, konuşacak mıyız, bir şey yapacağız.

Şimdi İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu zaman, (kurulduğu zaman bile değil) kurulacağı haberi yayıldığı zaman ilk tepki şöyle oldu (Hatta bu televizyon ekranlarından da ortaya salındı, İstiklâl Marşı Derneği’ni İsmet Özel kuracak ya): “Ama İstiklâl Marşı’nın içinde Türk ve İslam kelimeleri geçmiyor ki…” Yani bu adam hep bunlarla uğraşıyor ama İstiklâl Marşı’nın içinde ne Türk geçiyor ne İslam. Hatta Allah da geçmiyor. Hakk olarak görüyoruz. Evet neden İstiklâl Marşı’nın içinde Türk ve İslam kelimelerinin geçmediğini “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” anlaşıldığında anlayabiliriz. Yani İstiklal Marşı bir ideoloji olarak anlaşılırsa onun üstünde neden Türk ve İslam kelimelerinin geçmediğini anlayabiliriz. Dediğim gibi ideoloji bir şekilde şamar oğlanı halindedir. Fakat bu konuda yetkin açıklamalar yapan insanların hepsi; hiç kimsenin ideolojiden bağımsız ya da bağışık olarak düşünemeyeceği fikrine sahiptir. İnsan sadece hangi ideolojiye mensup olduğunu adlandırmamış olabilir. Ama mutlaka, insanın özellikleri ne olursa olsun toplum içinde tuttuğu yer ne olursa olsun, mutlaka bir ideoloji çerçevesinde dünyaya bakar. Neden böyle olur? Buna akıl erdirebilmemiz şarttır. Bu şartı yerine getirebilirsek, “Bir ideoloji olarak İstiklâl Marşı” ibaresi rahatsız olunmayacak bir şey. Eğer Türkiye’de kendisinin alaya alınmasından rahatsız olan insanların sayısı çok olsaydı bizim ne İstiklâl Marşı Derneği’ni kurmamıza gerek vardı, ne de “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” diye bir toplantı yapmamıza. Çünkü ben on beş yaşından itibaren “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” ile kayıtlı sayıyordum kendimi. Komünist dönemimde “nasıl olsa sağlam bir metin var” fikrini içimde taşıyordum. “İstiklâl Marşı var, nasıl olsa İstiklâl Marşı’na ters olan insanları gagalamak kolaydır” fikri içimdeydim. Müslüman olarak da bunu, zaten hiç dert etmeme gerek yoktu. Şunu biliyordum: Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde birçok din dersi öğretmeni İstiklâl Marşı’nı referans göstererek İslâm’ı savunabilmiştir. Din dersi öğretmeni, görevi; çocuklara dini konularda bir takım izahlarda bulunmak fakat bir takım baskılar sebebi ile doğrusunu söylemesi zorlaşıyor. Ama İstiklâl Marşı olduğu için o doğruyu ifade etmekten çekinmeyebiliyor. Dolayısıyla başından beri meseleyi zaten böyle, bir ideologi çerçevesinde, ele almamız gerekiyor.

İstiklâl Marşı doğuşunu zaten bir ideoloji olmaya borçludur. Yani bunu bir kere anlamamız lazım. Bu, bir tarihi hakikattir. 1921 yılında TBMM tarafından milli marş olarak kabul edilmiş bir metinden bahsediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz ilan edilmediği bir zamanda ortaya çıkmış olan bir metinden bahsediyoruz. İstiklâl Harbinin hangi gayeyle yapıldığından bahseden bir metinden bahsediyoruz. Onun için İstiklâl Marşı’nın kendisi, bizim Türkiye’yi kendi toprağı olarak bilen insanların senedi, elindeki senet İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı dolayısıyla Türkiye’nin başına gelecek belalar karşısında savaş verilir diyoruz. Çünkü İstiklâl Harbi onun gölgesinde oldu. Daha doğrusu onun gölgesinde daha kolay oldu. İstiklâl Marşı yazılmadan önce başlamıştı İstiklâl Harbi. Ama İstiklâl Harbi başarıya İstiklâl Marşı ile gitti. Bu yüzden Türkiye üzerinde özel operasyonlar gerçekleştirmek isteyen insanlar önce İstiklâl Marşı’nı donuklaştırmaya çalıştılar ve başardılar. İstiklâl Marşı donuklaşmamış olsaydı, İstiklâl Marşı cumhuriyetin ilanından itibaren parlayan bir metin olmuş olsaydı biz ülke olarak bugün buraya gelmeyecektik. Ama geldik, bir şeyleri anlamamız lazım, nereye geldiğimizi anlamamız lazım! Türk ve İslâm kelimelerinin geçmediği bir metne baş metin mevkiini ancak ideolojik bir çerçeve ile sağlayabiliriz. Bu tıpkı Türkiye’nin kalkınmasını istemek gibi bir şeydir. “Türkiye’nin kalkınması”, aleyhine tezler üretilebilecek bir fikirdir ve bugün Türkiye’de hâkim olan anlayış; Türkiye’nin kalkınmasını reddeden anlayıştır. Türkiye’nin kalkınmasından bahsediyorum. Yani Türkiye’de yaşayan insanların refah seviyesinin yükselmesinden değil. Bir ülkenin kalkınması o ülkede yaşayan insanların zengin olması demek değildir. Topraklarında petrol çıkan Arap şeyhlikleri kalkınmış ülkeler değillerdir, midirler? Değillerdir. Demek ki İstiklâl Marşı’nın bir ideoloji olarak kabulü Türkiye’nin kalkınmasını istemeye paralel bir görüştür. Ya da İstiklâl Marşı’nın bir ideoloji olarak kabulü işçi sınıfından yana olmak gibi bir şeydir. Haydaa! Bu da nereden çıktı? İşçi sınıfından yana olmak acaba komünist olmak demek midir? 1848 yılında, evet, bu manaya geliyordu. Avrupa’da 1848 yılında işçi sınıfından yana olmak komünist olmak manasına geliyordu. Dünya, o zamandan itibaren, bir süreç yaşadı, bu süreç içinde (1848’den günümüze kadar geçen süre içinde) gördük ki; bir millet yoksa orada işçi sınıfı da yok, bu dikkaten kaçırılmıştır bir; ikincisi; eğer bir yerde işçi sınıfı teşekkül etmişse, o sınıf mutlaka “milletleşmeyi hak etmiş bir toplumun işçi sınıfıdır.” Anlatabiliyor muyum? Yani bir yerde “işçi sınıfı var” diyorsanız o ancak “bir milletin işçi sınıfı” olmuş oluyor. Yani Fransız işçilerinden bahsedebiliyoruz, İngiliz işçi sınıfından bahsediyoruz, Alman işçi sınıfından bahsediyoruz vesaire… “Ben işçi sınıfına mensubum ama hiçbir millete mensup değilim” diyebilmek ancak Dünya İhtilâli’nin gerçekleşmiş olması halinde anlamlı bir cümle sayılabilir. Eğer dünyada bütün ülkeler proletarya diktatörlüğü aşamasından geçmişlerse o zaman dersin ki: “Ben gördüğünüz gibi dünya vatandaşıyım” Ama aksi halde nerede bir millet varsa orada ancak işçi sınıfı vardır. Nerede bir işçi sınıfı varsa anlarsın ki orada bir millet doğmuştur. Milletin modern bir şey olduğunu, milletin prekapitalist bir özelliği olamayacağını bilmemiz gerekir. Kapitalizm öncesinde millet diye bir şeyden bahsetmemiz mümkün değil. Bunu dil yoluyla anlamamız mümkündür. Şimdi biz mesela, Türkçede bir takım beyanlarda bulunmak için millet-devlet diyemiyorlar, ulus-devlet diyorlar değil mi? Çünkü Türkiye’nin başından bir şeyler geçmediği takdirde bu ifade, açıklanabilir bir ifade olmuyor. Yani Türkiye bir şeyler yaşamış olduğu için ulus-devlet diyebiliyoruz. Ama hayır ben bu ulus kelimesini kullanmayacağım, millet-devlet diyeceğim derseniz size gülerler. Millet-devlet ne demek yani, değil mi? Gâvurca, İngilizce, İngiliz gâvurlarının dilinde “nation state” diye ifade edilen şeyi Türkçeye ancak ulus-devlet diye tercüme edebilirsiniz. Millet-devlet diye tercüme edemezsiniz, deneyin olmaz. Çünkü başka bir şeydir o.

Üstelik “Milli Devlet” demiyorlardır; “national state” değil o, “nation state”. Aynı şekilde millet haline gelme vakıasını Fransızlardan, Hollandalılardan, İngilizlerden daha geç yaşamış olan Almanlar da Fransızcadan aldıkları kelimeyi kullanmak zorundadırlar: Nation. Almancada milleti ifade etmek için yani kapitalizm sonrası bir teşkilatlanma biçimi olarak milleti ifade etmek için Almanca bir kelime yok. Onu Fransızcadan dillerine sokmak zorundalar. Onlarda Fransızlar gibi nation diyorlar. Yani volk, değil.

Evet, ideolojiden bahseden herkes tarihin bir noktasında olduğunu beyan etmiş olur. Demek ki ideolojinin şöyle bir özelliği var: Bir kere bireyleri ya da fertleri aşan bir şey. Bir ideolojiden bahsediyorsanız mutlaka bir topluluğun ideolojisinden bahsediyorsunuz demektir. Şahsa mahsus ideoloji olmaz. Dolayısıyla bir topluluğun ideolojisi söz konusu ise o topluluk kendini tarihin bir yerinde görüyor demektir. Tarihi bir şekilde yorumlamıştı o yorumun içinde kendine tarihe ait, tarih çerçevesinde bir yer tayin etmiştir. Demek ki “bir ideoloji olarak İstiklâl Marşından” bahsettiğimiz zaman İstiklâl Marşının bizi tarihin neresine yerleştirdiğini bilmemiz söz konusu. İstiklâl Marşı bizi tarihin bir yerine yerleştiriyor mu? Yerleştiriyor, diyor ki: “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” İstiklâl Marşı bizi tarihin bir yerine yerleştiriyor. Yani Türkiye’de ki insanlar; “bu bizim milli marşımızdır” dedikleri zaman kendilerinin şehit oğlu olduklarını kabul etmiş olacaklar ve İstiklâl Marşı’nın ideolojik çerçevesi kendileri için yeterli olduğu için atalarını incitmemeye dikkat sarfedecekler. Bu böyle olmuş, dikkat sarf etmişler mi, bu bahs-i diğer. Dediğim gibi eğer cumhuriyet ilan edildikten hemen sonra İstiklâl Marşı donuklaştırılmamış ve giderek karartılmamış olsaydı biz bugün burada olmayacaktık. Çünkü biz şehit oğluyuz ve atamıza bunu yapmayız ve dahi yapmazdık şehit oğlu idiysek. Ama oldu.

Şimdi “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” bizim bütün menfi gelişmelere rağmen, olup bitmiş şeylerin üzerimizdeki bozucu etkilerine rağmen baştan başlamamızı mümkün kılabilecek bir hadise. Baştan eğer “bir ideoloji olarak İstiklâl Marşını” kavrayabilirsek Türkiye’nin menfaatine olan işler sebebiyle baştan başlayabiliriz. Yani “Türkiye’nin menfaatine ne yapılabilir?” meselesini sorduğun zaman; “İstiklâl Marşı’na bak, oradan öğrenebilirsin” diyebiliriz. Ama İstiklâl Marşı’nı; “işte o zaman, o sırada olmuş, durum sıkışıkmış, milleti üçkâğıda getirmek için o zaman bir şeyler söylemişler.” Ha! Doğru, zaten işin aslı odur. Yani İstiklâl Marşı’nın bizzat kendisi “milleti üçkâğıda getirmek için tekellüm edilmiş bir metin” ise şimdiye kadar olanların hepsi olması isabetli olan şeylerdi. Ama İstiklâl Marşı, şimdiye kadar olanların olmaması için söylenmiş bir şey mi acaba? Ve dediğim gibi biz bugün İstiklâl Marşından kalkarak kendimize bir program yapabilir, bir hat tespit edebilir, bir güzergâh seçebilir miyiz? Hiç şüphesiz ki evet! Hiç şüphesiz ki evet! Ama bunun neye mâlolacağı hesaba katılması lazım. Şimdi insanlar “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” görüşüyle hareket ediyorlarsa, “İstiklâl Marşı’ndan Türkiye’nin geleceği için bir sonuç çıkarma” fikrini de terk etmiş sayılırlar. İnsanlar “âlemle gelen düğün bayram” diyorlarsa tabi ki “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” hiç işlerine gelmez. Acaba İstiklâl Marşı dolayısıyla böyle çok tehlikeli, çok ağır bedelli bir program mı teklif edeceğim? Bu mühim bir şey.

Şimdi 1917 yılında Sovyetler Birliği kurulmaya başlandı (İhtilâl yeni çıkmıştı o zaman) 1924’e kadar savaş sürdü. Ama tabi 1924’e kadar birçok şey oldu. Sovyetler Birliği ihtilâlci fikirlerin tatbiki konusunda bu birkaç yılda hiç başarı elde edemedi. Yani bir şeyler yapmaları lazım, bir ülkeyi ortaya çıkarmaları, düze çıkarmaları lazım. Fakat ihtilâlci fikirler, yani Marksizm’i rehber edinerek ortaya dökülen görüşler sosyal hayatın devamına da iktisadi düzenin devamına da imkân vermiyor. Onun için NEP politikasına geçildi: Yeni ekonomik politik. Bu bir takım gerçekleri görmeyi falan filan zaruri kılan bir durumdu… Mesela bu birkaç yıl içinde ciddi bir gayrı meşru çocuk meselesi çıkmıştı. Doğurdukları çocukları “Ne yapalım devlet baksın” deyip ortada bırakıyorlardı. O sebeple bu yeni politika içinde konuyu “insanlar evlendiklerini devlete bildirmek zorundadırlar” gibi bir lafa getirdiler. Daha önce “sen ne karışıyorsun, ne yaparsam yaparım” diyorlardı. NEP’ten sonra işleri biraz daha komünist olmayan bir şekilde yürütmek mecburiyetinde kaldılar. Bu arada Merkez Komitesi’ne Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin daha neler yapacaklarına dair mufassal bir açıklama yaptı. İşte şunu şöyle yapacağız bunu da, bunları da yapacağız falan filan. Bu açıklamalar merkez komitesindeki herkesin gözünü korkuttu. Çünkü o kadar zor bir işti ki bu yapmaları gereken şeyler, altından kalkılabilecek gibi görülmüyordu. İnsanların suratı değişti. Bunun üzerine Lenin kürsüden şöyle dedi: “Hepinizin tedirgin olduğunu, korktuğunu biliyorum. Korkmayın!” Telâffuz tıpkı “Korkma sönmez”deki gibi görünüyor ama; değil işte! Aradaki farkı anlamanız lazım. İşte aradaki farkı anlamak lazım. Dedi ki: “Korkmayın! Her sıkıştığımız yerde büyük sermaye ipin ucunu bize uzatacak.” Anladınız mı? Türkiye’de işlerin nasıl döndüğünü buradan da anlayabilirsiniz. Bugün Sovyetler Birliği diye bir ülke yok. Türkiye’nin olmaması için de birçok şey devrede ve süratle yürüyor. Ama ben her zaman son bir yıl içinde yaptığım konuşmalarda belirtiyorum; Tito’nun ölümü Yugoslavya’nın dağılması için yeter sebepti. Ama 1938 yılında Mustafa Kemal’in ölümü Türkiye’nin bir yok olma tehlikesine maruz kalması anlamına gelmedi.

Bizim millet hayatımız açısından bu çok önemlidir. Kaldı ki; siz Tito döneminde Yugoslavya’nın Yugoslavya olarak kalması için yapılan şeyleri bilseniz … Ben bir tanesini söyleyeyim: İlkokul eğitimi sekiz yıldı orada da. İlköğretimden sonra bilhassa başarılı çocukları, bütün ülkeyi gezdiren seyahatlere sokarlardı ki onlara; “bu memleket sizin, bilin bakın buraların hepsi sizin” diye göstermek için. Yani bunu bilerek, memleketlerinin bir gün böyle bir ortadan kalkma riski taşıdığını bildikleri için bunu yapıyorlardı. Buna rağmen hiçbir şey fayda vermedi. Şimdi bizim, Türkiye’de işleri çok kısa zamanda hiç zorluk çekmeden düzene sokabilmemiz milli mutabakatı sağlamamızla mümkündür. Yani insanlar yaptıkları her şeyde “bu Türkiye için” diyebiliyorlarsa, Türkiye’nin dünyada herkesin “vay canına” diyebileceği bir ülke olmasına mani olacak hiçbir şey yok. Ama kulağına küpe takan genç, burnuna hızma takan genç “bu Türkiye için” diyebiliyorsa o zaman biz zaten kefeni yırttık demektir. Anlatabiliyor muyum? Aynı şey başını örten kızlar içinde söz konusu. Eğer o başını örten kızlar; “ben Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da, Arjantin’de daha rahat ediyorum, oralarda örtünmeme karışmıyorlar” diyorsa onun yaptığı iş Türkiye için değil demektir. Yani bu böyle bir şey, bunu anlamak çok zor bir şey değil. Ve Türkiye’de böyle şeyleri anlayacak insanların sayısı da azdır. Ama Türkiye’de ne yazık ki bir olay yaşandı, dediğim gibi bir bağımlılık doğdu. İnsanlar narkoz halinde oldukları için ve o kullandıkları maddeyi de çok sevdikleri, çok beğendikleri için bir türlü ulaşılamıyor. Yani insanlar arasında bir iletişim alanı temin etmek zor. Ama neyin ne olduğunu anlamak için ne dedik; “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı”nı anlayabilmemiz, tarihdeki yerimiz konusunda bir tespitte bulunmamızı gerektiriyor. Şimdi birileri kalkıp derse ki; “Ümmetten milli devlete” o zaman tarihteki yerini sana birinin kakaladığı gibi anlıyorsun demektir. Anlatabiliyor muyum? Ya da birileri kalkıp “kuruluş bilmem ne cart curt” böyle bir şeyler diyorlar değil mi? Bunlar tarih konusunda bir yerde olduklarını düşünüyorlar. O yer kendi seçtikleri bir yer değil. Türkiye düşmanlarının onlara tahsis ettiği yer.

Ben yıllar önce Ankara’da “Allah Türkleri Diğer Milletlerden Üstün Yarattı” konuşmasını yaparken belirtmiştim: Şu cümle veya ibare yanlışın kendisidir: “Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik cumhuriyet.” Bu cümlenin veya ibarenin hiçbir kısmı doğru değil. Cumhuriyet kurulmamıştır, ilân edilmiştir. Türk tarihinde hiçbir cumhuriyetçi akım yoktur. Yani hani olur da, bir yerler, bir şeyler… Bir siyasi gelişme olur, o sonunda zafer kazanır. Böyle bir şey yok. Türkiye’de cumhuriyet kurulmamıştır, ilân edilmiştir. İkincisi, laiklik 1937 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okunun biri olarak anayasaya girmiştir. Yani Türkiye’de laikliğin siyasi ağırlığı devletçilik, halkçılık, milliyetçilik, cumhuriyetçilik kadardır. Üçüncüsü, 1921 yılında Mustafa Kemal meclis kürsüsünden kendi ağzından ifade ediyor ki; “Biz sosyalist değiliz, biz demokrat değiliz, biz bize benzeriz.” O da bariz bir şey yani. Onun için böyle ideolojik safsatalar birilerinin hayatlarını tanzim ediyor. Ama hayatlarını tanzim etmesi çok önemli değil. Önemli olan insanların karınlarının nasıl doyduğu ve can emniyetlerinin nasıl sağlandığıdır. Bu bizim cumhuriyet öncesinde yaşadığımız topraklarda çekilen acılarla çok alakalı bir şeydir. Yani biz Türkiye’de birçok şeyi görmezlikten geldik. Çünkü İstiklâl Harbi öncesinde gerçekten Türk’ün tarihten silinmesi hadisesine birileri kavuşmuştu. Şimdi Gladstone’un ünlü sözünü bilirsiniz. Türklerin pılısını pırtısını toplayıp Balkanlardan çekilmesi konusunda. Yani “Pılılarını pırtılarını toplasınlar, çekilsinler” diyor Gladstone. O olay 1913 yılından sonra artık Anadolu toprağı için de geçerli olmaya başladı. Yani Gladstone’un sözü daha eski çağlar için söz konusuydu ama bizim 13. asırda vatanlaştırdığımız toprak 20. asrın başında vatanımız oldu tekrar. Can pazarında bu kıl payı elde ettiğimiz başarı çok büyük bir nimetti.Yani Türkiye var olmanın doğurduğu memnuniyet sebebiyle gerisine boş verdi. Yani bizler birer hiç, sıfır olacaktık! Ama İstiklâl Harbi verildi ve biz neysek, pek beğenilecek bir tarafımız olmayabilir ama nihayetinde vardık. Anlatabiliyor muyum? Bu ibretamiz vakıanın, bu zaferin hakkı, geçen seksen sene boyunca verilmedi, verilemedi. Daha doğrusu böyle bir şeyden korkuldu. Yani bugün bile birileri sanki matah iş yapabilirlermiş gibi söylüyorlar, “Bizi Avrupa Birliği’ne almazsanız başımızın çaresine bakarız!” gibi bir tehdit var değil mi? Bunu da Avrupalılar gayet iyi bildikleri için “Almayacağız ama ‘almayacağız’ demeyeceğiz” diyorlar değil mi? Dolayısıyla Türkiye bütün bu seksen yılını idareten yaşamakla geçirdi. Onun için kimse “Ne yapıyoruz biz, böyle olup da ne olacak?”demedi. Ferdî olarak insanlar ülkelerinin geleceği konusunda sadece bigâne olmadılar. Ülkelerinin geleceklerini tehlikeye atacak işleri yapmaktan hiç çekinmediler. Yani bugün Türkiye’de kimler yaşıyor diye sorduğun zaman “Türkiye dışında dikiş tutturamamışlar” diye cevap verilebilir. Böyle bir topluluk tabii ki “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” ile doğru irtibatı kuramayacaklardır.

Şimdi “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı”ndan söz edebilmemiz için tarihin bir yerinde olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Tarihin neresindeyiz? Tarih ne menem bir şey? Bu tarih konusundaki bilgilerimizi kimden ediniyoruz? Bize kimin “tarihtir” dediği şeyler tarih görünüyor? Bu konuda bir sarahat var mı? Bu çok önemli bir şey! Çünkü Türkiye bu geçen, cumhuriyetin ilanından itibaren geçen süre içinde dünya çapında saygınlığı olan, daha doğrusu bir etkinlik ispat edebilmiş Türkolog yetiştiremedi. Bu çok önemli bir şey. Yani eğer bizim dilimiz Türkçe’yse herhalde dünyadaki dikkate değer Türkologlar Türkiye’de olması lazım değil mi? Yani bunların Türk olmaları lazım. Değil. Demek ki buradan bir, tarih konusunda bir şey anlayabiliriz. Tarih de bize başka milletlerin kendi varlıklarını tescil etmek üzere kodlaştırdıkları şeyler olarak öğretiliyor. Onun için doğruyu yakalamamız çok zor. Doğruyu yakalayabilmemiz, doğru iş yapmaya niyet etmemizle ancak mümkün olabilir. Yani niyetlerimiz arasında sadece doğru işler yapmak varsa, bu da kâfi değil. Doğru dediğimiz ne ise ondan başka hiçbir niyetimiz olmaması lazım. Anlatabiliyor muyum? O zaman tarihteki yerimiz konusunda bir fikre sahip olabiliriz. Şimdi Türkiye’de ilân edilen cumhuriyetin bu geçen süre boyunca bir millî pazar oluşturamamış olması hadiseyi anlamamızda ciddi bir tutamak noktasıdır. Bu istendi de yapılamadı mı? Akla mı gelmedi? Ne olduğunu bir düşünmemiz lazım. Yani Türkiye’nin neden bir millî pazarı yok? Ve bundan sonra olabilir mi? Bu meseleleri niçin söylüyorum? Dünyada bir sistem var. Adına işte dünya sistemi diyorlar. Bu dünya sisteminin gelişimine ilişkin birçok şey yazıldı ama herkesin çok kolaylıkla anlayıp benimseyebileceği bir eğilim var, bir trend var. Deniyor ki, -buna isterseniz tarihsel kapitalizm deyin, isterseniz dünya sistemi deyin- bu vakıa, yani bugün dünyada globalizm hadisesini bir aşama olarak ilân etmiş olan bu yapı 14. asırda İtalyan site devletlerinde temellerini attı. Bunun böyle olduğunu kime, hangi kitaba müracaat ederseniz herkes kabul edecektir. Bu anlaşılmaz bir şey değil. Ama size anlatmadıkları şey şudur: Dünyada kapitalistik gelişme 1453 yılında Türklerin kendilerine mahsus bir yaşama alanı temin etmelerine karşı onu aşabilmek, onu etkisiz bırakabilmek için doğmuş bir şeydir. Bu söylediklerimin kanıtı da şöyle nakledilebilinir. Kapitalizm merkezini, metropolünü İtalyan şehirlerinden Hollanda’ya, oradan Londra’ya taşıdıktan sonra bile Türk topraklarının müstemlekeleştirilmesi mümkün olmamıştır. Anlıyor musunuz? Yani dünya sistemi Türk topraklarının en son nüfuz edilebilecek yer olarak ilân edilmesiyle gelişmiş olan bir sistemdir. Çünkü Türk toprakları onların yaşama alanını hem maddeten ve hem de mânâ itibariyle tamamen ortadan kaldırmıştı. Onlar kendilerine bir yaşama alanı temin edebilmek için kapitalist üretim tarzının etkinliğine ve onun meyve vermesine muhtaç idiler. Yani kapitalizmin neden doğduğu sorusuna Karl Marx’ın, Max Weber’in verdiği izahların hepsi hadisenin görülmesini imkânsız hale getiren izahlardır. Kapitalizm Haçlı Seferleri’nin başarısızlığı üzerine yükselmiş bir mekanizmadır. Yani Avrupalıların Avrupa’da tıkılmaları sebebiyle doğmuş olan bir şeydir. “Efendim, emeğin sömürülmesi, Protestan ahlâkı… ” Bunların hiç mi etkisi olmamış? Böyle bir şeyi kim diyebilir? Elbette, mekanizma bunlarla yürüdü. Ama tarih şekillendiren asıl iş Türk – Gâvur ayrımıdır. Bütün mesele bundan ibarettir. Türk bir yerde, gâvur bir yerde. Bu bizim açımızdan, “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” açısından şöyle önemli. 1453 senesi Türk dünyasının dünyada itibar bakımından en parlak alan olmasını temin etmekle kalmadı. Aynı zamanda Hıristiyanlığın anti Türk olup olmamakla da anlaşılabileceği meselesine inkılab etti. Yani bir şekilde doğu Hıristiyanlığı Türk dünyasının himayesindeydi. Buna mukabil, Vatikan merkezli ya da Roma merkezli Hıristiyanlık anti Türk sahanın elde tutulabilmesini sağlayan ideoloji idi. Ama hadise 1571 yılında Türklerin mağlup edilebilirliği noktasına varınca Türklerin himayesindeki Hıristiyan unsurlar, anasır kendilerine Batı’dan yeni patronlar temin ettiler. Dolayısıyla mesele yeni bir şekle büründü. Size bunu modernlik diye yutturdular. Her şeye tek tek bakmak lazım. Ama tarih içinde yerini bilmen açısından söylüyorum bunu. Şimdi Türk’ün tarihteki tayin edici vasfı hakkında hiçbir şey söylenmiyor. İnsanlar salakça şeyler konuşuyorlar. “1 Mayıs yapılsın mı, yapılmasın mı?” falan filan. Ama bu o aptal aptal şeyler içinde -ben de dinliyorum- ama o aptal aptal konuşulan şeyler içinde mühim bir şey öğrendim. Türkiye topraklarında 1 Mayıs ilk defa işgal İstanbul’unda kutlanmış. Yani Türkiye’de 1 Mayıs’ın kutlanmasını öne çıkaran bir insanın “Biz bak ne güzel vatan hainiyiz, ancak kâfirler memleketimizi işgal ettiği zaman kendi sesimizi duyurabiliyoruz” falan demiyorlar. Türkiye’de 1 Mayıs ilk defa İstanbul’un işgali sırasında kutlanabilmiş. Yani bunu insanlar mesela hiç mesele etmiyorlar. Bu böyle bir şey. Yani Ermeni meselesini, Kürt meselesini, Rum meselesini, 6-7 Eylül olayları cartlar curtlar konuşurken bu konuşulan konunun Türk İstiklâli’yle irtibatını “Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı” bize gösterecektir. Yani “Bu topraklarda Türk olmadan da birinci sınıf vatandaş olarak yaşayabilirim ben” demek, bu toprakların kimin işine yaradığını veya yaraması gerektiğini söylemeye varır. Yani bir hak savunusunun dayandığı bir yer olması lazım. Ben İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olarak cumhuriyetin ilânından bugüne kadar ne karşılığında ne alındığı sorusunun sorulması ile bir hak iddia ediyorum. Yani ben neyi… “Neye dayanarak savunuyorsun?” diye birileri bana soracak olursa “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” mısraında “Bu teklif karşısında, bu açılım karşısında sizin işiniz ne oldu?” sorusunu sorma ihtiyacındayım ve bu vaade bel bağlamış bir insan olarak bir hakka istinat ettiğimi söylüyorum. Ben Allah’ın Türk Milleti’ne bir şey vaat ettiğini ve bu vaadi zikretmeyen insanların pozisyonlarının sorgulanması fikrine sahibim.

Şimdi yaşadığımız günleri bilmemiz için “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar!” meselesini iyi bilmemiz lazım. Yani İstiklâl Harbi’nin başarısızlığa uğramasını savunan Avrupalılar o günlerde şunu söylüyorlardı: “Medeniyet düşmanı Almanların emrinde olan Türkler!” Yani o öyle pırttadak çıkmış bir şey değil. Mehmet Akif’in kendisi medeniyet aleyhtarı bir insan değil. Ama bıçak kemiğe dayandı, onu söylemese bir şey yazamıyor. “Medeniyet düşmanı Almanların emrindeki Türkler! Onlara İstiklâl hakkı tanımayacağız!” Şimdi bu Birinci Dünya Savaşı sonunda söyleniyor. Şimdi “medeniyet” kelimesi dilimize, lisanımıza Ziya Gökalp tarafından civilisation kelimesinin tercümesi olarak sokulmuştur. Ziya Gökalp bu kelimeyi kullanmadan önce Türkçe’de medeniyet diye bir kelime yoktu. Civilisation Avrupa hayatı içinde Fransızların kendilerini öncü toplum olduklarını iddia etmek üzere benimsedikleri bir kelimeydi. Yani “En ‘civilisé’ millet biziz, dolayısıyla bütün Avrupa’nın öncülüğü bizim hakkımızdır.” Buna mukabil Almanlar da “‘Civilisation’ dejenere bir şeydir, biz ‘kultur’ sahibiyiz – yani Fransızca culture diye telaffuz edilen şey. Almanlar culture demiyorlardı kultur diyorlardı- Biz asıl kültürümüzle Avrupa’nın öncü halkıyız” diyorlardı. Bunlar Birinci Dünya Savaşı’nda kapıştılar. Tabii ki Birinci Dünya Savaşı’nda cepheler nasıl: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Rusya bir tarafta; Almanya İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir tarafta. Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ilâve olunmuştur. Yani savaş başladığında hemencecik bunlar aynı takımda değiller. Bu mesele İkinci Dünya Savaşı’nda daha kesinleşti, daha keskinleşti. Medeniyet – kültür meselesi arasındaki zıtlaşma İkinci Dünya Savaşı’nda daha kalın çizgiler sahibi oldu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki galiplerden birisi, İtalya, Almanların yanında yer aldı İkinci Dünya Savaşı’nda. Yani Birinci Dünya Savaşı’nda medeni dünyanın bir parçasıydı İtalya; İkinci Dünya Savaşı sırasında ise barbar dünyanın bir parçası oldu. Ve onların ölçülerine göre barbarlar ikinci defa, İkinci Dünya Savaşı’nda mağlup edildiler ve saire ve saire. Fakat bu İtalyan site devletlerinde başlayıp, Hollanda’dan geçip, Londra’da bir süre eğleşen dünya sistemi ve 1945’ten itibaren Atlantik ötesine merkezini taşıdı, Wall Street’e taşıdı. Bu sistem Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığı tahribat sebebiyle birtakım tedbirler aldı. Sovyet Devrimi’nde en büyük Amerikan sermayesinin katkısını çok merak edenler öğrenir. Biraz önce ben Lenin’in ağzından “ipin ucunu bize uzatacaktır” dediği şey, zaten o daha savaş bitmeden ayarlanmış bir alandı. Şimdi şunu bilelim, dünyada merkez-çevre, metropol-periferi ilişkisi ile işleyen bir sistem var. Bu sistem Türk hâkimiyetini devre dışı bırakmak, Türk hâkimiyetini etkisiz kılmak üzere doğmuş, sonunda öyle kendine göre başarılar elde etti ki; biz bu Türk hâkimiyeti meselesini hiç bilmiyor ve hesaba katmıyoruz. Zaten dediğim gibi kitapları onlar yazıyorlar, üniversiteleri onlar yönetiyorlar. Yani onların dediğinin dışında bir şey zaten bir şekilde çıkar, yani çok meraklı olan anlar birçok şeyi. Şimdi Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra İstiklâl Marşı yazıldı. Birinci Dünya Savaşı bitmeden Rusya’da yeni bir sistem kuruldu. Ama bu merkez-periferi ya da merkez-çevre, metropol periferi ilişkisini işleyen mekanizmada biliyorsunuz ki dinamizm talimatların metropolden periferiye, değerlerin, kıymetlerin, “value” olan kısmın periferiden metropole, ya da çevreden merkeze akması, taşınması suretiyle işleyen bir sistem bu. Fakat Birinci Dünya Savaşı içinde bu şeyde trafik tahrip oldu. Köprüler yıkıldı, bilmem ne, falan filan. Yani bu akım, yani sistem yukarıdan aşağı talimatları indiriyor ve aşağıdan yukarı kıymetleri taşıyordu. Ama Birinci Dünya Savaşı bu mekanizmayı yok etmedi ama tahrip etti. Yani işlemiyor. Onu tekrar işler hale getirmek için bazı alanların kendi yağıyla kavrulmasına yol açtılar, teşvik ettiler. Bu manada kendi yağıyla kavrulacak olan büyük parça dünyanın altıda biri olan Sovyet alanıydı. Hemen ikinci parça 1923’te cumhuriyetini ilân etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Yüzölçümü olarak da hesaba katılır bir alan: Fransa artı Tunus, yüzölçümü bakımından. Arkasından İtalyan Faşistleri 1928’de… -1917, 1923, 1928…- İtalyan faşistleri iktidara geldiler. 1933’te de Hitler iktidara geldi. Bunların hepsi dünya sisteminin merkez-periferi ilişkisinde daha sonra yutacağı alanlar olarak ayrılmış şeylerdi. Anlatabiliyor muyum? Fakat bu parçalardan bir tanesi vardı ki, Almanya; Türkiye’de diyorlar ya “onlar yiyeceğine ben yiyeyim!” İşte Almanya bunu söyledi. Bu sistemin, dünya sisteminin işleyişi benim lehime olacak. Yani Londra değil Berlin merkez olacak. Niye Londra oluyor? Anlatabiliyor muyum? Onun için Hitler Alman halkına bin yıllık hayat sahası vaat etti. Bu işte periferi… Bin yıllık hayat sahası: Tausendjähriges Lebensraum. Şimdi neden böyle oldu bu? Çünkü Alman sermayesi Birinci Dünya Savaşı patlayıncaya kadar İngiliz dominyonlarında faaliyet gösteriyordu. Onun için “dollar” sözü “thaler”den gelmektedir. Yani bakın Kanada Doları var, Avustralya Doları var, Yeni Zelanda Doları var, Amerikan Doları var, değil mi? Hatta Hong-Kong Doları var. Bütün bunlar İngiliz dominyonları. Buralarda Almanlar para kazanıyorlar ve bir ihtimal “dollar”ın başında “t” değil de “d” olmasının “drei thaler” olduğu yorumu da var. “Üç thaler” demek için “drei thaler” o “dollar” olmuş. Şimdi Alman sermayesi buralarda etkinlik gösteriyordu fakat savaş çıkınca mecburen kendi memleketine, ne yapalım, yarar hale gelmek zorunda kaldı. Tabii o arada sonra ne oldu ne bitti bilmiyoruz. Yani o para sahipleri ne yaptılar, ne ettiler? Mesela Wittgenstein’ın babası Birinci Dünya Savaşı patlayınca paraları Amerika’ya aktarıyor. Onun için savaşı Amerika kazandığı zaman Wittgenstein’ın babası servetini katlıyor. Onun için kimin ne yaptığını falan filan bilmiyoruz. Ama bu dünya sisteminin kendine, yani bunlar kendi yağıyla kavrulsun diye ayırdığı sahalardan bir tanesi Almanya’ydı. Ama Almanya zaten Birinci Dünya Savaşı’nı çıkaracak kadar iddia sahibi bir yer. Dolayısıyla bu iki harp arasında Almanya bir şekilde dünya sisteminin metropolünün yerine geçebilecek bir mekanizma üretti: Alman ekonomisi. Dolayısıyla Churchill İkinci Dünya Savaşı’nda diyordu ki “Alman ekonomisini yıkmak için savaşıyoruz!” Ve yıktılar sonunda. Şimdi bunların bizimle alakası ne? Bizimle alakası, biz neden Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rusların, İtalyanların ve Almanların –Birinci Dünya Savaşı değil, hem Birinci Dünya Savaşı, hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında- çizgisine yakın bir şeyle uğraşamadık? Yani öyle bir şey elde edemedik de, onlar yine de burun kıvrılacak ülkeler değiller, değil mi? Şimdi Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda dünya sistemi Rusya’yı, Türkiye’yi, İtalya’yı ve Almanya’yı kendi yağıyla kavrulmak üzere, bir “ne halin varsa gör”e bırakmış. Ama arkasından İkinci Dünya Savaşı çıkmış; geldiğimiz zaman 1945 yılına, kimin durumu nasıl? Değil mi? Bu işte Türkiye’de bir millet hayatının tesis edilip edilmemesiyle alakalıdır. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın!” Ona kulak verilmiş olsaydı insanlar “Yahu neymiş Allah’ın bize vaad ettiği, dur bakalım” deyip uğraşacaklardı. Ama biz onunla uğraşmadık. Neyle uğraştık? Şimdi bir Kafkas havası var (bir melodi mırıldanıyor.) değil mi, bu Kafkas oyunun ezgisi. Mesela ben çocukluğumdan biliyorum. Bunu şöyle söylerlerdi: “Neredeydin a kızım? / Balodaydım anne! / Ne yaptın a kızım? / Dans ettim anne! / Kiminle a kızım? / Bir subayla anne!…” Biz de bununla uğraştık. Yani o oyunu oynamak da zordur. Bacakları falan oturduğun yerden kaldırıyorsun.

Şimdi bütün menfiliklere rağmen başarabilir miyiz? Evet, burada bir millet var ve bu millet bir mozaik manzarası arz etmiyor. Bu millet bir blok! Bu millet her şeyiyle tek. Diniyle, milliyetiyle tek bir millet, diyebildiğin anda, yani tahmin edemeyeceğiniz kadar kısa bir zamanda meselelerin hal yoluna konduğuna görebileceksiniz. Ama bizim elimizi kolumuzu bağlayan herkesin kendi hesabını güdüyor olmasıdır. “Bana ne Türkiye’den? Bana Türkiye’de bunu mu veriyorlar?” diye düşünen insanlar tabii ki bir şey yapamayacaklar. Ben Almanca öğrenmek üzere Berlin’e gittiğim sırada Goethe-Institut’de bir Yunan kızı vardı, o ders içinde şöyle demişti. “Yunanistan’da iyi bir iş bulabilmek için iyi bir diploman olması lazım.” Bunu herkesin ortasında, sınıfta söylüyor yani, herkes kendi memleketinden bahsediyor. “İyi bir iş bulabilmen için iyi bir diploman lazım.” Tıp tahsil ediyor Berlin’de. Ama Almancası da benim kadar, aynı sınıftayız yani. “Niye memleketinde doğru dürüst gidip doktor olsana” dendiği için o dedi ki “Yunanistan’da iyi bir iş bulabilmek için iyi bir diploman lazım.” İyi bir diploma da Avrupa’da alınan diploma, ya da Amerika’da. Hatta daha da takviye etti o “Yunanistan dışında alınan diploma iyi diploma” dedi. Bu Yunanistan’ın problemlerini çözebilir. Yunanistan “Ancak Amerika’dan, Avrupa’dan bana diploma getirirsen sana iş veririm” diyebilir insanlara. Bu Yunanistan için bir nakısa değil, bir noksanlık değil. Ama Türkiye için, eğer Türkiye’de de bu iş böyleyse noksanlık. Neden? Çünkü Türkiye kendisi olmadığı zaman hiçbir şey olamayan bir ülke. Çünkü Türkiye, aleyhinde bir medeniyetin yükseldiği ülke. O yüzden Türkiye ne Çin’e, ne Hind’e, ne Afrika’ya benzemez. Türkiye ancak kendisi olduğu zaman yükselebilen bir ülke, çünkü varlığını kendisi olmaya borçlu. Ama Yunanistan öyle değil. Yunanistan’ın mesela bir kalkınma problemi yok. O doğrudan doğruya Batı dünyasının bir parçası olmak suretiyle hayatını düzene sokabilir. Türkiye sokabilir mi? Türkiye hangi bakımdan Batı dünyasının bir parçası olarak hayatını düzene sokabilir? Bunun düşünülmesi hayali bile mümkün değil. Ama dediğim gibi soyadı konusunda bile hiç alakası olmayan insanların sonradan adlarının Ali’yken Aleko’ya dönmüş olmasından da hiç tedirgin olmayacaklarını biliyorum ben. Bugün bunun örneklerini hayatımızda görüyoruz. Türkiye’ye kendisi olarak bir hayat hakkı tanınacağını sanmak mümkün değil. Zaten Türkiye de kendini beğendirmek için böyle bir propaganda yolu seçmiş. “Ben Türk değilim, ben Müslüman değilim” diyerek. İşte “Öyle diyorlar ama sen bakma” diyerek kendini beğendirmeye çalışıyor, değil mi? Dolayısıyla Türkiye’nin kendi gücünü tanıması diye bir şey var önce önümüzde. Onun için İstiklâl Marşı’na mesela ilk bariz itiraz, tabii ki İstiklâl Marşı’nın kabulü sırasında geldi. Mesela Lozan’ı imzalayanlardan birisi Rıza Nur, onun bilhassa bu “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraına ciddi bir itirazı var, fakat bu… Mesela Nazım Hikmet “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabında şunu söyler: “Bizim İstiklâl Marşı’mızda aksayan bir şey var…” “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın!” burayı aksayan bir şey olarak görüyor Nazım Hikmet. Diyor ki “Bize kimse bir şey vaad etmedi, biz kendi kendimize vaad ettik.” Bu mantıkla gidilecek bir yer var. Ben diyorum ki eğer bu mantıkla bir gidilecek idiyse, gitseydi! Madem Allah bize bir şey vaad etmedi, biz kendi kendimize vaad ettik(!), gitseydi! Yunus Emre Oratoryosu hakkında fikrini sormuşlar Yahya Kemal’e -Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu var, onun konserine gitmiş Yahya Kemal- çıkışta sormuşlar “Nasıl buldunuz?” diye. O da demiş ki “Katedralde mevlid dinlemiş gibi oldum!” Şimdi böyle bir şey bu. Oluyorsa katedralde mevlid! Böyle bir dünyamız var bizim. Ne yapacağımız konusunda birbirimizle fikir alışverişi halinde değiliz Türkiye’de yaşayan insanlar olarak. Ne yapacağımız konusunda birbirimizle bir fikir alışverişi halinde değiliz. Önümüzde “Millet neler yapıyor, bak! Biz de yapalım!” diyenlerle “Sizin dediğinizi yaparsak bizim maaş ne olacak?” diyenler arasında bir tartışma var. Bu bütün cumhuriyet tarihimiz boyunca böyle. Birileri diyorlar ki “Ulan işte Avrupalılar gibi olalım!” Öbürleri diyorlar ki “Ya Avrupalılar gibi olursak bizim buradaki avanta ne olacak?” Böyle bir tartışma var aralarında. Türkiye ne olacak, diye bir şey konuşulmuyor. Türkiye’nin bir geleceği olduğu konuşulmuyor. Türkiye’nin önüne bir hedef koyması diye bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla dünya üniversiteler sıralamasında ilk beşyüze hiçbir Türk üniversitesi girmiyor. Böyle bir rakam ilan ettiler. Dediler ki “Dünya üniversiteler sıralaması içinde hiçbir Türk üniversitesi ilk beşyüze girmiyor.” Bu çok güzel, harikulade bir yalandır. Eğer ilk bine giriyor idiyse söylerlerdi “Sekizyüzüncü bir tane var!” Anlatabiliyor muyum? Bize ilk beşyüze girmiyor diye, sanki beşyüzikincide bir tane varmış gibi. Anlatabiliyor muyum? Türk üniversitelerinin dünya üniversiteler sıralamasında yeri ilk binin içinde mi acaba? Şimdi bunlar işte din, milliyet falan bir tarafa bırakalım. Haydi, bir üniversitemiz olsun, değil mi? Üniversitelerde ders veren insanlar öyle kişiler olsunlar ki birileri Arjantin’den, İtalya’dan Amerika Birleşik Devletleri’nden gelip Türkiye’de o adamın talebesi olmaya çalışsınlar, değil mi? Bu olmayacak bir şey mi? Bu çok zor bir şey mi? Değil. Ama yok böyle bir durum. Bunun kasıtlı olarak yapılmadığını söylemek çok zor. İnsanlar en azından dünya ölçüsünde saygınlığı olan bir üniversite elde edebilirler. Bu çok zor bir şey değil. Dubrovnik’te, Krakow’da var birer tane mesela. Yok mu?

Demek Türkiye’de bizim meselemiz “biz” olup olmadığımız konusundaki sarahattir. “Biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastediyor muyuz? Bundan daha önemli hiçbir şey yok. Eğer “biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastedebiliyorsak bizden hiçbir şey koparamazlar. Ama böyle bir şey yoksa bugünkü derme-çatma yapı dağıldığı zaman ondan en küçük iz kalmaz. Onun için İstiklâl Marşı Derneği, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunmak üzere faaliyet göstermeyecek. İstiklâl Marşı Derneği her şey elden gittikten sonra dahi Türk kalan insanların derneği. Anlatabiliyor muyum? Türkiye nâmına hiçbir şey kalmasa bile İstiklâl Marşı Derneği kalmalı! Onun için böyle bir ideolojimiz olduğunu bilerek ne yapacaksak yapacağız. Bizim defterimizde “Yağmur yağdı böyle oldu” yazmıyor. Bizler “Battı balık yan gider”demiyoruz, demeyeceğiz. Bize “Bu saatten sonra ne yapacaksın? Ohoo, atı alan Üsküdar’ı geçmiş!” diyenlere kulak asmıyoruz, asmayacağız. Biz pes etmek diye bir şey bilmiyoruz; bildirmek isteyenlere de hadlerini biz bildireceğiz. Konya Şube’mizin açılışı sırasında, bir televizyon konuşması sırasında, yanımda Durmuş Küçükşakalak da vardı. Bize soru soran görevli arkadaş, ya da neyse işte; biz bir şeyler söylüyoruz: “Budur budur, falan filan…” Arkadaş, “ama, diyor, bütün bunları söylediğiniz zaman marjinal kalırsınız? Anlatabiliyor muyum? İnsanlar duruma uymak için veremeyecekleri şey olmadığı kanaatiyle hareket ediyorlar: duruma uymak lazım, marjinal kalmamak lazım! Bu da işte, biraz önce dinlediğiniz panelde de dendiği gibi Müslümanların ilki olma emrini bilmemek, bilse de o emre karşı gelmek manasına gelir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak Müslümanların ilki olduğumuzu ve bu işin bizden sorulduğunu düşünüyoruz. Ha, ne yapacağız? Şuna buna sataşmaya niyetimiz yok. Ama biz buyuz, biz bunu böyle düşünüyoruz. Biz birilerinin ne yaptığını biliyoruz, görüyoruz. Benim yazı başlıklarımdan birisi şu: “Türk olsaydı Türkiye’ye bunu yapar mıydı?” Bunu herkese soruyoruz. Türk olsaydı Türkiye’ye bunu yapar mıydı? Yani “-Ben de Türk’üm! -Neren Türk senin?” Derdimiz Türkleştirmek değil, öyle biz milleti zorla Türk veya başka bir şey yapmaya hiçbir kulun gücü yetmez… Biz adamın Türk olup olmadığını kendi tarifimiz uyarınca sorguluyoruz. Bir ara bizim faaliyetlerimiz dolayısıyla devletin harekete geçirdiği bazı unsurlar “Dünya Türk olsun!” diye bir yerlere bir şeyler yazdılar değil mi? Biz “Dünya Türk olsun!” falan filan demiyoruz. Biz kendimiz Türk olduğumuzu söylüyoruz ve Türk’e yakışan bir şey vardır, o başkasına yakışmaz. Başkasının üzerinde iyi durmaz. Türk’e yakışan bir şey vardır ve onu da Türkler tarih içinde göstermişlerdir. Ben onsekiz sene Fransızca hocalığı yaptım. Talebelerim mesela Avrupa gezilerinde filan: “Benim Türk olduğuma inanmadılar hocam!” Bunu insanlar övünç konusu yapıyorlar. O kadar, Gayr-ı Türk olmak iyi bir şey ki, Türkiye’de buradan bir şey elde edebilirseniz elde edersiniz, diyeyim ve keseyim. Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için.

Dinin Derecesi, Milliyetin Derekesi - İsmet Özel

Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.

"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!"

"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.

"TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ"
İKİNCİ CELSENİN TAM METNİ

Oruç Özel: 

Selâmun Aleyküm,

Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,

Yeniyse İyidir Deme; İyiyse Yepyenidir De! - İsmet Özel

Selâmün Aleyküm,

Biraz önce dinlediğiniz panelde konuşan arkadaşlardan birisi salonun bu kadar tenha oluşu sebebiyle hayâl kırıklığına uğramadığını söyledi.

Milli Pazar Olmadan, Milli Birlik Olmaz

İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan,