Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık. Tarih Hicret’le başladı. Bunu İstiklâl Marşı Derneği olarak sadece biz söylüyoruz. Tarih Hicret’le başladığı için İstiklâl Marşı’nın kabulü de ancak Hicrî takvime göre ölçülebilir. Bu münasebetle 1339 senesinde Kastamonu’da ilk defa okunup Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen İstiklâl Marşı’nın, içinde bulunduğumuz 1439 senesinde yüzüncü yılını, yüzüncü sene-i devriyesini kutluyoruz.
Şimdi, panelistlerimizi kürsüye davet ediyorum: İstiklâl Marşı Derneği Durmuş Küçükşakalak, İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel, İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubesi Başkanı ve Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Lütfi Özaydın ve İstiklâl Marşı Derneği Fahrî Genel Başkanı Şair İsmet Özel.
İsmet Özel: Selâmun Aleyküm,
Tarihte İstiklâl Marşı’nın yerini tespit edebilmek için İstiklâl Harbi’nin cereyan tarzına bakmak lazım. İstiklâl Marşı Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce yazıldı. Sakarya Meydan Muharebesi “Türk İstiklâli”nin dönüm noktası oldu. Sakarya Meydan Muharebesi’nin Türkler tarafından zaferle sonuçlandırılacağına hiç kimse inanmıyordu. İngilizler “Eğer yürüttüğünüz hareketin başında Mustafa Kemal olmayacaksa Lozan görüşmelerine bir daha başlamayacağız.” restini çektiler. “Bu yürüttüğünüz hareketin başında Mustafa Kemal olacak!” Sakarya Meydan Muharebesi çoğunuzun bildiği gibi 22 gün, 22 gece kâfirle boğaz boğaza yürütülen bir muharebedir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak bu savaşın provasının Maraş Harbi’nde yapıldığını düşünüyoruz. Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce yazılan İstiklâl Marşı’nın tarihteki yerini tespit etmeye çalışıyoruz. Sakarya Meydan Muharebesi dediğim gibi 22 gün, 22 gece devam etti. Fakat bu savaşın yönetimi -sonradan Kuzu Paşa dedikleri- Fevzi Paşa tarafından deruhte edildi. Mustafa Kemal karargâha geldi, “Ben attan düştüm, kolum -artık ne olduysa- iyi değil, bana bir şey sormayın.” dedi ve Ankara’ya döndü. Yani o savaşın kazanılacağını hiç kimse düşünmüyordu. Mustafa Kemal de bu savaşın kaybedileceğini düşündüğü için “Benim siyasî kariyerime son vermek üzere Büyük Millet Meclisi beni Başkumandanlığa getirdi!” fikrini taşıyordu. Ama Allah Müslümanların duasını kabul etti ve Sakarya Meydan Muharebesi Türklerin zaferiyle sonuçlandı. O da bir mesele tabi. Yani, dokuz alay komutanının şehit olduğu bir muharebe... Ondan sonra bir sene Büyük Taarruz’un başlaması için beklenildi. Bu arada Ankara’yla Atina arasında neler oldu bilmiyoruz.
Sakarya Meydan Muharebesi’nin komutanı Fevzi Paşa, Büyük Taarruz’dan sonra kazanılan Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin komutanı olarak Mareşal oldu. Sakarya Meydan Muharebesi’nin mareşali Mustafa Kemal’di. Ve zafer kazanıldığı zaman Büyük Millet Meclisi’ne istida vererek kendisine “Gazi ve Müncî” unvanı verilmesini talep etti. Büyük Millet Meclisi de bu unvanları kendisine verdi.
Şimdi, İstiklâl Harbi İstiklâl Marşı’nın yazılmasına imkân veren bir potansiyelin harekete geçmesiyle, bilkuvve bir gücün, bilfiil kendini göstermesiyle ortaya çıktı. Tarihte İstiklâl Marşı’nın yeri… Türkler gayr-i müslim dünyanın başına iş açan bir kavim olarak, gayr-i müslim dünyanın başından atmak istediği ve bir daha anmak istemediği bir millet olarak onların önündeydi. Bunu İnebahtı hezimetinden sonra planlı bir şekilde gerçekleştirebileceklerini hesapladılar ve hesapları Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar tuttu. Sakarya Meydan Muharebesi hesapların alt üst edilmesine sebep oldu. O yüzden yeniden hesap yapmak zorunda kaldılar. Bu hesabın sonuçlarını bugün hâlâ yaşıyoruz. İstiklâl Marşı’nın tarihteki yeri Türk milletinin varlığını muhafaza edip etmeyeceğiyle alâkalı bir şey, mevcudiyetiyle alâkalı bir şey.
Ben bu konudaki yaklaşımımı size sergilemeye koyulursam arkadaşlara zaman kalmaz. Onun için ben Genel Başkanımızla bahsi devam ettirme taraftarıyım. Kendimi bir şey anlatabilecek gibi hissettiğim zaman müdahale edeceğim. Sayın Durmuş Küçükşalak, buyurun.
Durmuş Küçükşakalak: Teşekkür ederim.
Ben de İsmet Bey’in başlattığı yerden bir şeyler ilave ederek meselemize gireyim. Şimdi, Sakarya Meydan Muharebesi’nden bahsetti İsmet Bey. İstiklâl Marşı’nın Büyük Millet Meclisi tarafından kabulünden beş ay sonra Sakarya Meydan Muharebesi başlıyor. İstiklâl Marşı’nı Maarif Vekâleti’nden isteyen ordudur: Garp Cephesi Kumandanlığı. O ordu adına o zaman İsmet İnönü -henüz o zaman İnönü değildi- Maarif Vekaleti’ne başvuruyor: “Biz orduca İstiklâl Marşı istiyoruz”. Fevzi Çakmak hem Erkan-ı Harbiye Reisi -Genel Kurmay Başkanı diyelim- hem de Sakarya Meydan Muharebesi sırasında Garp Cephesi Komutanı… Yani 5-6 ay sonra Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanacak o ordu Maarif Vekaleti’nden bir İstiklâl Marşı isteyen ordu. Burası çok önemli! Onun için İstiklâl Marşı’mız “kahraman ordumuza” ithaf edilir. Bunu ordu istemiştir çünkü. İstiklâl Marşı cephede okunmak üzere yazılmış bir marştır. Değilse öyle “biz bir devlet olduk, bizim de bir resmî marşımız olsun” diye kabul edilmiş bir marş değildir. İstiklâl Marşı cephede okumak üzere ve cepheden okunmak üzere yazılmış, orada okumak üzere istenmiş bir marştır. Cephede İstiklâl Marşı’nın etkisi nasıl olmuştur, buna dair herhangi bir bilgimiz yok.
Bugün aynı zamanda Çanakkale Deniz Zaferi’nin de milâdî yıldönümü: 18 Mart. Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” ismiyle meşhur olmuş bir şiiri vardır. Belki İstiklâl Marşı’ndan sonra en çok bilinen, ezberlenen şiirlerden birisidir. Herkes zanneder ki Mehmet Akif Çanakkale Harbi’nin neticesinde oturup böyle bir şiir yazdı. Bu şiirin yayınlanma tarihi, Sebilürreşad’da yayınlanma tarihi 1924’tür. Mehmet Akif’in 1924’te yayınlanan Asım kitabında yer alır bu şiir. 1917’de yayınlanan Hatıralar kitabında yok. Şiir aynı zamanda özellikle İslâmcıların çok tepki gösterdikleri bir şiirdir. Çünkü ne der? “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi”, “Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına” der. Şimdi bunları Mehmet Akif’in 1916’nın Haziran ayından önce yazma ihtimali yok, yazamaz. Çünkü Kâbe’de, 1916’nın Haziran ayına kadar Mekke’de Türk bayrağı dalgalanıyordu. O tarihten önce Mehmet Akif Kâbe hakkında ancak işte Namık Kemal’in “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” mısraı çerçevesinde bir şeyler söyleyebilir. Yani “Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına”… 1916’nın Haziran’ına kadar bunu söyleyen adamı sürerler, böyle bir şey olmaz. O tarihe kadar Kâbe’ye gidilir, Kâbe getirilmez. Aynı zamanda “Mehmedcik” lafzı da geçer bu şiirde: “Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına…” Yine 1918’in Nisan ayından önce Mehmet Akif “Mehmedcik” diyemez. Çünkü “Mehmedcik” lafzını ilk defa Medine’de Fahrettin Paşa hutbede söylemiştir, 1918’in Nisan ayının ikinci Cuması olması lazım. Kendisi Cuma hutbesine çıkar ve orada “Mehmedciklerim, kardeşlerim, evlatlarım” diyerek bir hutbe verir. Hatta hutbeye “Ey insanlar!” diyerek başlar. Muhtemelen Arapça vermiştir hutbeyi; çünkü o zaman “Türkçe hutbe” diye bir bidat yoktu. “Türkçe hutbe” 1927’de fetvasına kavuştu, 1932’de ilk defa icra edildi. Daha önceki tarihlerde birkaç deneme var. Yani, o zamana kadar hutbe Arapça okunurdu. Muhtemelen Fahrettin Paşa “Ey insanlar!” diye başladığına göre “Ya eyyühennâs!” demiş olması lazım. Hutbede ilk defa Mehmedcik lafzını kullanmış, daha sonra emrindeki erata hep Mehmedcik diye hitap etmiştir. Mehmet Akif’in 1918’in Nisan ayından önce Çanakkale Şehitlerine şiirini yazmasına imkân yok; çünkü henüz Türk literatüründe, Türk kafasında Mehmedcik diye bir kavram yok. Peki, böyle bir coşkulu şiiri ne zaman yazmıştır? Elimizde hiçbir delil yok. Yalnız şiire baktığımızda tamamen Sakarya Meydan Muharebesi’nin neticesine göre bu şiirin yazıldığını, hitama erdiğini söyleyebiliriz. Daha öncesinde başlamış olabilir ama dile getirdiklerini hesaba katarsak 1921’in Eylül’ünden sonra bu şiir bu coşkuyla yazılabilir. Yani, böyle bir zafer sonucunda Çanakkale Şehitlerine şiiri yazılmıştır. Yani Çanakkale Şehitlerine şiiri İstiklâl Marşı’nın gölgesinde yazılmıştır. Onun için önceki tarihlerde Batı konusunda kafası karışık olan Mehmet Akif bu şiirde “Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz” diyebilir. Medeniyete “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı zaviyesinden bakar.
1916’nın Haziran ayında biz Mekke’den çıkıyoruz ve çıkarken elimizi kolumuzu sallayarak çıkmıyoruz. Sökebileceğimiz, Kâbe’ye dair taşınabilir ne varsa beraberimizde götürüyoruz. Bugün Topkapı Müzesi’ne gidip bakarsanız Kâbe’nin kapısından, örtüsünden… oluğuna varıncaya kadar birçok şey görürsünüz. Kâbe’deki taşınabilecek ne varsa onları biz Medine’ye götürdük önce. Yani “Kutsal Emanetler” diye bir isim uydurdukları o emanetler önce Medine’ye, 1919’un Ocak ayının sonunda oradan çıkmak zorunda kalışımızdan evvel Medine’den Türkiye’ye getirildi. Bu aynı zamanda Kâbe’den başlayan Türk’ün hicret güzergâhıdır. Şimdi, “Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına” ne demek? Kâbe’nin, Mekke’nin, Medine’nin İngiliz toprağında kaldığını düşünürsek bu dizenin, bu mısraın anlamı yerli yerine oturur. Değilse 1915’te Çanakkale Harbi’nde, Kâbe bizimken bu mısra söylenirse -dediğim gibi- adamı tefe koyarlar. Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, bu toprakların İslâm’ın son vatanı olduğu tespit edildikten sonra bir Türk şairi çıkar, İngiliz işgalinde kalmış Kâbe’yi, yüzsüz bir adam olmadığı sürece gidemeyeceği Kâbe’yi getirir, Türk milletinin iki unsurundan biri olan şehitlerin başına diker. Bunu bir Türk şairi yapabilir ancak. Değilse biz Misak-ı Millî’yi de İstiklâl Marşımızı da Mekke ve Medine’mizin tekrar vatanımız olacağı şuuruyla kabul etmiş bir milletiz. Ama buna gücümüz, kudretimiz yetmediyse şairin yaptığını yaparız.
Yine, aynı şiirde der ki: “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.” Bu abartı mı? Şehitler ve şehitoğullarından müteşekkil bir milleti tarihe gömmeye çalıştılar. Ama sığmadı, sığmaz. Sakarya Meydan Muharebesi sığmadığını ispat etti. Tarih mezarlığına sığmayan şeye Türk milleti diyoruz. Onun için Türk’e rağmen bir tarih yazılabilir ama Türksüz tarih yazılamaz. Sakarya Meydan Muharebesi’ne binaen “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın” denilebilir. Bunu daha bariz anlamak için 1918’deki dünya ahvaline kabaca bakmak lazım: 1918’deki dünyadaki müstemleke haritasını, sömürgecilik haritasını veya kolonyalizm haritasını açıp bakarsanız yeryüzünde, koca dünyada müstemleke olmamış, koloni haline getirilmemiş / getirilememiş üç toprak parçası gözünüze çarpar. Onun dışında, Çin vardır ama Çin binyıllardır Çin’dir. Tarih dışı bile sayabiliriz: Kendi tarihi vardır, her şey kendi tarihi içinde olup biter. Yine de Çin’in güneyi bile sömürgecilerin nüfuz bölgelerine ayrılmıştır. Onun dışında tüm dünya iki kategoriye ayrılır: Bir sömürenler, iki sömürülenler. Bir de hiç işgal görmemiş üç ülke vardır. Bunlardan birincisi bugünkü yaşadığımız topraklardır, Türkiye. İkincisi İran’dır, üçüncüsü Afganistan’dır. Moğolistan’ın bir kısmı da vardır ama Moğolistan Çin’e benzememekle beraber yine tarih dışı bir yerdir. İşgal etmeye değer hiçbir şeyi yoktur. Ne yer altı zenginlikleri vardır, ne yer üstü... Sadece koyun, keçi güdülür! Moğolistan’da, bugün bizi sürmeye çalıştıkları, anavatan olarak Orta Asya olarak gösterdikleri yerde koyun, keçi güdülür! Başka, ne tabiî bir zenginliği vardır, ne insan zenginliği... Bugünkü nüfusu bile 3 milyondur, o günkü nüfus 500 bin civarında. Yani, işgal etmeye de değmez bir yerdir. Bunların içinde, bu müstemleke olmamış üç toprak parçasının içinde (Türkiye, İran, Afganistan) sadece Türkiye bileğinin hakkı ile, imanının gereği olarak bir İstiklâl Harbi vermiş ve bileğinin hakkıyla istiklâlini elde etmiştir. İran’ın ve Afganistan’ın durumunu -daha önce İsmet Bey de bahsetmişti bundan- Rusya’nın güneyinde ve çevresindeki ülkelerde hak iddia etmesiyle; “buralara yaklaşamazsınız” dediği çerçeve içinde değerlendirebiliriz. Müstemlekecilere “buralara yaklaşamazsınız” dediği tampon ülkelerden ikisidir İran ve Afganistan. Onun için oralara girilmemiştir. Ama Türkiye, dünyada sadece Türkiye bir İstiklâl Harbi verip bir devlet olmuş, bir millet olmuş, bir ülke olmuş toprak parçasıdır. Onun dışında diğer bütün topraklar; Avrupa, Amerika -Kuzey Amerika-, Rusya, sonraki adıyla Sovyetler Birliği haricindeki bütün topraklar birilerinin müstemlekesidir ve sadece Türkiye İstiklâl Harbi neticesinde bileğinin hakkıyla kendi istiklâlini temin etmiştir. Diğer ülkelere zamanla, 1920’den -Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra- peyderpey siyasî, idarî, iktisadî ilişkileri sağlama alındıktan sonra onlara sırasıyla sureta bağımsızlıkları hediye edilmiştir.
Tarihe gömülmek ya da gömülmemek kıstağındayız. Nerede yaşadığımızı bilmeden, kim olduğumuzu keşfetmeden “dünyada 60 küsur İslâm ülkesi var, Türkiye de bunlardan biri, işte onların ağabeyi…” falan filan gibi, böyle saçma sapan düşüncelerle biz tarih dışı kalmaya mahkûm oluruz. Türkiye, Türkiye oluşundan eser kaldıysa bugün yeryüzünde kalan son İslâm toprağıdır. Bugün biz toplum olarak tarih dışında yaşıyoruz, tarih dışı düşünmeye, yaşamaya itiliyoruz. Kendi tarihimizi bilmiyoruz. İnsan yaratılış icabı tarih dışında yaşayamaz. Yani, hiçbir şey bulamadıysa bir doğum tarihini, bir de bir tarihte öleceğini bilir. Tarihim yok diyenin böyle bir tarihi vardır. Tarih içinde kaldığımız sürece insan sayılırız. Hayvanların tarihinden bahsedemeyiz. Tarihî değeri olan şeylerin tarihi bilinir. Tarihî şahsiyetlerimiz yoksa, millet olarak tarihî niteliğimizi kaybetmişsek, ülke olarak tarih dışı kalmışsak kendimize avunacak tarihler icat ederiz. Ama bizi şu anda tarihsiz yaşamaya itiyorlar. Türkiye’nin, Türk Milleti’nin, İstiklâl Marşı’nın… hiçbir şeyin tarihinden haberimiz yok. Onun için kendimize tarihler icat etmek mecburiyetinde kalıyoruz. 28 Şubat diye bir tarih uyduruldu mesela… Normalde İsmet Bey’in dediği gibi takvimden bir yaprak olan bir tarihi birçok şeyin başlangıcı falan filan gibi tarihî bir değer atfederek bir yere koymaya özen gösteriyorlar. Ve bu bizi manyaklaştırıyor, her oyunun bilerek, isteyerek içine giren bir ahmak pozisyonuna düşürüyor. 28 Şubat’ta herhangi bir MGK, herhangi bir Millî Güvenlik Kurulu toplanmıştı. Bugün de hâlâ toplanan, 1960’tan beri toplanan bir Millî Güvenlik Kurulu o gün de toplanmış, güzel güzel konuşmuşlar, imzalarını atmışlar ve çıkıp gitmişlerdir. Ama kameralar oraya zumlayınca, birkaç da tank gösterince ortaya 28 Şubat diye bir tarih, yapma, yapmacık, sunî bir tarih, bir de bunun pejoratif manada edebiyatı ortaya çıktı. Kameraların gösterdiği kadar gören insanların kafası safsatalarla doldurulmuş, yerinden edilmiştir. Hakeza 15 Temmuz da buna benzer bir tarihtir.
Konuşmanın burasında, dinleyenler arasından bir hanım “Esas siz yalancısınız! 28 Şubatı inkâr edemezsiniz. Sizi dinlemiyorum! ” diyerek salonu terk etti. Bu, derneğimiz kurulduğundan itibaren ilk defa olan bir şey. 11. sene-i devriyemizde yapılan bu protestonun özel bir zamanlama ile yapıldığı görüşündeyiz.
İsmet Özel: Kızılacak hiçbir şey yok. Kadın gayet haklı. Yani, birçoklarınız doğum tarihiniz itibari ile birçok şeylere yabancısınız. 28 Şubat için Yahudiler kendi aralarında “Post-modern darbe” dediler. Çünkü hakikaten gerçek darbe özellikleri taşımayan bir şeydi. İstiklâl Marşımız bizim, kahraman ordumuza ithaf edilmiştir. Neden? Çünkü bu bütün dünyayı ilgilendiren bir hadisedir. Hıristiyan takvimine göre 1913 senesinin Noel’ine yakın bir zamanda, Amerika Birleşik Devletleri Senatosu ya da Temsilciler Meclisi, hangisiyse Federal Reserve Law, bugün iktisat haberlerinde duyduğunuz Federal Rezerv… Bu yasa çıktı 1913 yılında. Bu yasayla birlikte Amerikan ekonomisi beş büyük sermaye grubunun eline bırakıldı. Bunlar dünya ölçüsünde planlanmış şeylerdi. 1914’te dünya savaşı çıktı. 1913 Noel’i yani 1914’e birkaç gün kalmış. Ve üstelik Noel zamanına yakın yapıyorlar. Çünkü Senato’da da öyle bir oyun oynanıyor, yani herkes seçim bölgesine gitmiş, sadece onlara oy verecekleri ellerinin altında tutuyorlar. Her neyse, 1914’te bir savaş çıktı. 1914’te çıkan savaşın iki tarafı var: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Çarlık Rusya’sı bir taraf ki kazanan taraf oldu sonunda. Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan karşı taraf. Birinci Dünya Savaşı böyle çıktı.
Şimdi Türkiye’de genel bir kanı vardır. İttihatçılar bizi savaşa sürüklediler ve işte imparatorluğumuz böylece battı gibi. Talat Paşa hatıralarında der ki: “Biz savaşın sonunda topraklarımızın yağmalanacağını biliyorduk. Bunun için bütün gayretimizle savaşa girmeye çalıştık. Eğer savaş dışı kalsaydık hangi taraf kazanırsa kazansın bizim topraklarımızı yok edecekti. Dolayısıyla biz savaşa girmeye çalıştık. Savaşı kaybeden tarafta yer alsak bile hiç olmazsa bir taraf olma şansımız olacaktı. Savaşı kaybetmiş olsak bile bir taraf olacaktık. Böylece muhatap alınma şansımız olacaktı.” Nitekim böyle oldu. Biz, bu savaşa “seferberlik” adını verdik. Yani milletçe millî varlığımızı muhafaza edebilmek için seferber olduk ve bu savaşta da hiçbir ciddi mağlubiyetimiz yoktur. Hatta işte Çanakkale’den sonra Kutt’ül-Amâre zaferimiz var ve bu zafer Türkiye Cumhuriyeti ilân edildikten sonra, NATO’ya girdiğimiz zamana kadar devletçe kutlanan bir zaferdi. Kut Bayramı denirdi.
Yani şimdi burada öfkelenip çıkan kadının haklı olduğunu anlatmaya çalışıyorum size. Yani biz Türkiye’de ne olup ne bittiğini, milletin başına ne geldiğini falan filan bilmeden, böyle birtakım siyasîlerin, birtakım büyük sermayeye hizmet ederek para kazanan, ahlâken iflas etmiş insanların numaralarının kurbanı olmamalıyız. İstiklâl Marşımız kahraman ordumuza ithaf edilmiştir ve Birinci Dünya Savaşı kaybedildikten sonra millî varlığın idamesi için direnen tek gücümüz ordumuzdu. Diğerleri moral bozukluğu içinde dağılıp, parçalanıp gitmişlerdi, bütün sosyal müesseseler, bütün kurumlar… Neşriyatı da yapılmıştır. Mesela o zaman bir kongre hükümetleri dönemi yaşandı. Yani birtakım yerlerde insanlar hiç olmazsa Balıkesir kısmını kurtaralım diye bir devlet kurdular orada; Balıkesir Devleti yani. Böyle felaket bir durum vardı ve burada ordumuz moralini bozmadı. Subaylarımız maaş almadı, askerlerimiz aç karnına günlerini geçirdi ve Allah nasip etti, ordu zaferle işi sonlandırdı. 27 Mayıs 1960 sabahı, Türkiye Cumhuriyeti’ni lağveden ordu bizim ordumuz değildir. Alparslan Türkeş’in ağzından, ben lise 2. sınıftaydım o vakit, 27 Mayıs 1960 günü, radyolardan biz “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız.” sözünü duyduk. Yani adamlar aslında NATO ve CENTO adına bir hareket yaptılar ve devleti de orduyu da tasfiye ettiler. Yani 27 Mayıs’tan sonra orduda 12 general kaldığı söylenir. Hepsini, yani bunların gözünün yaşına, sağcı mı solcu mu olduklarına bakmadılar, memleketini seven herkesi ordudan attılar. Akabinde onlar da teşkilat kurdular, “Emekli İnkılap Subayları” diye, “Eminsular” diye. Arşive merakınız varsa ya da size mekteplerde okuttukları vaki ise bilirsiniz bunu. 147 akademisyen üniversiten atıldı. O zaman Türkiye’de kaç tane akademisyen vardı? Yani bunlar üniversitelerden profesörleri falan temizlediler. “Ordu Türkiye’de 10 senede bir darbe yapar.” böyle bir şey yoktur. Türk ordusu Türk milletine karşı olamaz. Bu Türkiye düşmanı istihbarat teşkilatlarının milletimizin dokusunu çürütmek üzere uyguladıkları bir plandır ve biz millî varlığımızı bu plana karşı aslında bugüne kadar koruduk. Türkiye’de bu kadın, Türkiye’yi yöneten insanların Türkiye lehine bir şeyler yaptıklarını sanarak bizi protesto ediyor. Yani Türkiye’de ne olup bittiğini bilmiyor. 28 Şubat neydi? 27 Mayıs neydi? 12 Mart 1971 neydi? 12 Eylül 1980 neydi? Bunlar Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye politikasının neresine oturuyor? Bunlara bizi öfkeyle karşılayan kadının aklının ermesine imkân yok. Yani biz İstiklâl Marşı’nın tarihteki yerini konuşmaya çalışıyoruz. İstiklâl Marşımız bizim millî mutabakat metnimizdir. Biz İstiklâl Marşı sebebiyle ne konuda anlaştığımızı hem kendimize hem bütün dünyaya beyan ediyoruz. Biz Türk milleti olarak nereden hareket ettik, nerede durduk, nereyi hedefliyoruz? Bunları biz İstiklâl Marşı’ndan öğreniyoruz. Başka hiçbir metin bunları bize söylemiyor. Yani insanoğlu -Müslim veya gayr-i müslim- dünya hayatına hangi sebeple değer atfediyor? Yani biz Müslümanlar Kur’an’dan dünya hayatının ahiretin tarlası olduğunu öğreniyoruz. Yani biz Müslümansak bugün yarın ne yapıyor idiysek, ne yapmış idiysek, bunların hesabının verileceğini düşünerek yaşayan insanlar olmamız lazım. Bunu hesap dışı bırakan insanlar birtakım şeylerle oyalanabiliyorlar. Yani insanlar dünyaya niçin geldikleri konusunda bir şuura sahip değiller. Yani insan hayatının neye tekabül ettiğini bilmiyorlarsa bir şey yapılamaz. Gene ben çok dağıtmadan sözü genel başkanımıza bırakıyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Ben de hemen İkinci Başkanımıza bırakayım. Geçenlerde öğrendiğim bir şeyi aktararak sözümü bitireyim: Yine 1960’tan beri her yıl Şubat aynın ilk haftasında Ankara Sincan’dan tanklar çıkar, Akıncılar Hava Üssü’ne tatbikata gidermiş. Bu her yıl Şubat ayında mutat olarak yapılan askerî bir gelenekmiş. Sincan’daki tank taburundan tanklar çıkar Akıncılar’a tatbikata gidermiş.
İsmet Özel: 28 Şubat’ta da olan bu değil mi?
Durmuş Küçükşakalak: 28 Şubat’ta da olan bu. Kameralar o tatbikata giden tanklara zumlandı ve “Sincan’da tanklar yürümüş” oldu. Kimse kameraların gösterdiğini de görmüyor aslında. Ekranlarda gösterilen görüntülere bakarsanız bütün tankların namluları geriye doğru dönük ve namluların kilitli olduğunu görürsünüz. İkinci Başkanımız, Gökhan Göbel buyurun.
Gökhan Göbel: Selâmun Aleyküm,
Çanakkale Şehitlerine şiirinden bir şeyler söyleyerek devam edeyim ben de. 1924’te yayımlandı bu şiir. “Şu Boğaz Harbi nedir” diye başlıyor. 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin boğazlarda hiçbir hakimiyet, denetim hakkı ve yetkisi yoktu. Boğazlarda kaçak olarak, tebdîl-i kıyafetle ancak emniyet gücü bulundurabiliyordu Türkiye Cumhuriyeti. 1936 yılına kadar, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne kadar. Montrö’de, sadece varlığı tanınmıştır Türkiye’nin. Ama Amerika Birleşik Devletleri Lozan’ı tanımadığı gibi Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni de tanımaz. Suriye krizi dolayısıyla Rusya Federasyonu yetkilileri Amerika Birleşik Devletleri’nin Montrö Sözleşmesi’ni deldiği hakkında sık sık beyanatta bulundu. Çünkü Montrö Sözleşmesi’ne taraftır Rusya Federasyonu. Montrö Sözleşmesi’nde de mesela tankerler gündüz geçecek, gece geçmeyecek, Türkiye bunu kontrol edebilecek deniyor. Ama bunu da takan, tanıyan herhangi bir ülke yok. Yani tankerler gece de geçiyor gündüz de geçiyor. Şu tonajda geçecek diyor mesela Montrö Sözleşmesi’nde. Onu da tanıyan hiçbir ülke yok. Neyse cezasını veririz diyorlar. Çünkü cezası…
İsmet Özel: Alay edilecek…
Gökhan Göbel: Evet, alay edilecek miktarlarda. Ve biz şimdi kartpostal bastık. Türk boğazı diye hususen yazdık oraya. Çünkü bütün dünyada İstanbul ve Çanakkale Boğazları bile denmiyor. Yani dünyadaki başka hiçbir coğrafya için bu geçerli değil. Dardanelles ve Bosphorus olarak tanıyorlar. İstanbul ve Çanakkale Boğazı olarak bile tanımıyorlar dünyada bizim boğazlarımızı. Hürmüz Boğazı’nın ismi bütün dünyada Hürmüz Boğazı, Danimarka Boğazı’nın ismi bütün dünyada Danimarka Boğazı olarak geçiyor ama Türk boğazlarının ötesinde İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı bile denmiyor bizim boğazlarımıza. Biz onun için hususen Türk Boğazları diyoruz ve iki tarafı da Türk olduğu için Marmara Denizi denilen denizin adını da Türk Denizi olarak söylüyoruz ve yazıyoruz. Bu bakımdan mesela Kanal İstanbul’un ne manaya geldiğini düşünebilirsiniz. Hiçbir söz hakkı olmadığı boğazlarda Kanal İstanbul projesi ne yapacak Türkiye’ye? Süveyş’in Mısır’a yaptığı ile kıyas edebilirsiniz. Süveyş kanalı İngiliz-Fransız yarışının bir mahsulü olarak başladı. Ağır bedeller ödetti Mısır’a. Sonunda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın İngiltere ve Fransa’yı tasfiye etmesine varan bir savaş yaşadı Mısır. Yani Kanal İstanbul projesi de bununla mukayese edilebilinir.
Tarihte İstiklâl Marşı’nın yeri derken İstiklâl Marşı’nın ismine, İstiklâl kelimesine dikkat çekmek lüzumu var. Şu anda Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi’ndeyiz. Rıfat Ilgaz’ın biyografisinde bir yer tutar. İlk şiirlerini yayımladığı zaman Maarif Vekaleti’nin millî marş yarışması açtığından bahsediyor, 1926 yılında. Maarif Vekaleti’nin 1925 yılında İstiklâl Marşı’nı değiştirmek için müsabaka açtığını biliyorduk. 1926’da da bu çabaları devam etmiş demek ki. Rıfat Ilgaz da yarışma dolayısıyla Maarif Vekaleti’ne millî marş yerine geçecek bir şiir göndermiş. Ama Allah’a şükür İstiklâl Marşı değiştirilemedi. İstiklâl Marşı’nı değiştiremeseler de istiklâl kelimesi yerine “bağımsızlık” ve “kurtuluş” diyenler de vardır. Her ne kadar biz bu ismi çok şükür muhafaza edebilsek de, bu iki isimlendirmenin saçmalığından bahsetmek istiyorum. Yani istiklâl yerine “bağımsızlık” demek için İstiklâl Harbi sonunda burada Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin olmaması lazımdı. Yani eğer Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet olmayıp burada Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan, Kürdistan diye devletler olsaydı onlar bağımsızlıktan bahsedebilirdi. Aynı zamanda “kurtuluş savaşı” lafzını kullananlar da saltanattan ve hilafetten kurtulduklarını da söylerler. Bu da yanlış ve bir şeyin üstünü örten bir vakadır. Birinci Meclis, İstiklâl Marşımızı kabul eden meclisin yemini aynen şöyledir, onu nakledeyim size: “Makam-ı Hilafet ve Saltanatın, vatan ve milletin istiklâlinden başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.” İstiklâl Marşı şairinin de mebus olduğu Birinci Meclis’in yemini bu şekildeydi: hilafeti ve saltanatı kurtarmak. Çünkü İstanbul İngilizlerin işgali altındaydı, padişah, halife orada esir kabul ediliyordu. Birinci Meclis’te kabul edilen İstiklâl Marşı da bu gayeye matuftu. Yani o yüzden Birinci Meclis feshedildi. Yerine İkinci Meclis, Lozan’ı kabul edecek ve Cumhuriyet’in ilânını kabul edecek bir meclis tertip edildi. Yoksa Cumhuriyet değil gene meclisin var olduğu bir Meşrûtî Monarşi şeklinde devam edecekti Türkiye Cumhuriyeti diye bildiğimiz ülke. Ve bugün “Cumhuriyetin kazanımları” olarak ifade edilen inkılapların hiçbirisi vukuu bulmayacaktı. En başta yazı inkılabı. İkinci bölümde yazı ile ilgili konuşma imkanı olursa konuşuruz.
Beste bahsine değinmek istiyorum. Yani İstiklâl Marşı’na beste aranıyormuş diye bir laf var; İstiklâl Marşı’nın bestesi var. İstiklâl Marşı Derneği olarak biz Nasrullah Camii’nde de okuduk, burada da okuduk İstiklâl Marşımızı asli bestesiyle. Biz icat çıkarmıyoruz. Biz İstiklâl Marşı’nın bestesiyle doğduğunu keşfettik; yani o zaman genel başkanımız olan şair İsmet Özel keşfetti. İstiklâl Marşı aruz vezniyle yazıldı. Mehmet Akif harikulade bir aruz şairidir. İstiklâl Marşı abidevi bir sanat eseridir. Bugün yazımız olmadığı için farkedemiyoruz hiçbir şeyi. Aruz vezni hakkında da burada malumat sunulabilir ama şu kadarını söyleyeyim: Bunu insanlar kendi kendilerine terennüm ettiğinde bestenin farkına varabilir ve İstiklâl Marşı’nın vezin-musiki münasebetinin ne olduğunu anlayabilir: feilâtün feilâtün feilâtün feilün. Baştaki feilâtün, fâilâtün olabilir; sondaki feilün, fe’lün olabilir. (İstiklâl Marşı Bestesiyle terennüm ederek) feilâtün feilâtün feilâtün feilün. Yani İstiklâl Marşı’nın bestesi zaten var, bestesiyle doğmuş bir marştır. Tafsilatlı bilgi de 11’nci Sene-i Devriyemiz bülteninde “Kalbur Üstü Kelimeler”de bulunabilir. İlker Çokgör’ün yazısına hususen bakılabilinir.
İkinci celseye geçmeden önce bir şey daha zikredeyim. Dünyada şu anda devlet sayısının en az iki katı millî marş var. Bazı ülkeler aynı anda iki marş kullanmış, bazılarının bugüne kadar beş tane marşı olmuş, Romanya gibi mesela. Bunların arasında üç tanesi millet varlığıyla birebir alâkalı olan marşlar. Alman millî marşı bugün üçüncü kıtası söylenebiliyor; asıl “Deutschland Deutschland über alles” olan ilk kıtasının söylenmesi yasak. Diğeri Marseillaise, Fransız millî marşı. Üçüncüsü de bizim İstiklâl Marşımızdır. Ama bu üç marştan İstiklâl Marşı’nı bir tarafa, diğer iki marşı bir tarafa koyabiliriz. Çünkü bu iki millet batıda öncülük yarışı yapan iki millettir, Fransızlar medeniyetleriyle (civilization), Almanlar kültürleriyle (kultur) batıya öncülük edebileceğini düşünen milletler. Ve Fransız İhtilali’nden sonra kapitalizmin ortaya çıkardığı milletler bunlar. Türk’e rağmen doğmuş dünyanın içinde millet olmuş insanlar.
İsmet Özel’in son yazısında mesela şu husus vardır: Bu iki millet -Fransızlar ve Almanlar- varlıklarını Türk’e yetişmek için, Türk’ü örnek alarak, Türk’ü esas kabul ederek oluşturmuşlardır. Mesela “Güneş Kral” merkezi otorite bahsinde Türk’ü örnek alarak isimsiz kalmaktan kurtuldu. Aynı şekilde Prusya’nın zabitlerinin ismi “uhlan”. Yeniçeri “oğlan”larından ilhamla isimlerinin “uhlan” olduğunu İsmet Bey son yazısında yazmış. Bu iki millet medeniyet ve kültür bahsinde birbirleriyle çatıştılar Birinci Dünya Savaşın’da. Sonunda “medeniyet” tarafı kazandı. Savaşın sonunda bize şöyle diyorlardı: “Medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı Türkler.” Ama biz “kultur” kampının insanları değiliz. Yani bizim karşımızda medeniyetiyle ve kültürüyle batı vardır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda “medeniyet” kazandığı için “Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı vardır İstiklâl Marşı’nda. Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Sayın Lütfi Özaydın, buyurun efendim.
Lütfi Özaydın: Teşekkür ederim.
Bismillahirrahmanirrahim. Mü’min oluşumuz hasebiyle Allahu Teâlâ’nın her şeyi yaratmakta olduğuna ve her anın ve o andaki her şeyin sürekli yaratılıp durduğuna inanıyoruz. Bundan gayrı bir itikat da İslâm itikadı değildir. Şu an yaratıldı, bir sonraki an yine yaratılmaktadır. Bir sonraki an o anın içinde olan her şeyle yaratılır. Şu anda da biz bir andayız. Biraz sonra başka bir an yaratılacak, bütün tarih böyle meydana gelmiştir. Tarihe Allahu Teâlâ hakimdir ve o ol derse her şey olur. Olma dediği zaman hiçbir şey olmaz. Bunu Mevlid’de de biz dinliyoruz. Dolayısıyla her an bir imtihan halindeyiz. İmtihan mihnet ile aynı kökenden geliyor. İmtihan zor olur. Yani mihnete tâbi tutmaktır imtihan. Allahu Teâlâ bizi imtihan ediyor. Yaşamak zaten böyle bir şey. İmtihana tâbi tutulmak. Allahu Teâlâ bizi dünyaya gönderdi, dolayısıyla şöyle düşünebiliriz. Yani Allahu Teâlâ her an her şeyi yaratır ve bizim fiillerimiz de bundan ayrı bir şey değildir. Şimdi şöyle bir şey diyemeyiz: “Biz şimdilik istikametimizi terk edelim, resullerin yolundan başka bir yol tutalım, sonra paçayı kurtardığımız zaman bir başka yol tutarız, istikamete tekrar döneriz.” Sürekli imtihana tâbi olma diye bir mihnete tâbi oluyoruz, imtihana tâbi oluyoruz, bunu başarmamız gerekiyor. Bir an ki biz bu andan sonraki anda da Müslüman olmamız gerekiyor, ondan sonraki anda da Müslüman olmamız gerekiyor ondan sonraki anda da… Her zaman bunu bilmemiz gerekiyor. Eğer bunun haricinde bir yol tutarsak, bu itikattan başka bir itikadımız olursa, bu şaşırmaktır. Yolu şaşırmaktır, dalâlettir ve sapıtmaktır ki bu üç kelime de bize Kur’an-ı Kerim’in hediyesidir. Şaşırmak işte teşviş kelimesini düşünün, şaşmak fiilinin tef’îl babından: şâşe, te’şişün, şevveşe, müşevveşe, teşviş... bunu Arapça bilenler bilirler. Şaşırmayı oradan getiriyoruz. Dalâletin de Kur’an-ı Kerim’den olduğunu biz Fatiha Suresi’nden biliyoruz. “gayril mağdubi aleyhim veleddallin” ve Hıristiyanlıkla nerdeyse eş anlamlı olarak kullanılır ve genç kardeşlerimizden Vedat kardeşimiz bize sapıtmanın da, sapmanın da Kur’an-ı Kerim’den gelen bir kelime olduğunu izah etti. Kur’an okuyanlar bilir, Sâbîler diye bir zümre vardır. Araplar Sâbîlere kendi dinlerinden saptıkları için Sâbî demişler yani sapıtanlar manasında kullanmışlar. Dolayısıyla bizim sapıtma kelimemiz de buradan gelir yani bir lisanımız var, bu lisanı Allahu Teâlâ bize her an bahşediyor. Bahşetmiş, her an bahşediyor, inşallah bahşedecek. Şimdi eğer biz şaşırırsak, saparsak ve dalâlete düşersek halimiz harap çünkü:
“Enbiyaya uğramaz ise yolun
Göçtü kervan kaldık dağlar başında”
Yunus Emre de bunu Kur’an-ı Kerim’e göre söylemiş. Çünkü hadis-i şeriftir. Bunu da biliriz “Hayrün-nasi karni sümmellezîne yelûnehüm sümmellezîne yelûnehüm” yani en hayırlı insanlar benim asrımda yaşayanlardır yani bana tâbi olanlardır, ondan sonraki hayırlılar da ondan sonra gelenlerdir, ondan sonra gelenlerdir diye peygamberimiz söylemiştir. Dolayısıyla bunu Yunus Emre şöyle der:
“Enbiyaya uğramaz ise yolun
Göçtü kervan kaldık dağlar başında”
Eğer biz resullerin yolundan ayrı bir yol tutmaya çalışırsak, resullerin sünnetinden ayrı bir sünnet edinirsek elbette dalâlete uğrarız. İnsanoğlu her şeyi heba ederek ve geciktirerek hayatını devam ettiriyor. Her zaman böyle olmuş. İnsanlık tarihi bunlarla dolu. Ve bizim konumuzla alâkasına gelirsek, aramızda hayırlı insanlar vardı onların duasıyla Allahu Teâlâ zor günlerimizde bizi kâfirlerin istilasından kurtardı. Allahu Teâlâ bizi yine imtihan etmek üzere, bizi denemek üzere bizim duamızı kabul etti, zafer ihsan etti, çünkü duamız İstiklâl Marşı’nda nasıldı?
“Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
İşte bu da heba edildi, hem de fazla sürmedi birkaç sene sonra. İstiklâl Marşı’ndaki duamız kabul edildiydi; bu kabul edilen dua da heba edildi. Mabedlerin bir kısmı kapatıldı. Halbuki “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli”, “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.” Ve 18 sene camilerin minarelerinden garip garip sesler yükseldi. Tanrûdur, tanrûdur, tanrûdur diye. Dedem böyle söylerdi de onun için söylüyorum. Dedem o dönemlerde imam. “İşte tanrûdur tanrûdur okuyorduk” derdi. Böyle söylerdi.
Şimdi camilerin kapatıldığını da biliyoruz, benim hâlâ inanasım gelmez Tokat Zile kazasındanım ben, orada çok güzel bir cami vardır ki Osmanlı’nın son dönemlerinde yapılmış, bu cami yıkılmak üzere diye iskele kurmuşlar kapatabilmek için. 15 sene boyunca o cami ha yıkıldı ha yıkılacak diye... Halbuki cami yapılalı 5 sene olmamış. Yıllarca böyle kalmış. Şimdi bu duamızı yani “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” duamızı heba ettik; bu duamız kabul olmuştu, Allahu Teâlâ bize zafer nasip etmişti ama heba ettik. Bunu heba ettik ve bunun neticesinde bırakın minareleri, camilerin kürsülerine de başka şeyler gelmeye başladı son zamanlarda. Cuma namazlarına gittiğimde vaizlerin, imamların hutbelerde, vaazlarda söylediği şeylere... Nasıl böyle şeyler söylenebilir? Çıkmış “İslâm üniversitesinin baş rektörü peygamber efendimiz s.a.v.” diye hitap ediyor. Rektör kelimesinin anlamını bilmiyor... Yani rektörün kelime anlamını ben “baş papaz” olarak biliyorum. Herhalde biliyorsunuzdur. Şimdi peygamberimizin böyle rektör olarak anılmasına, böyle bir vasıfla sıfatlandırılmasına bir ihtiyaç var mıdır? İslâm şerefi, Rasul şerefi neye yetmez? Böyle bir şeyi acaba insan niye söyler? Halbuki yine İstiklâl Marşı’nda “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var/ Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” Yani medeniyetin, tek dişi kalmış bu canavarın hiç yaklaştırılmaması gerekirken memleketimize, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş gerekçesi olarak çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak… yani çağdaş medeniyetlerin seviyesine ulaşıp orayı da aşmak diye böyle bir memlekete kurucu ilke belirlediler ki bunlarla büyüdük biz, tahsil hayatımız bunlarla geçti. Halbuki bu İstiklâl Harbi neticesinde kaç yüzyıl süren devlet eliyle gavurlaşma projesi, milleti gavurlaştırma, İslâm’dan uzaklaştırma projesinin bitmesi, bundan dönüş olması gerekiyordu. İman dolu göğüslerimizin bunu engellemesi gerekiyordu. Yeni bir dünya kurulması gerekiyordu, Türkiye’nin de orada şerefli yerini alması gerekiyordu. Bu cümle tanıdık geldi mi? Bu cümleyi İsmet Paşamız söylemişti. Yani bizi NATO’ya almıyorlar diye, bu şekilde halka kabadayılık yapıyor. Diyor ki işte tamam almıyorsanız almayın, biz de yeni bir dünya kurarız, orada şerefli yerimizi alırız diye böyle bir tehditte bulunmuştu. Tabi daha sonra özürler diledi ama o ayrı bir konu. Halbuki böyle olması gerekiyordu. İşin aslı buydu. Yeni bir dünya kurulması gerekiyordu. Vatanımız kurtulduktan sonra, işgalden temizlendikten sonra, gavurların vatanımızdan atılmasından sonra yeni bir dünya kurulması gerekiyordu ama biz bunu göremedik.
Göğsümüzün, bağrımızın içerisinde, iman dolu göğsümüzün içerisinde artık her türlü gavurluk fikirleri dolaşmaya başladı ve hakikaten göğsü İslâm’la dolu olanların boğazları sıkıldı. Bunu kendi dedemden ve babamdan biliyorum. Evde Kur’an-ı Kerim okuttunuz diye karakollarda, mahkemelerde süründüklerini anlattı babam, kendisinin de kendi babasının da, dedemin de. Yine Kastamonu’yla alâkalı olduğu için, Bartın’da tanıdığım müftü Kamil Bey vardı. Bu yasaklı dönemlerde, Kur’an-ı Kerim’in yasak olduğu dönemlerde hıfzını bitirmiş. Hıfzını Tosya’da bitirmiş ama hocaları kadın. İki tane hoca değiştirmiş. Niye? Erkekler Kur’an-ı Kerim okutmaya, hafızlık yaptırmaya cesaret edemiyorlar. Evlerinin içerisinde, kadınlar, hafize hanımlar -Allah onlardan razı olsun- evlerinde hafız yetiştiriyorlar. Kadın hocalar. Aynı şekilde bizim memleketimizde de var hafize hanımlar, onlar da hafız yetiştirdiler. Şimdi Müftü Kamil Bey, Allah rahmet eylesin 2011 yılında vefat etti, hıfzını tamamladıktan sonra demişler ki sen zekisin, Kastamonu’da Osmanlıdan kalma dersiamlar var, medreseler kapatılınca, işte bunlardan Arapça dersi oku demişler. O da gündüz terzi çıraklığı yapıyor, geceleri derse gidiyor kitaplarıyla beraber. Çıraklık göstermelik. Bu çocuk burada ne geziyor? İşte terzi çıraklığı yapıyor. Halbuki terzinin arkasında bir bölme var, orada ders çalışıyor, ezber yapıyor. Ve diyor ki geceleri derse gidiyorum tabi kitaplar elimde bir bohçaya sarılı, bohçam kaba bir bohça. Sonra her zaman bir komiserle karşılaşıyorum diyor, sokaktan geçerken karayağız bir komiser. “Evlat nereye gidiyorsun?” diye sesleniyor. “Efendim işte ben terzi çırağıyım, iş çoktu, bundan dolayı ben eve iş götürüyorum, bunlar da işte elbiseler.” Halbuki kitaplar var diyor içerisinde. Bir gün böyle, iki gün böyle her rastladıkça sokakta aynı yerde “Evlat nereye gidiyorsun?” “Efendim terzi dükkanından geliyorum, eve gidiyorum.” Bir gün ben diyor, bu kara komiseri camiden çıkarken gördüm, bu sefer gerçeği söylemeye karar verdim diyor Kamil hocamız. Allah rahmet eylesin. Yine karşılaşıp da “Evlat nereye gidiyorsun?” deyince “Efendim” diyor yaklaştım “bak bunlar benim kitaplarım” açtım bohçayı gösterdim “bunlar benim kitaplarım, ben akşamları ders okumaya gidiyorum, her zaman da size yalan söylemekten bıktım.” Sonra diyor o komiser aldı bohçayı tekrar bağladı, “Al evlat hiç korkmana gerek yok, git sen dersini gör, dersini yap hiç endişe etme.” Daha sonraki günler karşılaştığımızda “Evlat hayırlı geceler, işlerini iyi yap.” diye seslenirdi diyor. Ben bu vakıayı İsmet Bey’e anlattığımda kendisi “o mutlaka benim babamdır” dedi. Bunu teyid edemedik çünkü telefon ettiğimde, tam da o sıra 2011 senesiydi, vefat ettiğini öğrendim. Onu teyid edemedim. Yani o dönemde olduğu için, dersiamlardan ders aldığı için çok müthiş Arapça bilirdi, beraber okurduk. Ben de dinlemeyi severdim. Memleketimden dolayı beni de severdi. Sebebi de şu. Birkaç defa sevap kazanmama vesile olan bir meczup vardı diyor Kastamonu’da, o Tokatlıydı diyor. “Hayrola sana nasıl sevap kazandırdı?” diye sordum. Bu meczubun özelliği şuymuş, geceleyin yatsı namazında veya sabah namazı vakitlerinde bilinmeyen bir yere çıkar, ezan okumak yasak ya, oradan Arapça ezan okurmuş. Sesi de, o zaman cami imamıymış müftü Kamil abimiz, “Sesi de benim sesime benzediği için olsa olsa budur diye beni üç defa karakola çağırdılar, ifade verdim, nezarette de yattım, bundan dolayı beni epey sevaba soktu. Ve bu sayede biz CHP’nin iktidarına son verdik.” Kendisi öyle söyledi yani “Demokrat Parti’yi biz iktidara getirdik, CHP’nin iktidarına da biz son verdik, çünkü bize çok eziyet ettiler.” Şimdi esas vatan severlerin, memleketin evlatlarının sesleri kısıldı, medeniyet namına medeniyetin dişlerine yeni protezler eklendi. Halbuki biz o zaman ne demiştik: tek dişi kalmış canavar. Hâlâ da eklemeye devam ediyoruz.
İstiklâl Marşı’nın lisanıyla alâkalı şeyler söylemek istiyorum. Hassaten İstiklâl Marşı’nın nahviyle alâkalı. Türkçe’nin nasıl bir lisan olduğunu bilmemiz gerekir. Bize öğrettiği için İsmet beye teşekkür ediyorum hepimiz adına. Türkçe Kur’an-ı Kerim’den çıkmış bir lisandır. Bu topraklarda teşekkül eden millet Kur’an-ı Kerim okuyarak teşekkül etmiş ve lisanımız da buna göre şekillenmiş. Bunu şiirde çok iyi görebiliriz. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri çoğunlukla fiil cümleleridir; fiille başlar, faille devam eder, mefulle biter veya vurgusuna göre mefulle fail yer değiştirebilir. اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْف۪يلِ dediğimiz zaman; اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ, şimdi terâ fiil, ondan sonra فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍتَرْم۪يهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّ۪يلٍ, hepsi fiil cümleleridir çoğunlukla. Şimdi İstiklâl Marşımız da öyledir: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Çatma kurban olayım” veya “Dalgalan sen de şafaklar gibi”. Fiille başlar. “Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım”, “Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar.” Belki de bana öyle geliyor. Ben çocukluğumdan beri Elemtera’yı, Fîl Suresi’ni okurken ve İstiklâl Marşı’nı da bu mısrayla okurken, “Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar” اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْف۪يلِ aklıma geliyor. Çünkü nahiv yapısı ve ölçüleri buna çok uygun bir şeydir. Ve şiirimizin hepsi öyledir. Yani şiir niye bize o şekilde geliyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e benzetmeye çalışıyoruz. Kur’an-ı Kerim çünkü estetiğin zirvesini oluşturuyor, sanatın zirvesini oluşturuyor bizim zihnimizde. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında.” “Göçtü” fiil, “kervan” fail. “Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyu.” Kim çıktı? İslâm bülbülleri; öter Allah deyu... Nasıl öter? Allah deyu deyu öter. Mevlid’deydi: Dökülür cümle günah mislü hazan, fiil, fail, meful. Veya Fuzuli’nin naatında: “Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesun.” Yani bunların hepsi Kur’an-ı Kerim’in nahvi üzerine tertib edilmiş şeylerdir. Bizim lisanımızın hassaten özelliği bu. Kur’an okuduğumuz ve Kur’an okunduğu zamanlarda şiirimiz vardı ve Kur’an-ı Kerim’in tesiri olduğu müddetçe bu devam etti. Ve şiir yazmayı, şiir okumayı ve şiir taşımayı şeref addeden insanlarız biz.
Cönklerimiz vardır bizim, büyük sanat eserleridir. Cönk, şuanda antoloji diyorlar değil mi? Değişik yerlerden şiirleri bir araya getirip... Belki de, son cönk taşıyan adamı gören bir adamım. Ben devamlı onu söylüyorum, çünkü benden başka zannetmiyorum görmemiştir kimse benim yaşımda olup da, cönk taşıyan insan... Çünkü babama gelirdi bazı insanlar, kendi okuma yazmaları yok, cönklerini getirir şu şiiri oku derlerdi, babam okurdu, ben buradan biliyorum. Ve Yunus Emre’nin şiirleri, Karacaoğlan’ın şiirleri, daha değişik şiirler orada bulunurdu. İşte Kur’an-ı Kerim okuduğumuz zaman böyle şeylerimiz vardı. Şiirden anlardı, güzel sözden anlardı, çünkü Kur’an-ı Kerim okurdu. Çünkü Kur’an-ı Kerim bize sanat ve yüksek zevk taşıdı. Ve Kur’an-ı Kerim okuduğumuz müddetçe lisanımız da yüksek seviyeler, yüksek irtifa kat etti. Kur’an-ı Kerim’den uzaklaştığımızda, hassaten yazımızla beraber Kur’an-ı Kerim’den uzaklaştığımızda havamız bozuldu. Musikimiz de bozuldu Kur’an-ı Kerim okumadığımız için. Çünkü bizim bir havamız vardı. Çünkü insan havayla yaşar. Kültürler, itikatlar, inançlar hepsi havayla olur. Bizim havalarımız vardı. Oyun havalarımız vardı, uzun havalarımız vardı. Bizim işte zeybek havalarımız vardı. Memleketimizin havası vardı. Bütün bu havamızı kaybettik. Dolayısıyla istiklâlimizin havasını da kaybettik. İstiklâl Marşımızın havasını da kaybettik. Havasında okuyamadığımız müddetçe İstiklâl Marşımızın manasını bilemiyoruz.
Bir telefon geldi bir gün, hat dersi alıyordum, hat hocam aradı, “Yanımda birisi var,” dedi, “şöyle bir şey iddia ediyor.” dedi. “Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar.” “Ulusun” işte Mehmet Akif büyük bir belagat yapmış, meğer oradaki “ulusun” kelimesi iki manaya geliyormuş: birisi sen yücesin manasıymış, öbürü köpeğin uluması gibi “ulusun”. Ben de kızdım telefonda dedim ki: Bu kadar cehaleti tahsille mi elde ediyorlar? Bu ancak böyle olur, cehalet çünkü, böyle tepki vermemin sebebi de işte, birkaç edebiyat öğretmenine izah etmek zorunda kalmıştım aynı mevzuyu. İstiklâl Marşı’nı, o kelimenin manasını bilmiyorsan, öğrenmek istiyorsan İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yazıya bakmak gerekir. Yoksa sen Latin harfleriyle “ulusun”u o şekilde yazmışsın ondan sonra ona iki mana veriyorsun. Mehmet Akif’in kastetmediği manayı veriyorsun. Halbuki Mehmet Akif yukarıda zikrettiği tek dişi kalmış canavarın ulumasından bahsediyor. Yani onun uluması seni korkutmasın diyor. Burada sen ulusun işte korkma, böyle bir mana çıkarmanın imkanı yok. Yazıya baktığımız zaman böyle bir şey söz konusu değil. Lisanımız demiştik ve hassaten İstiklâl Marşı’nın lisanı Kur’an-ı Kerimle mukayyet bir şeydir. Kur’an-ı Kerim bizim hafızamızdır. Kur’an-ı Kerim bizim levh-i mahfuzumuzdur. Eğer Türkçeyi düşünüyorsak Kur’an-ı Kerim olmadığı zaman, okunmadığı zaman, Kur’an-ı Kerim güzel okunmadığı zaman bile lisanımız bundan zarar görür. Kur’an- Kerim tahsil edilmediği müddetçe bizim ağzımız, dilimiz, her şeyimiz bozulur. Zevkimiz bozulur, edebiyatımız bozulur, şiirimiz bozulur, her şeyimiz, havamız bozulur. Kur’an-ı Kerim bizim mahfuzumuz, levh-i mahfuzumuzdur.
Şimdi İstiklâl Marşı’nda geçen birkaç kelimeden bahsedeceğim, ondan sonra bitirmek istiyorum. “Yakın” kelimesi, çok ilginçtir bize gelişi. “Yakın” kelimesi Arapça bir ifadedir ama hiçbir zaman biz bunu Arapların kullandığı gibi kullanmayız. Biz bunu zarf olarak kullanırız. Yakın zarftır. Yani o buna yakın, o buraya uzak, o oradan daha yakın gibi ifadelerle kullanırız. Halbuki yakın Arapçada bir bilgi türünün, bir bilginin vasfıdır. İşte ilm’el yakîn, hakk’el yakîn gibi ifadeler vardır. Bu zarf değildir Arapçada. Bu bize mahsus bir şeydir. Yakının bir de Kur’an-ı Kerim’in bize vermiş olduğu bir anlamı var: وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ, “Sana yakîn gelinceye kadar ibadet et.” Bilin bakalım bu “yakîn” nedir? Ölümdür. Yani Türkçe İslâm’dan neşet etmiş bir lisandır. “Yakın” kelimesi de oradan neşet etmiştir. İslâm devre dışı bırakılarak, İslâm itikadı devre dışı bırakılarak kelimelerimizi anlamanın imkânı yoktur. Yani “yakın” derken biz ölümü kastediyoruz. Yani en yakın şey nedir insana, şöyle düşündüğümüz zaman? Ölümden daha yakın bir şey var mıdır insana? Yakın... Ölüm ve yakın... Türkçe böyle harika bir şeydir.
Bir de latife babından... İşte “gövde” kelimesi tahrif olmuş kelimelerimizden. Acaba bunu nasıl yazacağız, nasıl söyleyeceğiz? Bizim lisanımıza göre gövde “göğde” diye telaffuz edilir. Yani ك, و, ك ve د ve ه ile yazılır: kökde/كوكدە olarak yazılır. Şimdi bir mecliste, edebiyatçıların ve dilcilerin bulunduğu bir mecliste “gövde”nin kökü nedir diye sordum. Şimdi biri dedi ki o köktür, “Onun bir gövdesi yoktur, bir kökü yoktur” dedi. “Kendisi bizzat köktür.” Öbürü “göv” dedi, işte “göv”ün ne olduğu belli değil. Şimdi dedim bunu yazmadan nasıl bileceksiniz, yani bu nasıl yazılıyor? Kalemi verdim eline, o da Latin harfleriyle “gövde” yazdı. Dedim yani bu yazıyla yazdığın zaman nasıl anlayacaksın bunu. Eğer “gövde” kelimesinin aslı esasını, manasını anlamak istiyorsan bunu bizim yazımızla, İslâm yazısıyla, Kur’an-ı Kerim’in yazısıyla yazmamız gerekir: كوكدە diye yazılır. Dolayısıyla hemen anladık değil mi? “Gövde” kelimesinin kökü nedir? “Kök”tür. Yani “Kökte.” Kökün üzerinde. Yani bu da budur. Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için.
İsmet Özel: Şimdi bir ara verme zamanı geldi. Evet, bu aranın mahiyeti hakkında Gökhan Göbel bir şeyler söyleyecekmiş, bana öyle söylediler.
Gökhan Göbel: Evet, İstanbul şubesi olarak bir koro oluşturduk. Bir konser vereceğiz dört şarkılık. Akabinde panele devam edeceğiz inşallah.
(Yine Bahar Oldu Çoştu Yüreğim (Muhayyerkurdi), Alıverin Bağlamamı Çalayım (Hüzzam), Ne Çok Çektim Hasretini Bilsen Ah Ben (Suzinak) ve Al Sazını Sevdiceğim Şen Hevesinle (Sultan-ı Yegâh) şarkılarını İstanbul Şubemiz üyeleri icra ettiler.)
İsmet Özel: Selâmun Aleyküm,
İdare yani bu salonun idaresi bizden salonu saat 22:00’da boşaltmamızı istedi, biz de bunu kural gereği kabul etmek zorunda kaldık. Yani reddetsek ne yapacağız? Yani onun için kalan zamanda muhtasar ifadelere başvurmamız lazım.
Şimdi aklımıza sokmamız ve akılda tutmamız gereken bahsimizle ilgili bazı noktalar var. Ben bunları atlamadan konuşacağım, yoksa bu akşam bir şey söylemiş olacağımı düşünmem.
Biliyorsunuz Sovyetler Birliği haritadan silindiği zaman Amerikan National Interest dergisinde Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” diye bir makale yayınladı. Yani biz İstiklâl Marşı’nın tarihteki yerini tespit etmeye çalışırken milletin yani dünyadaki insanların tarihten ne anladığını hesaba katmamız şart. İnsanlarla birlikte yaşıyoruz. Yani Francis Fukuyama’nın söylediği şey, kapitalizmin alternatifi ya da karşı tezi sosyalizm idi. Dünyada sosyalist uygulaması sona erdiği için kapitalizm rakipsiz kaldı ve batı medeniyetinin başından itibaren savunduğu şey galip geldi, bundan sonra insanlık bünyevî bir değişim geçirmeyecek, -buna yeni bir dille “yapısal” diyorlar-. “Tarihin sonu geldi” diye bir tez savunuldu. Şimdi bizi İstiklal Marşı Derneği olarak ilgilendiren şey dünyaya bakış ve millet olarak bizim varlığımızın selamete çıkması bakımından yerimizin anlaşılması.
İstiklal Marşında “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” hadisesi… Aslında medeniyet savunduğu tezler bakımından, yani kendini kabul ettirmek için övündüğü vasıflar itibariyle Birinci Dünya Savaşı cereyan ederken bu esnada iflas etti. Yani biz, kendini beğendirmek için takındığı kıyafeti terk etmiş bir medeniyetle aslında karşı karşıya idik. Yani Batı Medeniyeti aslında Birinci Dünya Savaşı'nın cereyanı ile, Birinci Dünya Savaşı yüzünden iflas etti. Yani medeniyetin kendini kabul ettirmesi itibariyle iflas etti. Ama bu medeniyetin ayakta durmasını sağlayan mekanizma da 1929 iktisadî buhranıyla beraber çöktü. Yani kapitalizm aslında 1929 iktisadî buhranıyla, yaşaması imkansız bir mahiyet arz ettiğini kabul etmek zorunda kaldı. Yoktu artık kapitalizm; çalışmayan bir şeydi. Her neyse sonra kapitalizm kendisini bir şekilde onardı ve bu günlere geldi.
Biz Türkiye’de İzmir İktisat Kongresi’ni 1925’te, Cumhuriyetin ilânından sonra yaptık. Bu kongre krizden önce yapıldığı için, 1914 sebebiyle değerler itibariyle iflas etmesine rağmen kapitalizm hâlâ kendine güveniyor idi. Ama 1930 yılı geldiğinde kapitalizm kendini kurtardı, yani yok olmaktan kurtuldu; fakat kapitalizme uymayan tedbirlerle. Dolayısıyla 1930 yılından itibaren Türkiye devletçi bir politika gütmek zorunda kaldı. Ama 1925 İzmir İktisat Kongresi’nde kapitalizmin esas olduğu kabul edildiği için ifade şu şekilde tertip edildi: Teşebbüs-ü şahsî esas olmak üzere devletçiliğe gidilecektir.
Bütün bu olan biten şey dünyada on üçüncü asırda Türklerin bir vatan edinmeleri ve edindikleri bu vatanı yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde elinde tutma başarısını göstermeleri hadisesi hesaba katılmadan yapılan tahlillerdir. Yani dünyada bir Türk düzeni olduğunun fark edilmesi bütün bilinenleri bir kenara itecek bir hadisedir. Yani Türkiye’de yaşayan insanların kâfirlerin iğvasına kapılmaları sebebiyle bu işin farkına varmamaları bizim asıl meselemizdir. Yani İstiklâl Marşı’nın tarihteki yeri, bizim bir Türk düzeni sebebiyle dünyada yerine başka bir yapı konulamayacak bir işleyişi temsil edişimizdir. Bunlar uzun uzun konuşulabilecek şeyler ama bizim varlığımıza kastedenler Türkiye’de iki kez at katliamı yaptı. Yani bizim atlarımızı elimizden almak suretiyle millî mevcudiyetimizi sıfırlamayı gözeten insanlar bu konuda kendilerine göre ciddi bir başarı elde ettiler. 1947-48 yıllarında ilk at katliamı yapıldı. Sonra 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Türklerin bu katliama rağmen yine atlarından vazgeçmedikleri fark edilince 1961-1962 yıllarında katliam tekrar edildi. Ondan sonra da bir daha zaten böyle şeylerle uğraşılmıyor. Bu birçoklarına çok fantezi bir şey gibi görünebilir, çünkü insanlar bugün artık cep telefonu olmadan yaşanamayacağını düşünen insanlar haline geldi. Bunlara nüfuz etmenin imkanı yok.
Bizim kendi varlığımıza dair bir şuur, bir sınıf bilinci edinmemiz zarureti var. Bu konuda İstiklâl Marşı metni bizim istifade edebileceğimiz tek şey. Çünkü İstiklâl Marşı metni Türk yazısı olmadan okunamaz ve manası fark edilemez bir şeydir. Yani bugün insanlar, biz de işte burada sözlü olarak okuyoruz ama yazıda İstiklâl Marşı’nı görmeden ne olduğunu bilemeyiz. İstiklâl Marşı metni sadece Latin hurufatıyla yazılamaz bir metin değildir aynı zamanda Enver alfabesiyle de yazılamaz bir metindir. Yani bütün bunları bilip bir yere gitme imkanımız var. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak bu imkanın heba edilmesine itiraz ediyoruz, bütün yaptığımız bu. Ama bigane insanlara, söylenecek hiçbir şey yok tabi. Şimdi ben gene sırayla Genel Başkan, İkinci Başkan ve İstanbul Şubemiz Başkanı Yönetim Kurulu Üyesi Lütfi Özaydın’a bırakacağım. Buyurunuz Durmuş Bey.
Durmuş Küçükşakalak: Bugün sadece Tarihte İstiklâl Marşı’nın yerinden bahsedebiliyoruz çünkü İstiklâl Marşı’nın hayatımızda bir yeri yok. İstiklâl Marşı hayatımızda bir yeri olsun diye bile değil, en başta bir hayatımız olsun diye yazılmış hayatî bir marştır. İstiklâl Marşı bugünkü gibi bir Türkiye olmasın diye yazıldı. İstiklâl Harbi bugünleri görmeyelim diye verildi. Fakat bugün İstiklâl Marşı okuya okuya, İstiklâl Marşı’ndan dem vura vura, ezanlarla, salâlarla felakete gidiyoruz. Tarihte İstiklâl Marşı’ndan bahsetmek ölü bir şeyden bahsetmek anlamına gelmez! Aksine, tarihten bahsetmek; aslında gelecekten bahsetmek manasına geliyor. Geleceği olanın, göreceği olanın tarihi vardır. Yeryüzünde nihayetinde iki tarih anlayışı var: Birisi bizim kullandığımız kelime olarak tarih; hadisi şerif kökenli bir kelime olarak tarih diğeri ise esatir. Kur’an-ı Kerim’de geçer esatir: Esatir-i evvelin; evvelkilerin masalları. Bütün Avrupa, bütün batılılar -Amerika dâhil- “esatir”i kullanırlar; Latince “istoria” ve bunun türevleri olarak mesela İngilizcede “history”… Esatir, istoria, histary… Onların tarih anlayışı budur: Mit, masal, hikâye… Bizde ise tarih kelime kökü bakımından ay düşürmek, “ay görmek” manasına gelir, kelimenin kökü bu manaya gelir. Biz bir şeye ay düşürürüz, bir hadiseyi gökteki ayın hangi halini görmüş isek onu öylece kağıda yazarız ve buna tarih deriz. Tarih esatir değildir. Tarih bilimi denilen şeyin 17. yüzyılda kodefiye edilmiş olduğunu kabul edersek, Batılılar bizim anlayışımıza ulaşabilmek için tarih konusunda fazladan bir de tarih felsefesi diye bir alan oluşturmuşlardır ve tarih felsefesiyle ancak Türk’ün tarih anlayışına yaklaşabilirler. Yani tarihte İstiklâl Marşı’nın yeri dediğimizde en başta kronolojiyi anlamamız gerekir. İstiklâl Marşı’nın kabulünden önce neler olmuş, sonra neler olmuş, o sırada neler olmuş, iki hadise arasında geçen süre neymiş… kısaca bunlardır. Bizdeki tarih algısı dünyada hiçbir millette yoktur. Biz İstiklâl Marşı’nda geçtiği şekilde ezelden başlayan, ebede kadar uzayan bir tarih algısı içinde yaşarız. Ebed sadece kıyamet değil kıyamet sonrasını da içine alan bir kavramdır: Ebedî! Onun için sözü Gökhan Göbel’e veriyorum.
Gökhan Göbel: Teşekkür ederim. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yazıya ve o yazının yani Türk yazısının millî birliği sağlayacak tek şey olduğuna bir misalle değinerek konuşmamı bitirmek istiyorum. Hıristiyan takvimine göre 19. asrın sonu, 1800’lü yılların sonunda Ahmed Haşim Bağdat’ta, Yahya Kemal Üsküp’te doğuyor. Yani bunları konuştukları dil değil yazı birleştiriyor. Mesela Yahya Kemal’in Youtube’da kendi sesinden okuduğu şiirlerin kaydı var, Aziz İstanbul şiirini dinlerseniz “Görmedim gezmediğim, sevmediğim “hij” bir yer” der. yani “üj”, “bej”, “j” olarak söyler o harfi. Yani onları bir arada tutan şeyin yazı olduğuna dikkat çekerek, teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak: Lütfi Özaydın.
Lütfi Özaydın: Şehit oğluyuz veya o iddiada bulunuyoruz ve şehitlerimizin duası olduğu için böyle bir davamız var. Yani iddia, dua ve dava aynı köktendir. Eğer biz şehit oğluysak, şehitlerimizin bir davası vardır, hiç değilse şehit oğullarının bir iddiası olması gerekir, o iddiada tekrar başa döndüğümüz zaman o şehitlerin davası olması gerekiyor. Bunun, bu iddiamız ve davamızın mebdei İslâm’dır. Şimdi mevlid, milletimizin ilk İstiklâl Marşı ve yazılması Bursa Ulu Camii ile alâkalı bir şeydir. Yani mevlid, Bursa’da kürsüye çıkan bir gizli Hıristiyan İsa’nın Rasûl-ü Ekrem’den üstün olduğunu iddia eder, oraya kim çıkardıysa onu, bunu bilemiyoruz. Bir Türk’ün buna karşı çıkmasıyla Süleyman Çelebi’nin aklına böyle bir mevlid yazmak geldi ve Muhammedün Rasullullah yani:
“Bu senin oğlun gibi kadri cemil,
Kimseye vermemiştir ol celil.”
Yani insanların en hayırlısı Rasul-ü Ekrem’dir. Ne şunun oğludur, ne bunun oğludur, Allah’ın oğlu felan değildir o. Yani Rasul-ü Ekrem Allah’ın oğlu değildir, siz bırakın onu, bunu. Yani dolayısıyla bizim ilk İstiklâl Marşımız Bursa Ulu Camii’nde oldu. Ve Türklüğün ortaya çıkması da yine bir mabedle alâkalı, sözde bir mabedle. Yani Dırar Mescidi’nin yapılmasıyla alâkalıdır. Ve son İstiklâl Marşı’mız da Nasrullah Cami’inde okunmuştur, neden? Çünkü bizim duamız şudur: “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli!” Yabancı düşünceler bizim aramızda dolaşıyorsa, mabedlerimize kadar girdiyse şehit oğlunun davasını, iddiasını, duasını nasıl anlamamız gerekir, bunu nasıl düşünmemiz gerekir. Onun için şehit oğluysak eğer, bu davaya sahip çımamız gerekiyor. Teşekkür ederim.
29 Cemaziyelahir 1439, Kastamonu
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.
Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik.