Gökhan Göbel: Selâmun Aleyküm,
İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip ettiği "Üç Elif: İstiklâl, İnkılap, İzmir" serlevhalı panelimize hepiniz hoş geldiniz. Panelimiz iki celseden müteşekkildir. Programımızı şöyle ilan etmiştik: Birinci celseden sonra İstiklâl Korosu konseri olacak, bir ara verilecek, ikinci celseye geçilecekti. Ankara'daki sel felaketi dolayısıyla Musikişinas arkadaşlarımızın uçak seferleri tehir edildi, arkadaşlarımız eğer yetişebilirlerse konserimiz ikinci celsenin sonunda olacak. Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun'un bineceği uçağın da sis dolayısıyla kalkmaması yüzünden kendisi bugün konuşmasını yapamayacak.
İstiklâl korosu konseri olmayacak, Lütfi Özaydın'ın, İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubemiz Başkanı, Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Lütfi Özaydın'ın yeni çıkardığı kitabının imzası olacak birinci celsenin sonunda. Yalnız Lütfi Hoca kitabı imzaladığı kişilere adının aslını yazacak. Yani adının aslını, nasıl yazıldığını bilmeyenler yahut güzelce yazılmasını görmek isteyenler -aynı zamanda hattattır kendisi- imza esnasında bunu görebilirler. Bir de bir şey daha ilave etmem lazım: Panelimizin isminde "istiklâl, inkılap, İzmir", üç kelime var. Bunlardan inkılap... 1934'te Soyadı Kanunu çıkarıldı, son inkılaplardan birisidir. Gene Lütfi Hoca imzasında soyadı yazmayacak. Arzu edenlerin künyelerini yahut da eskiden devam ettiği gibi yazacak. Mesela nedir ismi adamın: Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu. Fındıkoğlu 1934'ten sonra aldığı soyadıdır. 1934'ten önce o insanın ismi Ziyaeddin Fahri. Fahri babasının ismi, Ziyaeddin kendi ismi. Necip Fazıl. Nurullah Ata. Nurullah Ataç Soyadı Kanunu'ndan sonra bir numara yaparak soyadına yani babasının adına bir ç harfi ekleyerek onu soyadı şekline getirdi Nurullah Ataç olarak. Ve Ziyaeddin Fahri'ye diyordu, "Sen" diyordu, "önce o ismindeki Fahri'yi atacaksın. Hala babanın ismiyle anılmak olmaz, Soyadı Kanunu çıktı." diyordu. Arzu edenlerin isimlerini babasının ismiyle beraber de yazacak Lütfi Hoca. Çünkü Türk harfleriyle yazıldığı zaman bu, mesela Ziyaeddin Fahri Kuran harfleriyle sağdan sola şurada yazının aslıyla olduğu gibi, şu manaya da gelir: Fahri'nin Ziyaeddini. Bugün Latin yazısında terkipleri tire ve "i" harfiyle gösteriyoruz.... Mesela "fahr-i kainat", orada "fahr-i kainat", tire ve "i" harfi gibi bir işaret veya harf görülmez Kuran harfleriyle yazarken. "fahr" yazar, "kainat" yazar. Sen onu fahr-i kainat okursun ve bu da kainatın fahri demektir. Nasıl hala daha Anadolu'da Mehmet'in Hüseyin diyorlarsa o da öyledir, yani, Atâ'nın Nurullah, Fazıl'ın Necip, Fahri'nin Ziyaeddin demektir. İsteyenlerin isimleri de bu şekilde yazılacaktır.
Bir de, unuttuğum şeyleri zikredeyim. Bu kitaptan başka iki neşriyat daha getirdik Adana'ya. Bir tanesi Türk Eli'nin Nüfus Kaydı. Şöyle ve şöyle görülebilir, standımızda var. Hristiyan takvimine göre Birinci Dünya Savaşı'nın yüzüncü yılındayız, 1918-2018. Bizim takvimimize göre ise İstiklâl Marşı'nın yazıldığı, Sakarya Meydan Muharebesi'nin yapıldığı 1339'un yüzüncü yılındayız, 1439'dayız. O ikisi arasında çok önemli iki şey oldu Türk varlığı bakımından. -Dünyada İslam'ın devam edip etmeyeceği, bir siyasi organizasyon ve bir askeri teşkilat olarak İslam'ın devam edip etmeyeceği hususunda bir üç sene geçti bu arada 1918 ve 1921 arasında.- Bunlardan bir tanesi Mîsâk-ı Millî'nin ilanı, "son karar Mîsâk-ı Millî". Türklerin buralardan geri adım atamayız dediği toprakları işaret eder. Diğeri de bundan hemen sonra 1920'de buna karşılık kafirlerin bize reva gördüğü Sevr haritasıdır. Bunu tabi Türkçe okuma bilenler okuyabilir. Mesela arkada bir harita daha var; o da Osmanlı İmparatorluğu'nun en geniş sınırlara sahip olduğu haritadır. Orada yazanları söylemeyeceğim ama insanlar bu haritaya bakınca o zaman için neredeyse bu toprakların dâr'ül-İslâm'ın tamamı olduğunu fark edeceklerdir, deyip bir şey daha söyleyeyim. Bir de konser broşürü bastık. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak Türk varlığına delil olan, Türk varlığının akıbeti bizim akıbetimizdir diyen insanlarız. Musiki bahsi de bununla birebir alakalıdır. Ve eğer verebilirsek konserimiz Refik Fersan'ın Hicaz Peşrev'iyle başlayacak. Bu broşürde Refik Fersan'ın başına gelen şeyle ilgili bir malumat var, gene Türkçe okuma bilenler onu okuyabilecek. Ben şu kadarını söyleyeyim: Türkiye'ye bir şey yapanların -bu kötü bir şey-, Türkiye uğruna bir şey yapanlara ne yaptığını burada Refik Fersan'ın hayatına ve ölümüne bakıp bunu görebilecekler. 27 Mayıs darbesi olunca radyo evine gelen bir askerin hakareti ve küfürlerine maruz kalarak hastalanıp ölen bir insan, Türkiye uğruna bir şey yapan. Ve Türkiye'ye bir şey yapanın da ona ne yaptığı da gene broşürümüzde okunabilir deyip, teşekkür ederim.
Şimdi, konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ı, İstiklâl Marşı Derneği Genel Saymanı Oruç Özel'i ve İstiklâl Marşı Derneği Adana Şubesi Üyesi Batuhan Arite'yi kürsüye davet ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz.
Selâmun Aleyküm,
"Üç Elif: İstiklâl, İnkılap, İzmir"; bu serlevha çerçevesinde bugün gayet “ekonomik” konuşmalar yapacağız. Dört konuşmacı olacaktı, yine aynı uçak mevzuu dolayısıyla dördüncü konuşmacımız da gelmedi. Onun için hem içerik olarak “ekonomik” hem de boyut olarak “ekonomik!” Ekonomik paket diye bir şey var. Paket büyüyor fiyatı küçülüyor, böyle konuşmalar dinleyeceksiniz. Burada konuşacak -ben dâhil- hiçbir arkadaşın iktisat eğitimi falan yok. Hiçbirimiz ekonomist değiliz.
Oruç Özel: Allah'a şükür, Allah korusun.
Durmuş Küçükşakalak: Oruç Bey "Allah'a şükür" dedi, evet Allah'a şükür ekonomist değiliz. Çünkü Türkiye'nin bugüne kadar hafızasına kazınan ekonomik hadiseler, 24 Ocak Kararları da deseniz, işte Tansu Çiller zamanında olup bitenler de deseniz, hepsi ekonomide uzman kişiler tarafından yapılmış şeylerdir, Türkiye'ye yapılmış kötülüklerdir. Biz ne cesaretle böyle bir konudan bahsediyoruz? Bir: İstiklâl Marşı Derneği üyesiyiz. İki: İşin aslına, esasına dair kesinlikle vazgeçmediğimiz sabitelerimiz var. Bu mikyasa vurarak biz ne olup bittiği hakkında bugünkü Cumhurbaşkanı koltuğunu, Başbakan koltuğunu meşgul eden insandan da, hatta Ekonomi Bakanı'ndan da çok daha aslı, esası olan, aslı, astarı olan fikirlere sahibiz. Çünkü hepinizin dikkatini çekmiştir, Cumhurbaşkanı dedi ki: bu Merkez Bankası benim arkamdan iş çeviriyor. Yurtdışına çıktığında işte faiz silahını çıkarıyor falan. Yahut Başbakan iki sene önce dedi ki: “Dolar bu; iniyor, çıkıyor işte” dedi.
İsmet Özel: "Çanakkale geçilir."
Durmuş Küçükşakalak: Evet, köprü vasıtasıyla “Çanakkale’nin geçildiği”ni övünerek söylediği gibi “dolar bu iniyor, çıkıyor.” Ekonomi Bakanı dedi ki: Türk lirası değer kaybetmiyor, döviz değer kazanıyor. Bu sözleri durumu idare etmeye çalıştıkları için veya nabza göre şerbet vermek için söylediklerini zannetmeyin. Gerçekten öyle düşünüyor bu insanlar. Yani köyde bakkal Mehmet Ağa'nın yaptığı hesapla, işlettiği mantıkla hiçbir farkı yoktur bu mantığın. Sadece işlem basamakları farklı: Bakkal birler, onlar, yüzler basamağında işlem yapabiliyor, bunlar milyonlar, milyarlar basamağında işlem yapabiliyor. Sadece rakam farkı var.
Peki nasıl oluyor, ne oluyor? Bütün dünyada işte bir çark dönüyor, Türkiye'de herkes alıyor, satıyor, maaşlarımız ödeniyor… yani ortada büyük bir marifet var gibi gözüküyor. Dönen dolabın dönüş istikametine doğru kendini bırakan için hiçbir marifet yok. İşte buna değineceğiz. Aslında en temel soru budur: Dünyada bir sistem var mı yok mu? Bu sistemin karakteri ve işleyişi ne minvalde? Bu bahsettiğim şahıslara da sorsanız, Türkiye'de, dünyada kime sorarsanız sorun alacağınız cevaba göre insanlar ikiye ayrılır. Yani Müslim-gayrimüslim ayırt etmeksizin en temel soru: Dünyada bir sistem var mı yok mu? İnsanlara bu soruyu sormak gerekir. Bir sistem yok diyenler makamı, mevkii ne olursa olsun hiçbir şeyden anlama kudreti kalmayan ve o küfür sisteminin çarkını çevirmek için su taşıyan bir elemandır, bir ajandır. Sistem var diyenler ise o sistem yok olsun için uğraşan, o sistem bozulsun diye çaba gösteren, en azından böyle bir niyeti olan insanlardır. Dünyada kabaca insanlar ikiye ayrılır: Dünyada bir sistem var diyenler, yok diyenler. Yani bu tartışmadan da anlayabiliriz ki bu Dünya Sistemi dediğimiz şey öyle elle tutulur, gözle görülür bir mekanizma değil. Bu ancak etkilerine bakarak yahut sistem krize girdiğinde fark edebileceğimiz bir şeydir. Normal seyri halindeyken göstermekte zorluk, izahta zorluk çekilebilir. Sadece sistem krize girdiğinde “aha sistem diye bir şey varmış” diye bir fikrimiz olur.
Bu sistem nasıl çalışır? Dünyadaki bu sistem tamamen paranın hareketiyle, bunun karşılığında emirlerin hareketiyle... Bir yerden bir yere para aktarılır, buna “sıcak para” denir. Paranın aktarıldığı yere aynı zamanda emirler gider. Orada o emirler doğrultusunda paradan para üretilir; o parayla emek, ürün, sermaye belli odaklarda toplanır ve toplu bir şekilde daha yukarıya, merkeze çıkarılır veya çekilir. Bunu herkes kendi çalıştığı alanda çok rahat gözlemleyebilir. Mesela Türkiye'de şu anda ilaç sektörünün %95'i yabancı firmaların elindedir. Bundan 20 sene önce bir sürü yerli firma vardı, Eczacıbaşı vardı mesela. Ne kadar yerli o tartışılır ama işte Türkiye'deki bir firmaydı. Bütün sektörlerde adı konulmamış şu kaide vardır: Sermaye birikiminin kati sınırları… Bir şirket veya şahıs (etnik yapısı, cemaat yapısı ne olursa olsun ) belli bir seviyeye geldiği zaman, pazarını, piyasasını oluşturmuş, bir sermaye birikimi elde etmiş ve o kati sınıra gelmiş dayanmış… O sınırlardan ötesine katiyen geçemez. Bunu kimse bilmez. Sadece o sınırlara kafasını çarpan, dokunan o sınırı görebilir, gösterebilir. O sınıra geldiğinde yapacağı şey yükünü, pazarını, piyasasını sınırın ötesinde bekleyene, bir üsttekine boşaltmak şeklinde olur, bir üstüne devretme şeklinde olur. Bütün insanların emeğinin sömürülmesi, sadece emeğinin değil bir memleketin bütün potansiyelinin, yer altı yer üstü potansiyelinin sömürülmesiyle deveran eden bir düzenek vardır. Her nevi değeri sürekli yukarıya aktaran bir mekanizma vardır. Şimdi mesela- işte ekonomist değiliz dedik, teknik tabirlerle aramız da iyi değil- günlük hayattan herkes kendi meşguliyetinden bunu fark edebilir. Benim şu an da çalıştığım sahada beş köyde bildiğiniz basbayağı plantasyon uygulanıyor. Plantasyon 19. yüzyılda Güney Amerika kıtası başta olmak üzere değişik coğrafyalarda tatbik edilen bir şeydi. Büyük çiftlikler ve çalışan on binlerce köle… Belli bölgelerde belli ürünleri üreten, o ürünlere has çitlikler vardı. O ürünler orda üretilir, kölelere ürettirilir ve bu Dünya Sisteminin merkezlerine aktarılırdı. Köleler tembellik etmesinler diye önce borçlandırılır, o plantasyonlarda çalışmaktan başka çare bulamaz hale düşürülürdü. Onlar da borçlarını ödemek için sürekli çalışmak zorundaydılar. Bu 19. yüzyılda bittiğini zannettiğimiz plantasyonlar şu anda Türkiye’de uygulanıyor. Yani kapitülasyonlar Lozan Anlaşması’yla kalktı falan filan! Kapitülasyonlardan çok daha berbat bir şeyle şu anda yüz yüzeyiz. İşte benim çalıştığım bölgede şahit olduğum beş köyde bu uygulanıyor. Uluslararası tohum firmaları, devlet koruması altında (hem kanunî koruma, hem de kolluk gücü anlamında koruma) mısır ve ayçiçeği tohumu ürettiriyor. Eğer o beş köyün mücavir alanında bir çiftçi çıkar da ben farklı bir ayçiçeği, farklı bir mısır tohumu ekeceğim derse yahut evinde tüketmek amacıyla birkaç kök bir yerlere bir şey ektiyse bütün yaz boyu devriye gezen görevlilerle karşı karşıya geliyor. Bu görevliler onların tarlalarında o mahsülü imha ediyor. İmha etme maliyetini de o çiftçiye fatura ediyor. Eğer adam komple bir tarla ektiyse o tarladaki mahsul komple imha ediliyor. Sadece o firmanın temin ettiği tohum ekiliyor, tohumluklar üretiliyor. Bu tohumlar yine bizim çiftçimize satılıyor. Yani şunu düşünün: Yabancı bir firma bizim toprağımızı kullanarak, bizim suyumuzu kullanarak, bizim insanımızın emeğini kullanarak tohum üretiyor ve misli misli fiyata bize tekrar geri satıyor. 2018 yılı itibariyle sertifikalı tohum adı altında üretilen bu tohumlarla ziraat yapmayan çiftçiler devlet sübvansiyonlarından yararlanamıyor. Yerli tohum üretmek ve satmak yasak. Böyle bir mekanizma var. Bu kölelikten de beter bir mekanizma. Ama herkes memnun çünkü bu sayede borçlarını ödeyebiliyor! Bize ait olmayan parayla borç ödemenin tesellisi ile avunuyoruz. Bu, tüm Türkiye’de her alanda bu çerçevede cereyan eden bir mekanizma.
Şu anda bu salonda bulunan herkesin cebindeki paralar sahtedir. Hiçbir karşılığı yoktur. Sahte paralarla teskin ediliyoruz. Kağıt para demek, sahte (kalp) para demektir, sadece faiz demektir. Başka hiçbir anlamı yoktur. Sömürünün, köleliğin vazgeçilemez enstrümanları faizden para üreten sistemle temin edilir. 1945’ten beri özellikle 72’den sonra para tamamen dolara endekslenmiştir ve dolar basma yetkisine sahip devletler değil insanlar var. Merkez bankaları başta olmak üzere, merkez bankalarını bırakın şahıs olarak dolar basma yetkisine sahip dünyada insanlar var. Tabi “basma yetkisi” derken bu eski ağız. Önceden matbaa çalıştırıp, kağıt banknot basılıyordu. Şu anda rakamlarla, tuşlara dokunarak dolar yapılıyor ve tabii ki bunun bir sınırı yok. Bırakın altına endeksli parayı toprağa endeksli, suya endeksli para sistemi bile olsa dünyada işler bu hızda ve minvalde çekip çevrilemez. Yani bir avuç toprak 1 kuruş deseniz bile bu işin bir sonu vardır. Dünyada mevcut toprak miktarı bellidir nihayetinde. Ama rakamların bir sınırı yok. Onun için sınırsız gâvurluk yapma imkânı ortaya çıkarılabiliyor. Dünyada mali işler bu kadar hızlı dönebiliyor, bu kadar çok gâvurluk yapılabiliyor. Dolar bastığınız nispette, dolara yani rakamlara endeksli paranız olduğu nispette gâvurluk yapma imkânına sahipsiniz. 1945’e kadar altına indeksli para sisteminde elinizdeki altın kadar para basabiliyordunuz. Yani mesela Türkiye’de merkez bankası kurulduğunda ya da merkez bankasının Türkiye şubesi açıldığında bire üç para basılabildi. Yani elindeki altının üç misli kadar para basabiliyordun. Merkez Bankasını tüzüğünde bu yazıyordu. Daha sonra bu dolara endeksli olunca kim veriyorsa doları onun düdüğü çaldı. Zaten Merkez Bankaları tüm dünyada şubeler şeklinde çalışır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bir merkez bankası yoktur. Merkez Bankasının Türkiye Cumhuriyeti şubesi vardır. İlki 1913 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur ve bunun hızla şubeleri yayılmaya başlamıştır dünyanın dört bir tarafına. İşin büyük kısmı merkez bankaları üzerinden yapılır. Türkiye’de 1931’de kuruluyor Merkez Bankası.
Şimdi biz bir İstiklâl Harbi verdik. : İzmir İktisat Kongresi’ni İstiklâl Harbi’nin ilk neticelerinden biri sayabiliriz belki. İlk defa bir iktisat kongresi toplanıp “ne yapacağız şimdi” sorusuna cevap arandı. Yani “bir İstiklâl Harbi verdik, bunun neticesinde nasıl bir hayatımız olacak?” Bunun konuşulup tartışıldığı bir şey. İzmir İktisat Kongresi’nde şu söz söylenmiştir: Misak-ı Milli cihad-ı asgar ile gerçekleşti yani İstilâl Harbini kazandık, şimdi zaman Misak-ı İktisadi için cihad-ı ekber vaktidir. Yani İstiklâl Harbi küçük cihattır, asıl cihat şimdi başlıyor. Bu şuurla bir iktisat kongresi toplandı. Onun için bu cihad-ı ekber olarak görülen işin başına, kongrenin başına- günlerce süren bir kongre- Kazım Karabekir getirildi. O getirildi başkanlığına. Başka başka meseleler de tartışıldı İzmir İktisat Kongresinde. Mesela “bizim de bir merkez bankamız olacak mı” meselesi o zamandan tartışılmaya başlanmış bir şeydi. Yıllarca savaşmış bir millet tekrar bir borç sarmalına sokulmadan nasıl karnını doyuracak? İzmir’de buna cevap arandı. Ama karnını doyurmanın ön şartı inkılaplar olarak karşımıza çıktı.
Şimdi bu borçlanmaya getireceğim işi. Yani başta merkez bankaları vasıtasıyla olmak üzere, başka legal (!) ve illegal(!) yollarla borçlandırmayla bir sistem yürüyor şu anda. Borçlanmak! Bu bir topluma veya insana yapılacak en büyük zulümdür. Bunu çok iyi biliyorlar onun için şu andaki dünya sitemi dediğimiz şey borçlandırmakla yürüyebilen bir şey. İnsanları borçlandırmadığı, ülkeleri borçlandırmadığı zaman bu sistem tıkanacak. Bunu çok iyi biliyorlar. Onun için açın bakın dünyada en borçlu ülkeler listesini borcu olmayan ülke yoktur. En borçlu ülke en gelişmiş, ekonomisi en büyük ülkedir. Amerika Birleşik Devletleri en borçlu ülkedir. Ondan sonra Çin, Japonya, Avrupa devletleri diye sıralanır. Yani bir ülkenin gelişmişliği neyse dünyada kaç numaraysa borcu da o numaradır. Bu saçma sapan bir şey düşünüldüğünde… Yani bütün ülkeler borçlu, o zaman kim kime borçlu? Alacaklı olan kim? Alacaklı olan Dünya Sistemi. Yani işte konuşmaya başlarken söyledim. Köydeki Mehmet Ağa gibi, bakkal Mehmet Ağa gibi hesap yapılıyor. Zannetmeyin ki Amerika’nın başındaki emlakçı adam bundan farklı… Hayır, o da sadece daha büyük rakamlarla konuşabiliyor. O da aynı hesabı biliyor o da aynı hesabı yapabiliyor. Rakamların büyüklüğü dışında Amerika ile Türkiye’nin yönetim olarak bir farkı da kalmadı. En azından önümüzdeki seçimlerden sonra bir farkı kalmayacak. Tamamen birbiriyle örtüşük bir idareye kavuşmuş olacağız başkanlık sistemiyle. Çünkü cumhuriyetçiler oldu, cumhur ittifakı; karşısında da demokratlar olacak, demokrasi ittifakı!
Milletvekillerini 1 Mart 2003 tezkeresi meclisten geçmez ise memurunun maaşını bile ödeyememekle tehdit eden insanların yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. O günden bugüne ne değişti? AvrupaBirliği maceramız vardı biliyorsunuz yıllardır devam eden. Önce Avrupa Topluluğu adı altında daha sonra Avrupa Birliği adı altında yıllarca devam eden Avrupa Birliği maceramız vardı. Avrupa Birliği’ne girmesi imkân ve ihtimal dâhilinde olmayan dünyadaki tek ülkeyi on yıllardır çelik zırhlı duvara çizilmiş kapı siluetinin önünde bekletenler mi, bekleyenler mi yönetti? Uyum süreci adı altında “yapısal reformlar”la, fonlarla kevgire döndürülen şey Türkiye’nin kendi kendine yeterliğiydi. Türk hayatının hortlayıp çıkmasına mani olmak üzere köküne kibrit suyu dökmek için icat edilen reformlar silsilesi AKP döneminde en kesif halini aldı. Bu dönemde Avrupa Birliği Bakanlığı gibi komik bir bakanlıkla yenilen ve yedirilen o haltların üzerine tüy dikildi. Bırakın kendi imkânlarıyla kendi karnını doyurabilecek insanları, bugün hayvanlarını bile doyurmak için dışarıdan gelen gemilere gözünü dikmiş bir ülkedir üzerinde yaşadığımız topraklar. Avrupa Birliğine girmesi halinde işe yarayacağı vaadiyle tesis edilen kanunların ve “yapısal reformlar”ın birliğe gir(e)meyecek bir ülkede yaptığı tahribatı ölçebilir mi? Avrupa Birliği macerası askıya alınmış! Çünkü maksat hâsıl oldu: Gâvur dirliğine raptedilen tüm kanun ve kurumlar milli birliği sağlamayı imkânsız hale soktu. Yıllardır süren reformlarla ne bileyim yapısal reformlarla bunun alt yapısı, kanunî alt yapısı da olsa idari düzenlemeleri de olsa çoktan yapıldı bitti. Avrupa birliğine giremeyecek bir ülkeyi siz girecekmiş gibi birçok değişiklik yapıyorsunuz. Bunlar Türkiye’yi ortadan kaldırmak için yapılmış şeylerdir. Ben giriş babında bunları söylemiş olayım. Daha sonra ilave edeyim. Genel saymanımız Oruç Özel. Buyurun:
Oruç Özel: Teşekkür ederim.
Selâmun Aleyküm,
Şimdi İstiklâl Marşı Derneği genel saymanı olunca bu konu hakkında ben de konuşayım istedim, istendi. O sebeple bu kürsüdeyim. Biz bu işlerin neresindeyiz. Hangi işler? Şimdi bu ekonomi, iktisat denildiği zaman herkes herkesten çok biliyor. Biraz önce genel başkanımız söyledi biz hakikaten bunları bilenlerin ne bildiklerini bilmiyoruz. Bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. Okuyoruz, işte bir yeni çağ başlangıcı, yeni bir çağ başlangıcı olarak Birinci Cihan Harbi ve sonrası tanımlanıyor. Üzerinden yüz seneyi aşkın süre geçti, bir şeyler oldu bitti, bu oldu bittilerin bir kısmı “oldu bitti” şeklinde oldu. Bunlardan bizler bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. İşte benim yaşım da kırka geliyor.
İstiklal Marşı Derneği çatısı altında pek çok defa söylenen, zikredilen bir hadisi şeriften bahsedeceğim. O hadisi şerifin size ... Biliyorsunuz o hadisi şerifi. Rasulu Ekrem bakıyor ki Medine’de bazı sahabeler “dölleme” yapıyorlar. Hurma dallarını birbirine vurmak suretiyle bize okullarda tozlaşma diye öğrettikleri tozlaşmaya yardım ediyorlar. -Bu hadisin bu kısmında çıkarım yapıyoruz, biyolojiden bir şeyler öğrendik ya, olsa olsa böyledir diye kendi aklımızı kullanıyoruz, tozlaşma falan diye böyle laflar ediyoruz.- Diyor ki “Böyle yapmasınlar!” Onlar da yapmıyorlar. Yapmayınca ertesi sene hurmaların daha önceki senelere göre yeterince olgunlaşmadığı görülüyor. Bunu Rasulu Ekrem’e haber veriyorlar. O da, -biz Arapçasından tercüme ettik, düzgün bir şekildedir diye ümit ediyorum- "Sizin dünyanızdan olan bir mesele konusundaki kararınız sizindir, dininiz konusundaki meselelerde ise benimdir.” diye bir mukabelede bulunuyor. Burada dünya hayatı ile ahiret yurdunun birbirinden ayrıldığı hususunda pek çok yorumda bulunan zat olmuş. “Haşa, böyle olması mümkün değil, nasıl böyle bir sonuca varılabilir?” diyenler de olmuş. Biz de 1439 senesinde bu hadisenin üzerinden takriben ondört asır geçmiş, dünya hayatıyla ahiret hayatının ayrı olduğunu bilmenin, Rasulullah dinle alakalı şeyleri bilir, ama bizde aklımızı kullanıp dünyada ne oluyor ne bitiyor bunları bilebiliriz diye düşünmenin gayr-i İslami yorum ve kafirlerin ekmeğine yağ süren bir yorum olduğunu derneğimizin kürsüsünden daha önce de defaatle söyledik. Şimdi hatta ne bu laiklik mi, dünya hayatı ayrı ahiret hayatı ayrı diye bir ikileme gidebilir kafası gavur aklıyla çalışan insanlar.
Tabi böyle bir şey yok. Biz şu üzerinde yaşadığımız dünyada, işte Adana’ya geldik. Ben İstanbul’dan geldim, umum katibimiz Giresun’dan gelemedi. Niye umum katibimiz Giresun’dan gelemedi? Çünkü Giresun'daki sis sebebiyle uçak kalkmadı, iptal oldu. Böyle bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Bunların normal ve olabilir şeyler olduğu hakkında doğduğumuzdan beri bize hep telkin ediliyor. Neticede Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde hepimiz batılı eğitim görmüş insanlarız. Benim ilkokul ,ortaokul ,lise ve lisans diplomam var, hepsini burada aldım, hepsi de batılı tarzı eğitim neticesinde oldu. İlahiyat okumuş olsaydım, imam hatip mezunu olsaydım bu değişecek miydi? Kati surette değişmeyecekti. Hatta belki biraz daha Avrupai olabilir daha zavallı bir pozisyonda da olabilirdim.
Şimdi bütün her şey yanlış, baştan onu söyleyelim. Her şey hatalı, hiç bir şey doğru değil, her şey şüpheli. Bir hadisi, başka bir hadisi naklederek tekrar hadislerle gitmek istiyorum. O da şu: Abdullah ibn Ömer evinin duvarını annesiyle birlikte sıvıyor. Rasulu Ekrem yanında geçiyor -kendisinin rivayet ettiği hadis-i şerif- ne yaptıklarını soruyor, onlar da tadilat yaptıklarını söylüyorlar. O da diyor ki: “Ahiret için çalışmak daha hayırlıdır. Kıyametin kopmayacağını nerden biliyorsun?”
Bir başka sahabe ile beraber Rasulu Ekrem yürürken bir adam görüyorlar. Çok basit, ev denemeyecek kadar basit bir şey inşa ediyor. Orada Rasulu Ekrem’e yanındaki sahabe diyor ki: “Bu onu yağmurdan ve güneşten ve Allah’ın yarattığı diğer şeylerden koruması için. İhtiyacı olduğu için bunu yapıyor” diyor. Rasulu Ekrem de ona hiç ses etmiyor. Başka bir hadis-i şerifte de Rasulu Ekrem diyor ki: Allah bir insana kötü bir şey vermek isterse kazandığı nafakasını bina yapmaya harcatır. Burada iki şey önümüze çıkıyor. Birincisi ihtiyaç nedir? Şimdi bina yapmak kötü bir şey. Bunu nasıl kabullenirsiniz, bilmiyorum. Bina yapmak kötü bir şey. Bir de ihtiyacı kadar olunca Rasulu Ekrem hiç ses etmemiş. Yani Rasulu Ekrem “buna ihtiyacı var bu adamın” denilince ses etmemiş. “İyi, iyi yapsın” da dememiş, “olmaz” da dememiş. İktisat dedikleri zaman -ben doğru söyleyemez ise siz düzeltin lütfen- ne diyorlar, “Sonsuz ihtiyaçların sınırlı imkanlarla karşılanması bilimi veya ilmi” neyse, böyle bir şeydir. “İktisat nedir?” dedikleri zaman okullarda -bizim okumadığımız okullarda- böyle anlatıyorlar. Dolayısıyla ihtiyacın ne olduğunu anlamamız lazım.
Bir insanın neye ihtiyacı vardır? Ben çocukken insanların bankanın önünden geçmeyip başka yolu tercih ettiklerini duyardım. Daha önceden daha çok olan bir şeydi bu belli ki ben çocukken de olan bir şey. Bir adam çocuklarının iktisat-işletme okulu bitirip sonra bankada çalıştığını söyleyemezdi diğerlerine. Ve bankadan para alma meselesi… Hemen hemen o insanla olan münasebetini diğerlerinin gözden geçirmesine sebep olan bir durumdu. Belki de böyle şeylerin sonlarıydı, belki de benim böyle olan son birkaç bir münasebeti gördüğümü diyebilirsiniz. Ama şimdi gördüğüm kadarıyla bu hususta hiçbir karşı duruş yok. Banka ile olan münasebette hiç kimsenin hiç kimseyi hakir gördüğü de yok. Otomobil almak için de, bina-ev almak için de insanlar bankalardan para alıyorlar. Televizyonda gördüm, bir banka reklamında iki kardeş var -o Yunan Merkez Bankasının alıp sonra Katarlılara sattığı bankanın reklamı- para istiyor biri öbüründen, o da onu bankaya gitmeye teşvik ediyor. İkizler bunlar, biri hasta oluyor hastane masraflarını ödemek için para istiyor. Böyle münasebetleri size, bize, hepimize empoze ediyorlar. Biz de bunların normal bir şeyler olduğu kanaatine varıyoruz. Mesele şu, insanlar diyorlar ki: Bir bineğim olmasın mı? Binekle otomobil aynı şeydir deme kafası apayrı şey, bu bahsi diğer onu konuşsak o tamamen olmayacak bir şey. Onu konuşmayacağız şimdi. Ama “ev olması lazım” diyor. Benim diyor, çoluğumu çocuğumu barındıracağım bir evimin olması lazım, bu bir ihtiyaç diyor. Bunu diyor. Ama adam ve bankadan kredi alacağını, kredi alıp bir ihtiyacını göreceğini söylüyor, ama ihtiyacını görmek için bir ev almıyor. İstediği veya o ailenin istediği o evi alıyor. Dolayısıyla iş tamamen nefsani bir şeye dönüyor. Yani ihtiyaç dediğimiz şeyin seviyesi ne? Yine Medine’de bir adamın evinin üstüne bir kubbe yaptırdığını görüyor Rasulü Ekrem, o hususta o adamın hakkında iyi şeyler söylemediğini sahabeden işitince kubbeyi sonunda yıktırıyor. Adamın yaptığı şey ihtiyaçla alakalı değil, lüzumsuz tamamen gösterişle alakalı olan bir şey yaptırıyor. Dolayısıyla meselelere böyle bakabildikten sonra bir şeyler anlatmaya belki başlayabiliriz. Cumhuriyet ilan edilmeden yedi sekiz ay önce, birinci Lozan görüşmesinden beş ay önce, Sakarya Meydan Muharebesi’nden de takriben bir buçuk sene sonra İzmir’de, Hristiyan takvimine göre 17 Şubat - 4 Mart arasında İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Birinci İzmir İktisat Kongresi, devamında kongreler yapılmış ama onlar meşhur değil, o yüzden pek kimse bilmiyor,vbu yüzden birinci İzmir İktisat Kongresi denildiği de vakidir. Bunun cereyan ettiği zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti henüz yoktu ortada. Ama biraz önce de genel başkanımızın söylediği gibi bir merkez bankası Amerika Birleşik Devletlerinde teşkil edilmiş adı “Federal Reserve Bank”. Bu da bu çatı altında çokça söylendi oraya da geleceğiz inşallah.
İzmir İktisat Kongresi kış ayında yapılıyor, 1135 tane delegesi var veya azası var İzmir İktisat kongresine katılan. Kısa bir sürede bu adamları seçiyorlar belli yerlerden. Bunlar dört gruptan müteşekkil tüccarlar, sanayiciler, çiftçiler ve işçiler. İktisat dediğimiz şey ekonomi dediğimiz şey neyse bu dört gruba ayrılıyor o zaman için Türkiye’de. Birinci cihan harbinin sonunda Türkiye dünya sistemine- o zaman dünyanın merkezi Londra olduğunu göz önünde tutarsak İngilizler tarafından zirai ürünler ihracı -başta tütün ve pamuk olmak üzere- bunların ihracı yoluyla dünya sistemine entegre olunması öngörülmüş. İzmir İktisat Kongresinin de aslında temelinde bu öngörünün ya da dünya sisteminin emrine nasıl uyulabilir, Biz bu dünyaya nasıl intibak edebiliriz”in bir müzakeresi yapılıyor. Bilmem aranızda İzmir İktisat Kongresi’nin neticelerinin maddelerini okumuş olan var mı? Baktığımız zaman fena değil aslında bayağı milli, ciddi ciddi kararlar alınıyor denilebilir. Hoş İzmir İktisat Kongresi’nin gerçek zabıtları yok bir takım kitaplar var, sonradan basılmış bir takım özetler var, onları biliyoruz bir takım nutuklar var, ama gerçek zabıtları -o kitaplarda kendileri söylüyorlar- yok. Mesela İzmir İktisat Kongresi 1 Mayıs’ın işçi bayramı, Türk işçilerinin bayramı olarak kutlanılmasına oy birliğiyle kabul etmiş kongre. Şimdi ayrıca mesela bankalar kurulsun Türkiye’de, milli bankalar, sigorta şirketleri kurulsun, şimendifer işletmeleri, demiryolu işletmeleri ecnebilerden satın alınsın, millileştirilsin, buna benzer kararlar alınmış. Şimdi baktığımız zaman bu böyle bir anda pat diye ortaya çıkmış gibi durmuyor. Bir takım hazırlıkların neticesi olarak ortaya çıktığını ben yorumlamak istiyorum, esasen öyle duruyor. Yani tanzimattan sonra oraya gelinceye kadar işte yaklaşık 80 senede dünya sistemine nasıl intibak edileceğiyle alakalı olarak insanların kafalarında bir takım fikirler var. Bu fikirlerin gün yüzüne çıkarılması ve yani “biz kazanalım, bizim olsun, biz de kâr edelim bu işten” diye böyle bir durum söz konusu. Biraz önce genel başkanımız bir ilaç firması örneği verdi. Yani ilaç sanayii bütün dünyada tamamen semptom giderici olarak yani hastalığın tedavisi değil o hastalığın insan üzerindeki kötü etkilerinin yitirilmemesini sağlayacak şekilde devam ediyor. Tedaviye yönelik bir şey yapmıyor. Yani ilaç sanayiinde İsviçreli, Amerikalı firmalar tarafından Türkiye’ye hakim olunmasıyla, Türkiye’de sanki buralıymış gibi duran firmaların olması esası değiştirmiyor aslında. Böyle bir yanılsamamız var bizim Türkiye’de ahirette hesabını vermeyi göz önünde tutan insanlar, Müslümanlar olarak. İlaç sektörü tamamen küfür sektörü yani tamamen haram üzerine kurulmuş bir şey. Ha bunu nasıl yapalım öyle mi yapalım, böyle mi yapalım meselesi para burada mı kalsın oraya mı gitsin, biz mi kazanalım oraya mı verelim meselesi bizim bir takım yanılsamalarda bulunmamıza sebep oluyor. İzmir İktisat Kongresinde biraz önce bahsettiğim üzere demiryolu işletmelerinin hepsi gayr-i müslim firmalara, daha doğrusu yabancı firmalara –bunlar içerideki Ermeniler Rumlar değil direkt İngiliz Amerikan firmalarına ait. İlk demiryolu İzmir-Aydın arasında, zirai ürünleri limana taşımak için adamlar kendilerine demiryolu inşaa ediyorlar. Bunları geri alalım isteniyor İzmir İktisat Kongresi’nde, parasını verelim alalım, bizim olsun. Böyle bir durumda idi Türkiye bundan işte geriye düştük diyor insanlar. Yani şunu şuraya gelmeye çalışıyorum. Yine ben gençken “partiyle olur mu bu iş olmaz mı” deniyordu. -Yaşı çok ilerlemiş, yaşını almış gibi yapıyorum. Aslında bu da şeyden kaynaklanıyor galiba, ben çalıştığım yerde çok genç insanlarla çalışıyorum ve benden büyük çok az adam kaldı. Benden yüksek mevkiide olanların hepsi benden beş-on yaş küçük insanlar ve hakikaten bunlar kararlar veriyorlar imzalar atıyorlar. Ama hiçbir şey bilme imkanları yok. Niye? Görmemişler çünkü. İyi niyetli olup olmamaları, ne umut ediyorlar meselesine hiç gelmeden daha yaşları itibariyle bir şeyleri bilme imkanları zayıf, iyileri de öyle. Yani bu yüzden sanki cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamışım gibi söylüyorum.-
”Parti ile bu iş olur mu olmaz mı” münakaşası vardı değil mi? Adil düzen gelecek, dünyanın her yerini refah alacak o arada Türkiye de fevkalade bir yer olacaktı. Ondan vazgeçildi. Yani şu manada bu tezlerden vazgeçildi. Fiilen yapılmadığı zaten belli. Aynı şekilde işte Devlet Su İşlerinin başındaki genel müdür namaz kılan bir adam olmaz mı gibi dangalakça laflar söyleniyor. Var şimdi, ben biliyorum namaz kılan adam var genel müdür koltuklarında oturan, hiçbir şey değiştiği yok. Biz kötü pis olan bir şeyin eksiklerini giderip, delik olan yerlerini tıkayarak arıtılamaz. Bu aslında mümkün de değil. Söylediğim şeyi yaparak bir yere varma imkanımız yok. Yani bir şeyi, şu anda bu içinde bulunduğumuz durumu -ister buna iktisadi, deyin ister siyasi deyin- düzeltme şansına sahip değiliz. Bir şeylerden vazgeçmemiz lazım, bir şeyleri yapmamamız lazım. Yani İslami Bankacılık diye bir şey çıkardılar, vazgeçtiler yani finans kurumları diye bir şey vardı sonra vazgeçtiler. Onlar normal bankalara döndüler. Artık bu iş böyle olur mu, olmaz mı meselesi gördüğüm kadarıyla konuşulmayan bir şey. Yani bankayı İslamlaştırmaya artık çalışmıyorlar, olmadığını görüyorlar, bankayı bu haliyle kabul ediyorlar. Bu da zihinlerimizde normalleşmiş bir şey oluyor, yani büyük bir dolma var yuttuğumuz bir şey oluyor. Buna benzer şeyler yani “o uçak firmasını ben alsam, ben olsam oranın başında bak gör ne kadar iyi olurdu” dediğimiz zaman dangalakça bir laf söylemiş oluyoruz. Olmaz böyle bir şey. Yani vergisini veren umumhane işletmek gibi bir şeye dönüyor iş. Evet ben de sözü uzattım, Batuhan Bey’e sözü tevdi edeceğim. Federal Reserv kısmını da inşallah ikinci oturumda artık izah etmeye gayret göstereceğim. Teşekkür ederim.
Batuhan Arite:
Selâmun Aleyküm,
Ben de panelde Türkiye'nin iktisadi hali ile alakalı söyleyeceklerimi hazırlarken İzmir İktisat Kongresi, Çukurova'daki tarım ve sanayi uygulamaları, atlarımızın başına gelenler gibi başlıklar üzerinde durdum. Fakat bu başlıklar altında konuşmak bana ıstırari olduğu kadar sıkıcı geldi. Ben daha çok istiklalden bahsedeyim dedim. Buradaki üç elifin hasbelkader yan yana gelmediğini böylece anlamış oldum. Çünkü birinci elif; Hakk'a tapan milletimizin hak ettiği istiklal, ikinci elif; İstiklal Harbi diye tesmiye ettiğimiz cehdimizin zaferle neticelenmesine mani olmak için uygulamaya koyulan inkılaplar ve üçüncü elif ise harbin neticesinin zuhur edeceği mekan olarak İzmir... İstiklalle ilgili bir şeyler söylemek için önce üzerinde yaşadığımız toprakların ve burada yaşayan eşhasın mahiyetine dair bir fikir beyan etmek lazım. Burası her ne kadar Malazgirt’le kapısı açılıp ve ilk kez vatanlaşmış, İstiklâl Harbi'yle ikinci kez vatanlaşmış olsa da bu topraklar bize Hendek Savaşı sırasında vaat edildi. Hendek Savaşı sırasında yıkılan, yıkılacağı vaat edilen saraylar üzerindeyiz. Hendek Savaşı ile daha doğrusu birçok kafir hizbin ittifak ederek Medine'ye doğru yola çıkıp hüsranla geri dönmeleri arasında geçen süre ile Seferberlikten günümüze kadar geçen süre arasında bize ders verebilecek bazı benzerlikler var. Her iki zaman aralığında da hicret ederek geldiğimiz yerlerin tahkim edilmesi, mamur edilmesi sözkonusu... Yani Yesrib'in tahkimi ve Medine'ye inkılabı ile Küçük Asya'nın tahkimi ve Türkeli'ne inkılabı... Yaptığımız tahkimatın ön tarafında duran ahzap kendini güvende hissetmiyor. Medine'de de böyle Türkeli'nde de. Çünkü kendisine verilen nimetlere hamd ederek yaşamayı bilenlerin tanzim ettiği bir nizamın numunesi ne nicelikte olursa olsun dünyayı azıp sapmışlara ve gazaba uğramışlara dar edecektir. İçerde olanlar da çok benziyor. Yani Rasulü Ekrem'in yanında sabırla bekleyen ve fetih için gözleyen insanlar Medine'deki insanların pek azıydı. Ekseriyet ise münafıklar, Kuran'ın ifadesiyle münafık olmadıklarını bildiğimiz kalplerinde maraz bulunanlardan müteşekkildi. Bu kalplerinde maraz bulunan insanlar kafir Medine etrafında dolaşıp da içeri girmesi söz konusu olduğunda pek az bir zaman içerisinde kafirle anlaşabilecek insanlar ve onu bekleyen, hendek kazılması konusunda ayak direyen, sanki çalışıyormuş gibi gözüken ama çalışmayan hatta "bize İran'ın ve Rum'un, İran ve Rum vaad edilmişken biz korkaklar gibi hendek arkasında bekliyoruz" diyen insanlar. Bu insanlar bugün dahi ekseriyeti teşkil ederler. Ama dediğim gibi Hakk'ın bize vaad ettiği günün doğmasını gözleyen insanlar da var. Bu ne zaman olacak, yarın, yarından yakın? Bunu 90 küsur senenin nasıl geçtiğine bakarak anlayabiliriz. Neler oldu bu arada? Hiçbir şey bizim lehimize olmadı, hiçbir şey fetih için gözleyen, nöbet tutan ve tahkimat yapan insanların lehine gelişmedi. Bize verilen lisan, musiki, bize verilen nimetler öyle İsrailoğullarına verilen nimetlerden aşağı nimetler değil. Tamam onlara birçok nebi gönderildi ama biz de Muhammed Ümmetiyiz ve Kuran'ın hükmünün cari olduğunu ispat eden bir lisan ile nimetlendirildik. Dolayısıyla ihanetimiz sefil bir yahudi olmanın da esfelinde olmamıza sebep olacaktır. Nitekim İnkılaplar dolayısıyla düşme ihtimalimiz olan dereke mürtetlik yani ölü hükmünde sürünme derekesidir. İzmir İktisat kongresinin açılış konuşmasında M. Kemal'in "Kanaat tükenmez hazinedir." Hadis'i Şerifine itiraz ederek bize yaptığı teklif de bu derekedir. Yapabileceksek Dünya Sisteminin dışında kalmaktan korkmadan azıp sapmışlar ve gazaba uğramışlar sırasında olmayı reddetmeli ve tamamen onlara entegre olma gayesi güden mezkur inkılapları birer bela olarak görmeliyiz.
Nasreddin Hoca dağda odun keserken bir tavşan görüyor. Ömründe hiç öyle bir hayvan görmemiş. Bırakıyor işi gücü, peşine düşüyor, yakalıyor. Hayvanın rengi tüylerinin yumuşaklığı vs. çok hoşuna gidiyor. "Bunu mutlaka ahaliye de göstermem gerek" diyerek bir çuvala koyuyor, odun işini bırakıyor, evine geliyor, karısına diyor ki işte: "Bir şey buldum. Bu çok güzel bir şey. Bunu insanlar da görsün istiyorum. Çuvalı tut, ben ahaliyi çağıracağım, onlara göstereceğim." deyip dışarı fırlıyor. Karısı tabi kızıyor odunu bırakıp da böyle şeyler peşine düştü diyerek. Kızıyor ama hem de merak ediyor acaba nasıl bir şeydir diye. Çuvalın ağzını açıyor tabi tavşan zıplıyor ocaktan kaçıyor. Kadın panikleyerek biraz da kimsenin geleceğine inancı olmadığı için torbanın içine bir tane arpa kutusu koyup kapatıyor. O sırada eşraf topluca bir yerden bir yere gidiyorlarken hocanın evinin önünden geçiyorlar. Nasreddin Hoca yakalıyor bunları "Size bir şey göstereceğim, çok güzel bir şey, eve buyurun." diyor. Adamlar da nasılsa orada olduklarından geliyorlar. Hoca evin salonunda insanlara diyor ki "Bir daire olun, ellerinizi de alesta tutun ki bu zıplayabilen bir şey kaçabilir. İnsanlar da dediği gibi yapıp merakla bekliyorlar. Nasreddin Hoca torbanın ağzını açıp ters çevirince "pat" diye ortaya düşüyor arpa ölçeği. Nasreddin Hoca bozulmamak için ya da bir şey söylemek için hiç vakit kaybetmeden yapıştırıyor: "Beyler, bu gördüğünüz arpa ölçeğidir ve bunun on kere dolmuşu bir kile eder." Ben, kendimi bu fıkradaki bu karakterlerin her birisi olarak gördüm hayatımda. Yani tavşan olarak da, arpa kutusu olarak da, Nasreddin Hoca'nın karısı olarak da. Bu fıkrayı anlattım, çünkü şimdi size atlarımızdan bahsedeceğim. Böylece ben bahsedilen mevzu dahilindeki yerimi izhar edeyim. Dinleyenler olarak siz de mevzunun bir yerlerinde olmak istiyorsanız daha rahat buluşabilelim. Dünyanın en iyi at ırkı diye bilinen arap atları 1400 yıl önce ıslah edilmiştir denilir. Daha önce de Arap Yarımadasında atlar vardı. Hatta bu yerlerde ata tapan putperestler bile vardı. Ama bildiğimiz arap atı ırkıyla nimetlendirilmemiz hicretimizle olmuştur. İkinci hicretimizden sonra da Karacabey harasında ıslahı için çalışıldığından Karacabey Atı diye anılan bir ırk ile nimetlendirildik. Ordumuzun yürüttüğü bu ıslah çalışmasının semeresi tüm vasıfları itibarıyla üstün ve uygun bir attı. Bu atların ıslahına 1924'te başlanmıştı ve 1947 olduğunda katledilmeleri için birinci at vebası vakası tezgahlandı. Ama bu tezgah çok da işlerine yaramadı çünkü ordumuz ıslah ve teksir faaliyetlerini sadece devlet haralarını değil memleketteki bütün atları katarak yürütüyordu. Nitekim 1960 olduğunda 1.300.000 olan at varlığımızın tamamı ordumuzun kullanabileceği yerlerde ve evsafta idi. Tabi ki 1960 ordumuz için ne idiyse atlarımız için de aynı şeydi. İkinci at vebası vakası bu zamanda tezgahlandı. Atlarımızın yarısı olan 650.000 at yurtdışına satıldı. Ama o atların gavura yar olmadığını söyleyeyim. Çünkü atlar orada karakter ve bedensel hususiyetlerini ikinci nesle aktarmadılar. Burada ahali atlarını vebadan ve devletten kurtarmak için yılkılar halinde dağlara kaçırdı. Bu yılkılardaki at sayısı epeyce artmış olmalı ki 1973 olduğunda yılkılardan at çalabilecek yetenekte hırsızlar peyda oldu. hırsızlar hem kolluk kuvvetlerinin tavırları hem de yasal düzenlemelerle korundu. Bu kapkaç 1983'te artık hiç atımız kalmayana kadar sürdü. Sadece Suriye sınırından yüzbinlerce at kaçırıldı. Bizim bu olanlar dolayısıyla umutsuzluğa düşmemize gerek yok. Allah vaadinden dönmez. Korkacaksak hidayet edildikten sonra kalplerimizin uzaklaşmasından korkmalıyız. Nitekim Hendek Savaşı sırasında aç kalmadıysak, evlerimiz açık da kalmadıysa, benim İzmir'e benzettiğim Beni Kurayza nahiyesi muhacire ganimet olmuş ise hala süren İstiklal Harbimizde de muzaffer olabiliriz. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Şimdi Türk İstiklâli dediğimiz şey Türk hayatının bir neticesidir. Yani Türk hayatı Türk İstiklâlini ortaya çıkarmıştır. Türk hayatı da öyle mücerret, yorumlarla falan ulaşılabilecek, tarif edilebilecek bir şey değildir. Türk hayatı dediğimiz şey, aynen Türkçe gibi Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden beslenmiş, Sünnet-i Seniyye’den süzülmüş bir hayattır. Bunu çok bariz hayatımızda görebilirdik. Kalan izlerini halen görebiliriz. Yani yeme-içmemizden tutun da oturup-kalkmamıza, dilimize varıncaya kadar… Şu ankinden bahsetmiyorum, bundan 30-40 sene öncesine gelinceye kadar devam eden bir şeydir bu. Bevletmemize varıncaya kadar! İşte bilirsiniz çoğunuz Türk askerine I. Dünya Savaşı sırasında “niçin Enver Paşa? dediklerinde, Türk askerindeki Enver Paşa sevgisini merak ettiklerinde askerin cevabı: “Biz gibi bevlediyor” oluyor. Yani Enver Paşa nasıl bevlediyordu? Rasülü Ekrem nasıl bevlediyorsa arazide, hadis-i şeriflerde nasıl geçiyorsa o şekilde. Ben bunun nasıl olduğunu gördüm. Mustafa Deveci’nin babasından öğrendim açık arazide nasıl bevledilir. Buydu Türk hayatı. Yeme-içmemiz… Bizim hayatımızda yenilecek içilecek şeyler tercih sırası bile Rasulü Ekrem nasıl tarif ettiyse, ayetlerde nasıl geçtiyse sıralaması o şekildedir.
Az önce Batuhan Arite atlardan bahsetti. Ayet ve hadislere bakın hayatımızda, Türk hayatında hayvanların nasıl bir yeri olduğunu, bunların hiyerarşik sıralamasını net görürsünüz. En yukarıda at vardır. Ayet vardır, hatta sure vardır hakkında. Övülmüş bir hayvandır. Eşref-i hayvanattır, en yukarıdadır. Diğerlerinin sıralamasını hadisi şeriflerden çıkarabilirsiniz. Etinden sütünden istifade edilen hayvanların bile Türk hayatındaki önem sırası, yeri Resülü Ekrem’min tarif ettiği şekilde yer alır. Koyun, keçi, deve… Bugün “hayvancılık” deyince yahut “et” deyince aklımıza gelen şey nedir dediğimizde herkesin aklına önce sığır eti geliyor. Ama hadisi şeriflerde sığır eti en kötü ettir. Haram falan değildir. Helaldir. Ama hadisi şerifte diyor ki Rasülü Ekrem “Sığırın sütünü için şifadır, etini yemeyin hastalıktır” diyor. Biz Türk Milleti olarak 35-40 sene öncesine gelinceye, Turgut Özal dönemine gelinceye kadar sığırı sadece öküz yapmak için ve sütünden istifade etmek için kullanmış bir milletiz. Sütünden ise mamül olarak istifade etmişiz: Yağ, peynir, yoğurt, ayran… Bizde süt içmek, çocuklara süt içirmek çok yeni bir adettir. Gâvurlardan öğrendiğimiz bir şeydir. Hadiste “şifadır” buyuruyor, onun için sadece hastalarımız ve ihtiyarlarımız süt içerdi. Yani o ayetlerdeki, hadislerdeki hiyerarşik sıralama bizim hayatımıza birebir aktarılmış değil sadece; bizim hayatımız onların içinden süzülmüş bir şeydir. Mesela bir seferinde Rasulü Ekrem’in önüne et konuyor. Ve ne eti olduğunu soruyor. Rasulü Ekrem bilmediği bir eti, herhangi bir şeyi yemezdi. Ne olduğunu öğrenir ona göre yerdi. Diyorlar ki “Kertenkele etidir”. Rasulü Ekrem hemen sofradan geri duruyor. “Haram kılmıyorum ama bir Peygambere kertenkele eti yemek yakışmaz” buyuruyor. Şimdi gidin Arap ülkelerinde kertenkele avına çıkılır. Aynı bizim avcıların tavşan falan avladıkları gibi. Bildiğiniz pikaplarla kertenkele avına çıkarlar. Kertenkele eti yenilen lokantaları vardır. Şimdi biz Hanefi’yiz elhamdülillah. Hanefi mezhebinde kertenkele eti yemek tahrimen mekruhtur. Harama yakın mekruhtur. Diğer mezheplerde helâldir. Yenilebilir.
Yani bizim Türklüğümüz, Türk hayatı buradan beslenir: Resülü Ekrem’e yakışır mı yakışmaz mı? Biz Türklerin “kertenkele eti” diye bir meselesi hiç olmadı. Yeme-içmesinden bevletmesine kadar, bir hadise karşısında gösterdiğimiz tavra kadar Türk hayatı dediğimiz şey Türkçe gibi bir şeydir. Yani kaynağı hadis-i şerifler ve ayet-i kerimelerdir. İnsan ne yerse biraz ona benzer. Neyle meşgul olursa biraz ona benzer. Yani biz senelerdir atla meşgul olamıyoruz, hayatımızdan at çıkarıldı. Onun için at tabiatında olan insanlarımız da yok. Bugün gayet güncel olarak koyun-keçi hayatımızdan kalkıyor. Mesela 1960’lara kadar Türkiye’de nüfusa göre kişi başına iki koyun düşerken, bugün iki kişiye bir koyun düşüyor. Yani nüfusa göre dört misli azaldı. Bunun boşlugunu ne doldurdu? Bunun boşluğunu Özal’dan sonra kademe kademe sığır doldurdu. Türk milleti hususen at karakteri göstermekle birlikte umumen koyun millettir. Çünkü koyun-keçi eti yerdi, koyun-keçi sütü bilirdi... işi buydu. Analarımız bizi kuzum diye sever, babalarımız koçum der. Türkçede koyun gibi, kuzu gibi, koç gibi, keçi gibi dediğimizde ne ifade ederiz? Bir de sığır gibi dediğimizde ne ifade ettiğimizi düşünün? Şimdi bu topluma hayvanlar dünyasından bir sıfat bulmaya çalışırsak: Sığırlaştırılmış bir toplumda yaşıyoruz. Onun için başımızdakiler de kovboy oluyor. Yalnız yerli kovboyların Amerikalı kovboylardan bir farkı var: Atın sırtından attığı, atsız kovboylar bunlar!
Türk İstiklâli bize Türk hayatının hediyesi olmuştur. Dediğim gibi bu mücerret bir şey değildir. Yaşı otuzun üzerinde herkes öyle veya böyle bunun emarelerini hatırlayabilir. Ben hiçbir Kurban Bayramında sığır kesen hatırlamam. Ama işte öküz yapmak için bulundurulan o şeyler şu anda en kıymetli kurbanlıklardır yani. Öyle bir toplum haline geldik. Bu Amerikalılıktır. Amerikalılar sığır eti yer. Sığırın hiçbir titizliği yoktur. Aslında o hayvanlar âlemindeki hiyerarşik sıralamada titizliğin sıralamasını da görürsünüz. Yani burada yanlış anlaşılmasın. Sığır eti yenmez falan demiyorum ama Türk Milleti tercih etmez böyle bir şeyi. Hatta biraz yaşlılara sorarsanız kokusu bile iğrenç gelir. Şu anda bizim damak tadımız bile değişti. Şu anda koyun eti bize ağır geliyor. Bundan otuz kırk sene önce böyle değildi. Sığır etinin kokusu bile bizi rahatsız eden bir şeydi. Sırf bizi sığırlaştırmak için bunu başımıza musallat etmediler. Aynı zamanda koyun, keçi ve attan Dünya Sistemine aktarılacak tek kuruş yoktur. Tamamen Türkiye içinde dönen bir şeydir bu. Ama sığır üzerinden şu anda hayvancılık sektörünün yerli hiç bir unsuru kalmamıştır. Gen kaynaklarından tutun, ilaç ve yem sanayiine, alet ekipmanlarına kadar kocaman bir sektördür... Sperm bankaları vardır mesela… Koyunlarda, atlarda bunu beceremezsiniz, rantabl değildir. Olmuyor yani sığırdaki gibi. Sığır bunun için biçilmiş bir kaftandır. Sürekli Dünya Sistemi bundan beslenir, semirir.
Bu meseleyi fazla uzattım bir ara verme vaktimiz geldi mi? Daha sonra ikinci celsede tekrar ilave ederiz konuşacaklarımıza. Oruç Beyin ilave edecekleri var. Buyrun.
Oruç Özel: Kısa bir şey söyleyeceğim. Bugün bu toplantıyı Adana’da yapıyoruz. Bunun temel sebebi Adana’da “Pazar Ola” adlı dernek kooperatifimizin bir şubesinin açılmış olması. Şubemiz açıldı diye burada toplantı yapmıyoruz aslında. Şubemizin açılmasına Adana’da devletin gösterdiği tepkiye karşı olduğumuzu veya buna mukabil bir toplantı yapıyoruz. Şöyle ki hadise: İstanbul’da Pazar Ola kuruldu derneğimizin tüketim kooperatifi olarak. Türk Milletinin mutfağında ne olmalı, Türk Milleti ne yemeli, neden uzak durmalı, hangi şekilde üretilmiş ürünleri soframızda yemeliyizin bir başlangıcı olarak ve milli pazar teşkilinin bir başlangıcı olarak Pazar Ola’yı teşkil ettik. Bir şubesi de Adana’da açıldı. “Pazar Ola” büyük olarak Kuran harfleri ile yazıldı tabelada. Altında da latin harfleri ile Pazar Ola yazıyor idi. Adana Valiliği bu tabelayı asamayacağımızı bize söyledi. Biz de buna karşı çıktık. Fakat tabelamızı indirdiler. Sonra tabelamız için söyledikleri şey “Arapça bir şey yazamazsınız” oldu. Türk yazısından bihaber bir cevap aldık bu hususta. İzah ettik burada Kuran harfleri ile “Pazar Ola” yazdığını. Arapça değil Kuran harfleri ile olduğunu söyledik. Fakat bir kanun sebebi ile kendileri bunu reddettiler. Biz de oraya şu anda adliyenin karşısında olan Pazar Ola dükkânının tabelasındaki Kuran harfleri ile “Pazar Ola” yazan yere bunun hangi kanuna mugayir olarak olduğunu söylediklerini yazdık. Ne sebeple kapatıldığını yazdık. En sonunda da “hoş görebiliyorsanız küfrümüzü hoşgörün” dedik. Teşekkür ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Birazdan Lütfi Hoca ilk kitabını imzalayacak. Takribi yarım saati geçebilir. Daha sonra ikinci celsemiz başlayacak. İkinci celsede görüşmek üzere.
İKİNCİ CELSE
Durmuş Küçükşakalak: Selâmun Aleyküm,
Resulü Ekrem Veda Hutbesinde: Faizin her çeşidi ayaklarımın altındadır, diyor. Demek ki faiz tek çeşit değil. On verdin on bir aldın meselesi değil. Faiz birçok çeşit… Geçen yıllarda özellikle meşhurdu “sıfırın altında faiz”. Japonya’da, Avrupa’da birkaç ülkede faizler sıfırın altına düşmüş. Bu da faizdir. Teknik olarak nasıl oluyor bilmiyorum ama faiz sıfır da olsa faizdir, sıfırın altında olsa da faizdir. Bugün bizim yediğimiz içtiğimiz her şey haram. Her şey haram. Faize bulanmış kazançlarla, borçlanarak hayatımızı devam ettirebiliyoruz. Kişi başı düşen borcunuz şu kadar deniyor. Ve o borç hiç bitmiyor. Borcun olduğu yerde öyle veya böyle faiz vardır: Ayak sesi vardır, kokusu vardır, rengi vardır… Borcu olanın istiklali elinden alınmıştır. Yani kimse “ben alnımın akıyla, alnımın teriyle helal para kazanıyorum” diyemez bu sistem içinde. Bizi, bu çıkmazdan kurtaracak olan tek şey, adına Dünya Sistemi dediğimiz (kapitalist sistem dediğimizde mesele biraz kısırlaşıyor; sadece işin iktisadî yönü ön plana çıkıyor) siyasî bakış açımıza, günlük hayatımıza, sosyal olaylara tesir eden o sistemin bütün sistemleriyle çökmesini istemek, istememek… Bu ahirette vereceğimiz hesapla alakalı. Yediğimiz içtiğimiz haram olan şeylerin mazur, bir özür gösterebilecek tek şey bu istektir. Bu sistemin geleceği için, işlerimizin tıkırında gitmesi için gizli veya açık dua ettiğimiz sürece kursağımıza haramdan başka bir şey girmeyecek. Yıllardır aldığımız maaşlar, ücretler, kazancımız… yaptığımız ihanetin bir bedeli değilse “milli birlik” denilen şey bugün terane olmaktan çıkması gerekirdi. Geçimimizi kendi vatanımıza, kendi milletimize ihanet suretiyle temin ediyoruz. Etmediğimiz zaman aç kalma korkusuna, alay konusu olma korkusuna düşürülüyoruz.
Bizim hal hareketlerimiz haram ve helale merbuttur. Haram yediğimiz sürece biz şer yolda, kötü yolda gideriz. Helal yediğimiz sürece yaptığımız her iş salih olur. Salihler sınıfından oluruz. Onun için mesela bugün “geleceğin gözde meslekleri” diye her sene bir şey güncellerler. İşte uzay mühendisliğinden gen mühendisliğine, ne bileyim finans analistliğine kadar falan böyle sekiz on tane geleceğin gözde meslekleri diye bir şey söylerler. Bunlar küfür düzeni devam ettiği sürece geleceğin gözde meslekleridir. Ama küfür düzeni yerle bir olduğunda yerine alternatif olarak sadece Türk hayat sistemi, Türk düzeni geçecektir. O düzende, bu geleceğin gözde mesleklerinin hiçbir geleceği yoktur. Nedir Türk düzeninde geleceğin gözde meslekleri? Hafızlıktır mesela. Çünkü biz bütün hafızlara maaş bağlayacağız. Seyisliktir mesela. Çünkü atlı bir hayatımız olacak. Nalbantlıktır mesela.
İsmet Özel: Demircilik.
Durmuş Küçükşakalak: Evet yani. Dülgerlik. Bunu üretebilirsiniz yani. Somut olarak elinden iş gelen adam geleceğin gözde mesleklerine sahiptir. Bunun dışında böyle tarifi mümkün olmayan meslekler… Bugün öğretmenlik bile tarif edilemez bir meslektir. Ne yapıyor bu yani, çocuk mu avutuyor diyebileceğimiz bir şeydir. Avukatlık hakeza. Atlı bir hayatımız olacak, adlı bir hayatımız. Türkçede ad, attır. Yani bir adama “adın ne” dediğimizde “atın ne” demiş oluruz, atını sormuş oluruz. Şu anda adımız yok çünkü atımız yok. Adlı bir hayatımız olacak. Atlı bir hayatımız olacak. Yani dünyanın bir geleceği varsa kafamızda buna göre şekillendirelim. İstiklâl, İnkılap, İzmir. İstiklâlin "i"sinden bile bahsedilemez. Öyle bir tablo ortaya koyuyorlar ki, her şey yolunda gidiyormuş gibi. Gâvur parasıyla her şey yolunda gidiyormuş gibi gösteriliyor. Biz Özal’dan itibaren, yani kısmen öncesi de vardır. Özal’dan başlayıp bugüne kadar gâvur parasıyla gerdeğe girdik ve ortaya nasıl bir gayri meşru çocuk çıkacak yakında bunu göreceğiz. Görüyoruz zaten; ultrason görüntülerinde bu görünüyor. Ama doğunca nasıl bir mahlûk ortaya çıktığını kanlı canlı göreceğiz. Ömer Seyfettin’in meşhur olmayan bir hikâyesi vardır. Benim çok hoşuma gider; Piç hikâyesi. Bir de bugün Afrin dolayısıyla bol bol ağızlara dolanan yine bir Ömer Seyfettin hikâyesi Kızıl Elma var… Eğer bugün yapılan her şey devlet adı altındaki şirket lehine olmamış olsaydı, millet lehine olmuş olsaydı Ömer Seyfettin’in Kızıl Elma’sı değil Piç hikâyesi gündem olması gerekirdi. Dilden dile dolaşması gerekirdi. O hikâyede o zamana göre çok güzel bir tasnif yapar: Türk, şapkalı Türk, Osmanlı, Müslüman, Piç. Hikâye kısaca şöyle; Ömer Seyfettin Trablusgarp cephesine gider savaşmak için. Yolda Mısır’da bir süre kalması gerekir. Yanındaki arkadaşı hastalanır. O sırada liseden bir arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı sorar “Nereye?”. Ömer Seyfettin der ki: “Trablusgarp’a”. Arkadaşı istihza eder “Ooo, kahramanlık ha” der “ Orası yandı boşuna gayret” der. Ömer Seyfettin sinirlenir “şapka giyen Türkler öyle sanırlar” der. Arkadaşı “Ben Türk değilim ki “ der. Ömer Seyfettin “Türk değilseniz Osmanlısınız ya” der. “Yok Osmanlı da değilim”. “Hiç olmazsa Müslümansınız ya”. “Hayır, Katolik ve Fransız’ım”der. Nasıl Katolik olduğunu nasıl Fransız olduğunu, annesinin onu Beyoğlu'nda bir doktordan nasıl peydahladığının hikâyesini uzun uzun anlatır. Ömer Seyfettin hikâyeyi dinledikten sonra der ki “ Anladım. Lakin zaten Türk değilmişsiniz ki: Piçmişsiniz” der ve sabaha kadar uyuyamaz kâbuslar görür. Zihninden geçirir o arkadaşının lisedeki tavırlarını ve ona benzeyen diğer arkadaşları gözünün önüne gelir. Avrupalılaşmaya çalışan uzun tırnaklı, kılık kıyafeti farklı züppe tipleri hatırlayarak der ki “Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu'nda mı gebe kaldı?” Bugünün meşhur hikâyesi bu olması gerekir diyerek birazdan -sazende ekibimiz geldi- konser başlayacak. Oruç Özel’in son sözlerini alayım. Buyrun.
Oruç Özel: Teşekkür ederim. Evet. Akşamın ilerleyen saatlerinde olduğumuz için kısa bir konuşma yapmamız icap ediyor. Şimdi bu üç elifin inkılap kısmını pek izah etme imkanımız Mustafa Bey de olmadığı için olmadı. Şöyle bir girizgah yapabiliriz ya da son cümleler söyleyebiliriz bu işe. 27 Mayıs 1960’da Türkiye Cumhuriyeti lağvedildi. Lağvedilmiş cumhuriyetimizin ne olduğunu, kimin lağvettiğini anlamamız için biraz geriye gitmemiz lazım. Geriye gidip varacağımız nokta da 1. Cihan Harbi’nin arifesinden 23 Aralık 1913’te Amerika’da Federal Reserve kanununun kabul edilmesi. Bizim Dünya sistemine uyum sağlanmamızın istenmesinin başladığı bir yer var. Şu anda dünyadaki para akışı, paranın kontrolü nerede ne kadar para olacağı meselesi tamamen Amerikan Merkez Bankası diye de tercüme ettikleri Federal Reserve Bank’ın elindedir. Bütün hareketi onlar sağlıyorlar. Mevcut bütün geri kalan bankalar –ister Amerika Birleşik Devletleri’nde olsun ister Avrupa’da ister Türkiye’de olsun- bir şekilde bunların azaları haline getirilmiştir. Bu Federal Reserve konunu çıkmasıyla birlikte beş büyük Yahudi ailesinin –sermayedarının- eline Merkez Bankası moda tabirle özelleştirilmiş. Ne zaman? İşte sene sonunda Noel arifesinde sadece bu kanuna oy verecek parlamenterlerin bulunduğu senatoda Amerikan senatosundan ayarlanarak geçirilmiş bir kanun. Yapılan bu beş ailemiz meşhur Rockefeller Ailesi, Rothshild’ler, Morgan, Warburg ve Schiff. İsimlerin çoğu Almanca. Hatta Morgan hariç hepsi Almanca.
İsmet Özel: Morgan da. Aslı “Morgen” okunur.
Oruç Özel: Morgan da. Bunların yaptıkları şey şu; 1908’de bir para krizi oluyor Amerika’da ve bu beş ailenden birinin önderliğinde bu para krizi aşılıyor. Yani piyasada nakit para kalmıyor. Birileri fazla para çekiyor, fazla para bir yerde kalıyor ve bazı yerlerde tedavülde para kalmadığı için bir kriz yaşıyorlar. Bunlar da kendi finansmanlarıyla bunu çözüyorlar. Sonra da bu bir daha olmasın diye -iktisaden böyle izah ediyorlar- diyorlar ki bütün Amerika Birleşik Devletleri’ndeki paranın kontrolü, yani tedavülde ne kadar para kalacak, kimin hangi bankada ne kadar parası olacak, yatırım yapmak için sinai ve zirai ne kadar ayrılacak, ne nerede ne kadar olacak kısmını kontrolümüz altında tutmamız lazım. Bunun için de bir yasa çıkarıyorlar ve Amerikan Merkez Bankası dedikleri Federal Reserve Bank kurulmuş oluyor. 12 şubesi var bunun Amerika’da. Amerika büyük bir yer. O zaman için dijital olmuyor çünkü işler ve aza bankaları var, onların alt bankaları var. Daha o zaman şu anda olduğu gibi bütün paranın girişini çıkışını bankalar üzerinden yapıyorlar. Yani mesela belki bu salondaki adamların her birinin cebinde kaç para olduğunu bilmiyorlar ama toplamda ne kadar para olduğunu biliyorlar. Ve bu salondaki herkes cebinde para var zannediyor. Hiçbirinin cebinde para yok. Herkesin cebinde banknot var veya bozuk para var, hiçbir değeri olmayan. Daha doğrusu değeri bu sermaye sahiplerinin takdiri kadar. Dolayısıyla o yüzden Türk lirası düştü döviz değerlendi veya tersi gibi saçma sapan laflar söyleyebiliyorlar. Yani cebinizde altın para yok. Altınların hepsi ABD’nin kasalarında. Bu Federal Reserve Bank’larda. Ne zamandan beri? 1942’den beri. 1960’da, bize 1960 İhtilali dedikleri şeyde sonra da bizim altınlarımız çalındı ve götürüldü Amerikan bankalarının kasalarına. Tamam altınları aldılar, gasp ettiler. Bir şekilde kendilerinin rezervlerinde tutuyorlar. Ama dolarları da öyle tutuyorlar. Yani şimdi dünyadaki paralar dolara endeksli dedik ya, doları da bu şekilde yapıyorlar. Dolarlar da Amerika’da aslında. Elimizde sadece birtakım rakamlar var. Bilgisayara girildiği zaman karşınıza çıkan rakamlar var sadece sizin önünüzde. Veya işte ekmek almak için su almak için kullandığınız bir takım Türk liraları var banknot olarak, onları kullanabiliyorsunuz. Yani sizin cebinizde altın yok onun yerine banknot var. Ve dediğim gibi aslında baktığımız zaman dolar da elimizde banknot olarak yok. Onlar da Amerika’da. Dolayısıyla bizim bir yerden başlamamız icap ettiği zaman kendi altınlarımla ben bu işi devam ettiririm, ne kadar olursa nereye varırsa, ne becerirsem diyebileceğiniz bir imkan bırakmama yoluna gidiyorlar. Bunda da işte çok ciddi bir mesafe almış vaziyetteler. Dünyadaki bütün altınlar II. Dünya savaşı bitmeden 1942’de Amerika aldı ve kendi uhdesinde muhafaza ediyor. Bunun karşılığında da tahliller veriyorlar vesaire vesaire.
Şimdi bu paranın akış meselesi ve paranın neye harcanması meselesi ve kimin ne ihtiyacı olduğu meselesi, bunlar müteradif şeyler. İnkılaplar dedikleri şeyler vuku buldu ve Demokrat Parti başbakanı Adnan Menderes Demokrat Parti’nin parti programında olan şunu söylendi: “İnkılapların tutanlarına dokunmayacağız, tutmayanların tutmasına da uğraşmayacağız.” Bu da Demokrat Partinin sonunu getiren programlardan bir tanesi. Ama tutan tuttu, tutmayan tutmadı ne kadar denilse de Türk hayatının belini kırıp başka bir şeye çeviren durum söz konusu oldu. Dolayısıyla ihtiyaç, para akışı dediğimiz şeyler bu vesileyle, zihinlerin değişmesi ve insanların İslam ahlakından -daha doğrusu ahlaktan- uzaklaşmasıyla söz konusu oldu. Yani parayı nereye harcıyorsun meselesi söz konusu olduğunda ben şöyle söylüyorum: “İşçilere az para veriyorlar, işte memura az para veriyorlar” diye. İşçilere memurlara biraz daha para verildiği zaman onlar bir şekilde daha fazla paraya, biraz daha fazla paraya aylık elde ettikleri zaman o parayla ne yapıyorlar? Biraz çocuksuysa cep telefonu alıyor. İşte ailesi falan varsa ev borcuna girmeye çalışıyor biraz, bir araba almaya çalışıyor… Hiçbir yaraya, yani hiçbir kendi yarasına merhem olacak bir şey yapmıyor. Tamamen dünya sisteminin istediği ne varsa onu almakla uğraşıyor. Maalesef bu bugün cari olan bir şey. Dolayısıyla insanların hiçbir şeye ihtiyacı yok. Paraya da ihtiyaçları yok. Yani biri kalkıp “Benim çoluğuma çocuğuma helalinden sağlığını bozmayacak şeyler yedirmem lazım. Bunlar bu endüstriyel şeylerin dışında şeyler ve bunlara ulaşmam masraflı o yüzden benim biraz daha fazla paraya ihtiyacım var” demiyor. İşleri düzeltme meselesi bizim en baştan bahsettiğimiz gibi Türk hayatına, bunu kabul etmemize bağlı, Türk hayatına talip olmamızla alakalı bir şey. Bunun dışında olan her şey zaten paranın dünya sistemine akmasını sağlıyor. Kendilerinin ürettiği sanal paranın yine kendileri lehine çalışmasını sağlıyorlar. İşte İzmir İktisat Kongresi meselesinde de henüz ortada inkılaplar yokken dahi bizim yollarımızın olması, tarlalara bağ bahçeye limanlara ulaşacak demir yollarının yapılması talepleri, bunların hepsi onlar yapmadan biz yapalım veya onların elinden alalım meselesiydi. Doğrudan doğruya dünya hayatına nasıl intibak edebiliriz, dünya sistemine intibakımız ile alakalı bir durumdu. Şunu anladığımız zaman herhalde meseleye biraz daha yakınlaşmış olacağız inşallah. “İslam’ın dışında hiçbir iyilik yoktur, İslam’ın içinde hiçbir kötülük yoktur.” Helal-haram ayrımını yaptığımız, yapabildiğimiz sürece, bunu da aklımızdan çıkarmadığımız sürece Türk olabilme Türk kalabilme ihtimalimiz olacak. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Batuhan Arite:
İlk celsede atladığımız şeyleri ben de anlatmaya çalışacağım kısaca. İlk celsede, Hendek Savaşı sırasında Medine’de bulunan ve Kur’an’ın ifadesiyle münafıklardan ayrı zikredilen, kalplerinde maraz olan insanlardan bahsetmiştik. Bu insanların kalplerindeki maraz kaynağı korkuydu. Ve o korkuyu oraya yerleştiren, evlerinde güvenlik meselesi ve Resulü Ekrem’in yaptığı işin farkına varamamaları idi. Hatta yerlerinde duran Yahudilerin anlaşmayı bozarak Müslümanlara saldırması ihtimali de onların korkularını pekiştirdi ve bir intiba, bir kanaat sahibi oldular. Halbuki Hendek Savaşı sırasında birkaç mucize yaşandı. Bu onların korkularını hafifletmedi. Kendi intibalarıyla avunmayı tercih ettiler. Şu anda da böyle insanlar yaşıyor Türkiye’de ve intibalarla kendi edindikleri intibalarla korkularıyla sürekli anlayış seviyelerini ya da kendi seviyelerini aşağı çekerek yaşamaya devam ediyorlar. Bir yüksek anlayış, bir orta anlayış seviyesi, bir aşağı, düşük anlayış seviyesi diye bir şey tarif ediliyor. En azından mesela Goethe ironiyi sevmemesini böyle açıklıyor. Diyor ki: “yüksek anlayış seviyesindeki insanlar bundan sıkılırlar, düşük anlayış seviyesindeki insanlar bunu anlamazlar, orta anlayış seviyesindeki insanlar işte oradaki bir düğümü çözmekten dolayı mutlu olurlar onlar. Ben de o tabakayı sevmiyorum.” Aslında bu orta seviye durulabilecek bir seviye değil. Ama biliyorsunuz işte orta direk diye bir şey var. Bu orta direk neyi taşıyor, şunu anlatabilmek için söylüyorum bunu. Çünkü “bir günü bir gününe eşit olan ziyandadır.” Dolayısıyla orta seviye diye bir seviye eğer varsa bu gelip geçilen bir şeydir. Orada durulamaz, orada durduğunu düşündüğün anda aşağı düşersin ve bu anlayışın hâkim olması, dolayısıyla İzmir Suikastı, 15 Temmuz vesaire, bunlar yürüyebiliyor ve daha da aşağı gidebiliyor.
Durmuş’un söylediği bir şeye itiraz edeceğim. Yani tabloyu ben de böyle çizmişken neye itiraz ediyorum onu da izah edeyim. İstiklalin “i”sinin olmadığını söyledi. İstiklalin “i”si var. Çünkü kendisi burada, İsmet Özel diyor ki “Türkiye’de zapt edilemeyen bir kale var çünkü o kalede ben varım.” Dolayısıyla zapt edilmemiş bir kalemiz varsa bizim istiklalimiz konusunda bir şeyimiz var demektir elimizde. Oradan yürüyerek yazımızı, müziğimizi her şeyimizi elimize alabileceğimiz bir damar var demektir. Yeter ki aldatıcı intibalarda veya başka korkularla ondan uzaklaşmayalım. Teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Ben idari mekanizmayı iktisaden ve siyaseten gözümün önüne getirerek istiklalin “i”si yok, o bahisle söylemiştim. Evet, Oruç Özel’in hatırlattığı bir şey var. İnkılaplar meselesini biz akışa kapılıp atladık…
Batuhan Arite: Bir şey söyleyeyim, af edersin.
Durmuş Küçükşakalak: Buyrun
Batuhan Arite: Yine İsmet Bey’in söylediği inkılaplar dolayısıyla biz mürtet mi olduk, diye bir soru var. Bu soruyu da cevaplamamız gerekiyor. Yoksa, bu soruyla kendimizi muhatap bulmadığımızda biz mürtet yani ölü hükmünde böyle hortlak gibi yaşamaya devam edeceğiz, hortlak gibi yaşayacağız yani… Eğer yaşadığımızı düşünüyorsak bu soruyu cevaplamamız gerekiyor.
İsmet Özel: Merhaba.
Şimdi adım geçti; Batuhan Arite “istiklâl”in “i”si yok sözüne itiraz ettiğini çünkü İsmet Özel olduğunu söyledi. Şimdi ben “burada beni övdüler, oh çok güzel” deyip işin aslını tashih etmekten imtina edersem… İşte bana güzel sözler söylendiği zaman benim hoşuma gidiyor sanılacağını düşündüğüm için buraya geldim ve bu istiklâl, inkılap bahsini eğer anlamak isteyen varsa kısaca kalın çerçevesini çizerek vurgulayacağım.
Şimdi, bir: Allah’ın milletleri yarattığına inanıyor muyuz? Yani millet dediğimiz şey bir takım sosyoekonomik şartlar dolayısıyla doğmuş bir şey midir? Yoksa Allah’ın yarattığı bir şey midir? Bunu bir kere kafamızda sarih hale getirmemiz lazım. Yani insanlar din olarak bildikleri şeyi hayatları haline getirmeğe kendilerini müsait sayıyorlar mı, saymıyorlar mı? Yani şimdi biz Fatiha suresini okuyoruz, diyoruz ki:
Yani bir doğru yol varsa bu yol, Hristiyanların -tövbe önce Yahudilere diyor-, bu yol Yahudilerin ve Hristiyanların yürüdüğü yol değildir. Eğer bir doğru yol varsa bu yol Yahudilerin ve Hristiyanların yürüdüğü yol değildir.
Ama Allah’ın gazabına uğramışların ve azıp sapmışların yoluna değil.
Şimdi, hiçbir şey böyle mikrofondan insanlara söyleyerek anlaşılmaz. Yani birinin bildiğini başkasına nakletmesi öyle, birlikte belli bir yükü omuzlamadan nakledilmesi mümkün değil. Yani bilgi dediğimiz şey mevcut olup da bir unsurdan diğerine gitmez. Bilgi beraberlikle doğan bir şeydir. Ne dedim biraz önce? Allah yarattı milletleri. Allah milletleri nasıl yarattı? Allah milletleri dilleri üzerinden yarattı. Eğer bir dil varsa bir millet de var demektir. Bir dilin olduğunu nasıl anlarız? Bir dilin varlığı ne ile kayıtlıdır? Benim benimsediğim bir dil bilimci tanımı var, o da şu, dilin ne olduğuna dair, şöyle bir tarif var. Diyor ki: ordusu ve donanması olan lehçe dildir. Eğer bir lehçenin ordusu ve donanması varsa ona artık lehçe demeyiz, dil deriz. Yani diğer kavimler veya milletler arasında kendini ezdirmeyecek bir gücü taşıyan kavim millettir. Yani onun bunun tokatladığı, kıçına tekme attığı kavim millet değildir, onun dili de yoktur.
Şimdi, Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır; onun için bizim yazımızı elimizden almışlardır. Yani yazımız olmadığı zaman biz bir millet değiliz. Geriye hiçbir şey kalmaz. Yani 27 Mayıs 1960’ın hemen akabinde bütün altınlarımızı Amerikalıların gasp edip kendi ülkelerine taşımış olmaları elbette bir şeydir. Ama yazımızın değişmesi, yazımızın elimizden alınmasının yanında bu hiçbir şeydir. Dolayısıyla biz eğer yazımızı geri alabilirsek her şeyi -bu arada atlarımızı ve altınlarımızı da geri alabiliriz- yazımızı geri alabilirsek... Tabii ki altınlarımızın gasp edilmesi bir dönüm noktasıdır. Dünyada gücünü hissettirme derdini taşıyan topluluklar, organizasyonlar, teşkilatlar altınlarımızın gasp edilmesini ve ülkemizden götürülmesini önemli sayacaklardı, öyle de oldu. Şimdi altınsız kalmamızın öncesinde bir atsızlığımız var. Yani atlarımız altınlarımızdan önce elimizden alındı. Yani Türkiye’de ilk büyük at katliamı 47-48 yıllarıdır. Altınlarımız elimizden alındıktan sonra altınlarımızı elimizden alanlar şaşırarak bizim yine at sahibi olduğumuzu fark ettiler. Ve bu panik içinde ikinci at katliamı yapıldı. Yani 47-48 yılında yapılan at katliamından sonra altınlarımızı elimizden alanlar atlarımızın hâlâ olduğunu fark edip 61-63 yılları arasında ikinci at katliamını yaptılar. Bunlar çok mu önemli diyeceksiniz? Bunlardan daha önemli hiçbir şey yok. Çünkü biz eğer birinci ve ikinci at katliamına maruz kalmasaydık bugün dünyadaki en sağlam toplum olacaktık. Bu tabii, diyeceksin ki "Halamın taşakları olsa amcam olurdu." Orası öyle tabii... Öyle bir şey olmadı yani at katliamı yapıldı.
Şimdi, insan varlığı cismanî bir şey değildir. Nasıl bu laf? İnsan varlığı cismanî bir şey değildir. Mevcut olmak vücut bulmak. Şimdi biz “vücudumuz” diyoruz değil mi? Mevcut olduğumuz için “vücudumuz” diyoruz. Anlatabiliyor muyum? Yani insan varlığı, insan vücudu mevcut olduğu için insan vücududur. İnsan fizikî bir varlık değildir. İnsan cismanî bir şey değildir. O yüzden bu söylediklerimin bir anlamı var. Yani, o yüzden biz hala millet olma seviyesini fark edip, kavrayıp o istikamette bir şeyler yapabiliriz. Ama bunu tabii hiç kimse, yani dünyada birtakım imkanları elinde tutanlar böyle bir şeye kavuşmamıza fırsat tanımayacaklardır.
Şimdi, ben buraya size çok basit bir şeyi aklınıza sokmak için geldim. Biz hicret ettik Mekke’den Medine’ye. Biliyorsunuz; hicret ettiğimiz yerin adı biz hicret ettiğimiz için Medine oldu. Orası Yesrib idi. Uzun yıllar boyunca Medînetü'n-Nebî diye anıldı. İnsanlar o yüzden onu Medine saydılar. Yani Medinetü'n-Nebî. Yesrib biz hicret ettiğimiz için Medinetü'n-Nebî oldu. Biz hicret ettik. Hicret eden bizdik. Yani, mevcudiyeti olan insanlar. Yani, bizim vücudumuz hicret etmiş olmamızdan dolayı vücuttur. Yani saçımız, tırnağımız, pankreasımız yüzünden vücudumuz yok. Mevcut olduk. Hicret ettiğimiz için mevcut olduk. Anlatabiliyor muyum? Hicret sırasında bizim ne Mekke’de kalmamızı istiyordu kafirler ne de Medine’ye hicret etmemizi. Bizi Mekke’de de rahat bırakmıyorlardı ama Medine’ye de hicret etmemizi istemiyorlardı. Ama biz Allah’ın yardımıyla bunu yaptık. Onun için İstiklâl Marşı’nın ilk lafzı “Korkma!”dır. Bu, Sevr Mağarası’nda Allah Rasulünün yâr-i gârına söylediği lafızdır: “Korkma!”. Yani İstiklâl Marşı Derneği dediğin zaman bundan bahsediyoruz. O mağaradan bahsediyoruz. Bu zamanda biz Mekke’den Medine’ye hicret ettik. Bu şu demekti: Elimizde Medine vardı ve elimizde Medine olduğu için Mekke'yi fethedebilirdik. Elimizde Medine olduğu için Mekke'yi fethedebilirdik. Ve öyle oldu. Birinci Cihan Harbi sonunda Mekke’yi kafirler elimizden aldı. Kısa bir zaman Medine’yi vermeyeceğiz diye direttik. Kısa bir zaman sürdü. Ama sonunda onu da aldılar. Dolayısıyla bizim İstiklâl Harbi vermiş olmamız Mekke’si ve Medine’si elinden alınmış bir milletin hayat şartlarını tanzim hadisesidir. Peki hayat şartlarımızı niçin tanzim edecektik? Hayat şartlarımızı, nasıl Medine elimizdeyken Mekke’yi fethetmek üzere hayat şartlarımızı tanzim ettiysek aynı sebeple edecektik. Dolayısıyla Mekke’si ve Medine’si elinden alınmış bir millet Cumhuriyetin ilanını İkinci Hicret olarak bilmek mecburiyetindeydi. Bunu böyle bilen insanlar yaşıyordu Türkiye’de o zaman. Yani, sonunda Mekke’yi de Medine’yi de geri alacağız diyen insanlar Cumhuriyetin ilanı sırasında yaşıyordu. Yoksa Cumhuriyeti ilan edemezlerdi. Şimdi biz bu şeyle, bu itikatla otuz yedi sene yaşadık: yirmi yedi senesi tek parti hükümeti, on senesi Demokrat Parti’nin hükümet ettiği zaman. Ve bu 1950’den 1960 yıllarına kadar Türkiye’de bir başarı söz konusu olduğu zaman, Türk topraklarında herhangi bir şey makbul hale geldiği zaman telaffuz edilen cümle şuydu: “Ortadoğu ve Balkanların en…” Ondan sonrası o yapılan işle alakalıydı. “Ortadoğu ve Balkanların en…” Anlatabiliyor muyum? Bu bizim millet olarak Mekke ve Medine’yi geri alma iradesini kaybetmediğimizin bir nişanesiydi. Ama 27 Mayıs 1960 sabahı Amerikalılar bizim alnımızı karışladı. “Nah!” dediler bize. Ve bunun böyle olacağı kabul edildi. Yani, “Biz hayallerimizi terk etmeliyiz.” diye düşündü insanlar. “Hayallerimizi terk etmeliyiz, gerçeklere dönmeliyiz.” Gerçekler, gerçeklerin başı Soğuk Savaş’tı. Gerçeklere dönmek demek 1945 yılından sonra dünyada iki süper gücün bulunduğunu kabul etmek demekti. Bu gerçek miydi? Bence değil. Ama insanlar başka bir şey... Bence bugün değil. Bana 1960 yılında sorsaydınız “Dünyada iki süper güç var mı?” diye, tabii ki “Evet.” derdim. Benim aklım, kültürüm başkasını anlamaya yetmiyordu; kimsenin yetmiyordu. Dolayısıyla 60 sonrasında Türkiye’nin varlığını idame ettirebilmek için ne yapması gerektiği insanların kafasında bir soruydu. Ve eğer kafirleri... Yani biz yüksek sesle Müslüman olduğumuzu söylemiyorduk. Bunu söylersek bizi mahvedeceklerini düşünüyorduk. Ama kendi içimizden “Kafirleri atlatabilirsek gene paçamızı kurtarırız.” diyorduk. Kafirleri nasıl atlatacaktık? Sosyalist bir yönetim yakalayabilirsek hiç kimse bizi tehlikeli görmeyecekti. Anlatabiliyor muyum? İşte “Bunlar, gavur ettik biz bunları, daha da gavur oldular.” deyip üzerimize varmayacaklardı. Ama bunun böyle olduğunu, yani bizim milletçe kafirleri atlatmak üzere bir manevra çevirdiğimizi anlar anlamaz Türkiye’deki sosyalist dönüşüm imkanlarını yok ettiler. 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi seçime şu sloganla girdi: "Kula kulluk yetsin artık!" Bakın burada iki unsur var, bir: Demokrat Parti 50 seçimlerine böyle bir el resmi ile altında "Yeter! Söz milletindir." sloganıyla girdi, 1950 seçimlerine ve Allah Demokrat Parti'ye hükümet kurma imkanı bahşetti.
Şimdi “Kula kulluk yetsin artık!” şiarında bu vardı: “Yetsin”. Ama asıl muhteva önemliydi. Kula kulluk yetsin artık, biz Allah'ın kuluyuz. “Kula kulluk yetsin artık.” Anlatabiliyor muyum? Türkiye'de sosyalist dönüşüm imkanlarını sıfırladıktan sonra, yok ettikten, dejenere ettikten ve insanları aşağılık yaratıklar haline getirdikten sonra, kendini solcu diye bilen insanları yüzüne bakılmaz insanlar haline getirdikten sonra ellerine Türk milletini bir daha kendine getirecek imkanı yok etme imkanını geçirdiler. Anlatabiliyor muyum? Böylece 1973 yılında Siyasal İslâm’ı başlattılar. Bu planlı, yani sonuçta Türkiye’de hiç bir İslâmî ümidin kalmaması programının adımıydı.
Şimdi Batuhan Arite beni övmek için mi söyledi; ama benim Türkiye'de mevcudiyetim Türk istiklâlinin bir kıvılcımıdır. Çünkü ben her iki tecrübenin de kafirlerin Türkiye’yi haritadan silmek için giriştikleri işlerin tecrübesini hayatımla edindim ve bunun içinden bazı sonuçlar çıkardım. İstiklâl Marşı Derneği aslında yürünecek yolu göstermek üzere başlamış bir hadise olmalıydı. 11 senede İstiklâl Marşı Derneği kendi hedefleri doğrultusunda hiçbir gelişme göstermedi. Hiçbir gelişme göstermedi. Ama dediğim gibi, bugün o vapurdan atlayıp birini kurtaran adam hikayesinde söylediğim gibi yani şey bile yani 11 sene sonunda hala İstiklâl Marşı Derneği’nin mevcut olması bile tek başına bir başarı sayılmalı, yani. Her ne yapıldıysa İstiklâl Marşı Derneği’ni çaresiz duruma düşüremediler.
Şimdi Türkiye’de bir sosyalist dönüşümü gerçekleştirecek bir dalga yükseldi. O dalgayı sönümlendirdiler. Türkiye’de İslâmî bir dönüşümü gerçekleştirecek ikinci bir dalga yükseldi. Onu tersi bir dalga haline getirdiler. Yani onu sönümlendirmekle kalmadılar; insanlar İslam’ı istemez hale düştü. İnsanlar bugün Türkiye’de İslam’dan rahatsız oluyorlar. “Hayır olmuyorlar.” diyeceksiniz. İnsanlar İslam diye başka bir şeyi biliyorlar. Yani İslam’ın aslına dair şeyleri öğrendikleri zaman “Oo, aman aman!” diyorlar. Şimdi İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu zaman biz diyorduk ki insanlara, efendim: “Hadîs-i şerîf kafirlere yolun ortasından yürüme fırsatı vermeyin, onları yolun kenarına sıkıştırın” diyor. Şimdi insanlar bunu duyunca “Ya böyle şey olur mu?” diyorlar. Tanzimat Fermanı ilan edilinceye kadar Türkiye’de Müslüman olmayanların ata binmeleri yasaktı. İnsanlar bugün “Ya böyle, böyle saçmalık olur mu?” diyorlar. Yani insanlar kendilerini Müslüman sanarak İslam düşmanlığı yapıyorlar. Yani kafirlerin ata binme hakkı olduğunu savunan insan Müslüman değildir. Bir daha söylüyorum: kafirlerin ata binme hakkı olduğunu savunan insan Müslüman değildir. Kafirlerin ata binmeye hakkı yoktur. Onlar bineceklerse ancak katıra, eşeğe binerler. Allah tarafından övülmüş hayvana Allah’ı rab bilenler biner. Dolayısıyla Batuhan Arite’nin işaret ettiği şey beni övmüş olması sebebiyle değil. Yani Türkiye’de biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak “Darü'l-İslâm Nedir, Ne Olmalıdır? Misak-ı Milli Ne İdi, Ne Oldu?”, böyle bir seminer yaptık, değil mi? Bunu o Siyasal İslam palavrasıyla şöhret ve servet kazanan insanlar kendilerine uzak bilirler. Biz kafirin kendini emniyette hissettiği yerin dâr’ül-islâm olmayacağını söyledik. Kafirin kendini emniyette hissettiği yerin dâr’ül-islâm olmayacağını söyledik. Biz gayr-i müslimleri zımmî saydık; zimmetimiz altında... Şimdi öyle “hoşgörü imparatorluğu”, öyle bir dangalaklık yoktu. Öyle Osmanlı İmparatorluğu hoşgörü imparatorluğu falan filan değildi. Eğer Yahudilerin ve Hıristiyanların Osmanlı İmparatorluğu içinde kendi dini pratiklerini yürütebilmeleri imkanı doğduysa devletin bunları batıl saymaları yüzünden doğmuştur. Yani bunlara kıymet vermemesi sebebiyle, yani kıymet verdiği için değil kıymet vermediği için müsaade etmiştir. “Bırakın batıl ayinlerini yapsınlar.” Yani “Yapsa ne olur?” manasında; yoksa onlar da dindir falan filan diye kabul edilmiş değildir bu. Bu İkinci Mahmut'la başlamış bir şeydir. Yani onların da bir din sayılması ikinci Mahmut'la başlamıştır. İkinci Mahmut'un da atının dizginine yapışıp bizden birisi “Gavur padişah!” diye haykırmıştır.
Şimdi benim bu mikrofonu terk etmeden size söyleyeceğim şey şu: Birinci dalgayı yok ettiler. Biz o zaman Türk milletinin diğer milletler arasında haysiyetini elinde tutarak var olması savaşı içindeydik. 1963 yılında -daha 65 seçimlerine iki sene var-, 1963 yılında ortak pazarla ilgili görüşmeler yapıldığında Türkiye’de birtakım insanlar şöyle bir şiar ortaya attılar: “Onlar ortak biz pazar, kahrolsun ortak pazar!”. Şimdi bu şiarı ortaya atan insanlar “onlar ortak” diyor; kimdi onlar kim? Kafirler! “Biz Pazar” diyor; kim? Müslümanlar! Tabii ki bu komünist slogan olarak biliniyor. Tabii ki komünist slogan yani, komünü ciddiye alan slogan bu. “Onlar ortak biz pazar” diyor, “onlar” diyor. Birinci dalga sönümlendirildi. İkinci dalga tersine çevrildi. Şimdi Türkiye’nin İstiklâl Marşı Derneği sebebiyle bir üçüncü dalga ve sönümlenmeyecek, tersine dönmeyecek ve kâfir sahillerini dövecek bir dalga üretmesi lazım. Ama bunu şimdi sanki İstiklâl Marşı Derneği’nin savunduğu şeyleri kendileri de savunuyormuş gibi yapan birtakım düzenbazlar yok etmeye çalışıyor. Ben umutlu muyum? Eğer Türkiye’de yaşayan insanlar bir ümidin malzemesi sayılacaksa asla. Ama Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Lakin Allah’tan emin olmak da küfürdür. Bunu anlamayan dünya kadar insan ortalıkta Müslümanım diye dolaşıyor; yani insanlar bunu anlamıyorlar. Allah’tan emin olmak niye küfür olsun diyorlar.
Şimdi, şunu ümitle söylüyorum. Herkes birçok şeyi biliyor ama biliyormuş gibi yapıyor. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz.” “İman etmedikçe cennete giremezsiniz.”; yani Müslüman olmanız cennete girmenize delil değildir. Mümin olmanız cennete girmenize delildir. Biz başımızdakine emir’il-mü’minîn deriz, emîr’il-müslimîn demeyiz. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Kendiniz için istediğinizi mümin kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş sayılmazsınız.” Yani kâinatta Müslümanlar bir tanedir. Hepsi birdir, bir kişidir. Müslümanı Müslümandan hiçbir şey ayırmaz. Yani onun için biz Birinci Cihan Harbi’nde Hintli Müslümanlar nasıl aldatıldıysa, bilhassa Orta Doğu’ya geldikleri zaman, Çanakkale’de yani Mehmet Akif’in dediği gibi “Kimi Hindu, kimi zenci, kimi bilmem ne bela...” diyor. Tamam; ama bizim Ortadoğu’da yaptığımız muharebelerde Hintli Müslümanlar varsa İngiliz kuvvetlerinin içinde, hepsi bizim tarafa geçti. Yani çünkü onlar “Allah, Allah” diyen adamlara kurşun sıkmadılar. Anlatabiliyor muyum? Yani ama o devirler geçti. Şimdi başka bir zamanda yaşıyoruz. Biraz önce Oruç Özel söyledi: İslâm’ın içinde hiçbir kötülük yoktur, İslâm’ın dışında hiçbir iyilik yoktur. Bunu hayat prensibimiz yapmadıkça bırakın Mümin olmayı Müslüman da olamayız. Yani, yani imanımız çok zayıf Müslümanlar olarak bile yaşayamayız. Yani “eğer İslâm’ın dışında bir iyilik varsa Müslüman olmanın ne lüzumu var? Niye boşuna zahmet edeyim yani. Eğer İslâm’ın dışında bir iyilik varsa Müslüman olmak mantıksız bir şey” deyip, size hayırlı akşamlar dileyeyim.
Durmuş Küçükşakalak: Hemen konsere geçiyoruz. Hayırlı akşamlar diliyoruz. Teşekkür ederiz.
5 Mayıs 2018 Cumartesi, Adana
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.
Muttaki Ünlü:
Selâmun Aleyküm,
İstiklâl Takvimimizin 1439 senesine ait nüshasının neşrolunması sebebiyle tertib ettiğimiz "Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek" serlevhalı panelimize hepiniz hoş geldiniz.
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik.
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
Oruç Özel:
Durmuş Küçükşakalak: