Selâmün Aleyküm,
Biraz önce dinlediğiniz panelde konuşan arkadaşlardan birisi salonun bu kadar tenha oluşu sebebiyle hayâl kırıklığına uğramadığını söyledi. Ben de hayâl kırıklığına uğramadım; ama bir şey hayâl etmediğim için. Yoksa “Salonun bu kadar tenha oluşu normaldir.” dememe yol açacak bir olay değil. Yani salonun bu kadar tenha olması normal değil, anormal bir şey. Bir anormallik yaratıp; bizim bu kasıtlı tutumdan kötü etkileneceğimizi sananlar konuşmamı takip etsin.
Ben de şimdi, diğerleri gibi panele konu olan ibare çerçevesinde bir konuşma yapacağım; ama önünüze bu ibareyi getiren kişi ben olduğum için tabii, panelde dinlediklerinizden farklı şeyler duyacaksınız. Önce, bizim zaten birbirimizi anlama hususunda çok kötü, elverişsizin elverişsizi bir durumda olduğumuzu bilerek açılış yapalım: Yani sizler beni bir türlü anlayamazsınız, ben de size düşüncelerimi bir türlü aktaramam. Neden? Çünkü sizler Türkçeyi kaybetmiş bir toplumun içine doğdunuz, ben de Türkçeyi kaybetmekte olan bir toplumun içine doğmuş idim.
Bakın ben size televizyon ekranlarında telâffuz edilen birkaç cümle okuyayım:
“Ortadoğu’daki gerginlik son hızıyla sürüyor.”
“Olaylarda yirmiyi aşkın kişi yaşamını yitirdi.”
“Amerikan doları bir ilke imza attı.”
Şimdi sizler, bu cümleleri duyduğunuz zaman bir şey anladığınızı sanıyor ya da kendinizi burada bir şey söylendiği sanısına kaptırıyorsunuz. Halbuki bu benim okuduğum cümleler, sağır dilsizlerin işaret dili gibi bir şey. Yani buradaki ifadelerde bir şey söyleniyor; ama eğer önceden bu ifadelerden anlamlı bir şey kabul etmişsen yani ifadelerde saklı hükmün öyle olduğunu önceden varsaymışsan. “Ortadoğu’daki gerginlik son hızıyla sürüyor.” cümlesine bir bakalım: Benim çocukluğumda annem ekmeğimize yağ sürerdi. Peki, şimdi burada ne sürüyor? Sürüyor, nasıl sürüyor? Mesela insanlar toprağı sürerler değil mi? Burada öyle bir şey var mı? Yok, ama hepinizin bildiği gibi bu söz, “devam ediyor” dememek için söylenmiş bir söz; devam ediyor dememek için “sürüyor” diyor. Ama böyle bir şey olmaz; Türkçede devam etmekle sürmek arasında bir irtibat yok. Dediğim gibi sürmek, ekmeğe yağ sürmek gibi bir şeydir ya da çift sürmek gibi bir şeydir. Otomobil sürmek de olabilir; ama devam etmekle sürmenin bir alâkası yok. Artık insanlar bunu kabul etmiş, Türkçe olmadığı halde bunu Türkçeymiş gibi kullanıyorlar. Bu cümlede sadece sürmek değil bir de gerginlik meselesi var, buradaki gerginlik ne demeye geliyor? Bunu Türkçe bilen birinin anlaması mümkün değil. Türkçe bilenler tef, dümbelek gibi şeylerde gergin deri kullanıldığını da bilir. Artık günlük hayatta insanlar “Çok gerildim.” falan filan gibi çok terbiyesizce şeyler söylüyorlar. Böyle bir dil anlaşmaya müsait değildir.
“Yirmiyi aşkın kişi!” Bunlar yirmi yaşlarını mı aşmışlar? Yirmiyi aşkın kişi ne demek? “Yirmiden fazla kişi” demek istiyor, değil mi? Ama “yirmiyi aşkın kişi” diyor. “Aşkın” da nereden çıktı bir kere? Bir de yaşamını yitirmiş bunlar. Çok acı; çünkü bir şey yitirildiği zaman aranılır yani. Türkçede “yitik” diye bir kelime vardır, bir şeyi kaybettiğiniz zaman ona “yitik” denir. Dolayısıyla insanlar yaşamını yitirdiğine göre bu, yitirdiğini bulabilir de demektir. Yani nerede yitirmiş yaşamını, gidip orada arasın; belki bulur, anlatabiliyor muyum? Bunlar da ayıp kelimeler; lâkin bir de “Amerikan doları bir ilke imza attı.” cümlesi var ki, şâhika! Nasıl yapıyor bunu, nasıl imza atıyor, onu anlamak mümkün değil. Bu “ilk” de çok merak edilecek bir şey; yani bir “ilk” var. İnsanlar, birileri anlamaya mahkûm diye düşünerek konuşuyorlar ve biz de tabii “Bizi bu hapishaneye attılar biz de cezamızı çekeceğiz.” diye bekliyoruz. Aramızda müebbede mahkûm olduğumuzu düşünen insanlar olabilir ya da “Bir zaman sonra cezam bitecek, ben tahliye olacağım.” diye düşünen olabilir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak, hapse girmemeyi becermiş insanlar olduğumuz kanaatindeyiz. Yani İstiklâl Marşı Derneği üyesi olmak demek bir şekilde mahkûm edilen, hakkında hüküm verilmiş birilerinin bu cezayı çekmeyi reddetmesi mânâsına gelir. Bu reddiyenin usulünü hep beraber, iki senedir üretiyoruz. Kimlerle? Hapiste olmayı iyi bir şey saymayanlarla beraber. Hapiste olmaktan kurtulmak için bu “yeni” ve “iyi” kelimelerinin ne mânâya geldiğini bilmek lâzım, yani Türkçenin nasıl bir lisan olduğunu bilmek lâzım. Tabii ne yapıyoruz, lûgatı açıyoruz, “yeni” ne demek, “iyi” ne demek lûgattan bakıyoruz. Fakat Türkçede maalesef henüz lûgat yazılmadığı için -elimizdeki lûgatlar bize konvansiyonel, uzlaşımsal ve arbitraire/keyfi mânâları naklediyor- biz Türkçe lûgatlara baktığımız zaman kelimelerin ancak insanlar arasında kabul görmüş mânâlarını ve bazı insanların o kelimelere canlarının öyle istemesi sebebiyle yakıştırdıkları mânâları öğreniyoruz. Türkçenin, Türk milletine Allah’ın askerleri olmaları sebebiyle hediye edilmiş bir lisan olduğu fikriyle yazılmış bir lûgat henüz yok. İnşallah olacak!
Şimdi, “iyi”den başlayalım isterseniz: “İyi” kelimesini biz Türkçeyi, Lâtin harfleriyle yazdığımız zaman “iyi” diyebiliyoruz. Türkçe, Lâtin harfleriyle yazılamaz; ama yazıldığı gibi okunduğunda bunu “eyi” diye okuyabilirsiniz, değil mi? “İyi” değil de “eyi” diye okuyabilirsiniz. Çünkü kelime eğmekle alâkalı bir şey; yani “iyi” dediğimiz şey “eyi” bir şeydir, nâzil olmuş bir şeydir, anlatabiliyor muyum? Yani bir şey ancak nâzil olduğu için “eyi”dir. “Ağı”dır aynı zamanda, ağdığı için. “İsa (a.s.) göğe ağdı.” deriz, mesela. Bu, doğrudan doğruya ilâhiyatla irtibatlı bir şeydir ve ilâhi olmayan şeye “iyi” denmez! Mutlaka ya “eyi” bir şeydir ya da “ağı” bir şeydir. Yani ya ağmıştır ya da eyilmekten doğmuştur. Onun için “yeni”ye “eyi” diyemeyiz. Neden? Çünkü yeni kelimesine gene Lâtin harfleriyle yazılmış şekliyle bakarsanız, “yeni”nin “en”i olduğunu görürsünüz? Yenide “en” var; yani “boy” yok, “en”e doğru. Yeni “en”e doğrudur, yeni “en”li bir şey; boylu bir şey değil. “Y” harfiyle bizim Türkçede işaret ettiğimiz fonem yukarıdan aşağıyadır: Yani yağmur “yağar” ,”y” her zaman yukarıdan aşağıyadır. Onun için yeni de “en”in aşağı doğru olanıdır, “en”in düşüğüdür. Dolayısıyla zaten yeninin “eyi” olması başından imkânsız bir şeydir. Yepyeni neden eyi olabilir? Çünkü her nâzil olan şey yepyenidir! Yani ne mânâda yepyenidir? Daha tüketilmemiştir, her an tüketilmeye hazır, her an bir daha tüketilebilecek bir şeydir. Tıpkı gökten sofranın inip yedikçe yerine gelmesi gibi.
Şimdi, işi tamamen menkıbeye raci kıldım sananlara öyle olmadığını söyleyeceğiz. Bütün bunlar bizim hayatımızla alâkalı şeyler. Yani neden mevcut olduğumuzun izahıyla alâkalı şeyler. Yeni şeyler bize kabule mecbur olduğumuz şeyler olarak dayatıldı. Biz kendi hayatımız içinde “tanıdık” bir millet, kendimizin “aşina” olduğu şeyleri tercih ederek bir yükseliş elde etmiş bir millet idik. Ondan sonra modern çağ dediğimiz bir şey ortaya çıktı ve biz yeniyle karşılaştık. En başta dilimizi yenileştirdiler ve böylece aşina olduğumuz bir şeyden mahrum kaldık. “Yeniçerilik” adı üzerinde -bakın, “yeni çeri”- nasıl bir şeydi? Demek ki, zamanında yeni çıkmış bir şey. Birçok teori var, yeniçerilerin nasıl doğduğuyla alâkalı. Ama en kuvvetli ve en akla yakın ya da en çok kabul görmüş olan tez, harp esirlerinin ne yapılacağı konusundaki soruya bulunan cevap olarak yeniçeriliğin doğduğudur. Yani “Bunları kılıçtan geçirmeyelim; bunları Müslüman yapıp kendi saflarımıza katalım.” diye düşünmüşler. Sonrasında buna bağlı olarak -harp esirleri kullanıldığı için- aslı Müslüman olmayanların kullanılması meselesi bir yol olarak, “devşirme usulü” olarak doğmuş. Fakat yeniçerilik kaldırılmadan Nizam-ı Cedid kuruldu, değil mi? Yenilik, yeniliği getirdi ve bu sefer Türkçe “yeni” kelimesi kullanılmadı; Arapça “cedid” kelimesi kullanıldı. Böyle başladı bu iş. “Bizim hayatımızda yenilikler, bir mazeret uydurularak Türk’ün mağlûp edilmesi hâdisesinden sonra sökün etti.” diyebilir miyiz? Tarihi bir de o gözle incelemek gerekir. Hangi gözle? Yani 1571 yılında Türk donanması yakıldıktan sonra Türk topraklarında cereyan eden hadiseler sosyal, siyasi, iktisadi -hangi tarzda olursa olsun- bir zaruretin sonucu olarak mı doğdu? Yoksa bütün o yenilikler Türkiye’de devletin çöküşü ve milletin aciz bırakılması için birilerinin husûsen ürettikleri şeyler mi? Bunları birer birer her vakıa söz konusu olduğunda hesaba katmak lâzım. Yani matbaanın girişinden I.Meşrutiyet’in ilânına kadar her hususta işlerin hangi hazırlıkların sonucu olarak, kimlerin müdahalelerinin uzantısı olarak doğduğunu birer birer tespit etmek gerekir. Yoksa biz yutalım diye doldurulmuş şeyleri yegane zihin gıdası olarak kabule mahkûm kalırız. Yutturmacadan sâlim kalmak için ne yapmalı? Bilinmeli ki, ne Türkiye’de ne de dünyanın herhangi bir yerinde, insan hayatına ilişkin bir şey, insanların kararlarından bağımsız olarak şekil almıştır; her hâlükârda insan hayatına ilişkin şeyler insan kararlarıyla, o kararlar sebebiyle biçimlendirilir.
Dolayısıyla bugün burada böyle bir toplantı yapmamıza varan hâdiselerin başlangıcını da İstiklâl Marşı’nın yazılması ve akabinde Cumhuriyet’in ilânıyla izah edebiliriz. Yani şimdi bizim bir meselemiz var: İstiklâl Marşı, “bir millet tarihten silinmesin” diye yazıldı ve yazılmasına sebep olan hadiseye uygun bir sonuç alındı. Biraz önce dille ilgili bir zorluktan bahsettim; Türkçenin kaybolması sebebiyle birbirimizi anlamakta zorluk çekeceğimizi söyledim. Ama bunun da bağlı olduğu başka bir zorluk var. Nedir o? Türkiye’de devletin faaliyetiyle, devletin faaliyetinin vuku bulmasına ve devletin faal olmasına sebep olan zümre arasında bir boşluk var. Bu boşluk Osmanlı yönetimi tarafından kasıtla, bilerek ve devletin lehine olarak üretilmiş bir boşluktu. Bu, Cumhuriyet döneminde de aynen muhafaza edilmiş bir boşluk. Bugün bu boşluk “yokmuş” gibi anlaşılıyor. İşlerini yürütenler bu “nâmevcudiyet”in sayesinde yürütüyor. Şimdi, ne dedik? Devletin faaliyetiyle devletin faaliyet göstermesine sebep olanlar arasında bir boşluk var. Klâsik Osmanlı düzeninde bir sunuf-u devlet var, devlet sınıfları. Bunlar askerler yani kılıç ehli “seyfiye”, “ilmiye” yani sarıklılar ve bir de “kalemiye” yani bürokrasi. Bunlar devlet sınıflarıydı ve gerisi reaya idi, yani riayet edenler. Bunlar arasındaki boşluk, Osmanlı klâsik düzeni işlediği sırada bir mesele doğurmuyordu; zaten bu boşluk aslında düzenin işlemesini de kolaylaştıran bir şeydi. Yani devlet sınıfları bütün diğer toplulukları gerekli işleri yapmak üzere bir yere oturtmuşlardı, bir yere sabitlemişlerdi. Klâsik düzen bozulduktan sonra tabii, bu işte büyük bir problem çıktı. Zaten klâsik düzenin tamamen geçersiz olması “Tanzimat” dediğimiz şeyle başladı. Fakat hayatın (işleyişin) devam etmesi için sanki klâsik düzen varmış gibi hareket edildi. Sonunda Cumhuriyet ilân edildiğinde toplumun çoğunluğunun neyin ne olduğunu kabul etmesiyle, devleti elinde tutanların neyin ne olduğunu anlaması, birbiriyle alâkasız iki şeydi. Ama buna rağmen Cumhuriyet idaresi “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” sloganını kullanıyordu. Neden? Çünkü eğer sınıflı ve birilerinin de imtiyazlı olduğu söylenecek olursa diğer birilerinin hak talebi söz konusu olacaktı. Bunu yok etmek için birileri -dediğim gibi- “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” dedi ve sonuna kadar böyle götürmek istedi. Bununla, ileride bir insan tipi üretme ümidi harekete geçmiş oldu. Yani şimdilik “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” diyelim, “Böyle, bir sonuca varabiliriz.” ümidi vardı. Ama bu ümit bugün gerçekleşti mi? Şimdi biz sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuzu söyleyebiliyor muyuz? Hayır. Ama nasıl bir bölünme var bu toplumda? Dikine-yatay bölünmenin tuhaf tezahürleri var. Şimdi hâlimizi anlamak için mutlaka dünyanın hâlinden haberdar olmamız gerekiyor. Yani şu anda biz İstiklâl Marşı Derneği olarak ne yapılabileceği konusunda sadece birbiriyle fikir alışverişi yapabilen dar biz zümre halindeyiz. Neden? Çünkü Türkiye’de yeniden bir şeylerin tertip edilmesi konusunda kararlar Türkiye içinden alınmıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki insanlar Türkiye hakkındaki verilmiş kararların uygulanmasında rol oynayarak hayatlarını iyileştirmeye çalışıyorlar. Yani Türkiye’nin hâlâ olup olmayacağı meselesi, Türkiye’nin ne olacağı meselesinin altında; Türkiye’nin ne olacağı meselesi üstte ve o, Türkiye’nin olup olmayacağı meselesini göstermiyor. Ne diyor bu İsmet Özel diyorsunuz, değil mi?
Benim daha önceden size söylediğim bir şey var: Türkiye Cumhuriyeti, I.Dünya Savaşı sonunda o savaş sonunun şartları gereği ortaya çıktı. Fakat dünya, bir dünya savaşı daha yaşadı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin I.Dünya Savaşı sonunda kurulmuş olması ve akabinde yaşanan II.Dünya Savaşı’nın şartlarını -onlara sonradan intibak ancak ederek- kabul etmesi sebebiyle çok karışık bir ilişkiler bütününün içine düştü Türkiye. Yani Türkiye II.Dünya Savaşı’na girmemiş olmakla, II.Dünya Savaşı’na girmiş ülkelerin doğrudan karşılaştıkları şeylerle dolaylı olarak karşılaştı. Türkiye’deki bütün değişiklikler, Türkiye’de yaşayan insanların tercihlerinin yok edilmesi suretiyle gerçekleşebildi. Türkiye’deki insanlar belli tercihler karşısında bırakılmışlardı; fakat bu tercihlerin yok edilmesi için bir süreç gerekti, onu yaşadık. Şimdi şu anda böyle bir sorun yok; Türkiye’de insanlar tercih yapmamakla paçalarını kurtaracaklarını düşünüyorlar. Yani insanlar yeni durumlarla karşı karşıya kalıyorlar ve o yeni durumların hayatlarına getireceği değişikliğe intibaka uğraşıyorlar. Eğer Türkiye’de I.Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan devlet, Türkiye’de yaşayan insanların ne olacağı meselesini yani Türkiye’de bir millet teşkili meselesini öne almış olsaydı, biz bugün bu durumda olmayacaktık! Ama bugünün doğmasına giden tedbirler, Cumhuriyet’in kurulmasından kısa bir süre sonra alındı. Yani biz Türkiye’de bir milletin ortaya çıkmaması için yapılan yeniliklerin başımıza açtığı belâlarla uğraşarak bugüne geldik. I.Dünya Savaşı’nın sonunda, henüz savaş tam bitmeden, biliyorsunuz bir ihtilâl oldu Rusya’da, Sovyetler Birliği kuruldu ve bugün artık Sovyetler Birliği yok. Sonra Faşist İtalya ortaya çıktı, bugün Faşist İtalya da yok. Ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti kuruldu, Türkiye Cumhuriyeti hâlâ var. Ondan sonra Nasyonal Sosyalist Almanya kuruldu, o da bugün yok. Ama bu saydığım ülkelerin hepsi kurulurken “non-market” esaslara tâbi idi; bugün piyasa ekonomisi dediğimiz işleyişin içinde yer alıyorlar ve bugün bu piyasa ekonomisinin bir “kriz” yaşadığı söyleniyor. Ve bu krizden de Türkiye’nin etkilenip etkilenmediği bugün mahallî de olsa, seçimlerin ana teması. Eğer “Türkiye krizden kötü etkilendi.” derseniz iktidarı yıpratmış oluyorsunuz, “Türkiye krizden etkilenmiyor.” dediğiniz zaman iktidara arka çıkmış oluyorsunuz, öyle değil mi? Şunu anlamamız lâzım: İktidara karşı çıkmak ya da arka çıkmanın ötesinde Türkiye’de bir milletin doğuşuna giden yolda acaba neyi görmemiz gerek? Yeni ile iyi arasındaki münasebeti buradan daha iyi kavrayabiliriz. Türkiye, kendisini dünyada yaşanabilir en iyi ülke haline sokamadıkça hiçbir zorluğu geride bırakamayacak bir ülkedir. I.Dünya Savaşı sonunda doğan ve piyasa ekonomisine uymayan ülkeler Sovyetler Birliği, Faşist İtalya ve Nasyonal Sosyalist Almanya. Buralar piyasa ekonomisine uymamak suretiyle dünyada en iyi şeyi temsil ettiklerini iddia ediyorlardı. Sovyetler Birliği insanın geleceğinin piyasa ekonomisinde olmadığını, sosyalist esaslara göre düzenlenmiş bir ekonomide olduğunu söylüyordu. Yani işte Rockefeller’e sormuşlar: “Sovyetler Birliği hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye. O da şöyle cevap vermiş: “Dünya Sovyetler Birliği’nde Rockefeller’in çok iyi bir adı olacak.” Yine biliyorsunuz İngiltere Kralı V.George’a da, “Ülkenizin komünist olmasından korkmuyor musunuz?” diye sorduklarında “Hayır, korkmuyorum; o zaman da Britanya Sovyetlerinin kralı olurum.” diye cevap vermiş. Yani Sovyetler Birliği kurulduktan sonra, dünyada insanlığın geleceğini temsil etmek ve dünya ihtilâlinin öncülüğünü yapmak gibi bir misyonla bir takım işler peşindeydi. Faşist İtalya, Roma İmparatorluğu’nu canlandıracağını söylüyordu. “Dünyada bin yıl sürmüş bir Roma İmparatorluğu var, onu biz yapmıştık zaten, şimdi gene yapacağız.” diyordu. Onun için Habeşistan’a ve Libya’ya girdi. Nasyonal Sosyalist Almanya, Alman halkına bin yıllık bir hayat sahası vaat ediyordu. Yani Almanlar dünya sisteminin merkezi haline gelecekler dolayısıyla onların “Lebensraum” dedikleri bin yıllık bir hayat sahası olacak ve Almanya bin yıl dünyanın hâkimi olarak yaşayacak. Bütün bunlarda, “Piyasa ekonomisi nasıl olsa ortadan kalkacak dolayısıyla onun yerini tutacak olan sistem bizimkidir.” iddiası vardı. Türkiye’nin böyle bir iddiası yok; Türkiye’nin böyle bir iddiası hiç olmadı. Türkiye sadece kendi mevcudiyetini devam ettirmeyi büyük bir başarı sayıyordu ve onun için de 1933 yılı gelince onuncu yıl kutlamaları yapıldı. Bu, bütün ülkede on yıl yaşamış olmanın olağanüstü bir başarı olduğu anlayışı ile karşılandı. Yani devlet bu onuncu yıl kutlamalarına özel bir önem verdi ve şimdi hâlâ biliyorsunuz, hep onu, Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyorlar. Türkiye’nin sadece mevcut olmak için önem verdiği şeyler, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı okunda cesamet kazanmıştı. Şimdi bu “yeni” ve “iyi” meselesini buradan anlamamız lâzım. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı oku yeni miydi, iyi miydi? İyi idiyse neye tekabül ediyordu, yeni idiyse neyi değiştirmişti? Bu altı oka konu olan şeyler, yeni olarak da algılanabilirdi iyi olarak da algılanabilirdi. Hangi şartlarda yeni olabilirdi, hangi şartlarda iyi olabilirdi? Bu, devletin ömrüyle de alâkalı bir şey. Ben her zaman diyorum: “Tito öldükten sonra Yugoslavya’nın ömrü uzun sürmedi; ama 1938 yılında Mustafa Kemal’in ölmesi Türkiye’nin ortadan kalkacağına dair hiçbir endişe doğurmadı.” Onun için CHP’nin altı okunun neye tekabül ettiği yenilik ve iyilik bakımından çok önemli. Bu altı ok sayesinde dünyada kabul edilebilir bir yer tutacaklarına inanıyorlardı. Ama bu aynı zamanda Türkiye’de yaşayan insanlar için bir çıkış yolu anlamı da taşıyor muydu? Cumhuriyet Halk Fırkası, “Cumhuriyetçiyiz.” diyordu, adında da var bu. Cumhuriyetçilik, saltanatın reddinden ibaret bir kavram mıydı, yoksa Osmanlı klâsik düzeninin dışında Türkiye’nin bütününü ilgilendiren, Türkiye’de yaşayan insanların tümünü ilgilendiren bir siyasi rejime yönelmeyi mi işaret ediyordu, yönelmeyi mi gerektiriyordu? Bu konuda kimsenin söyleyecek bir sözü yoktu. Cumhuriyetçilik aslında 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilân edilmesiyle beraber bizim bir İslâm Devleti hâline gelmemizin nişânesi olmalıydı; ama bu altı oktan biri olarak zikredilen Cumhuriyetçilik böyle bir şeyi ifade etmiyordu. Yani Cumhuriyetçilik iyi olmak için Türkiye’nin 1839’da kaybettiğini geri alması mânâsı taşıması lâzımdı; ama bu mânâyı taşımıyordu. Dolayısıyla Cumhuriyetçilik bir yenilik olarak karşımızdaydı; çünkü biz ne Fransız İhtilâli’nde olduğu gibi aristokratları giyotine gönderdik ne de gene bize benzer değişim geçirmiş olan ülkelerde olduğu gibi (yani Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi) bizim başından beri Cumhuriyetçi bir yönetimi ülkemizde uygulamak üzere harekete geçmiş düşünürlerimizin, eylem adamlarımızın ürünüydü. Yani işte gidin mesela Almanya ‘ya, Avusturya’ya bu adamların heykelleriyle karşılaşırsınız. Bunlar, I.Dünya Savaşı’nı kaybeden Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde Cumhuriyetçi akımın elemanlarıdır ve savaş bittikten sonra bunlar harekete geçmişler ve Cumhuriyet kurmuşlardır. Almanya’da mesela Friedrich Ebert, Avusturya-Macaristan’da bir grup insan, isimlerini tek tek sıralamayacağım, en az üç tane. Bunlar normal olarak daha imparatorluk devam ederken Cumhuriyet rejiminin ateşli savunucularıydılar. Dolayısıyla fırsat ellerine geçtiği zaman yani kendi ülkeleri savaşı kaybettiği zaman duruma el koydular. Türkiye’de böyle bir şey yok. Türkiye’de bizim -dediğim gibi- Cumhuriyet ilânıyla beraber kazandığımız şey, devletin dininin İslâm olduğunun ilânıdır.
“Milliyetçiyiz.” diyordu, altı okun ikincisi. Bu da iyi bir şey olması lâzım; ama bunun iyiliğini ancak millet kavramına açıklık getirmek suretiyle fark edebiliriz. Türkiye’de milliyetçiliğin ırk esasına dayanmadığı, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganıyla bir vücut sahibi olduğu varsayıldığında bu, birilerinin bazı şeyleri millet vasfının nelerle tanınabildiği konusunda da telâffuz etmesini gerektiriyordu. Hiç kimse Türk Milleti denildiğinde kast edilenin bilhassa kimler olduğunu söylemiyor, söyleyemiyordu. Yani en azından Faşist İtalya’da olduğu gibi sosyal hayatın bütün unsurlarının bir hedef etrafında kaynaşmış olduklarını, -“kaynaşmış kitleyiz” diyor ya- gösteren bir anlayış olması gerekiyordu. Bu da Türkiye’de hiçbir zaman rağbet edilen bir şey olmadı ve “Milliyetçilik” sadece bürokrasinin mutlak iktidarı olarak kendine yer bulabiliyordu ve zaten gayrimüslim unsurlar da Lozan Antlaşması’yla beraber uluslararası güvence altında idiler. Bu “milliyetçiyiz” lafzının da anlam yoksunu bir yenilikten başka bir şey olmadığını anlamak hiç zor değil. Oklardan biri olarak burada, “Milliyetçilik şu bakımdan iyidir.” diyebileceğimiz hiçbir motif yok. Üçüncü ok, Halkçılık. “Halkçıyız.” diyorlardı, bu halkçı oluş hadisesini de herhâlde bir müsamerenin piyesine konu yapmak mümkündür aslında; çünkü hangi halktan bahsedildiğine bir türlü akıl erdiremiyoruz. Yani bilhassa o zaman, Türkiye’de “halk” denince neyin anlaşılacağı iyice flu idi. Bu konuda mesela şöyle şakalar yapılıyordu: “Halk, plajları doldurduğu için vatandaş denize giremiyor!” Yine, “Filanca yerde meydana gelen tren kazasında şu kadar insan hayatını kaybetmiştir, tek tesellimiz ölen bütün yolcuların üçüncü mevki yolcular olmasıdır.” gibi şakalar yapılıyordu. Böyle bir anlayış içinde “Halkçılık” ilkesi esas alınmıştı. İnsanların kıyafetlerinden dolayı mahkeme salonlarına bile alınmadığı, yine aynı şekilde halkın İstanbul’da İstiklâl Caddesi’ne, Ankara’da Atatürk Bulvarı’na giremediği bir durumda biz Halkçılık ilkesini savunan bir rejime sahiptik. Dolayısıyla bu da çok yeni bir şeydi. Altı okun en uzunu “Devletçiyiz.” diyen oktu. Şimdi, bu belki de en anlaşılır şey. Neden dolayı anlaşılır bir şey? Çünkü bu ibare hem “İktisadi Devletçilik” mânâsına, hem de “siyasi mânâda devlet otoritesi karşısında hiçbir gücün söz konusu edilmeyeceği” mânâsına geliyordu. Bu o kadar böyleydi ki, sıradan bir devlet memuru herhangi bir esnafın ya da tüccarın dükkânına girip oradaki raf düzenini beğenmediğini söyleyip düzeltebiliyordu. Böyle bir devletçi anlayış vardı ve bunun yanı sıra devletin imkânlarından sadece kendileri istifade eden -sadece maaş almaktan bahsetmiyorum- ve hayatlarını devlette doğmuş bütün imkânları sadece kendilerinin işine gelecek şekilde tertip ederek devam ettiren bir zümre vardı. Bu zümreye mensup olanların mutlaka resmi kimliği olması da şart değildi; bunlar aynı zamanda devlet kurumlarından bir şeyleri ucuza satın alıp üzerine kâr koyarak halka satan insanlar da olabiliyordu. Devletin kendisi her ne sebeple olursa olsun devletten sebeplenenlerden teşekkül ediyordu. Yani çok karmaşık bir şey, Sovyetler Birliği’nden daha karmaşık. Çünkü Sovyetler Birliği’nde “yeni sınıf” diye bir şey doğmuştu; yani Komünist Partisi yetkililerinden oluşan bir yüksek tabaka söz konusuydu. Sovyetler Birliği’nde sadece Komünist Partisi üyelerinin alışveriş edebilecekleri mağazalar falan vardı. Yüksek devlet memurları ülke dışında aldıkları rüşvetleri, kendi memleketlerine getiremedikleri için onları mülk olarak ülke dışında muhafaza edebiliyorlardı. Sovyetler Birliği’nde işler biraz farklıydı Türkiye’den. Türkiye’de bambaşka bir devlet karmaşası yani bir devlet kompleksi vardı ve bu mütehakkim, ceberut, kendi boyutu dışında bir boyut bilmeyen, bildirmeyen kompleks, resmi kimliğe sahip olan ve resmi olmayan etnik kimliğini muhafaza eden insanlardan oluşuyordu. Bir de “Lâikiz.” diyorlardı, üzerine inceltme işareti koyarak yazıyorlardı; yani “lâik” diyorlardı “laik” demiyorlardı, bu bir hata tabii. Fakat onlar onu tercih ediyorlardı ve lâyık olmakla biraz karışsın istiyorlardı belki. Aslında laik kelimesi biliyorsunuz, Yunanca “laikos” tan gelen bir kelime ve “halk” demek, bunun bizim toplumumuza yakıştırılması kadar deli saçması bir şey dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiştir. Mesela Fransa’daki laiklikle Türkiye’deki laikliğin hiçbir alâkası yok. Neden yok? Çünkü Fransa’da toplumun Katolik olması sebebiyle ruhban sınıfının çok özel ve önemli bir yeri var; yani Fransa öyle bir ülke ki iki tane ünlü başbakanı var: Kardinal Richelieu ve Kardinal Mazarin. Yani adamların doğrudan doğruya kiliseye bağlı bir görevleri var, kardinal bunlar ve Fransa’da başbakanlık yapmış bu adamlar. Yani Fransa’da laiklik dediğiniz zaman, “din adamları veya kiliseye bağlı kişiler devlet idaresinde yer almasın” demiş oluyorsunuz ve bunun Fransa bakımından gerçekten bir mânâsı var. Ama Fransa yine öyle bir ülke ki kendi toprakları içinde ayrıca bir “papa” bulundurmuş; yani Fransızların Katolikliğe olan bağlılıkları öyle bir dönem yaşatmış ki onlara, “bizim de bir Papa’mız olsun” demişler ve o dönem dünyada iki tane Papa olmuş: Biri Roma’da, birisi Avignon’da. Yani bu ülkede laiklik ne mânâya gelir, böylece anlaşılır bir şey bu. “Ruhban zümresi sosyal hayatın tanziminde belirleyici olmasın!”, Fransa’daki laikliğin dayandığı nokta bu, “Bu papazlar bizim önümüze düşmüş nereye gidiyorlar? Bırakın, kiliselerinde kalsınlar ve bizim ıcığımıza cıcığımıza karışmasınlar.” Fransa’da laikliğin mânâsı bu. Peki, Türkiye’de ne mânâsı var? Bunu keşfedene bence mükâfat vermek lâzım. Ama laiklik adı altında İslâm düşmanlığı yapılıp yapılmadığını da -mükâfâtsız olarak- insanların fark etmesi lâzım. Yani Türk tenine saplanan bu laiklik oku hiç anlaşılır bir şey değil. Altıncı ok, İnkılâpçılık. Bu altı ok, yani “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık” Anayasa’ya 1937 yılında dâhil edilmiş. Türkiye’nin bir İslâm Cumhuriyeti olarak doğmuş olmasına aldırılmadan 1937 yılında diğer beş okla beraber İnkılâpçılık -altı okun sonuncusu olarak- bir Anayasa hükmü hâline getirilmiş. Nedir bu İnkılâpçılık? Şimdilerde “devrimcilik” diyorlar, yani bir şeyin dönüşmesi, bir hâlden bir hâle inkılâp etmesi, kalbolması. Acaba Türkiye ne’den, neye dönüşecekti? Bunu anlamak lâzım, yani eğer Fransa’da olduğu gibi bir ihtilâl yaşamış olsaydık -ki, Fransa’da yaşanan şeyler bizimkine hiç benzemiyor- bunu anlayabilirdik. Benzemiyor; çünkü Fransız İhtilâli’nden sonra bir “Restorasyon Devri” vardır, yani gün gelmiş kraliyet, aristokrasi geri gelmiştir. Napoleon keyfince, aklınca bir arstokratlık da ilâve etmiş buna. Bizim memleketimizde böyle şeylerin bahis konusu olması akla gelecek bir şey değildi. Ama inkılâpçılık, devletçilikten daha sahici bir anlam kazanabilirdi. Neden? Dünyadaki bütün düşmanlarına rağman hâlâ varlığını devam ettiren bir ülke olmanın savunulması anlamında belki bir inkılâpçılıktan bahsedilebilinirdi. Hiç akıldan çıkarmayalım: “Türk varlığı 1918 yılında tehlikeye girdi ve 1922 yılında İstiklâl Harbi’nin zaferle sonuçlanmasıyla bu tehlike atlatıldığı için bir devlet bütünlüğü elde tutulabildi, bir ülkenin hayatiyeti muhafaza edilebildi, buna ‘İnkılâpçılık’ diyoruz.” Lafız bu idiyse, bunun da mânâsının tekrar fark edilmesi lâzım. Demek ki bütün bunlar yeni şeyler olarak anlaşılabilinir, hakikî mânâları gözden uzak tutulabilir ki, bugün yapılan bunlardan ibarettir. Yani bir kısım insan “Biz bu toplumu ayakta uyuttuk, hâlâ da ayakta uyutmaya devam ediyoruz.” diyerek övünebilir.
Dalgınlıktan uzaklaşalım; hiçbir şey birden bire olmadı; her şey bu toplumun aslî unsurlarıyla yine bu toplumun istismarına uğraşanlar arasındaki alışverişle bir sonuca bağlandı ve bu Türkiye’nin dünya sistemine entegrasyonu süreci içinde Türkiye’de yaşayan insanların hayatlarına verdikleri anlam dolayısıyla tuhaf bir duruma girdi; Türkiye’deki insanlar hayatlarını idame ettirmek için nelere başvurmaları gerektiğini düşündüler ve bu düşünme benim her zaman söylediğim iki atasözünün belimizi kırmasıyla sonuçlandı: İnsanlar, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” dediler ve yine insanlar, “Âlemle gelen düğün bayram.” dediler. Ama devletle millet arasındaki anlama bozukluğu hep muhafaza edildi. Bilhassa muhafaza edildi. Şimdi insanlar, “Benim elimden durumun düzeltilmesi adına ne gelir?” diye düşünüyor. Sonunda ellerinden hiçbir şey gelmeyeceği sonucuna varıyorlar. “Benim elimden bir şey gelmez.” dedin mi, başına gelene rıza göstermiş oluyorsun. Böylece seni icbar ettikleri şeyi seve seve yapmaya başlıyorsun. Eğer seni mecbur ettikleri şeyi mecburen yaptığını belli edersen işlenen suça iştirak etmemiş olursun. İnsanların elinden hiçbir şey gelmese bile, “suç ortaklığını reddetmek” gelir, evet, bu gelebilir! Yani insanların suça iştirak için heveskâr olmamaları halinde, Türkiye’nin aleyhinde çalışan herkesin işi bozulur. Ama siz, “Asıl ben o suçu diğerlerinden daha iyi işlerim.” diye bir adaylık başvurusunda bulunuyorsanız o zaman da bugün geldiğimiz yere geliriz ve geldik.
Ne kadar karman çorman bir konuşma yaptığımı biliyorum ama başka türlüsünü yapmak mümkün değil; çünkü insanlar bir rota tutturma konusunda kendilerini disipline etmeye razı değil Türkiye’de, bunu 1945’ten sonra geçirdiğimiz hayatta gördük. 1945’ten sonra Türkiye’nin II.Dünya Savaşı sonrası şartlarına intibak etmesi meselesi vardı. I.Dünya Savaşı sonrası şartlarına bir şekilde intibak etmiştik ve yirmi yedi yıl süren Tek Parti dönemi sosyal hayatın itibarlı alanlarına, sadece elekten geçmiş olanların ya da devletin koyduğu sınırları kabul edenlerin girebilecekleri bir düzen yaratmıştı. Yani yirmi yedi yıl süren Tek Parti yönetimi, Türkiye’de sosyal hayatın itibarlı alanlarına sadece devletin koyduğu esasları kabul edenlerin girmesi şartını koymuştu. Ortada tek parti var, tıpkı Komünist Partisi gibi, tıpkı Faşist Parti gibi ve tıpkı Nasyonal Sosyalist Parti gibi. Düşünün ki, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın il başkanları aynı zamanda valiydiler, valiler aynı zamanda CHP il başkanı idi, böyle bir dönem yaşandı. Burada insanların ne olacakları milim milim tespit edilmişti ve her insan devlet tarafından adım adım takip ediliyordu. Bu tespit ve takip şimdiye kadar değerinden hiçbir şey kaybetmedi.Ben 1966 yılında kısa bir Suriye seyahati yapmıştım. O zamanlar pasavanla sınırı geçmek imkânı vardı, -belki şimdi de vardır- pasaport almıyordunuz; kaymakam size bir pasavan veriyordu. Ben de dilekçe verdim ve 1966 yılında Cizre’den Suriye’nin Derik şehrine (Ama şehrin Arapça adı farklıydı.) geçtim ve birkaç köy gördüm. İlk uğradığımız köy sınırın hemen bitişiğindeki köydü ve köyün ağası bir Kürt idi. Bu ağa Arap yönetiminin kendilerine nasıl büyük baskılar uyguladığını anlattı. Ben Kürtçe anlamıyordum ama yanımda bunları bana tercüme eden bir arkadaşım vardı. Gördükleri zulmü anlatırken mesela Şam’a gidip geldiklerinde polise, orada ne yaptıklarını ispat etmeye zorlandıklarını, kendilerinin de yaptıkları alışverişin faturasını falan ibraz ettiklerini anlattı. Yine, evlerinin yıkılması hâlinde tamir izni alamadıklarından bahsetti. Çünkü Baas yönetimini ayakta tutan insanlar bir Arap çemberi yapmışlar Suriye’nin ortasına, -eğer suçlu olurlarsa veyahut birisi yerini değiştirmesi gerekiyorsa- Kürtleri oraya sürüyorlarmış veya oraya atıyorlarmış. Dünya kadar baskı örneği verdi bana. “Ama yine de bütün bunlar bizim Türkiye‘de çektiklerimizin yanında hiç kalır.” dedi. Ben de “Allah Allah, Türkiye’de neler çekiyordunuz acaba?” diye sordum. Şunu söyledi adam: “Her cumartesi gecesi alayın mahfelinde balo verilirdi ve bizi karımızla oraya gelmeye mecbur ederlerdi. Ben de tabii ki karılarımdan hiçbirini oraya götürmedim; fakat en genç karımın anneannesini götürürdüm.” Üç tane karısı varmış ağanın o zaman ve en genç karısının anneannesini “Karımdır.” diye götürürmüş yanında. Yani adam Suriye’deki milliyetçi Baas rejiminin baskılarının bunun yanında çok hafif kaldığını söylüyor. İnsanların nasıl bir şey peşinde olduklarını anlayabilirsiniz.
Türkiye‘de yeni bir hayat kurmak elbette gerekiyordu. Türkiye’de yaşayan bütün insanların heyecanla kurmaya giriştikleri bir hayattan bahsedebilmeliydik. Dünya toplumları arasında itibarlı bir yeri tutmak üzere ve devletin itibarlı alanlarına girmek için bütün toplumun şevkle tasdik edeceği bir alanın açılması gerekiyordu. Devletin keyfi kaidelerinin mutlak sayılmadığı; milletin saygınlığına halel getirilmemiş bir zeminde yer almak gerekiyordu. İşte II.Dünya Savaşı sonunda çok partili siyasi hayata geçiş Türkiye’ye böyle bir imkânı bahşeder gibi oldu. Bir muvazaa partisi olmasına rağmen -ki, Demokrat Parti bir muvazaa partisiydi yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendi içinden çıkardığı ve 1923’te ilân edilen rejimin esaslarına zarar vermemek kaydıyla iktidarda bulunmasına göz yumulan bir partiydi- Demokrat Parti’nin Türk halkı adına bir şeyi temsil etmesi ve bir şeyi hatırlatması gerekiyordu. İşte 14 Mayıs 1950’den 1960 Mayıs ayının yirmi yedinci gününe kadar devam eden bu on yıl içinde “Türkiye’de acaba bir millet olarak kendi imkânlarımızı azamîleştirmek çabasını gösterebilir miyiz?” sorusunun canlı olduğu bir on yıl yaşandı. Bu, hiçbir yeniliğin olmadığı, sadece “iyi mi, değil mi? diye bir şeylerin sorgulandığı bir dönemdi. Demokrat Parti kültür politikası olarak şunu belirtmişti: “Atatürk devrimlerinin halk tarafından benimsenmiş olanlarının hiçbirine dokunmayacağız; ama Atatürk devrimlerinin halk tarafından benimsenmemiş olanları varsa bunları benimsetmek için de özel gayret sarf etmeyeceğiz.” Böyle bir tavır sergilediler. Ama öyle bir yol yürüdüler ki, İsmet İnönü bunlara hitaben, “Sizi ben bile kurtaramam.” demek zorunda kaldı. Nitekim -en azından üç tanesini- kurtaramadı da. Diğerlerinin de ömürleri siyasi yasaklı olarak sona erdi. 1960’tan sonra Fuat Köprülü’nün bile siyasete dönmesine fırsat verilmedi. Ki, aralarında hasımlarının bile gücünü inkâr edemediği en itibarlı adamdı. Bu, yeniliğin hesaba katılmadığı, iyi olup olmamanın yani “Bir şey iyi mi, değil mi?” diye test edildiği sorgulama döneminde yani bu on yıllık Demokrat Parti iktidarı sırasında iktidarla muhalefetin dış politika konusunda hiçbir fikir ayrılığı da yoktu, bunu kitapları açıp öğrenebilirsiniz. Yani Demokrat Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânıyla beraber dünyada Türkiye’nin tutacağı yer konusunda Cumhuriyet Halk Partisi’yle bir görüş ayrılığı yoktu ve hatta aralarında bu bakımdan kim daha sadık diye yarış da vardı. Çünkü Cumhuriyet Halk Partililer, Demokrat Partililere dönüp, “Siz bu kafayla giderseniz bizi NATO’ya almazlar!” gibi eleştirilerde bulunuyorlardı. Yani ikisi aynı dış siyaset programına bağlı idiler; fakat 27 Mayıs 1960’tan sonra bilhassa Türkiye’nin dünyada hangi güçlerle çalışacağı, hangi güçlerin yedeğinde yer alacağı mesele oldu ve o bakımdan iş çığırından çıktı. İş çığırından çıktıktan sonra, Türkiye’nin içeride, içyapısında bir güç toparlaması bakımından bir şeyleri tecrübe etmesi söz konusuydu ve bu tecrübelerin de Türkiye bakımından işe yaramaz hâle getirilmesi başından itibaren plânlı bir şekilde uygulamaya kondu. Bugün işte bir tarafta AKP bir tarafta Ergenekon varmış gibi gösterilen şey 1960 sonrası tecrübelerin bir sonucudur, bir mahsulüdür ve Türkiye’de insanları nelere mecbur ettikleri, hangi kafeslerde muhafaza ettikleri, hangi tuzaklara duçar ettikleri ile alâkalıdır. Türkiye’de aslında bir siyasi tercih konusu olacak bir bölünme yok; sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye olan etkisini “prensip olarak kabul edenler” ile “pratik olarak kabul edenler” arasında bir yem tartışması var. ABD’nin fırlattığı yemleri kim kapacak? Yem kapmayı prensip olarak kabul edenler kendilerini pratik olarak kabul edenlerden daha havalı, daha aklı başında gösteriyorlar, pratik olarak yem kapmayı kabul edenler ise hiçbir şey düşünmüyorlar; sadece elde etmek için gözlerine kestirdikleri tanelerin sağlayacağı faydayla meşguldürler. İşte bu kısırlıktan ötürüdür ki, Türkiye’nin yeni ve iyi arasındaki farkı anlayacak insanlara ihtiyacı var ve bu bakımdan bizim burada bir “millet” olarak bulunup bulunmadığımız meselesinin anlaşılması gerekiyor. Eğer burada millet olarak bulunuyorsak bizim bir lisanımız olduğunun da kabul edilmesi lâzım. Yani “Ortadoğu’daki gerginlik son hızıyla sürüyor.” demeyecek bir lisanımız olması gerekiyor, bu lisana kavuşmamız gerekiyor. Çünkü birbirimizi anlayacak vasıtadan mahrum isek eğer, buradan hiçbir şey doğmaz ve buradan hiçbir şey de üremez. Ama insanlar buna gerek olmadığını düşünebilir; çünkü -uluslararası araştırmalarda da zikredildiği üzere- dünyada kaybolmaya aday diller arasında Türkçenin de olduğunu düşünüyorlar. Yani onlar birtakım araştırmalar yapıyorlar ve bugün İngilizcenin çok rahatlıkla Türkçenin yerini alabileceği fikrine sahipler ve kendilerini de buna hazırlamış durumdalar. Yani bu, Türkiye’nin çok rahatlıkla karşılaşabileceği bir şey; nasıl ki, şimdi insanları işe alırken “Bilgisayar biliyor mu?” diye soruyorlar, bir süre sonra da “İngilizce biliyor mu?” diye soracaklar ve insanlar “TOEFL” puanıyla işe alınacaklar. Bu çok zor bir şey değil ve diğerlerinin ne yaptığı kimsenin umurunda değil; çünkü şu anda da diğerlerinin ne yaptığı kimsenin umurunda değil. O yüzden şimdi birilerinin bir şey yapması gerekiyor mu? “Hayır, gerekmiyor.” denebilir. İstiklâl Marşı Derneği, başından beri dediği şeyi sıkıca muhafaza ediyor. Nedir o? Biz Türkiye’nin başına bazı felaketlerin gelmesini önlemeye çalışmıyoruz; biz her şey kaybedildiği şartlarda dahi “Acaba Türkiye’nin yükselmesi için çalışacak insanlar var mı, yok mu?” onun bilgisine ulaşmaya çalışıyoruz. Yani bir gün bir nida duyulduğunda buna açık kulaklar olacak mı, olmayacak mı? Çünkü şimdiden insanların öyle bir nida ortaya çıksa bile -kendilerini başka seslere ayarlamış olmaları sebebiyle- duyarsızlaştırıldıkları besbelli. Yani Türkiye hiçbir zaman böyle bir ülke değildi, hiçbir zaman. Artık ben her zaman söylediğim şeyi tekrar edip bırakayım kürsüyü. Lâtinlerin bir sözü var: “Hiç kimse aniden dalâlete sapıvermez.” Ben de bu söz karşısında diyorum ki: “Çok doğru, hiç kimse aniden dalâlete sapıvermez; ama herkes aniden hidayete erebilir.” Yani insanların ne duruma geldiklerine baktığınızda, insanların aşağılık hareketler gösterdiklerine şahit olduğunuzda “Ne oldu buna?” diye hayret etmeyin; çünkü insanların kötü şeyleri yapmak için çok uzun zamana ihtiyaçları vardır. Türkiye’de seksen altı sene bunun idmanı yapıldı ve sonunda buraya geldik. Türkiye’de bundan otuz sene önce, altmış sene önce, seksen sene önce herkesin “olmaz öyle şey” dedikleri ne varsa onlar artık hayatın normal akışını sağlıyor. Ama bütün bunlar çok kısa zamanda hiç yokmuş durumuna dönüşebilir; yeter ki insanlar kalplerindeki o noktayı karartmış olmasınlar! Bu mümkün, ne mümkün? “Ben artık Türkiye’de işlenen suçların ortağı olmayacağım.” demek mümkün. Daha sonra bu suç ortaklığının reddi için ne yapılması gerektiğini düşünebilir. Ama önce o suç ortaklığının kendinden uzak olduğunu bilmesi gerekiyor insanın, onun için de iyiyi tanıması gerekiyor, iyi hakkında bir fikri olması gerekiyor.
Şimdi, bizim bilmemiz gereken şeylerin içine bizzat “bilgi”nin kendisi de giriyor. Bir şeyler bileceğiz değil mi? Ama önce bilginin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor yani bilinmesi gereken şeyin mahiyeti hakkında, kaynağı hakkında, şekli hakkında bir şey öğrenmemiz gerekiyor. Bilgi dediğimiz şey bizim kafamıza estiği gibi uydurduğumuz bir şeyse, o zaman kurtuluş diye bir şey yok demektir; çünkü o zaman iyi ve kötü diye bir ayrım çizgisi koymaya gerek yok. Mademki bilgi dediğimiz şey bizim üretebildiğimiz bir şey, o zaman bunun ahlâki değerlerle bir alâkası yok demektir. Ama eğer bilgi dediğimiz şey bize “bahşedilmiş” bir şeyse o zaman biz, şahsımız itibariyle bize ulaştırılan şeye lâyık olmaya çalışırız. Bizim, bilgiye ulaşma diye bir çabamız söz konusu olur ve “Sen onu bilecek adam mısın?” diye sorarız. Onun için bizim, bilginin kendisini de bilmeye muhtaç olduğumuzu bilmemiz lâzım. O yüzden “hak” kavramı konusunda zihnimizi bir açıklığa kavuşturmamız lâzım; biz hak dinden bahsediyoruz, hak peygamberden bahsediyoruz, değil mi? Dolayısıyla bir şeyin hak olup olmadığı, bilginin kaynağıyla alâkalı bir şey. Yani eğer cihad, i’lâ-i kelimetullah için yapılan bir hareket ise bu i’lâ-i kelimetullah terkibi içindeki “kelimetullah”ın neden oluştuğu konusunda bizim bir bilgimiz olması lâzım. “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” denildiğinde bunu canımızın istediği şekilde yapıp yapamayacağımızı bilmemiz ve bizim neye liyâkat kesbettiğimiz konusunda kendimizi tartmamız gerekiyor. Bilginin mahiyeti, önce bilinmesi gereken şeydir. İnsanlar Kur’ân-ı Kerim’in Allah kelâmı olduğu hususunu hareketleriyle, hayatlarıyla inkâr ediyorlarsa onların bilginin mahiyeti hakkında bir fikir sahibi olduklarını söylemek imkânsızdır. “İyi ‘eyi’dir yani ilâhi olandır.” dedim. Biz her zaman şunu gözden kaçırmışız: Bize Kur’an’da öğretilen şeyin temsîlî bir şey olduğunu sanırız; ama bu, her şeydir. Yani şimdi Şeytan’ın Allah’a, “Senin sâlih kullarının karşısına çıkacağım.” demesi bir dram değildir; ama bizim bu vakıayı göz ardı ederek yaşamamız dramatiktir. Şeytan Allah’ın sâlih kullarının karşısına çıkıyor ve onlara bilginin ilâhi olmadığını söylüyor, yani insanlar bilmek konusunda karşılarında duran şeyin Şeytan olduğunu bilmeden hareket ediyorlarsa sonuç bu oluyor. Ne oluyor? Yani insanlar kendi güçlerinin dünyayı çekip çevirmeye yettiği konusunda bir hayâle kapılıyorlar; insanlar diyorlar ki: “Ya, ne olacak? Ben bu akşam istersem eve, istersem otele giderim.” İnsanlar böyle sanıyorlar; hâlbuki bütün yaptıklarının hak ile bâtıl arasında bir tercih olduğunu bilmeden hareket ediyorlar. Dolayısıyla ben de şu anda konuşurken onu yapıyorum; eğer hak olan şeyi söylemiyorsam mutlaka bâtıl bir şey söylüyorum demektir. Her şeyimiz bununla alâkalıdır. Ama biz Allah’ın Şeytan’a verdiği mühleti kendimize verilmiş mühlet gibi algılayarak bir sapıklık içinde bulunuyoruz; çünkü Şeytan, “Ben senin sâlih kullarının önüne çıkacağım.” dediği zaman Allah da ona, “Sen mühlet verilmişlerdensin!” diyor. Biz, her küçük davranışımızda hak ile bâtıl farkını kaçırdığımız zaman kendimizi mühlet verilmiş Şeytan’ın ordusunda veya dışında kabul edeceğiz; çünkü mühlet ona verilmiş. Biz, ona verilen mühletin bizim için de geçerli olduğunu düşünerek, “iyi ki bu mühlet verilmiş” diyerek mi yaşıyoruz yoksa hak olanın terk edilmemesi konusundaki hassasiyetimizi muhafaza mı ediyoruz? Bu, dediğim gibi Türkiye’nin akıbetinde de birinci derecede rol oynayacak bir şeydir. Şu anda tabii ki dünyada bir dünyevî kuvvet var ve bu dünyevî kuvvetin istifadeye açık alanları var. İnsanlar, an be an bunu fark ederler ve derler ki: “İşte, her şey gözümün önünde; ben eğer şu kadar faiz almazsam şu tezgâhı açamam.” Bu çok açık bir şey; saklanacak gizlenecek bir tarafı yok bunun. İnsanlar her an hakla bâtıl arasındaki farkın kendi paylarına düşen kısmını yaşarlar. Onun için hiç kimsenin “Ben bir süre idare edeyim, sonunda nasıl olsa doğru yolu bulurum.” deme imkânı yok. İnsanlar, “Peki, ben ne yapacağım? Bu hayatımı terk mi edeceğim şimdi?” diye soruyorlar kendilerine. Hayır, terk etmeyeceksiniz; sadece eğer şimdiye kadar bâtıl ile olan münasebetinizde “Ben daha bâtılını yaparım.” diye bir girişimde bulunduysanız, bu girişimi iptal edeceksiniz. Bu kadar! Yani öyle muazzam bir gayret sarf etmenize lüzum yok; sadece hak olandan ayrılmama konusunda kararlı olduğunuzu önce kendiniz sonra da her muhatabınız bildiği zaman bütün İslâm düşmanlarını yılgınlığa sevk etmiş olursunuz. Ama böyle bir şeyi insanlar imkânsız gibi sayıyorlar. Benim böyle kırık dökük izahlarıma rağmen bugün yaptığımız toplantı, inşallah bu kararın verilmesinde bir işe yarar. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
İsmet Özel
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum.
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
İstiklal Marşı, bir gün gelip de hesaba çekileceğini birinci meselesi yapmış insanların vasfından, Müslüman vasfından doğmuştur.
İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip etmiş olduğu “Takvim Hicret’le Başlar, Tarih Takvimle Tarih Olur” paneline hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Takvimi'nin 1441 nüshasının, aynı zamanda...
"TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel himayesinde 2 Cemaziyelevvel 1441 Cumartesi günü İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni:
İstiklal Marşı Derneği, Şanlıurfa şubesiyle birlikte bünyesi için gerekli gördüğü azalarına kavuştu.