Sabahattin Ali 1928’de tahsil için trenle Almanya’ya giderken onu yolcu etmeye gelen Pertev Naili Latin harfleriyle neşredilen ilk gazetelerden birini uzatıp “bunu sakla yüz yıl sonra çok değerli olacak” demiş. Sabahattin Ali de gülerek “tabii harf inkılabı başarılı olursa” diye cevap vermiş. Sınıf Bilinci mecmuamızın ilk sayısında Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e 1941 yılında gönderdiği mektuptan bir iktibas neşrettik. Nazım Hikmet bu mektuba şöyle başlıyor: “arzuyu umumi üzerine eski harflerle mektup yazmaya başladım.” Bu cümle harf inkılabının iflas beyannamesidir. Mektubun tarihi 1941. Harf inkılabının üzerinden tam 13 sene geçmiş. Dünya, Türk milletinin Alman Harbi olarak adlandırdığı İkinci Dünya Savaşı'nın içinde. Türkiye savaşa sokulmamış. Mektubu yazan Nazım Hikmet gönderdiği kişi Kemal Tahir, Nazım Hikmet’ten mektuplarını eski harflerle yazmasını isteyen “umum” ise Türkiye’deki “aydın”lardır.
Yusuf Ziya Ortaç Harf inkılabından sonra postaya verilen mektup sayısının arttığını ve fakat gazete, kitap dergi satışlarının azaldığını söyler. Hatta durma noktasına gelen matbuat işlerinin devlet tarafından el altından desteklendiği bilinir. Kapanan gazetelerin, mecmuaların haddi hesabı yoktur. Sanılmasın ki 1928’den sonra artan mektup sayısı Latin yazısının bir getirisidir. Harf inkılabından sonra mektuplar yazımızın korunduğu hususi bir saha olarak temayüz etti. Bugün birçok şairin, edibin, muharririn mektupları neşrediliyor. İnkılaptan önce tahsil görenlerin hemen hepsinin mektupları inkılaptan sonra da Türk yazısı ile yazılmıştır. Cahit Sıtkı, Adnan Saygun, Hasan Ali Yücel, Haldun Taner, Vala Nurettin, İsmail Habip Sevük, Celal Esat Arseven, Suphi Ziya Özbekkan, Cevdet Kudret, Mahmut Yesari ilh… Farklı yaşta farklı işlerle meşgul daha birçok kişinin 40’lı ve 50’li yıllarda Türk yazısıyla yazdığı mektuplar Taha Toros arşivinde var, nasıl elde edilmiş bilmiyorum ama görmek mümkün. Orhan Veli’nin, Faruk Nafiz'in, Ziya Osman Saba'nın, Burhan Felek’in, Nahid Sırrı’nın, Elif Naci’nin, Mesut Cemil’in, Yusuf Ziya’nın, Reşat Ekrem Koçu’nun ilh.. inkılaptan sonra Türk harfleriyle yazdığı mektuplar da -yine nasıl elde edilmiş bilmemekle beraber- Ömer M. Koç’un neşrettiği "Baki Muhabbet" isimli kitapta mevcut. Zaten o kitapta Latin yazısıyla yazılmış hiçbir mektup yok. Kitaptaki mektuplar 1890-1960 tarihleri arasında yazılmış. Pertev Naili sonradan "Boratav" soyadını aldı. Sabahattin Ali’ye söyledikleri dolayısıyla onu “devrime inanan kişi” sayarlar lakin harf inkılabından 70 sene sonra 1998’de yazdığı mektup bile “eski harflerle” idi. Sadece aydın bilinen insanlar değil halk da inkılaptan sonra Türk yazısıyla haberleşti. Yine Sınıf Bilinci mecmuamızın birinci sayısında 1942 yılında yakılmış bir türküden bahsettik. O türküde “Mektup yazarsan Latince yazma/ Latince yazıyı okuyan olmaz” mısraları var. Millet zaten Latin yazısıyla yazılana Türkçe demiyordu. 27 Mayıs’a kadar da böyle devam etti. Zarfta Latin yazısı görünse de mazruf Türk Yazısı ile yazılırdı. 1956 yılında bir okurun Hürriyet gazetesinin yazı işlerine gönderdiği mektup zarfında bile Latin yazısı olmamasını Hürriyet gazetesi haber yapmış, daha doğrusu ihbar etmiş.
Harf inkılabından sonra “aydın” denilen insanlar arasında Latin yazısına geçenler marginal addedilecek kadar azdı. Nazım Hikmet bunlardan biri. Bir diğeri Memduh Şevket Esendal. Bir başkası Varlık’ın başında bulunan Yaşar Nabi Nayır. O da 1941 tarihinde: “eski harflerin tesirinden kurtulamayan aydınlar” ifadesine başvuruyor. Bütün literatür tedkik edilse bu isimlerin sayısı iki elin parmakları kadar ya çıkar ya çıkmaz. İnkılaptan önce Türk yazısıyla okur yazar olanların kahir ekseriyeti Latin yazısını kullanmamış günlük hayatında aldığı notlar bilhassa dahil hayatlarının sonuna kadar Türk yazısıyla yazmışlardır. Mesela Kerim Yund 1958 tarihinde Memduh Şevket Esendal'ı methederken şöyle bir cümle kullanır: "Yeni harflerin kabulünden bu yana, eski harflerle not bile tutmazdı." 27 Mayıs 1960’a kadar marginal olan Türk yazısını kullanmamaktı. Yine 1958 tarihinde Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı 1915 doğumlu olan Azra Erhat'a gönderdiği mektubunda şöyle diyor: "Yalnız kritiklere cevap yazısını çabuk olsun deye eski harflerle yazdım, şimdi yeni harflere çevirip sana göndereceğim." Azra Erhat 1915 doğumlu olduğu halde nasıl Türk yazısını bilmez diye tedkik edince ilk ve orta tahsilini Belçika'da yaptığını öğrendim. Çünkü harf inkılabından önce tahsil hayatı ne kadar kısa olursa olsun bizim yazımızı öğrenen bir kimse bu harflerden vazgeçmez. Mesela her bakımdan yazımıza karşı olan 1915 doğumlu Aziz Nesin harf inkılabından sonra Türk yazısını pratikliği dolayısıyla kullanmaya devam etmiştir. Yazımızın terk edilememesi yalnızca sürati ve pratikliği ile alakalı değil. 1914 doğumlu Orhan Veli 1928’deki harf inkılabından sonra Türk yazısı ile yazmaya devam etti. Şiirlerini süratle yazmıyordu herhalde. Geçenlerde şiirlerinin kendi el yazısı ile yazılmış halleri neşredildi. Mezkur iki ismin Türk yazısıyla tahsil hayatı doğum tarihlerini göz önüne alırsak 7-8 seneden çok değildir. “Aydın bilinenlerin” haricinde 1917 doğumlu Kenan Evren var. O da “eski harflerle” yazardı.
Nazım Hikmet bu mektubu 1941 yılında yazdı. 1941-42 tarihleri İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaranlar hariç bütün dünyada efkar-ı umumiyenin, savaşı Almanların kazanacağına dair kanaate sahip olduğu tarihtir. Nazım Hikmet’in hapishane arkadaşı Orhan Kemal, “Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl” adlı kitabında bu kanaatin tezahürünü anlatır: “941 -942 yılları içinde kasvetli, boğucu günler, bilhassa geceler geçirdik . . . Almanlar "Yıldırım Harpleri" yapıyorlardı. Bulgaristan'da ordular yığmışlar, bizden yol istemeleri gün, hatta saat meselesi haline gelmiş diye işitiyorduk. Bilhassa 942 yılı, hapishanede Alman taraftarlığının şahlandığı yıllardı. Düşmanın bize saldıracağı kesin bir söz halinde ileri sürülüyordu. Bu arada söylenti: Cezası beş seneye kadar olan mahkumların listesi istenmiş, hatta saldırı halinde hapishanenin boşaltılıp mahkumların Orta Anadolu'ya sevk edilmeleri kararlaştırılmış, hatta hatta kimlerin nerelere sevk olunacaklarına varana kadar tespit edilmiş, buna dair talimatlar da gelmiş...”
Nazım Hikmet’in hem şiirlerinde hem de nesirlerinde bu kanaatin izini görebiliriz: Aşağıdaki mısralar "Ayşe’nin Mektupları" şiirinde geçer:
Hitler altı haftada hepsini yenecek diyorlar.
Zor yener.
Eceli gelen köpek . . .
Ümit yenilir miymiş?
Savaşı çıkaranlar hariç dedik çünkü: Amerikan Başkanı Harry Truman 1941 yılının 5 Haziran günü Birleşik Devletler senatosunda şunları söyledi: “Almanların zafer kazandığı sırada Ruslara yardım edelim ve Rusların zafer kazandığı sırada Almanlara yardım edelim. Böylece bu ikisinden her biri diğerinden mümkün olduğu kadar çok adam öldürebilsin, biri diğerinin kökünü ne kadar kazıyabilirse kazısın.” Bu sözlerden altı ay sonra 7 Aralık 1941’de büyük bir komplonun ürünü olan Pearl Harbor baskını vuku buldu ve ABD bu hadise üzerine savaşa girdi. 1942 senesi Nasyonal sosyalist Almanya’nın hem savaşı kazandığının hem de savaşı kaybettiğinin anlaşıldığı tarih oldu. 1942 yazına kadar "Hitler savaşı kazandı" gözüyle bakılırken bu kanaat aynı yılın güz aylarında (Meşhur Stalingrad mağlubiyeti) "Hitler savaşı kaybetti" şekline dönüştü. Sadece 1942 yazında Almanların kaybının 73 fırka Rusların kaybının ise 75 fırka olduğü söylenir. Aşağı yukarı 200 bin insan demek. Altı sene süren savaş boyunca iki taraftan da milyonlarca insan telef oldu. ABD İkinci Dünya Savaşı’nın tek galibi olarak yalnızca bu iki milletin değil bütün milletlerin ve millet olma fikrinin kökünü kazımakla meşgul oldu ve hala oluyor.
Kökü kazınmak istenen iki millet kendine mahsus modernleşme tecrübesi yaşayan ve bu sebeble “Sovyet sosyalist” ve “nasyonal sosyalist” etiketiyle dünya sistemine, kapitalizme arıza çıkaran, sisteme olduğu gibi intibakı reddeden iki milletti. Bu yüzden 1941-42 tarihlerinde Nasyonal Sosyalist Almanya’nın savaşı kazanacağı kanaati –savaşı çıkaranları hariç tutmuştuk- bütün dünyada artık işlerin başka türlü yürüyeceği, başka bir düzenin kurulacağı anlamına geliyordu. Mezkur Yeni dünya düzeni ihtimali kimileri için sistemin merkezinin Londra’dan Berlin’e naklolmasıyla patronun değişmesinden ibaretken kimileri için de başımıza örülen inkılaplar belasından kurtulma fırsatı idi. Beklentiler farklı olsa da herkes yeni bir düzene hazır ve nazırdı.
Nazım Hikmet’in arzuyu umumi üzerine mektuplarını eski harflerle yazmaya başladığı 1941 yılında “Nasyonal Sosyalist” tarafta yer alan ve Nazım Hikmet’le birbirlerine taraftarlıkları yüzünden ağır ifadelerle hücum eden Peyami Safa şöyle yazıyor: “Yeni harflerimiz kabul edileli on üç sene oldu. O gün bu gün Türk dili gramersizdir, imlasızdır, lugatsizdir.” 13 senelik Latin yazısı tecrübesini aksettiren bu cümleler harf inkılabının zaten başarısız, tutmamış ve pamuk ipliğine bağlı bir inkılap olduğunu ayan ediyor. Bu tecrübe üzerine bir de savaşın kuvvetle muhtemel Almanların galibiyetiyle biteceği kanaati, Birinci Dünya Savaşı sonu şartlarının değişeceği demek oluyordu. O şartların ürünü olan ve görüntüde muasır medeniyetler seviyesine erişmek kastıyla yapılan inkılapların hükmü kime sökecekti? Nazım Hikmet’in "eski harflere" mecburen rücuunun sebebi burada. Türk yazısıyla velev ki birkaç senelik tahsiline rağmen Latin yazısına geçmeyenler 13 senelik imlasız, gramersiz, lugatsiz bir dili tecrübe eden “marginalleri” eritip “eski harflerle” yazmaya icbar ediyor. O da buna kızsa da boyun eğiyor. Nitekim aynı yıl Kemal Tahir’e başka bir mektubunda şöyle diyor Nazım Hikmet: “Bana şu eski harflerle yazı yazdırdığınız için kan tepeme çıkıyor. Satırlar öyle kargacık burgacık oluyor ki ... Yeni harflerde bu hal harflerin şekli icabı o kadar göze batmaz. Halbuki eski harfler zaten kargacık burgacık, bir de muntazam tasnif edilmezse rezalet oluyor. Sonra imlayı da bal gibi unutmuşum” Diğer mektubunda da imlasının eskiden de iyi olmadığını söylüyor Nazım Hikmet. Belli ki ona Latin harfleriyle yazdıran güdü imlasının iyi olmamasıydı.
Harf inkılabı, Türkiye Cumhuriyeti İkinci Dünya Savaşı’na sokulmadığı halde iflas etti. Dünya sistemi Birinci Dünya Savaşıyla imparatorlukları yani sisteme pürüz çıkarabilecek bütün yapıları tasfiye etti. Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşından sonra yok oldu. Büyük savaşta halledilemeyen diğer pürüzler de 21 sene sonra patlayan İkinci Dünya Savaşıyla halledildi. İki harp arasında doğan ve yeni bir Roma İmpratorluğu hayalindeki Faşist İtalya, Dünya ihtilalini hedefleyen Sovyet Rusya ve Alman ırkına bin yıllık hayat sahası vadeden Nasyonal Sosyalist Almanya dünya sisteminin önce semirttiği sonra kökünü kazıdığı varlıklar oldu. Türkiye Cumhuriyeti de iki harp arasında doğmasına rağmen mezkur yapılar gibi dünya sistemine bir tehlike arz edebilir görüntüsü vermekten bile çok uzaktı. Halbuki kapitalizmin otantik düşmanı ve İstiklal Marşı'nda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ve "Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk’ın/ Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın” mısraları olan bizdik. Kapitalizme rağmen dünyada insan hayatı yaşanabilen bir düzeni asırlarca müdafaa etmiş yegane millet olarak biz Türkler inkılaplar dolayısıyla sakat bırakılmıştık. İnkılabın yapıldığı tarih 1928 savaşın patladığı tarih 1939. Arada 11 sene var. Bu 11 senede Türkiye cumhuriyeti alfabe meselesini bile halledememiş bir ülkeydi. Elifba meselesini halledememiş bir ülke kime ne bakımdan tehlike olacaktı? Ama yine de savaşa sokulmadı Türkiye. Niçin? Dahili ve harici Türk korkusu yüzünden. Türklerin kontrolden çıkacağı korkusu yüzünden. Bizim seferberlik dediğimiz Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından bir sene evvel Enver paşa Latin yazısını esas alan, bütün seslerin yazıldığı ve harflerin birbiriyle bitişmediği bir elifba tertip etmiş ve bu yazıyı orduda icbar etmişti. Bundan bir sene sonra savaş patlayınca seferber olan Türk milletinin zaten “Enver imlası” diye alay ettiği bu yazı tarzı orduda da başlamadan bitmişti. Aynı hadisenin tekrar edeceği ve bunun yalnızca harf inkılabı ile mahdut kalmayıp bütün inkılapların hükümsüz kalacağı korkusu Türkiye’nin savaşa sokulmama sebebidir.
Harf inkılabının iflas ettiğini bilen yetkililer, 1942 yılının Ocak ayında Cumhuriyet tarihinin en meşhur ödülü olan "CHP Roman Mükafatı" müsabakasını tertip etti. Latin yazısı tecrübesinin fiyasko olmadığını göstermek istiyorlardı. Bu yüzden yalnızca harf inkılabından sonra neşredilen romanların iştirak edebildiği bir müsabaka tertip ettiler. Müsabaka kalburüstü insanlar olarak bilinen yazarlardan müteşekkil jürisi ve iştirak eden edebiyatçılar bakımından epey dikkat çekici. Ayrıca mükafatın ilan edilen sonuçları dolayısıyla başlayan münakaşalar da çok gürültü koparmış. Mükafatı Halide Edip "Sinekli Bakkal" romanıyla kazanmış. Yakup Kadri "Yaban" romanıyla ikinci, Abdülhak Şinasi Hisar "Fahim Bey ve Biz" romanıyla üçüncü olmuş. Dereceye giremeyenler arasında Mithat Cemal’in Üç İstanbul, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf kitapları da var. Bu isimleri okuyanların bazıları "vay be pek de öyle değilmiş, 1928-42 yılları arasında Latin yazısıyla ne eserler verilmiş" diyebilir. Ama vaziyet hiç de öyle değil. Birinci olan kitap haricinde yukarıda zikrettiğim kitapların hiçbiri Latin yazısıyla yazılmamıştır. Mezkur kitaplar Türk yazısıyla yazılmış Latin yazısına aktarılarak neşredilmiştir. Orginal halleri Türk yazısı iledir. Birinci olan kitap da Latin yazısıyla fakat Türkçe değil İngilizce yazılmıştır. Halide Edip İngilizce yazıyordu. Kitap ilk olarak 1935 yılında Londra’da “The Clownand His Daughter” adıyla basıldı. 1936’da Türkçeye tercüme edildi. Sabahattin Ali’nin terekesinden çıkanları kitap halinde neşrettiler. 1942’de yazdığı hikaye bile Türk harfleriyle ki Kuyucaklı Yusuf romanının tarihi 1937’dir. Yaban’ın tarihi ise 1932. Yakup Kadri’nin çok çok sonra yazdıkları bile Türk harfleriyledir. Abdülhak Şinasi Hisar zaten Latin yazısına bulaşmamıştır. Mithat Cemal'i hiç saymıyorum bile.
Yakup Kadri’nin "Yaban" kitabında şöyle cümleler var:
- Kim var orada?
Bir adam birşeyler mırıldanıyor. Havada, bir “S” harfi bir “L” ye çarparak dağılıyor. Tekrar
başımı dışarıya uzattım:
- Kim var orada?
Adam daha yakından:
- Ben, Süleyman. . . Süleyman, dedi.
Yakup Kadri Türk yazısıyla yazdığı için cümlenin aslı şu olsa gerek: "Havada bir “sin” harfi bir “lam”a çarparak dağılıyor." Diğer cümlenin ne kadar aksadığını, bir edip cümlesi olmadığını fark etmek zor değil. Zaten Latin yazısıyla "s" harfinden sonra "ü" harfi geliyor. Ama bizim yazımızda Süleyman yazarken "sin"den sonra "lam" harfi gelir arada başka harf yoktur.
O günkü şartlarda Sabahattin Ali’ye veya Abdülhak Şinasi Hisar’a mükafatın verilmemesi anlaşılabilir. Lakin Yakup Kadri dururken hem de o günkü ideologi içinde Yaban gibi bir kitap dururken mükafatın Halide Edip’in Sinekli Bakkal romanına verilmesi bu kitabın aslı İngilizce olduğu halde Latin yazısıyla yazılmasındandır. Latin yazısının iflas etmediğini göstermek kastıyla açılan müsabaka iflası tescil etmiştir. Ayrıca şunu da söyleyelim: Sabahattin Ali, Abdülhak Şinasi Hisar, Mithat Cemal, Yakup Kadri gibi isimlere Orhan Kemal, Kemal Tahir, Peyami Safa’yı da ilave edin. Onlar da yazdıklarını Latin yazısıyla değil Türk yazısıyla yazdılar. O zaman geriye Latin harfiyle yazılmış roman kalıyor mu sualini sormak gerekiyor.
İsmet Özel hep zikreder: “27 Mayıs’a kadar Babıali’de iş bulabilmek için Türk yazısını bilmek şarttı.” İsmi geçen romanların ekseriyeti evvela gazetelerde tefrika edilirdi. Ve gazeteye bu tefrikalar Latin yazısıyla değil Türk yazısıyla gelirdi. Bu yalnızca tefrikalarla sınırlı değil. Muharrirler de yazılarını gazeteye Türk harfleriyle gönderirdi. Bunlar okuyacak Latin harflerine aktaracak tashih edecek adam mecburen bu yazıyı bilecekti. Başvekil Adnan Menderes “Millete malolmuş inkılapları mahfuz tutacağız! Millete malolmamış inkılapları da zorla benimsetmeyeceğiz” demişti. 27 Mayıs müflis Latin yazısından kurtulma, yazımıza kavuşma ümidimizi kırdı. Ama Allah bize 27 Mayıstan sonra bir İsmet Özel nasip etti. Yazısız kaldığımız, yazımızı geri alacağımıza dair ümidimizin kırıldığı zamanda sesimizi İsmet Özel muhafaza ve müdafaa etti. Okumuşlar takımının daha ilk şiirlerinden itibaren dili küf kokuyor dedikleri İsmet Özel her biri tek tek ezberlenen şiirler getirerek kendi sesimizi bize hediye etti. Bunu Latin yazısının ifsadı sonucu okuryazarların terk ettiği lakin milletin halen muhafaza ettiği bütün kelimeleri dillere dolayarak yaptı. “Allah kahretsin İsmet Özel okumadan duramıyorum” diye şikayet eden insanların direncini kıran şey “Türk sesi”dir.
İsmet Özel Hristiyan takvimine göre 1944 doğumlu. Kendi ifadesiyle “Müttefik kuvvetlerin Almanya sınırlarını aştığı günlerde” doğdu. Türk yazsıyla bir tahsil görmedi. İlk şiiri 1963 yılında neşredildi. Türk şiirinin seyri esas alındığında kendisinden önce Orhan Veli’nin de Türk yazısıyla yazdığını düşünürseniz Latin yazısı ile yazılan Türk şiirinin neredeyse tamamı İsmet Özel’indir. Arada Attila İlhan (1925 d.) Turgut Uyar (1927 d.) Metin Eloğlu (1927 d.) Edip Cansever (1928 d.) Sezai Karakoç (1933 d.) … gibi Türk harfleriyle tahsil görmemiş şairler kalır ki onlar da asıl etkinliklerini 1950-60 yılları arasında gösterdiler. İsmet Özel’in doğduğu günlerde dünyayı işgal edenler 16 sene sonra Türkiye’yi işgal etti. 27 Mayıs müdahalesiyle vuku bulan Amerikan işgali üzerine Partizan’lıktan söz açtığı günden beri (şubat 1965) Türk şiiri İsmet Özel’in şiiridir. Bu bakımdan 27 Mayıs’tan sonra tek başına Türk şiiri, Türk dili, Türklük lisanı, Türk lügati demek olan İsmet Özel “Türkçe Latin harfleriyle yazılamaz, bu yazıyla buraya kadar” dediği zaman bu sese kulak vermeyen kaybeder, kaybedecek.
Gökhan Göbel
26 Şubat 2019
Derneğimizin kuruluşunun 10. ve 11. Sene-i devriyelerinde İstiklâl Marşı’nın ilk okunduğu yer olan Kastamonu ilimizdeki Nasrullah Camii’nde Mevlid-i Şerif İstiklâl Marşı’nı okumuştuk.
“Türkiye’de Kafirlerin Zapt Edemedikleri Tek Kale” başlıklı yazımızda Ebubekir Eroğlu’nun şu sözlerini nakletmiştik: “Bana öyle geliyor ki 1970’lerde İsmet Özel çıksa “İkinci Yeni şiirini bir duvarın dibinde sızıp kalmaktan ben kurtardım” dese bir iki homurtu yanında bu sözüne yandaş bulabilirdi.
Türk denizi deyince, Orta Asya’da kuruyan bir “iç deniz”den bahsetmiyoruz. Türklere Orta Asya’da bir köken icat edilmesi günü gelince Türkleri oraya postalamak içindir.
İsmet Özel “Tersinden Edebiyat Tarihi” yazılarına devam ediyor. Biz “Partizanın Amentüsü” serlevhası altında yazdığımız yazılarda olanca gayrete rağmen edebiyatın dışına itilemeyen İsmet Özel’in aleyhindeki faaliyetleri, İsmet Özel düşmanlığını ayan etmeye çalışırken İsmet Özel'in ne yaptığından bahis açmaya pek fırsat bulamıyoruz.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in "Of Not Being A Jew" kitabında yer alan "Bilimsel Türkiye" şiirinin
"İsmet Özel hastaneye düştü" haberi duyulunca İsmet Özel hakkında yazılıp söylenenlerin çetelesini tuttuk. Bu yüzden televizyon ekranında İsmet Özel’in karşısında dilini kıpırdatamayıp, İsmet Özel’in hastalığı haberinden sonra dili açılanlar,
Bulgarların Hıristiyan takvimine göre 1936'da Tanzimat Fermanı'nın yüzüncü yılını kutladıklarını biliyor muydunuz? 1839'da ilan edilen fermanın yüzüncü yılını neden 1936'da kutlamışlar suali akla gelebilir.