İstiklâl Marşı Derneği'nin Ankara Şubesi'nin açılışı münasebetiyle düzenlenmiş olan "Milli Pazar olmadan, Milli Birlik Olmaz" başlıklı panelin konuşma metinleri:
AHMET DEMİREL'İN TAKDİM KONUŞMASI
İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan, var oluş sebebini asla rücû etmek olarak bilen millete ihlâsla ilave olmak, geleceğimizi ve hayat sahamızı ona mensubiyette ve aidiyette görmekten ibarettir.
Milli pazar meselesi, milletin esenliğinin ve geleceğinin nerede aranması gerektiğine müteveccihtir. Bu hususun ve her hususun millet hayatıyla irtibatlı olduğunu bugüne değin hep şairler dile getirdi. Öğrenebildikse onlardan öğrendik.
Tanzimatlı yıllarda yapılan borçlanmaları, “ekonomik kalkınma hamlesi” şeklinde ifadelendirenlerin aslında servetlerini ve mevkilerini dert edindiklerini o yılların iki şairi, Tanzimat şairleri, Namık Kemâl ve Ziya Paşa’dan öğrenebiliyoruz. O gün millet hayatını kimler dert edindilerse bugün de aynı derdi onların taşıdıklarını görüyoruz. Geçmişte servetlerinin ve mevkilerinin ne olacağı endişesiyle hareket edenlerin yerini bugün aynı endişeyi fazlasıyla muhafaza edenler almış görünüyor.
Panelin konusunda beyan edilen, ileri sürülen fikir, millet menfaatinin millete ait olmakla, ona bağlılıkla ve benzemekle temin edilebileceği, kendi için millet olmanın yolunun bu şekilde mümkün olacağına dairdir. Bütünlüğün en yüksek derecede var olması demek olan milli birliğin, hususiyetleriyle tezahürü, millete gıda verecek, onu besleyecek olan sahaya, bu sahanın da nizam içinde biçim almasına müstenittir. Yani Türkiye’de yürütülen münasebetler, millet üstünlüğünün takaddüm etmesi ile irtibatlı değilse, milli birliğimiz bile isteye tahrip ediliyor demektir. Milli birliğe giden yolun selâmeti “bir şey”e, “Türk olmaya” bakar. Türk olmak, usul sahibi olmak demektir. Yani bulunduğu yere nizam vermekle anlaşılabilir bir tarzı haizdir. Asılla irtibat halinde olmayı gerektirir. Bir yere hükmünü geçirten, oraya nizam veren olmaklığı ile tebarüz eder. Dolayısıyla Türklüğümüzü kendi hayat sahamıza biçim verebilenler olarak anlıyorsak, göze aldığımız bu rolümüzle, milli birliğimiz için gerekli görülen, arzu edilen yol açılmış olur.
Vatan üzerinde söz sahibi olmak, Türk için itikadî bir mevzudur. Türk hayatı itikada ve hesap gününe müstenittir. Bu iki asla dayanmayan hayat, Türk hayatı olarak addedilebilinir mi? Tabii ki hayır.
Kimin emrinde olduğumuz, neye hizmet ettiğimiz ve nelerin bize çare olacağı mevzularında sarahate kavuşamadığımız sürece, geleceğimizden bahis açmamız mümkün görünmemektedir. Ayrıca bizi sarahate kavuşturacak esaslara bağlanmadığımız sürece insan olamayacağımız da aşikârdır. Bu münasebetle, İstiklâl Marşı’mızı mevcudiyetimizin ve geleceğimizin yegâne mihengi olarak görüyoruz.
Teşekkür ederim.
“Milli Pazar Olmadan Millî Birlik Olmaz” başlıklı panelin konuşmacılarını buraya davet ediyorum:
Sivas şube başkanımız: Âdem Yıldırım
Konya şube başkanımız: Durmuş Küçükşakalak
Gaziantep şube başkanımız: Mehmet Kendirci
Şanlıurfa şube başkanımız: Mustafa Özköylü
Giresun temsilcimiz: Mustafa Tosun
İstanbul temsilcimiz: Mustafa Karanfil
Marmara Bölgesi temsilcimiz: Hamdi Özyel
***
Adem YILDIRIM
Konu başlığı iktisat bilimini ilgilendiren, uzmanlık isteyen bir başlık olmakla birlikte hayatı bir bütün olarak bilen bir Müslüman olarak benim de söyleyeceklerim var. Bir giriş olması bakımından Genel Başkanımızın bir yazısından paragrafla başlayacağım.
“Günümüzde Müslümanlar kâfirler tarafından tanzim edilmiş hayat formlarının kaçınılmazlığını kabul edip bunun içinde bir hayır aramakla meşguller. Bizi terbiye edenin Allah olması lazım, gayrisi değil.”
İktisadi yapılanmalar belirli bir insan tipinin ve o insanlardan müteşekkil toplulukların bir yansımasıdır. Genelde varlık, özelde insan anlayışı neyse buna uygun sosyal, iktisadi ilişkiler oluşacaktır. “Mülkün sahibi kimdir?” sorusuna verdiğiniz cevapla, varlığın asıl sahibini de söylemiş oluyorsunuz.
Bu topraklarda o kadar uğraşa rağmen büyük sermaye temerküzü olmamıştır. Bunun yerine küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin oluşmuş olması tesadüf değildir. Bunun nedeni bu ülke insanlarının varlığın ve dolayısıyla mülkün sahibi konusundaki inançlarıdır. Yani bu topraklara hâkim olan değerler bu durumu belirlemiştir.
Milli pazardan anladığım; üreten, üretmek isteyen insanların yaptığı her işin aynı zamanda milli varlıklarına bir katkı sağlaması bilincidir. Bu öyle ki yetenek ve birikimimizin elverdiği tüm üretim alanları bir milli mesele olarak değerlendirilmelidir. Bizi serbest piyasa diye yutturdukları şeyi biraz dikkatli incelediğimizde ki İsmet Özel’in dikkat çektiği bir kelime, başı bağlı demek bildiğiniz üzere, bu sistemin başının bir yerlere bağlı olduğunu görüyoruz. Serbest Pazar Ekonomisi öyle özgür falan değil. Özellikle bu işleyişin ortaya çıktığı ülkeler kendilerini güvenceye aldıktan sonra bu serbest pazar anlayışı üzerinden dayatmalarda bulunmuştur.
Günümüzde devletler uluslar arası şirketlere taviz vererek ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin doğası gereği daha yüksek kâr elde etme isteği, milli varlıklarını pazarlayan devlet yapılanmalarını hiçe indirgemeye çalışacaktır. Çin sanıldığı gibi milli bir çaba ile değil uluslar arası şirketler -özellikle ucuz işgücünden dolayı -tercih ettiği için güçlü bir ekonomi olma yolunda ilerliyor.
Devletler bu uluslar arası şirketlere hizmet ettiği oranda “güçlü” oluyorlar. Bu da milli olmaktan en başta vazgeçmek anlamını taşır. Biz Türkiye olarak gerek sahip olduğumuz topraklar, gerek büyük sermaye temerküzleri olmadan da büyük ekonomi olmamızı sağlayacak bir iktisadi anlayış birikimine sahip oluşumuz nedeniyle bu büyük şirketlere muhtaç olmayacak nadir ve belki de tek ülkeyiz. Türkiye kendi milli pazarını oluşturma potansiyeline sahiptir.
Saygı ve sevgilerimle...
***
Durmuş KÜÇÜKŞAKALAK
Bismillâhirrahmanirrahîm,
Vaaz vermeyeceğim; ama “millî pazar”dan bahsedeceğiz. Onun için besmele de yetmez. Aslında bir hatim indirip ondan sonra “millî pazar”dan bahsetmek lâzım; çünkü “millî pazar”dan bahsetmek, adına “serbest pazar” da denilen kapitalist sistemin sonunu getirecek olan şeyden bahsetmek mânâsına geliyor. Ama bu mânâ, içinde bulunduğumuz ve bizi öyle veya böyle etkileyen, şekillendiren şartları bir sağlık işareti olarak, bir iyiye gidiş olarak değerlendirenler için mânâsız kalır. Yani işlerinin yolunda olduğu kabulü ile yaşayanlara “milli pazar” gibi bir konu kulak tırmalayıcı, lüzumsuz bir uğraşı gibi gelebilir. Hele bugün Türkiye'nin sınırlarını tartışan zevattan biriysek millî pazar terkibi de millî birlik terkibi de mide bulandırıcıdır. Hem Türkiye'nin sınırlarını tartışıp hem de milli pazar gibi, milli birlik gibi bir terkip ağza alınıyorsa bunun iki sebebi olabilir: Ya bu terkiplerin içi boşaltılmaya çalışılıyordur ya da yapılan bir çok gayr-ı meşru işin yanında bir meşruiyet zemini aranıyordur.
Ben millî pazarın nasılından ziyade “niçin”ine değineceğim. Çünkü niçinliğinde karar kılmış insanlar nasıllığını ortaya koyabilirler. Millî pazar deyince akla ilk gelen elbette ki, ilk millî pazarımız olan Medine Pazarı oluyor. Rasulullah'ın Medine'ye hicretinden sonra ilk olarak mescit ve yanı başına Rasulullah'ın evi yapılır. Muhacirlere de ev yerleri tahsis edildikten sonra hemen Medine haremleştirilir. “Şu taştan şu taşa, şu tepeden şu tepeye...” denilmek suretiyle sınırları net bir şekilde çizilir. Ve Medine'de bir Yahudi pazarı olmasına rağmen hemen bir pazar yeri tespit edilip pazar kurulur. Kıblenin değişmesi bile pazardan sonradır. Rasulullah “Aldatan bizden değildir.” sözünü de Medine Pazarı'nın ilk günlerinde pazaryerinde söylemiş ve pazarın ilk kaidesini koymuştur. Yine orada o güne kadar adı “simsar” olan satıcıların adını “tacir” olarak değiştirmiştir. Bunlardan niçin bahsettim? Çünkü millî pazar, Ehl-i Sünnet'ten olabilmenin ilk şartlarından biri. İtikatta Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat'tan olduğumuzu iddia ediyorsak, amelde mezhebimizin tacir bir imamın mezhebi olduğunu söylüyorsak, yaşadığımız toprakların fütüvvet ehli denilen tacirler ve zanaatkârlar eliyle vatanlaştırıldığı su götürmez bir gerçekse ve kapitalizm denilen bu şumullü sistemin doğmasına vesile olan bir düzeni kuran insanların torunlarıysak bugün içinde bulunduğumuz kapitalist pisliğin köküne kibrit suyu dökme mesuliyeti de bu topraklarda yaşayan insanların üzerindedir. Bugün “Dünya Sistemi” dediğimiz hadise tamamen bizim aleyhimize işlediği için bir sistem haline gelebilmiştir. Onun için Türkiye lehine yapılacak bir iktisadî faaliyet Dünya Sistemi’nin aleyhine sonuç doğuracaktır. Bu, fizik kanunlarından çok daha kat’î bir tarih kanunudur. Yani serbest pazarın ölümü söz konusu olacaksa bu ancak millî pazar eliyle olabilir. Çünkü kapitalizmin doğuşu ekonomik faaliyetlerin ya da insan ihtiyaçlarının ve kabullerinin normal sonucu olarak değil de tarihî olarak izah edilirse bir şey izah edilmiş olur. Bu konunun geniş tafsilâtına İsmet Bey'in kitaplarından, konuşmalarından bakılabilir. Görülebilir mi? O ayrı...
Millî pazar, “vatan” gibi bir kavramın ete kemiğe bürünmesi ve Türkiye diye görünmesi için şarttır. Müslüman’ın dünyadaki yerinin elle tutulur, gözle görülür hale gelmesinin bugünkü adı milli pazardır. Medine'nin vatan olmasından sonra ilk konu pazarın mahiyeti olmuştur, dedik. Bu topraklar İslam toprağı olur olmaz ilk yapılan iş fütüvvet teşkilatı eliyle bir pazar ağı kurulması olmuştur. Bu toprakların ikinci kez vatanlaştırılmasından sonra yani İstiklal Harbi’nin akabinde dikkatlerin teksif edildiği ilk alan “iktisat” olmuştur. 1923'te yapılan İzmir İktisat Kongresi ile o fütüvvet ehlinin elleri yoklandı ve bulundu aslında. Ama hemen akabinde Lozan'ın imzalanmasıyla sanki “Siz kendi halinize toplanmış ne yapıyorsunuz burada?” denilip o eller ve diller yerli “iller” tarafından kesildi. İzmir İktisat Kongresi'nde Misak-ı Millî'nin cihad-ı asgar ile gerçekleştiği, misak-ı iktisadînin ise cihad-ı ekber ile gerçekleşebileceği söylenmiştir. Bu cihat şuuruyla düşünüldüğünden olsa gerek bir iktisat kongresine, bir komutan olan Kâzım Karabekir başkanlık etmiştir. Hatta beşikten mezara kadar öğrenilecek ilmin iktisat ilmi olduğu falan da ifade edilmiştir. Başka şeyler yok mu? Meselâ yabancı sermaye olayı da tartışılıyor bu kongrede. Fakat kongreye baktığımızda İstiklâl Marşı’nın iktisadi cephesinin ne gibi bir şeye taallûk edebileceğine dair ipuçları yakalayabiliriz. En azından İzmir İktisat Kongresi “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” mısraının bir yorumudur, bir şerhidir. Yine, millî pazar konusunun nirengi noktaları tespit edilmiştir bu kongrede. İki hafta süren kongrenin kapanış konuşmasında Kâzım Karabekir meseleyi özetleyici mahiyette bir konuşma yapar. O konuşmadan şu cümleleri okuyacağım: “Milletimiz kendi emeği ile yapılması mümkün olan her işi bundan böyle nefaset ve metaneti ile (yani estetik ve sağlamlığı ile) rekabet meydanına atmaya var kuvveti ile çalışacaktır. Milletimiz artık beşikten mezara kadar ecnebî mallarına bürünmekten ve doğar doğmaz kursağına ecnebi sütü dökmekten kendisini kurtaracaktır.”
Yani millî pazar dediğimiz hadise tamamen kursağımıza düşen lokmanın haram mı yoksa helal mi olduğuyla alâkalı. Amellerimiz de kursağımıza düşen lokmadan bağımsız değil. Bugün bu haldeysek bunun ilk açıklaması kursağımızla alâkalıdır, diğer sebepler bundan sonra gelir. “Ne varmış halimizde?” diyenler olursa onlara diyebileceğimiz bir şey yok tabii. Dikkat edersek Türkçede midemizi doldurmayla değil de kursağımıza indirdiğimiz lokma ile ilgileniriz. Çünkü hadis-i şerifte rızık konusunda kursaklı olan kuşları örnek almamız tavsiye edildiği için bu böyledir. Özellikle geviş getirenler yani ağzında geveleyenler, midelerini doldururlar. Onların doldurdukları mideye de işkembe denir ki, öyle kolay kolay dolan bir şey değildir. Haa! Serbest pazar içinde de bir kuş olamaz mıyız? Oluruz elbette ama kafes kuşu oluruz. Önümüze ne herze koyarlarsa onu yeme mecburiyetindeyizdir. Millî pazar olmadan karnımızı doyurma meselesi de dâhil İslâmî mânâda hangi meselemizi halledebiliriz diye düşünmek lâzım. Meselâ millî pazar olmadan verdiğimiz zekâtla malımızın arındığını düşünebilir miyiz? Yani kapitalist ilişkiler sonucu edindiğimiz mal, sermaye, servet vs. her neyse bunun zekâtını vermek mümkün müdür acaba?
Müslüman’ın iktisat anlayışıyla şahsiyeti kavileşir ve kimliği tebarüz ederken gayr-ı Müslimlerde iktisat, güç temin etmenin tek yoludur. Bu farkı millî ekonomi anlayışlarıyla tebarüz etmiş Almanlarda görebiliriz, Almanlar iktisadî nasihatlerinde derler ki: “Yalnız Alman unu, Alman meyvesi ve Alman birası ile Alman gücü hâsıl olur.” Yani bir gayr-ı Müslim ancak güç temin etmek için millî unsurlardan bahseder. Müslüman’ın ise o güce şahsiyetini kavileştirmek ve kimliğini tebarüz ettirmek için ihtiyacı vardır. Gayr-ı Müslimlerde iktisat bir tahakküm aracı iken, bizde sorumluluğumuzu yerine getirmenin bir vesilesidir.
Yani millî pazar derken bir milli ekonomiden, bir yerli kapitalizmden bahsetmiyoruz. Hiçbir ahlakî kaideye yaslanmayan, sonunda millî birliğe ulaşmak gibi bir düşünce olmayan ekonomik faaliyetlerin geleceği yer, Konya'da onlarca örneğini gördüğümüz holdinglerdir. Yani bugün millî pazardan bahsederken tüketim seviyesinin yükselmesini değil, İslâm düşmanlarının elindeki en büyük imkânı ellerinden almaktan bahsediyoruz. Aksi takdirde gireceğimiz herhangi bir iktisadî faaliyet kapitalist değirmenin çarkına su taşımaktan başka bir işe yaramaz. Daha müreffeh ve daha rahat bir hayat için değil, haksızlıkla ayakta duran bir medeniyete karşı silah temin etmenin formülünün bugünkü adıdır millî pazar. Bugün fakirin de zenginin de bağımlı olduğu ve her geçen gün bağımlılığının arttığı bir çarkın içindeyiz. “Bir lokma bir hırka” demekle amuduyla götürmek arasındaki fark kapanmıştır; her iki halde de haysiyetimize halel getirecek bir düzende yaşıyoruz. Kapitalist sistemin kuşatmasını yarmak, onun yerine ikame edilecek yerli bir kapitalist anlayışla olmaz. Tabii bunların iyi niyetli temenniler olarak kalmaması için Müslüman'ın Müslüman'dan başkasına temenna çakmaması gereken bir seviyenin tutturulması gerekir.
Son olarak iki pazar arasındaki farka kısaca hayvanlar âleminden bir örnekle değinip sözlerimi bağlayacağım. Serbest pazar it karakterli bir pazarken millî pazar at karakterli bir pazardır. İt karakterli bir pazarda olsa olsa yal peşinde koşulurken, at karakterli bir pazarda yiyecek atın önüne gelir. Hatta yem torbası atın boynuna takılacak kadar rızık ağza yaklaşır. İtleri bir arada tutan şey eninde sonunda bir menfaatken, atlar birlik olmanın getirisine tavdırlar. İtler kunnar, atlar ise doğurur. Kıtmir haricinde hayırlı bir it bulamazsınız ama Rasulullah (s.a.v) tarafından her atın alnına kıyamet gününe kadar hayır bağlanmıştır, diyerek ben de sözlerimi bağladım.
***
Mustafa ÖZKÖYLÜ
Selâmün Aleyküm,
Sözlerime Allah’ın iki sıfatıyla başlayacağım: Biri malikü’l-mülk, diğeri ise Rezzak sıfatı. Malikü’l-mülk mülkün sahibinin Allah olması, Rezzak ise rızkın sonsuz olarak Allah tarafından verilmesi. Şimdi bir de size karşılaştırma olsun diye modern iktisadın tanımını söyleyeceğim, o da şöyle tanımlıyor iktisadı: “Yeryüzündeki kıt kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarına uyarlanması.” Yeryüzünde kıt kaynaklar varmış, bir de sınırsız insan ihtiyaçları varmış.
Şimdi... Mülkün sahibi olan Allah bize de bu toprakları nasip etmiş. Bizim milletimiz bu toprakta ne yapmış? Bu topraktan nasıl bir kardeşlik doğmuş? Milli pazar denen, temeli XIII. yüzyılda atılan bir “pazar” kurmuş. Selçuklular gidiyor, Moğollar gidiyor, Türkler XIII. yüzyılda bir pazar kuruyor. Avrupa’da matematik ve rasyonalite üzerine kurulan pazara karşı, bizde temeli ahlâk ve zihniyet üzerine kurulmuş ve böyle de devam etmiş bir pazar var, ta ki XIX. yüzyıla kadar.
Bizim burada kurduğumuz pazar, bizim burada icat ettiğimiz ya da keşfettiğimiz bir pazar değil. Avrupa ise bizim kurduğumuz pazarın dışında kendi kafasından bir pazar icat ediyor; çünkü Avrupa yasak meyveyi yemeyi istiyor ve onu da başarıyor. Yeryüzünde bir cennet inşa etmeye çalışıyor, Türklerin pazarının olmadığı bir dünya icat ederek... Türkler Akdeniz’de hâkimiyet kurunca Avrupalılar Akdeniz’in dışında besin aramaya çalışıyorlar yani sömürmeye başlıyorlar: Afrika’da, Çin’de, Hindistan’da, Kuzey-Güney Amerika’da vs. protein depoluyorlar. Bu depoladıkları yani başkasını nasibini çalarak elde ettikleri enerjiyle de kendilerini güçlendirip karşımıza çıkıyorlar.
Bizim pazar keşfedilmiş ya da icat edilmiş bir pazar değil. Avrupalılar XIX. yüzyılda Balta Limanı Anlaşması’yla bizim pazarın ipini çekiyorlar. Bu pazar kurulmuş ve meyvesi alınmış pazar; çünkü temelinde ahlâk var.
Bizim pazarımız Avrupa gibi talep merkezli değil, arz merkezli bir pazardır. Yani sadece kendi kendine yeten bir pazar. Sermayenin sadece zenginlerin elinde dolaşmadığı bir Pazar. Kuran diyor ki: “Ta ki, o servet aranızdan sadece zenginin elinde dolaşan bir güç, devlet olmasın.” Haşr, 7. Yani bizim pazarımız ütopya değil.
Avrupa sisteminin çökmesi lazım; çünkü dünyayı bataklığa doğru götürüyor. Bu pazarın tek alternatifi Türklerin pazarıdır. Kumarı bunlar oynuyor ve masaya kim oturursa onu yeniyor. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
***
Mustafa TOSUN
Günümüz dünyasında bir şeyler olup bitmektedir. Peki, olan biten işlerin aslı esası nedir? Dünyada ne tür oyunlar oynanmaktadır? Varsa tarafları kimlerdir?
Tüm olan bitene daha yakından bakıldığında anlaşılacaktır ki büyük oyun, beynelmilel büyük sermaye ile millet varlığı arasında oynanmaktadır. Bu oyunda beynelmilel büyük sermaye millet varlığını tarihten silmek gayesiyle daha II. Dünya Savaşı bitmeden 1944 yılında harekete geçmiştir. 1944 yılında Bretton Woods görüşmeleri sonucunda Dünya Sistemi’nin lordlarınca yeni kararlar alınarak; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlar ihdas olunmuş, “altına bağlı para sistemi” terk edilmiştir. Anlaşmaya katılan ve parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmıştır. Dolar altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olarak kalmıştır. Yani kapitalizm, tahakkümünü sürdürmek ve güçlendirmek için yeni aygıt ve yöntemlere yönelmiştir. Sonuçta II. Dünya Savaşı akabinde kazanan “şirketler” olmuş, buna karşılık istisnasız tüm milletler ise kaybetmiştir. Bu şekilde beynelmilel sermaye önüne çıkan her meseleyi çözebilme yeteneğine sahip olduğuna ilişkin bir efsane türetmiştir.
Sonuç olarak büyük sermaye günümüze gelinceye kadar hatırı sayılır bir mesafe kat etmiştir. Bugünse -önündeki en büyük engel olarak gördüğü İslam’ın kılıcı olarak tarih sahnesinde yer alan- Türk varlığını tasfiye çalışmalarını yoğunlaştırmıştır; çünkü dünyada yürürlükte bulunan bu işleyişe intibaksızlığıyla dikkat çeken yegâne ülke Türkiye’dir. Türkiye dünya milletleri karşısında ne ölçüde tavizkâr tutum takınırsa takınsın sadece mevcudiyetini korumakla gösterdiği direnç, sistem sahiplerine rahatsızlık vermektedir. Bu sebeple özellikle AKP Türkiye’sinde, kapitalizm ve küreselleşme ile kaplanmış ve terbiye edilmiş bir Müslümanlığın mümkün olabileceği hatta bu şekilde olması gerektiği yönünde amansız bir misyonerlik faaliyeti devasa boyutlara ulaşmıştır. Bu faaliyetler milli birliğin bozulmasına ve sonucunda milli varlığın ortadan kaldırılmasına yönelmiştir.
Bu amansız saldırıyı tesirsiz kılabilmek için millî birliğimizin korunması ve bunun temini yollarının keşfi çok büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu da millî varlığa güç kazandıracak tüm unsurların harekete geçirilmesinden ve özellikle de millî pazarın tesisinden ve tahkiminden geçmektedir.
Ancak millî pazar dendiğinde bir ülkenin "autarcique", kendi kendine yeten, kendi yağıyla kavrulan ve dolayısıyla yerini dünyadaki ekonomik işleyişin gerisinde kalan bir alana çekmiş, küskün iktisadi bağımsızlığı anlaşılmamalıdır. Millî pazar denilince bir ülkenin dünyadaki ekonomik işleyiş içinde elinde bir veya birçok koz tutabilecek derecede "ülke içi müfredat" geliştirmiş olması anlaşılmalıdır. Bu şekilde millî pazardan güç alan bir kalkınma strateji gütmek yoluyla birçok badire atlatılabilecektir. Millî pazardan güç almak demek millet içinden belirgin yeteneklerin her alanda söz sahibi kılınması demektir.
Çünkü bir toplumun bütün diğer toplumlarda bulunabilen nesne ve davranışlar sebebiyle üstünlüğe kavuştuğu, tarih boyunca görülmüş şey değildir. Bir toplum dokunulmazlığını sadece kendinde bulunan ve başkalarına uymayan unsurlar aracılığıyla sağlayabilir. Benzemezlik her toplum için bir kalkan görevi görür.
Her şey esasında “millî varlık” kabul ettiğimiz her ne ise ona verdiğimiz anlamla sıkıca bağlantılıdır. Millet varlığı dediğimiz zaman herhangi bir milletin (bu arada Türk milletinin) varlığını kastetmiş olmuyoruz. Çünkü millî menfaat kavramı para ile ölçülebilir değerlere indirgendiğinde beynelmilel sermayenin akış yollarında barajlar kurmayı öngörmektedir. Eğer millî menfaat kavramı para ile ölçülemeyen değerleri kapsar mahiyette anlaşılırsa bu kez beynelmilel sermayenin sosyal iletkenliğini imkânsız kılacak yalıtım alanlarının doğmasına yol açmaktadır.
Yani kendini korumayı başarmış bir millet varlığı refah konusunda yoğunlaştığı takdirde beynelmilel sermayenin başına bir paylaşım derdi açacaktır; aynı millet varlığı kültürel bir yükselişe "kilitlenirse(!)" beynelmilel sermayenin global geçerliliği yani mesele çözdüğü yolunda kısa zamanda türettiği efsane son bulacaktır.
Millet varlığının ortadan kaldırılmasının son aşamasına gelindiği bugüne kadar, bir sistem olarak Avrupa’daki medeniyet bir süreç yaşamıştır. Kapitalizm, önce İtalyan site devletlerinde temellerini atmış fakat merkezini XVII. yüzyılda Hollanda’ya, 19. yüzyılda İngiltere’ye ve son olarak da II. Dünya Savaşı ile de Wall Street’e taşımıştır.
Peki, bu şekilde bir gelişme gösteren ve bir dünya sistemi teşkil eden kapitalizm ne şekilde çalışmaktadır? Öncelikle Dünya Sistemi metropol-periferi münasebetiyle işletilen bir sistemdir. Yani Dünya Sistemi denilen tahakküm düzeneği işleyişine "imtiyazlı bölge" türetme esasına dayanarak başlamıştır. Sistem dahilinde metropol ülkeler vardır, yarı-metropol ülkeler vardır ve nihayet periferide kalan ülkeler vardır. Bu sistemde metropolden periferiye talimatlar gitmekte, buna karşılık ise periferiden metropole değerler taşınmaktadır.
Bu işleyiş tarihi süreçte bir yandan paranın, diğer yandan dayatmaların trafiğini temin için bazı istasyonlar inşa etmeyi gerektirmiştir. Bu sebeple 1944 yılına kadar ulus-devlet istasyonluk görevi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak her ulus-devlet kendi hükümran olduğu alanda doğrudan doğruya milliyete (millî varlığın tebarüz etmesine) dönük iyileştirmeler yaptığı oranda Dünya Sistemi'nin işleyişini hantallaştırmış, merkeze olan kâr transferinde "fire" miktarını artırmıştır. Çünkü para hareket ederken ve sermaye kârlılık oranını azamiye çıkarma gayreti içindeyken herhangi bir “millî” pürüzle karşılaşmak istememektedir. Çünkü devlet idaresindeki milliyetçi tavırlar paranın mobilite gücüne zarar vermiştir. Millî gayeler güdülmesi halinde belli bir sermayenin azamî kârdan daha farklı hedefleri göz önüne alması mecburiyeti doğmuştur.
Bu sebeple sistem kendine daha hızlı, daha dinamik bir işleyiş sağlamak ve daha "temiz" kâra ulaşmak için bu kez küreselleşme yöntemini icat etmiştir. Küreselleşme imtiyazlı bölgeleri yok etmemiştir. İmtiyazlı bölgeler arasındaki hiyerarşi de yıkılmış değildir. Küreselleşme yalnızca istasyonların, başka bir deyişle, “ulus-devletlerin” müdahale yetkisinde daralmaları öngörmüş ve gerçekleştirmiştir. Bu demek idi ki, Dünya Sistemi eskiden olduğu gibi işleyecek ve fakat küreselleşme sonrasında merkezle muhit arasında bir dizi "direkt hat" ihdas edilecekti. Merkez isterse ulus-devlet istasyonuna uğramadan muhitteki birimine ulaşabilecekti. Asıl karakteri itibariyle küreselleşme, paranın akışkanlığı önünden (kâr saikı dışındaki) bütün engellerin kaldırılmasıdır.
Bu nedenle beynelmilel sahada at oynatan sermaye sahipleri kâr oranlarını artırma yarışı yürütürlerken en büyük engellerle "ulus-devlet" yapılanması yüzünden insanların kapıldıkları taassup dolayısıyla karşılaşıyorlar. Bu manada "ulus-devlet" düşmanlığıyla "beynelmilel sermaye" dostluğu arasında bir eşgüdüm vardır. Ancak beynelmilel sermayenin tahakkümüne direnmenin yolunun "ulus-devlet"i tahkim etmekten geçtiği söylenemez; çünkü tarih süreci boyunca beynelmilel sermaye "ulus-devlet" ikilisinin "devlet" kanadıyla bağlantılarını sıkılaştırarak hükmünü yürütmüştür.
Net olarak bilinmelidir ki, beynelmilel sermayenin üstünlüğüne bir sınır çekmenin yolu "ulus-devlet"e sahip çıkmaktan değil, doğrudan doğruya "millet" vakıasına tahakkümü imkânsız kılacak yeni bir anlam kazandırmaktan geçmektedir. Bu manada Türkiye bir ulus-devlet olarak değil bir “millî devlet” olarak tarihte yerini almıştır.
Modernleşmesini feodalizmin transformasyonuna borçlu olmayan, tarihinin hiç bir devresinde sömürge statüsüne düşmemiş olan, pazar ekonomisi karşısına non-market ekonomik sisteminin uygulayıcısı olarak çıkan ve Batı’nın hep ötekisi olagelmiş bizim memleketimizde millet varlığıyla millî varlık arasındaki mesafenin kapanması yani Türk toplumunun tarihi ile buluşması halinde dünya tarihinde bir dönüm noktası yaşanacaktır. Toplumun tarihle buluşması demek, kapitalizm sultasında yaşayan insanların hayatlarını seçeneksiz olmadıkları, seçeneksiz kalmadıkları konusunda güven hissi taşıyarak geçiriyor olmaları demektir.
Bu noktada millet müktesebatının tahkim edilmesi öncelikli meselemizdir. Milletin müktesebatı dediğimiz şey ise sahip çıkıldığı zaman topluma ilişkin bir fayda temin eden ve terk edildiği zaman toplum için felâket sebebi haline gelen türden bilgileri içinde barındırır. Milletin müktesebatı önce arzu edilen, sonra kazanmak için fedakârlığa katlanılan ve bilahare elde tutabilmek için uğruna savaş verilen bilgileridir.
Bu sebeple dünya sistemi karşısında Türk varlığının durumu ve konumu ilgi çekicidir. Zira Avrupa tarihi Türk varlığı hesaba katılmaksızın yazıldığı takdirde ortaya eciş bücüş bir hikâye çıkar. Avrupa'nın sahiden bir "öteki"si varsa, onu asla müstemleke haline getirdiği toprakların ahalisinden çekip çıkarıp teşhis edemezsiniz. Avrupalıyı Avrupa'ya sıkıştıran Türk, Avrupa'nın ötekisidir.
Dünya Sistemi kendisinin ötekisi ve hasmı olan Türk varlığını adım adım geriletirken nelerin olduğunu doğru ve tam anlayabilmek için 1571 İnebahtı (Lepanto) yenilgisinden sonraki siyasi olaylar dizisini ve bu olaylarda rol alan kişilerin yaklaşımlarını bir bir sergilemek gereklidir.
Bunun için dünya sisteminin yüz yetmiş sene önce 1838 yılında yapılan ticaret anlaşması ile emme basma tulumbasını Türkiye toprakları sathına önce kurmuş olduğunu ve Türkiye'de husule gelen değerin akış yönünü o tarihten itibaren belirlediğini bilmek gereklidir. Bu suretle Türkiye'nin kendi sıhhatine yarayan nesi varsa bir emme basma tulumba aracılığıyla "sistemli" olarak sistemin merkezi yönünde harekete geçirilmektedir. Böyle bir işleyişin devamı amacıyla talimatlar da merkezden Türkiye'ye doğru akmaktadır.
Bu durumun geri çevrilebilmesi için Türkiye şimdiye kadar potent halde bulunan millî vasıflarını, kinetik hale getirebilmelidir. Bu konuda elinde paha biçilmez bir hazinesi vardır. Çünkü millet varlığının varlık sorunu yaşadığı anda kendi yardımına yetişmiş bir İstiklâl Marşı’na sahiptir. İstiklâl Marşı, millet varlığımızın manifestosudur. İstiklâl Marşı içeriğinde millet varlığını hem tarif eder, hem de millî varlığa sadakat halinde büyük imkânların kendisine Rabbi tarafından bahşedileceği müjdelenir.
İstiklâl Marşı’nda “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı” şeklinde söylendiği gibi Türkiye özgünlük ve özgüllük doğuracak şekilde üretim kapasitesini keşfetmelidir. Türkiye’de yerine getirilmesi birinci derecede önemli işler arasına demiryollarının ıslahı, akarsuların ülke hayatında azami verimi tedarik etmesi, hava limanlarının optimum değere kavuşturulması gibi işleri dâhil etmelidir. Millî varlığın dikkate alınması halinde öylesine büyük imkânlara sahip olduğumuz keşfolunacaktır ki, birçok aşılmaz görünen mesele rahatlıkla hâl yoluna girecektir. Yine hassaten zikretmek isterim ki, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) at yetiştirmek yönündeki tavsiyesine kulak verilerek süvari birliklerinin yeniden teşkil edilmesi halinde dahi çok büyük imkânların ve nimetlerin önümüze serilmesi muhakkaktır. Bu şekilde dünya pazarında ülkemize özgü bir uğraşıya sahip çıkma ayrıcalığına kavuşmakla ve dünya ticaretinin ve üretiminin Türkiye'ye muhtaç veya mecbur olduğu unsurlar tebarüz ettiğinde yürünmesi gereken yolun büyük kısmı kat edilmiş olacaktır.
Bu nedenle ürün verme, eser ortaya çıkarma, verimli olma alışkanlığı olan bir toplum olma yolunda çaba gösterilmelidir. Fertler olarak şahsi gelecek taslaklarımız müşterek bir millî gelecek taslağının önüne geçirilmemelidir. Helâl–haram kriterlerinin belirleyici olduğu bir “millî pazar” tesis olunmalıdır.
Buna karşılık müşterek bir millî gelecek taslağının önüne geçilmek için bize dayatıldığı gibi sanıyoruz ki Türkiye, toprakları üzerinde birçok farklı unsurun yaşadığı yamalı bir bohçadır. Bize Türkiye’nin etnik, kültürel, itikadi çeşitlilik ihtiva ettiği söylendiğinde ilk karşılaştığımız belirtilere bakıp bize söyleneni ikna edici buluyoruz. Oysaki Türk milleti farklılıkların ahengiyle teşkil edilmiş bir mozaik değildir. Türk milleti farklı unsurların tarih ve özellikle Anadolu’nun vatanlaştırılması ile İslâmlaştırılması gibi yüzyıllar boyunca at başı giden iki eğilimin değirmeninden geçmek suretiyle türdeşlik kazandıkları bir usareden başka bir şey değildir.
Dünya devletlerine hayatiyet vereceği umulan çok kültürlülük (çok dinlilik, çok hukukluluk vs.) bir emperyalist uydurmasıdır. Kültürel çeşitliliğin bir zenginlik getirdiği fikri de dünyanın bazı kritik bölgelerinde millet fikrinde ısrar edenlerin kökünü kazımak beklentisiyle dayatılmış bir kanaattir. Neden emperyalizm çok kültürlülük fikrini dayatmaktadır? Çünkü tecrübe göstermiştir ki, emperyalizmin kökünü kazıyacak olan en etkili unsur bir milletin tek kültürü olduğundan hareketle canlılık kazanmış sosyal varlığından başkası değildir.
Bu manada İstiklâl Marşı millet varlığımızın hem özü hem esası hem ispatı hem de muhafızıdır. Bu sebeple Dünya Sistemi’nden istiklâlini koparmış bir millî pazarın tesisi ve temini ile biz hem politik hem ekonomik hem de sosyal alanda özgün ve özgül dokunulmazlıklarla donatılacağız. Bu şekilde "benim" dediğimiz ne kadar çok şeyimiz varsa ülkemizin, devletimizin, milletimizin Dünya Sistemi karşısında kozları o kadar çok ve güçlü olacak, milli birliğe yöneltilmiş tehlikeleri bertaraf etmek bir yana Allah’ın izniyle geleceğe özgürlük aşılayarak yeni bir çağ başlatılmış olacaktır. Ve bu yeni çağın ilk milleti olma şerefi “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyen Türk milletinin olacaktır.
Selâmlar…
***
Mustafa KARANFİL
Merhabalar,
Önce, bu konuşmaya iyi hazırlanamadım diye düşünüp üzülüyordum ki, Şanlıurfa şube başkanımız Mustafa Özköylü’yü dinleyince bu üzüntüm gitti; en azından çok güzel hazırlanmış arkadaşlarımız varmış, onların bu güzel konuşmaları bizim eksiklerimizi hissettirmez diye düşünüp rahatladım. Bununla birlikte inşallah biz de bir şeyler söylemeye çalışalım...
“Millî pazar” terkibi kimler tarafından kullanılmış diye bir araştırayım dedim. Malum, hepimiz için kolay yol Google’dan bakayım dedim ve “millî pazar” yazdım, beş-on tane sonuç çıktı: Bir tanesinde Millî Gazete’nin Pazar ekinden bahsediyordu, başka bir tanesinde de, “Millîlerimiz Pazar günü idmana çıkıyor.” diyordu.
Şimdi... Öyle anlaşılıyor ki, bu mesele hiç kimsenin derdi olmamış yani kimse bu meseleye kıyısından köşesinden de olsa bulaşmamış. Arkadaşlarım beni, “Her panele çıktığında ‘Yine zor bir konu ile karşınızdayız’ diyorsun” diyerek eleştiriyorlar. Arkadaşlarımı yalancı çıkarmayayım; hatta bu seferki en zor olanı... Bunu söylemeden edemeyeceğim.
Milli Pazar dediğimizde millete ilişkin bir şeyden bahsettiğimiz belli. Çünkü bir şeye “millî” diyeceksek eğer bir milletten de söz ediyoruzdur. Ama millet kelimesinin çok kolay formüle edilebilen yani her millete kolayca uyarlanabilen bir formülü yok. Çünkü her milletin var olma ve varlığını devam ettirebilme şartları birbirinden farklı olabiliyor.
Bir milletin kendi iktisadiyatını başka milletlere bağımlı olmadan idame ettirebilmesi halinde orada bir milli pazarın varlığından bahsedebiliriz. Her millet kendi varlığını idame ettirebilecek vasatı ve kendine mahsus varlık şartlarını bizzat kendisi oluşturabilmelidir. Ve bu o millete has bir şey olmalıdır aynı zamanda. Bu vasatı temin edemeyen bir milletin milli birliğinden dem vurulamaz.
Kendimize dönersek yani Türk milletinden bahis açacak olursak Türk milletinin kendine mahsus dinamikleriyle tesis ettiği bir iktisadi hayatı vardı, tabii önceden... Kapitülasyonlarla başlayıp Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’yla devam eden süreçte bu hayat çok ciddi yaralar aldı. Türkiye Cumhuriyeti bu durumu düzeltmek için çok büyük bir imkândı; ama bu imkân da bile isteye heba edildi. Hele şimdilerde yani yaşadığımız son yirmi-otuz yılı düşündüğümüzde küreselleşme adı altında dayatılan uygulamalarla milli pazarı tekrar tesis etme imkânları kökünden halledildi. Geçmişte bu duygunun canlı olduğunu anlatan bir örnek var aklımda, o yüzden bu konuda vereceğimiz tek örnek bile durumun vahametini anlatmaya yeter sanıyorum. Benim çocukluğumda mektep kitaplarında da milletin dilinde de dolaşan, sıkça tekrarlanan bir şey vardı. “Türkiye dünyada gıda bakımından kendi kendine yeten yedi ülkeden biridir.” Bununla da insanlar iftihar ediyordu. Şimdilerde böyle şeylerden bahseden bile yok.
Millî birlik dediğimiz hadise de adı üzerinde o milletin “bir” olmasıdır. Bizim bir millet olarak birbirimizin nesi olduğumuz çok önemli. Bizim; üstünlüğü komşusuna üstün gelmekte aramayan, şerefli ve haysiyetli yaşamayı refahın çok üstünde tutan, komşusu açken tok yatmayan-yatamayan, gördüğü bir kötülüğe “eliyle” müdahale edebilme imtiyazını elinde bulundurabilen bir millet olmamız gerekiyor.
Millet olarak şerefli bir hayat yaşamanın bedeli bazen –hattâ çoğu zaman- birilerinin nimet olarak gördüğü birçok şeyden mahrum olmayı gerektiriyor. Aksi halde hocamızın bugün basın toplantısında söylediği gibi, birçok rezalet ve zilleti sever hale geliyoruz; içine tıkıldığımız kafese aşık oluyoruz. Bu meyanda izin verirseniz bir de fıkra anlatayım:
Bir çift içkili ve lüks bir restoranda evlilik yıldönümlerini kutluyorlarmış. Bir taraftan yemeklerini yeyip bir taraftan içkilerini yudumlarlarken sarışın ve çok güzel bir hatun masalarına gelmiş ve adamla merhabalaşıp yanak yanağa öpüştükten sonra, “Burada ne yapıyorsun?” diye sormuş. Adam da, “Eşimle evlilik yıldönümümüzü kutluyoruz.” demiş. Bunun üzerine bu hatun kişi, “İyi o zaman, size mutluluklar!” deyip ileride bir masaya oturmuş. Kadın çok şaşkın, biraz da kızgın olarak, “Bu da kim yahu?” demiş. Adam gayet pişkin ve rahat bir şekilde, “Kim olacak? Sevgilim” demiş. Kadın, “Nasıl yani?” demiş. Adam gayet pişkince, “Metresim” demiş. Kadın bu defa hiddetlenerek, “Nasıl olur, böyle bir şeyi nasıl yaparsın; hem de evlilik yıldönümümüzü kutlarken... Hemen, yarından tezi yok; boşanıyoruz, buna dayanamam, bir gün bile beklemeye tahammülüm yok!” demiş. Adam yine aynı adam; yine gayet pişkin ve kendinden emin bir şekilde, “Tabii hayatım! Neden olmasın?” demiş. “Seni Etiler’deki katlar, Kalamış’taki yatlar, Bodrum’daki yazlıklar ve altındaki spor araban ilgilendirmiyorsa benim için de bir mahzuru yok, tercihine saygı duyarım.” demiş. Kadın bakmış ki pabuç pahalı, “Allah cezanızı versin, erkek milleti değil misiniz? Hepiniz aynısınız...” demiş. “Neyse, bu güzel geceyi mahvetmeyelim... Hem ben görmeyeyim de ne halt yapıyorsan yap!” demiş. Konuyu unutup eğlenmeye devam ettikleri bir sırada kadın birkaç masa ilerideki adamı işaret ederek, “Bu adam senin arkadaşın Selçuk değil mi?” diye sormuş. Adam da, “Evet, o” demiş. “Peki, onun yanındaki kadın kim?” diye sormuş kadın bu kez. Adam da, “O da onun sevgilisi” deyince kadın biraz da içkinin tesiriyle olsa gerek, “Ne yalan söyleyeyim; bizimki çok daha güzelmiş!” demiş. (Gülüşmeler...)
Evet, ne demiştik? Şerefli bir hayat yaşamanın bedeli bazı şeylerden mahrum kalmayı göze almakla mümkündür. Aksi halde bu fıkradaki kadından farkımız kalmaz.
Millî birliğini temin etmiş ve hürriyetini her şeyin üstünde tutan bir milleti hiç kimse hükümranlığı altına alamaz. Hele de bu millet Türk milleti olursa. İstiklâl Marşı’mız ne diyor?
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmam; taşarım”
Şimdi... Bugün bize yutturulmaya çalışılan en önemli şey Türkiye’nin yeryüzündeki ülkelerden biri-herhangi biri olduğu. Hâlbuki Türkiye ülkelerden biri değil, bilakis birincisidir. Birileri düzenlerinin devamını bu hakikatin örtülü kalmasına bağlamışlardır. Bize düşen ise, bu hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koymak ve bu oyunu bozmaktır. Türkiye, -dünya bilsin-bilmesin- dünyanın ümidi olan ülkedir. Türkiye Dünya Sistemi’nin kıskacına girmekten kurtulursa dünya kurtulur. Yani Türkiye’nin birliği, dünyanın dirliği demektir.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
***
Hamdi ÖZYEL
Merhabalar,
Takip edenlerin malumudur, İstiklâl Marşı Derneği’nin diline doladığı sözlerden biri de şu: “İhtiyacımız olan milliyetçi bir ekonomi değil millî pazardır. Milliyetçi bir ekonomi ile millî pazar arasındaki tezadı fark edebilmek için kim olduğumuz ve nerede bulunduğumuz hususunda bir zihin berraklığına, bir düşünce açıklığına kavuşmuş olmamız lazım; eğer Goethe’nin bahsini ettiği iki bin beş yüz senelik insanlık tarihini hesaba katmadan yaşayan yani günübirlik yaşayan insanlar değilsek... Demek ki kim olduğumuzu, bulunduğumuz yerin mahiyetini ve bu mahiyeti nasıl kazandığını kavrayabilmek, olmakta olanı görüp yerimizi ve safımızı tespit edebilmek için bu iki bin beş yüz yıllık insanlık tarihinin ne mana ifade ettiğini anlamak zorundayız. Olmakta olan nedir? Olmakta olan, bugüne kadar olmuş olan ne ise odur. Yani Allah’ın iyi dediğini iyi, güzel dediğini güzel, doğru dediğini doğru bilen, varoluşun hakikatinin ve insanın şerefinin hakikat-ı Muhammedi dışında izah edilemeyeceğine iman edip bunu tartışma konusu yapmayanların ısrarı. Nasıl ki İstiklâl Marşı bu ısrarın semeresi ise İstiklâl Marşı Derneği de bu ısrarın vücut bulmuş halidir.
İstiklâl Marşı Derneği’nin mevcudiyeti, millî pazarın tesisi zaruretine doğrudan işaret eder. Zira millet, hayatiyetini ancak ve ancak millî pazardan temin edebilir. Pazar bir şeyin kıymetinin tespit edildiği yerdir. Hâlbuki kapitalist işleyiş bir şeyin kıymetini tespit etmenin ancak beynelmilel şirketlerin uhdesinde olduğunun kabulü esasına dayanır. Bu bağlamda kapitalist münasebetlerin kolaylıkla deveran edeceği bir ortam sağlamak ve onu muhtemel saldırılar karşısında koruma ihtiyacının bir ürünü olarak da milliyetçilik devreye sokulmuştur. Şunu açıklıkla bilmemiz lazım: Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş bütün iktidarları, Türk olmanın mümtaz ve mümeyyiz vasıflarını alaşağı etmek, İslam’ın kendisinin Cahiliyye’nin bir formu olduğu iddiasının geçerlilik kazanmasına imkân sağlamak, Allah’ın kelâmının ve Resulullah’ın kavlinin hükümsüzlüğünü dermeyan edecek bir ortamı temin etmek kaydıyla teşekkül etmiştir. Biz bu çabaların kâffesinin karşısında saf tutmuş yegâne millî organizasyon olarak Allah’tan gayrisini kendimize dost tutmamakta, Allah’tan gayrisini kendine dost tutanı asla dost tutmamakta karar kıldık. Ve buna dayanarak soruyoruz: Siz nede karar kıldınız?
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
Etkileyici bir panel dinlediniz; ben şahsen etkilendim konuşmacılardan. Şimdi, ‘‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu olarak İstiklâl Marşı’’ konusunda ben de birkaç söz edeceğim.
İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip etmiş olduğu “Takvim Hicret’le Başlar, Tarih Takvimle Tarih Olur” paneline hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Takvimi'nin 1441 nüshasının, aynı zamanda...