Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in Ramazan Bayramı Konuşması:
Selamun aleyküm.
Biz buraya gelirken arabayla, sordular dernekten, konuşma tertibatı alalım mı diye. Benim buraya geçip oturmak ve buradan size hitap etmek diye bir fikrim yoktu ama böyle bir teklifle karşılaşınca madem bu teklif edildi dedim, o zaman, madem akla gelmiş böyle bir şey, boşa gitmesin diye kabul ettim teklifi. Yani davete icabet ettim ben. Yani benim burada konuşma yapmamı bir bakıma dernek istedi. Ben de şimdi sihirbaz olmadığım için size şapkamdan tavşan çıkaracak değilim. Ama Ramazan Bayramı dolayısıyla bir konuşma yapmak… Bu bizim, dünyadaki bütün Müslümanların zaafı. “Şimdi siz Müslümanlar” demiş Müslüman olmayan birisi “niye Ramazan Bayramı’nı yapıyorsunuz, neden orucu sevmiyorsunuz?” demiş. “Olur mu, biz çok severiz Ramazan'ı, hoş geldin ya Ramazan diye ilahiler söyleriz” falan filan demiş. “Onu külahıma anlat”, “niye” demiş “oruç bitince bayram yapıyorsunuz?” Bu tabiî, fıkra kısmı. Fakat işin aslı bu değil. İşin aslı, biz bütün insanlığa Ramazan dolayısıyla bir mesaj veriyoruz. Yani Allah’ın külli bir yaratıcı olduğunu, varlığımızı beslendiğimiz şeylere veyahut ebeveynimizin cinsi temasına borçlu olmadığımızı, bizi yaşatanın, doğuranın Allah olduğunu bütün dünyaya haykırmak ve insanları belli bir sınır içine girmeye davet etmek üzere oruç tutuyoruz. Biliyorsunuz gün boyunca oruç tutulur. Yani güneş doğmadan önce sahur yapılır ve güneş battıktan sonra da iftar yapılır. Yani güneş gökteyken biz oruçlu oluruz. Bu oruçlu olma içinde bir şey yemeyiz içmeyiz, cinsi temasta bulunmayız. Yani insanların tabiî hayat dedikleri şey Müslümanlar için önemsiz bir şeydir. Bunu gösteririz oruç tutmakla. Yani tabiî hayatımız yoktur Müslüman olarak bizim. Bu diğer ibadetlerimizde de böyledir. Mesela namaz kılmadan önce abdest alırız. Ne demek abdest almak? Abdeste nasıl başlarız? Önce ağzımıza su veririz sonra burnumuza su veririz sonra yüzümüzü yıkarız sonra dirseklerimize kadar kollarımızı yıkarız sonra başımızı mesh ederiz sonra kulaklarımızın arkasını mesh ederiz, ensemizi mesh ederiz ve ayaklarımızı yıkarız. Bu şu demek: Yani ben bir biyolojik varlık olarak kendimi dünyanın lekelerinden arıttım. Ben artık dünyanın ilişkilerini geride bıraktım. Şimdi, Rabbimle bir iletişime geçeceğim. Peki bu iletişim nedir diye sormak lazım. O da doğrudan doğruya cihattır. Yani mesela çoğunuz, belki hepiniz duymuşsunuzdur, işte öbür dünyada önce namazdan sorulacak diye. Ne demek önce namazdan sorulacak? Yani biz yatıp kalkmayı çok mu önemsiyoruz? Hayır. Bizim namazda oluşumuz kâfirle mücadele halinde oluşumuz demektir. Yani biz bütün hareketlerimizi bir cihat disiplini içinde yaparız. Yani geride bıraktığımız Ramazan ayı eğer dünyadaki Müslümanlar mensup oldukları dini ciddiye alıyor olsalardı bütün dünyada bir değişim rüzgârı esmesi gerekirdi. Böyle bir şey olmadı. İsrail Gazze’deki bombalarını hiç eksiltmedi bütün Ramazan boyunca. Dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlar da kendilerine oynanan oyunu fark etmemiş olmanın cezasını çektiler. Bu yeni bir şey değil.
Şimdi dikkat ettiyseniz biz… 1908 Hıristiyan yılında İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Aslında bu Türk toplumu bakımından bir hezimetti çünkü gene Google’a başvurursanız hemen karşınıza çıkacaktır, 1908 yılı Türk topraklarında Yahudilerin emansipasyon yılıdır. Yani Yahudiler 1908’de Türk ekonomisini ele geçirmişlerdir. O zaman İttihad ve Terakki şuna dikkat ediyordu: “Hiç olmazsa Asya topraklarımızı kaybetmeyelim.” gibi bir düşünceleri vardı ve onun için de birtakım tedbirler almışlardı. Öyle olmadı. Bir millet, milletlerarası münasebetler bakımından dezavantajlı bir durumda ise bilin ki o millet içeriden vurulmuştur. Hiçbir zaman bir millet dış düşmanlar tarafından hezimete uğratılmaz. Her zaman içeriden onu bir vuran vardır ve o dışarıyla uzlaşma halinde o milletin hezimetini sağlar. Türkiye’de de öyle oldu. Bizde işte konuşuluyor ediliyor ama gayrimüslimler dünyada kültürel atmosfere hâkim oldukları için bütün olan biten Türkler aleyhine sonuçlanıyor. Meselâ Çanakkale'de Anzaklar öne çıkıyor, Türkler değil. Yani hâlbuki bu çok önemli bir şeydir. Neden önemli bir şeydir? Çanakkale Savaşlarının gerçekleştiği tarih Hıristiyan takvimine göre 1915'tir. Şimdi bu 1915'ten önceki savaş hangisidir? Balkan Harbi. Balkan Harbi’nin sonunda Bulgarlar Edirne'ye girdiler. Yani Avrupa'da Türklerin Avrupa kıtasından elini ayağını çekmesini isteyen ve bunun için çalışan insanlar hedeflerine ulaşmış oldu bir bakıma. Çanakkale'de beklenmedik bir şey oldu. Ve o güne kadar Avrupa'daki büyük güçler Türklerle yüz yüze gelmediler. Uzun süre meselâ Ruslarla Türkler savaştılar. Rakamları gene ansiklopedilerden veyahut Google'dan bulabilirsiniz. Birçok Osmanlı-Rus savaşı oldu. Pek azını Türkler galibiyetle bitirdi, daha çok Ruslar savaştan istifade ettiler. İngiliz ve Fransızlar artık Türklerin bütün gücünü kaybettiğine inanarak Çanakkale önlerine geldiler. Boğazın önlerine geldiler. Yani onların hesabına göre artık Türklerin pili bitmişti ve ellerini kollarını sallaya sallaya boğazlardan geçip İstanbul'u işgal edeceklerdi -sonra İstanbul gene işgal edildi, o ayrı bir mesele- ve niyetleri İstanbul'u Ruslara bırakmaktı. Fakat böyle olmadı. Beklenmedik bir şekilde Türkler, İngiliz ve Fransız donanmasının çok kıymet verdiği gemileri mayınla batırdılar ve geri çekilmek zorunda kaldı hem İngiliz hem Fransız donanması Çanakkale'den. Ve Winston Churchill'in bir sözü vardır, der ki: "Biz Çanakkale'de Türklerle savaşmadık, Allah'la savaştık." Öyle oldu hakikaten ve ondan sonra bir kara harekâtı yaptılar. Mantıksız bir şey. Yani denizden geçemedikleri yeri karadan geçebileceklerini düşünecek kadar ahmak mıydılar? Hayır değillerdi. Kara harekâtı sonunda -Enver Almanların adamıydı. Almanlar Osmanlı Devleti'ne Osmanlı Devleti demezlerdi, "Enverland" derlerdi- ve işte Anafartalar Kahramanı yarattılar. Hâlbuki Çanakkale Savaşı'nı tarafsız bir gözle inceleyen herkes Mustafa Kemal'in bulunduğu cephede en hafif muharebelerin olduğunu tespit etmiştir. Yani öyle bir kahramanlık yoktur. Onu öyle herkesi gaza getirmek için uyduruyorlar, radyolar televizyonlar bunları söylüyor. İşte "Ben size hücumu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum" falan filan... Bunların hepsi yaratılan Anafartalar kahramanını daha yukarılara taşımak için uydurulmuş şeyler.
Sonra ne oldu? Şu oldu: 28 Ocak 1920 Hıristiyan tarihinde, burada İstanbul’da bir tane Meclis-i Mebusan Caddesi vardır, biliyor musunuz neresidir? Şu anda Mimar Sinan Üniversitesi’nin rektörlük binası, orası Meclis-i Mebusan’dı. Orada 28 Ocak 1920’de Misak-ı Millî beyan edildi ve bu harita (arkasındaki Misak-ı Millî haritasını göstererek) ortaya çıktı. Yani bizim bugün kendi sınırlarımız olarak bildiğimiz alan Misak-ı Millî sınırları değildir. Yani gayrimüslimler Misak-ı Millî’den en fazla taviz veren ekibe Türkiye’nin idaresini devretti. Onlar da yeni bir devletin îcaplarını yerine getirdiler ve öyle bir hayat başladı. 27 yıl sürdü tek parti hayatı ve bu, Avrupa’yı, Amerika’yı memnun etmedi. Neden memnun etmedi? Çünkü yeni yönetim, Cumhuriyet yönetimi halkın eleştirisinden şikayetçiydi. Halk “Bizi gâvur ettiniz. Biz gâvurlarla, gâvurlaşmak için mi savaştık?” diyordu. Çünkü Cumhuriyet’in ilanından sonra bir dizi inkılap oldu, bu inkılapların hepsi, teker teker Türk milleti aleyhine inkılaplardır. Hepsinden millet mutazarrır olmuştur. İşte bu şikâyeti récompensé etmek için tahsil hayatına çok önem verdi Cumhuriyet idaresi. İlk mektepten de öyle mezun oldum, 55 yılında mezun oldum ben ilkokuldan, 50 yılında başladım ilkokula. Ben de ilkokul beşinci sınıfta her dersten imtihana girdim, o sırada işte bu ilkokul imtihanları için öğrencilerin uydurduğu bir söyleyiş vardır: “İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz / beş numara vermezseniz imtihana girmeyiz.” diye. Böyle bir şey uydurmuşlardı. İlk mektebi bitirmek bile çaba isteyen bir şeydi yani öğrenci derste görülen şeyleri öğrenmek mecburiyetindeydi. Şimdi tersi oldu dikkat ettiyseniz, mümkün olduğu kadar geçirin çocukları diyorlar. İlkokulu bitiren birisi yani 5 yıllık eğitim görmüş olan birisi resmi dairelerde odacı olabiliyordu, ortaokulu bitirdiği zaman memur olabiliyordu. Lise mezunları ise lise diploması aldıkları zaman askerliklerini yedek subay olarak yapıyorlardı. Bu tuhaf bir sonuç verdi. Yani bizim okullarımızda liseyi bitirmiş olan öğrenciler Fransa'da, İtalya'da, İspanya'da liseyi bitirmiş öğrencilerle üç aşağı beş yukarı aynı seviyedeydiler. O yüzden bizim çocuklar hep dâhi sanılırdı. Yani bu kadar şeyi nasıl biliyor bu adam diye hayret ederlerdi. Bu, Avrupa'yı ve Amerika'yı rahatsız etti çünkü “Bunlar, sonunda akılları başlarına gelir ve Türkiye'nin düz yola çıkması için tedbirler alırlar, Türkiye'nin yüzünü değiştirirler.” korkusu taşıdılar ve bunu önlemek için, böyle bir tesirin doğmasına meydan vermemek için 1953 yılında tahsil hayatına müdahale ettiler. Liseler dört seneydi, üçe indirdiler ve o sene liseler iki mezun verdi. Hem dördüncü sınıf mezun oldu hem üçüncü sınıf mezun oldu lisede. Ve bu çizgi günümüze kadar devam etti. Sonra biliyorsunuz 1980'den sonra bilhassa her vilayette bir üniversite açmaya başladılar, onların seviyesi hakkında da hepinizin bir fikri vardır herhalde. Yani Türkiye, Türklerin idaresine uzun zamandan beri bırakılmadı. Bu Cumhuriyet'in bir kötülüğü değildir. Bu kötülük Üçüncü Selim saltanatında başlamıştır. Çünkü Üçüncü Selim şahsen kendisi Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletlerinden birine benzemekle kurtulabileceğine inanıyordu ve işte tarih kitaplarında Batılılaşmanın şaha kalktığı zaman diye anılır III. Selim saltanatı. Gerçekten Batılılaşma diye bilinen şey o zaman alevlenmişti.
Türkiye kendi insanlarını hayli zamandır bekliyor ama bu konuda sıhhatli bir yürüyüş söz konusu olduğunda hemen onun önüne birtakım mânialar koyuluyor ve Türkiye bu sıhhatli yürüyüşü terk ediyor. Yani ben kendim mülakatlarda, bazen yazılarımda falan zikrederim: Ben 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldum. 65 yılında da genel seçimler oldu. O genel seçimlerde Türkiye İşçi Partisi'nin en yaygın sloganı neydi biliyor musunuz? "Kula kulluk yetsin artık!" Şimdi delirmemiş herkes kula kulluk reddedildiği zaman ne anlar bundan? Kulluk sadece Allah'adır. Bunu anlar. Yani ben Türkiye İşçi Partisi'ne kaydolurken kula kulluğu reddeden bir anlayışa iltihak ettim. Onun da sıhhatli bir yürüyüş haline gelmesi tehlikesi belirince dünyadaki bütün garip sol eğilimler el ele verdiler ve Türkiye İşçi Partisi'ni yıktılar. Sebebi şuydu: 1968 Nisan'ında Sovyet tankları Prag'a girdi. Alexander Dubček Prag Baharı'nın yaratıcısıydı ve sosyalist yönetimde bir yeni çığır açtı. Ruslar kendi başlattıkları hareketin varacağı noktayı tahammül edilemez saydıkları için kendilerine ceza verdiler. Yani Çekoslovakya'yı durdurdular. İşte bu olay olurken "Aybar Sovyetlere çattı!" Bu, Akşam gazetesinin manşetiydi. Akşam gazetesi o zaman solcu bilinen bir gazeteydi, Çetin Altan da köşe yazısı yazıyordu. Aybar Sovyetlere çatınca tabiî insanların zihninde ne olacak sorusu belirdi. Yani Sovyetler de hasım olunca demek ki başka bir şey yapılacak. Ama bunun zaten fikri zeminini Aybar görüşleriyle hazırlamıştı yani "Güleryüzlü Sosyalizm" ve saire gibi sloganlarla başka bir şey önerdiğini iddia ediyordu Aybar. Ve müthiş bir Aybar aleyhtarlığı başladı. Adam tek başına kaldı, hiç kimse ondan yana olmadı ve böylece o hareket okka altına gitti.
İnsanlar içine girmedikleri için hadiselerin aslına vakıf olmuyorlar. Hadiselerin aslına vakıf olmadıkları için de görüntülere inanmak zorunda kalıyorlar. Yani o yüzden iyi şeyler kötü, kötü şeyler iyiymiş gibi algılanabiliyor Türkiye'de. Dediğim gibi biz kendi halimizi intizama sokmadan dünyaya bir bildirim sunamayız. Yani her halükârda, her Müslümanın, Kur'an-ı Kerim'de defalarca zikredildiği gibi kendini Müslümanların ilki sayması gerekir. Böylece en yakınlarından başlayarak fikirlerini çevresine kabul ettirmesi lazımdır. Bu ne demek? Şimdi aranızda belki ilk defa bu cümleyi işitmiş olanlar olabilir: Rasulullah, akşam kendi evine girerken üzerini yoklar, eğer bir tarafında birkaç metelik kaldıysa onu tasadduk eder, eve tertemiz girerdi. Yani şimdi bunun bugün imkânsız olduğunu biliyoruz ama en azından bunu bilmemiz lazım. Yani biz o adamın ümmetiyiz yani biz başka bir resulün ümmeti değiliz. Musevi değiliz, İsevi değiliz yani.
Bir ümitle başladık İstiklal Marşı Derneği'ne. Yani ümidimiz, İstiklal Marşı Derneği mensupları Türkiye'de bir ocak olabilir fikriydi. Epey zaman geçti ve benim görüşüme göre bu vuku bulmadı. Yani biz böyle insanlarla çalışıyor olamadık. Sebebi de o kadar saklı gizli değil, insanlar bizim işe yarar insanlar olmamızı istemediler ve onların planları realize oldu yani. İşte dost acı söyler derler, ben böyle acı acı söylüyorum.
Tarihe yeniden bakmak lazım. Yani bize tarih diye yutturdukları şey gerçek tarih değildir. Ve tarih akademik olarak yaşadığımız toprakların İslâmlaşması, Osmanlı Devleti’nin hangi ritimde hayatını devam ettirdiği konusunda suskundur. Bugün bilgisayarda Gaza Beylikleri yazdığınız zaman karşınıza İstiklâl Marşı Derneği çıkıyor. Çünkü bizden başka bunu konu eden yok. Ve Gaza Beylikleri de incelenmeyen konulardan birisi. Yani biz bu toprakların nasıl olup da Bizans toprakları olmaktan çıkıp Dar’ül-İslâm haline geldiği meselesini tarihi gerçeklerle bilmiyoruz. Yani olmuş, olmuş bitmiş diye biliyoruz ve o yüzden de Türk düşmanları, Türkiye düşmanları planlarını çok kolaylıkla kuvveden fiile geçirebiliyorlar. Bugün hiçbir şey Türkiye’de göründüğü gibi değil. Türkiye’de ciddi bir İslam karşıtlığı var ve hepiniz günlük hayatınızda bunu müşahede edebilirsiniz. Yani öyle insanlar göğüslerini kabarta kabarta Müslüman olduklarını söyleyemiyorlar Türkiye’de. Her ne kadar “AKP iktidarı” olsa da yani. Bazı şeyleri çünkü gizliyorlar bizden. Mesela Türkiye’de Cizvitlerin ne zamandan beri faaliyet gösterdikleri, hangi kurumlarda meseleye el attıklarını falan filan bilmiyoruz. Halkımızın hadiselere bakışındaki çarpıklıkları hiç bilmiyoruz. Bir şey olacak mı onu da ben bilmiyorum yani.
Şimdi bir adamın devesinin dizinde yaralar varmış. Hz. Ebubekir devenin sahibine sormuş: “Bu yaralar hakkında ne yapıyorsun?” “Dua ediyorum” demiş. O zaman Hz. Ebubekir demiş ki: “Duana biraz katran karıştır.” Yani şüphesiz hepinizin bildiği bir hadis-i şerif vardır: İşte bir kötülükle karşılaştığımız zaman ona elimizle müdahale ederiz, gücümüz elimizle müdahale etmeye yetmiyorsa dilimizle müdahale ederiz, işte en sonunda kalben buğz ederiz, bu da imanların en zayıfıdır denir hadis-i şerifte. Yani biz en zayıfını en muazzam bir şey gibi biliyoruz ve orada demirlemiş durumdayız. Bu kadar konuştuğum yeter, hepinizin bayramını tebrik ederim.
2 Şevval 1445, İstanbul
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in Üç Mesele ve Zor Zamanda Konuşmak kitapları bir arada ve yeni uzun bir dibace ile“ÜÇ ZOR MESELE” adıyla neşredildi.
"MUVAKKİTİN GÖZYAŞLARI" risalesi aynı adlı sergimizin açılışında temin edilebilecektir.
İstiklâl Marşı Derneği Şubelerinin Olağan Genel Kurulları Şube Merkezlerinde yapılacaktır.
İstiklal Takvimini şubelerimizden ve TİYO Yayıncılık'tan temin edebilirsiniz.
Hıristiyan takvimine göre 1942 yılında bağımsız kelimesi müstakil kelimesi yerine teklif edilince Refik Halid "Bağımsız denilince göz önüne ipini koparmış yahut henüz ipi takılmış haşarı bir at veya keçi geliyor." demişti.
Derneğimizin 6. Olağan Genel Kurulu 28 Şevval 1443 Pazar günü (29 Mayıs) İstanbul Şubemizde yapıldı.