Toplumun dertleri üzerine eğilmiş ve yoksulların ızdıraplarını dile getirmişti. Çanakkale Savaşlarından kaynaklanan şiirleri ise, vatan ve iman ruhu ile doludur. Mehmet Âkif’in eserlerinin çoğu, uzun manzumelerden oluşur. Edebiyat uzmanları bunları başarılı birer nazım örneği olarak gösterirler.
Ünlü edip Süleyman Nazif, Mehmet Âkif’in arş-ı âlâ'dan ilham aldığını söyler.
Şahlanan bir kalem, milletini dimdik tutan bir şair. İşte Âkifin tarifi budur. O, inanmasını bilen bir insan olarak da tarif edilebilir.
Âkif şiir sanatını cemiyet için kullanan kişilerdendir. Âkif edebiyatımıza ve edebiyat tarihimize ve gelecek kuşaklara hiçbir şey vermemiş olsaydı bile, "Çanakkale Şehitleri" ile "İstiklâl Marşı” onu ölümsüzleştirmeye yeterdi.
İsmail Habip ki, Mehmet Âkif’i taparcasına seven bir edebiyat tarihçisidir, ona göre iki Âkif vardır. Biri "vâiz olan", öteki "biz olan". İmparatorluk döneminde birinci Âkif önde, ikincisi biraz arkadaydı.
İstiklâl Marşı ile ikinci Âkif öne geçti. İstiklal Marşı, o günlerde ne yalnız bir marş, ne yalnız bir güfte ve ne yalnız bir şiirdi. Her şeyin üstünde imanın nurunu dalgalandıran bir bayraktı.
…
Mehmet Âkif, millî kurtuluşumuzun mücadelesine katılmak üzere Anadolu'ya geçmeden önce, Edebiyat Fakültesinde profesördü. Anadolu'ya geçtikten sonraki ve Burdur milletvekilliği sırasında hizmeti -adeta Türk'ün şahnâmesi olan- İstiklâl Marşı'nı yazmış olması değildir. O, Kurtuluş Savaşı’nda camilerde toplanan ahaliye vatan müdafaasını ve İstiklâl davasını aşılayan bir hatip de olmuştur. Mabetlerdeki bu tür vâizler, doğrudan doğruya halkın kalbine hitabeden, en etkin propagandalardır. Âkif büyük bir din adamı olarak, bunu bildiği için, Müslümanlara hitabında bu yolu seçmiştir. Kara günlerde büyük vâizler ve hatipler bir ordunun manevî kumandanları gibidirler. Silahları, süngüleri yoktur ama beyinleriyle, dilleriyle kalpleri fethederler. Kurtuluş Savaşı’nın cephe gerisindeki metanetini bu gibi vâizler ve hatipler sağlamıştır. Âkif’in, bu dönemde, bilinen hizmetlerinin biri de budur.
Ünlü Türk hatibi Hamdullah Suphi (Tanrıöver) o yıllarda, Ankara hükümetinin Maarif Vekili idi.
Türkler için bir millî marş lazımdı. Türk kahramanlığını, hamasetini ruhlarda titretebilecek, Millî Mücadele içerisinde Türk ruhunu şahlandıracak bir marş... Bunun bir müsabaka ile tesbiti düşünüldü. Kazanan güfteye mükâfat verilecekti.
Millî marş için 724 başvuru yapıldı! Bunlardan ancak yedi tanesi, şöyle böyle, marş olmaya yakın, fakat zayıf nitelikte idi.
Millî marş yarışmasına Parlamento’da Burdur Milletvekili olan Mehmet Âkif katılmamıştı. Sebebi, kazanacak şiire para mükâfatı verilmesinden kaynaklanmaktaydı.[1] Para karşılığında şiir yazılması, Mehmet Âkif’in gönül asaletine yakışmıyordu.
Dönemin Millî Eğitim Bakanı ve yarışmayı yöneten Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Âkif’e bir mektupla müracaat etti. Âkif, karşılığı olmadan, bu şiiri yazmayı üstlendi. Ankara'da oturduğu Tacettin Dergahı'na çekildi. Ruhunun derinliklerinden gelen heyecanla ilhamlarını perçinledi. Kalpleri şahlandıran bir uzun şiirle mücadele ruhunu yaşattı. Sonunda bu ilahi destanı Hamdullah Suphi'ye verdi. Milli Eğitim Bakanı şiir okumaktaki üstadlığı ile bilinen ve Atatürk'ün tabiriyle bülbül sesi ile, Âkif’in şiirini, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden bir vecd içerisinde okudu. Dinleyenlerin kalp atışları, yankı yapar gibi herkesi heyecandan heyecana sürükledi ve titretti.
Bu güfte üzerine, Mecliste 12 milletvekili konuşma yaptı. 11 milletvekili, yazılı tekliflerde bulundular. Muhalefet edenlerin başında – bugün Ankara'da Kavaklıdere semtinde adı bir sokağa verilen – Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey vardı. Kütahya milletvekili Besim Atalay da bir başka açıdan, Mehmet Âkif’in şiirinin millî marş olmasına karşı çıktı ve "Sipariş üzerine marş yapılmaz." dedi. Çankırı Milletvekili Hacı Tevfik ise, Âkif’in bu şiirinin kürsüye nasıl çıktığına hayret ediyordu; ama yine de Âkif’i tutuyordu.
Sonunda 12 Mart 1337 (1921) tarihinde oy çoğunluğu ile bugünkü İstiklâl Marşı Meclis kararı ile kabul edildi.
İstiklâl Marşı’nın dört bestesi yapıldı. Bugünkü hızlandırılmış şekli Osman Zeki Üngör'e aittir. 1930'lardan bu yana söylenen İstiklâl Marşı Zeki Üngör'ün bestesidir. Ondan önce, Ali Rıfat Bey'in marşı söylenirdi, Ali Rıfat Çağatay'dan başka İstiklâl Marşımız Ahmet Yekta Bey tarafından da bestelenmiştir. Hatta Türk Musikisi tarihinde en çok beste yapan Saadettin Kaynak (1895-1961) bile, İstiklâl Marşı’nı besteleyenler arasındaydı.
1921 Mart ayının 12. günü Parlamento’da bazı milletvekilleri tarafından yapılan tenkitlerden bugüne kadar İstiklâl Marşı hakkında değişik görüşler belirtildi. Bugün de zaman zaman eleştiriler yapılmaktadır. Marşın meclis tarafından kabulünden itibaren yapılan eleştirilerin ağırlığı güfteden ziyade besteye yöneliktir.
İlk eleştiri Trabzon'dandı. Bu şehirde yayınlanan İstikbal gazetesinin 1337 (1921) yılı Nisan ayı sayılarında, İstiklâl Marşı ilk defa tartışma konusu oldu. Tartışanlar edebi kültürleri olan Mehmed Edip ile Mehmet Murat (Uraz) Beyler arasında yapıldı.
Mehmed Edip Bey, İstiklâl Marşı güftesi için "Milli Marş olamaz, ancak bir şiirdir." diyor ve:
“Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal,
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal?”
beytini, bir marşa yakıştırmıyordu. "İstiklâl Marşı, bir şiir gibi okunurken bile, herkesin içinde öne atılmak, vezinli bir yürüyüşle ilerlemek hisleri uyansın." istiyordu. Mehmed Edip Bey, İstiklal Marşının aruz ile yazılmasına da karşıydı. "...Türk'ün İstiklâl Marşı, bütün ensacına varıncaya kadar, Türk olmalıdır. Âkif Bey ise, bunu takdir etmeyerek marşını yabancı bir nesiç üzerine işlemiştir. Bari aruz içinde, böyle sakat bir vezin intihap etmeseydi!" diyor ve ekliyordu: "Aruz vezni tabiî değildir. Sırf ahenk için yapılmış cebrî bir vezindir." Mehmet Edip Bey’in makalesi şöyle bitiyordu: "Âkif Bey’in marşına güzel bir şiir demekten başka sözüm yok."
Mehmet Murat Bey de:
"…Âkif Bey’in marşının bugünkü ruh-u millîyi, en gür ve en derin bir his ve hayal ile teşrih ettiğini iddia edemem." diyordu. Fakat hemen ekliyordu: "Bugünün şairleri fevkinde milleti anlayan yegâne şairin Âkif Bey olduğunu inkâr edemem."
Meclisteki tenkitlerin unutulduğu bir dönemde basın yoluyla şiddetli eleştiriyi 1927-1928 yıllarında Aka Gündüz yaptı. Aka Gündüz İttihat ve Terakki döneminin genç hatibi, Milli Mücadele yıllarının da millî romancısı ve fıkra yazarıydı. Daha sonra Ankara Milletvekili oldu. Onun ilk tenkidi Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlandı. Daha sonra Hayat mecmuasında bu eleştiri güçlendirildi. Aka Gündüz, marşın okunuşuna hücum ediyordu. Özetle marşlarımızı, mektep şarkılarını musiki skandalından kurtarmak zorundayız diyordu. Sonunda "...Bugünkü İstiklâl Marşı, bir İstiklâl Marşı değildir. Basit bir hamâsiyat... türküsüdür. Üç metre boyunda mısralarla teganni edilecek İstiklâl Marşı, arzın beş kıtasında aransa, bulunmaz..." diyordu.
Bu tenkidi Çankırı Milletvekili Ahmet Talat daha da ileri götürdü. "Mehmet Âkif'in şiiri asla besteye gelmez. O halde bize lazım olan, yalnız İstiklâl değil, İstiklâl mefhumunu da ifade eden bir millî marşdır." diyordu.
Ahmet Talat Bey’in Hayat mecmuasındaki bu tenkidi üzerine, aynı konu 12 Nisan 1928 tarihli 70 no.lu nüshada "Millî Marş. İstiklâl Marşı münakaşasına devam edildi. Nuri Refet Bey ‘...Bizim maateessüf daha istikrar etmiş bir millî marşımız yoktur..." iddiasında bulundu. Âkif’in bu şiirindeki uzunluğu mahzurlu bulanlar vardı. Fakat Nuri Refet Bey, bunu bir mahzur olarak görmüyor. "Her şeyden evvel beste lazımdır. İnsana asıl tesir eden kelimeler değil, bestedir... Güfteden duygulanan yalnız dimağdır. Bu açıdan Mehmet Âkif’in güftesi kuvvetlidir." diyordu ama hemen şunları ekliyordu: "...Şiirdeki derin duygular, ifadeler var. Ancak bu güftenin bazı kısımlarını tâdil etmek şartıyla, aynen ipkasında mahzur yoktur."
Millî marş meselesi 1934 yılında tekrar gündeme geldi. Uzun yıllar Almanya'da ticaretle meşgul olan ve aynı zamanda eski bir edebiyat mensubu bulunan M. Nermi Bey şöyle söylüyordu: "... Marş, namlu parıltısı gibi olmalı! Temiz, erkek ve kahraman sesle okunmalı..."
M. Nermi, İstiklâl Marşı’nın okunuşundan yakınmaktaydı.
1940'larda İstiklâl Marşı yine gündeme geldi. Marşın değiştirilmesine yönelik yayınlar yapıldı. Sabiha Zekeriya Sertel bu konunun başını çekiyor, Eşref Edip, Yeni Sabah Gazetesinin 10 Haziran 1940 tarihli sayısında, onu cevaplıyordu.
İstiklâl Marşı konusu daha sonraki yıllarda da basınınızda yer almış, ağır temposundan şikâyet edilmiştir. Bir millî marş olmaktan ziyade, kendi başına bir oratorio girişi ihtişamını ve güzelliğini taşıdığı belirtilmiştir. 1950'lerden sonra, aynı konu, 12 Eylül 1980 olaylarını izleyen yılda da gündeme getirilmiştir. Bazı eğitimcilerimize göre; "Ulusal marşımız için, ele güne karşı coşkun ve başarılı biçimde söyleyebileceğimiz yeni bir beste gereklidir. Acaba İstiklâl Marşımız kamuoyunda, zaman aşımına uğramış ve yıpranmış mıdır? Önce bunun bilincine varmalıyız. Bir istihkâm yüzbaşısının yaptığı Fransızların milli marşı, 200 seneye yakın hâlâ ayaktadır.
Konu, Atatürk'ün sofrasında geçmişti. Emekli Büyükelçi Ruşen Eşref Unaydın (1892-1959), daha Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemal'i tanımış, onunla röportaj yapmıştı. İstiklâl Savaşı’ndan ve Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk'ün mahiyetinde görev aldı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri oldu, aynı zamanda milletvekili idi. Aşağıda anlatacağım konu, merhum Ruşen Eşref Ünaydın'dan bir çayhanede Refik Halit Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Kemal Salih Sel, Hüseyin Avni Şanda huzurunda dinlenilmiştir.
Çankaya'da bir akşam yemeği sırasında konu Mehmet Âkif’e ve İstiklâl Marşı’na kaydırılmış. Mehmet Âkif’in şapka giymemek için yurdu terk ettiği, İstiklâl Marşı gibi millete heyecan veren bir şaheseri yazmış olan şairin Müslümanlığı şekilde aradığı üzerinde durulmuş. Sofrada bulunan milletvekillerinden biri, aklınca Mehmet Âkif’i mânen cezalandırmak için, İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesini Mustafa Kemal'e teklif etmiş! Atatürk şu karşılığı vermiş:
-İstiklâl Marşı, Büyük Millet Meclisinin kararı ile kabul edilmiştir. Onu, ben değil, ancak Meclis değiştirebilir.
Rahmetli Ruşen Eşref’in yorumuna göre, Atatürk'ün bu cevabı hem demokrasiye olan eğilimini, hem İstiklâl Marşı’na karşı olan beğenisini ve sevgisini göstermesi bakımından ilginçtir. Yoksa Atatürk isteseydi, o sırada, İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesi işten bile değildi.
Kurtuluş Savaşı yıllarının ünlü vâizi, o günlerde vatan savunmasında cephe gerisinde ruh birliğini pekiştirmiş, İstiklâl Marşı'nı yazmak gibi, şerefli ve göğüs kabartıcı bir hizmette bulunmuştu. Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, hükumetin laiklik prensibine eğilimi, yeni ve uygar düşüncelerin eski görüşlerin yerini alması gibi inkılap hareketleri karşısında, inkılapçılarla Mehmet Âkif’in yolları ayrıldı. Onun yolu, kendisini yurttan kopartıp Mısır'a kadar götürdü. 1926'dan 1936 yılına kadar, on yıl gurbet hayatı yaşadı.
Ne var ki "Bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş.” atasözü şairimizi tepeden tırnağa sarmıştır. Kahire'de kendisine verilen Türk Edebiyatı profesörlüğüyle, Mısırlılara kültüründen nimetler vermiştir. Ama havasıyla bağdaşamamış, yakalandığı sıtma ve karaciğer hastalığı siroza dönüşünce gözünde vatan tütmüştür. Vatanında ölmek ve gömülmek ister. Bu ilâhî dileğini Mısır'dan şu beyitle açıklar:
Çöz de artık, yükümün kördüğüm olmuş bağını; Bana çok görme ilâhî, bir avuç toprağını.
Mehmet Âkif’in, Mısır'da hastalığı ilerleyince, gözlerini ana vatan topraklarında kapatmak üzere İstanbul'a dönüşü 1936 yılının Haziran ayına rastlar. Mehmet Âkif bu seyahati vapurla yapmıştır. Çanakkale'den geçerken güverteye çıkıp Çanakkale şehitliklerini seyretmiştir. Vapurun İstanbul'a girerken, ilk minaresinin görünüşünde, Mehmet Âkif’in ağladığı kendisine refakat edenler tarafından söylenmiştir.
O günlerde Atatürk İstanbul'da ve Florya deniz köşkündedir. Sohbetlerinde, akşam sofrasında zaman zaman gazeteci milletvekillerini de bulundurmaktadır. Basınımıza ve basın örgütlerine uzun süre hizmet vermiş olan Hakkı Tarık Us da bir akşam bu davetliler arasında hazır bulunmuştur.
Atatürk'ün sohbetlerinde daha çok günün konuları konuşulur. Aktüel olduğu için yıllardan sonra Mehmet Âkif’in hasta olarak Mısır'dan yurda dönmesi ve hastahaneye yatırılması üzerinde konuşmalar yapılır.[2]
Kur’an'ın Türkçeye çevrilmesi için Diyanet İşleri'nin vaktiyle Mehmet Âkif’i görevlendirdiği, onun, yeni harflerin kabulü üzerine bu harflerle Kuran'ın bastırılmaması için tercümesini vermediği, şapka giymemek için yurdu terk ederek Mısır'a gittiği gibi konular, konuşmaların ana hatlarını oluşturur.
Taha Toros, Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre, İsis Yayınları, Şubat 1998
[1] O günlerde vatanî şiirleriyle parlayan bir genç şair vardı: Kemalettin Kâni (Kamu). Bu genç şair de şiirini aynı nedenlerle geri aldı.
[2] Mithat Cemal’in Mehmet Akif adlı eserinin I. cildinde s. 230-233’de yer alan bu konudaki olayları, gerek Ankara gerek İstanbul’daki sohbetlerimiz sırasında, Hakkı Tarık Us’a sormuş, daha ayrıntılı bilgi istemiştik. Her defasında aynı konuyu, aynı üslup içerisinde anlatmıştı.
İstiklal Marşı dünyadaki milli marşların ekserilerinin aksine, sade bir üsluptan ve slogan halindeki deyişlerden çok dantel üsluplu bir felsefeyi aksettirir.
Yirmi beş yaşında gençlerimiz münşîyi, vak'a nüvis ve divan şairini şöyle bir tarafa bırakalım, İstiklâl Marşını okurken...
O senenin başlarında bir hadise olmuştur. Mehmet Âkif’in “İstiklâl Marşı” beğenilmiyor ve yerine bir “Millî Marş” yazdırılmak isteniyordu. Hattâ Ulus gazetesi bu iş için bir de müsabaka açmıştı.
Üniversite talebesi geçenlerde ölümünün yıldönümü münasebetile İstiklâl marşı şairi Mehmed Akifin mezarını ziyaret etmiş. Gençler, bu mezarın bir toprak yığınından ibaret olduğunu görerek müteessir olmuşlar; onun mezarına bir taş dikmeğe karar vermişler ve bunun için de bir broşür çıkarmışlardır...
Millî Türk talebe birliği gençliğinin millî marşlarımızı öğrenmesini temin için Halkevi ve Konservatuvarla temas ederek...
Mehmed Akif'i karlı bir kış günü, 26 Aralık 1936'da sessiz sadasız toprağa vermiştik. Bugün onu, ölümünün 16'ncı yıldönümünde her zamanki gibi hürmetle anıyoruz.
…Anadolu alevler içindeydi. Camilerde diri diri insanlar yakılıyordu.