Genel Başkanımız İsmet Özel’in Konuşması:
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik. Adını da “Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz, İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar” koyduk. Bu hem bir beyan, hem bir ümit, hem bir talimat. Bir şeyin neliği hakkında bir bilgi veriyoruz, bir şeyin nasıl olması hakkında bir ümit dile getiriyoruz ve aynı zamanda da o şeyin öyle yapılması gerektiği hakkında da bir ikazda bulunuyoruz. Anayasa’dan İstiklâl Marşı çıkmaz ama İstiklâl Marşı’ndan bir Anayasa çıkar. Şimdi bu ifadeyi ciddiye mi alalım, yoksa bunu söyleyenlerle alay mı edelim? Müslüman isek alay edemeyiz. Çünkü İslâm’da alay etmek haramdır. Çünkü alay etmek hilkate razı olmamanın belirtisidir. Ama bu ifadeyi dile getirmekle çok esaslı bir şeyi söylemiş olabilirsiniz veyahut bunu söylediğiniz için gülünç duruma düşmüş olabilirsiniz. “Senin etin ne, budun ne? Anayasa’dan İstiklâl Marşı çıkmaz diyorsun. İstiklâl Marşı’nı Anayasa’ya sen mi soktun ki çıkmaz diyorsun? İstiklâl Marşı’nı Anayasa’dan birileri çıkaracaksa İstiklâl Marşı Derneği olarak buna mani olacak fiilî gücü elinde bulunduruyor musun?” Bu soruya müspet cevap vermek hemen hemen imkânsız. “İstiklâl Marşı’ndan bir Anayasa çıkarma bahis konusu olduğunda da sen İstiklâl Marşı Derneği olarak böyle bir hâsılayı elde edecek hazırlığı tamamladın mı? Böyle bir hazırlığın var mı?” Bu da çok zor cevap verilecek bir soru. Yani biz burada ya fantastik, böyle birilerinin oyuncak olsun diye kendilerine meşguliyet olarak seçtikleri işleri konuşacağız veyahut sadece Türkiye’nin değil insanlığın da geleceğine matuf bir hadiseyi ele alacağız. Bu ikisinden biri olacak. Hangisi olacak?
Geçen toplantımızda gene bu salonda demiştim ki, “Anayasa’yla ilgili meselelerin konuşulduğu bu toplantıda sadece konuşanlar değil siz dinleyenler de mesuliyet altındasınız. Bir şeyleri işitmiş olmaktan dolayı, bir şeylerin size ulaştırılmış olmasından dolayı sizin de artık bir sorumluluğunuz var.” Bugün bir basamak daha yukarıya çıkıyorum. Biz ne isek, dünyanın alacağı şekil de ona birebir merbuttur. Biz şu anda ne isek dünyanın bundan sonra alacağı şekil de birebir bizim bugünkü halimizle irtibatlıdır. Defalarca, yıllarca söyledik. İstiklâl Marşı sadece 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hazırlanan ve 1982 yılında halk oylamasıyla resmiyete kavuşan Anayasa’da zikrediliyor. İstiklâl Marşı’nın bu milletin millî marşı olduğu ilk defa 1982 Anayasası’nda zikrediliyor. Daha önce bu hadise bir anayasa konusu değil. 1961 Anayasası’nda yok, 1924 Anayasası’nda yok, 1921 Anayasası’nda yok. Gene yıllarca ben şunu belirttim ki 1982 Anayasası’nda İstiklâl Marşı’nın zikredilmesinin bir tek açıklaması olabilir: İstiklâl Marşı’nda dile getirilen şeylerin mevcudiyetinin ortadan kalkması tehlikesi barizdir. Eğer böyle bir tehlike gündeme gelmemiş olsaydı hiç kimse önceki Anayasalarda olduğu gibi İstiklâl Marşı’nı Anayasa’da zikretmeyecekti. Ama Türkiye gözle görülür, kimsenin inkâr edemeyeceği üç askerî müdahale yaşadı. Buradaki askerî lâfını da çok düşündürücü buluyorum ben şahsen. Askerî miydi, değil miydi, o da konuşulabilinecek bir şeydir. Ama bunların her biri İstiklâl Marşı’nın doğmasına sebep olan ruhu öldürmek üzere yapılmış müdahalelerdi. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980; İstiklâl Marşı’yla ifadesine kavuşan ruhun canlılığına son vermek için ne yapıldıysa yapıldı. Bugün de geldiğimiz yer, İstiklâl Marşı’nın Anayasa’dan çıkarılmasıyla beraber dünya ölçüsünde sermaye hâkimiyetinin teminatı senede bağlanmış olacaktır. Eğer Türkiye’de yapılacak yeni anayasada İstiklâl Marşı zikredilmeyecekse bundan anlayacağımız tek şey globalizm adını verdiğimiz siyasî, iktisadî ve sosyal düzenlemenin dünya ölçüsünde önünde hiçbir mânia kalmadığına dair bir belirlilik doğacak demektir. Eğer İstiklâl Marşı bundan sonra Türkiye’de hazırlanacağı söylenen anayasada zikredilmeyecekse bilin ki 4. Dünya Savaşı, 1. 2. 3. Dünya Savaşlarının galiplerinin zaferi olacaktır.
Türkiye adı konulmuş olan iki Dünya Savaşı yaşadı. Bunlardan bir tanesi -biz ona Seferberlik dedik- sadece Türk milletinin seferberliğiydi. Tarihten silinmemek üzere Türk milleti seferber oldu. Başarıya erdi mi? Hayır! Türk milleti Seferberliğin sonunda tarihten silinmeme başarısını gösteremedi, tarihten silinmeye namzet olarak savaştan çıktı. Fakat İstiklâl Marşı’nın yazılması ve akabinde Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanmış olmamız Türk milletini tarihten silmeye kararlı olanların her dediğinin olmayacağını gösterdi dünyaya. Eğer İstiklâl Marşı yazılmamış olsaydı ve Türkler Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanmamış olsalardı daha o zamandan bugün elde edilmek istenen sonuç doğacaktı. Bugün globalizm dedikleri şey var ya, o zaman halledilmiş olacaktı. Ama Türkler bu her şeye, dünya hayatının her veçhesine el koymuş olan kuvvetlerin borusunun her yerde ötmeyeceğini dünyaya gösterdiler. En azıdan 780.000 km kare -o zaman Hatay sınırlarımız içinde değildi biraz daha eksik bir rakamı vermek lâzım ama netice itibariyle 780.000 km kare- üzerinde dünya hâkimlerinin hâkimiyetlerinin geçerli olmadığı ilân edildi. Burada Türkler sözlerini geçirebilirlerdi. Tabii Türk kelimesi o zaman telâffuz edilemiyordu. Bunun da izahını defalarca yaptım, tekrar edeyim: İstiklâl Marşı’nda Türk kelimesi geçmiyor. Çünkü Mekke ve Medine’yi elinde tutamayan insanlar kendilerini Türk olarak adlandırmaktan imtina ediyorlar, hicap ediyorlar. Çünkü Türk olsalardı Mekke ve Medine’yi vermeyeceklerdi. Onun için İstiklâl Marşı’nda “millet” kelimesi geçiyor ama Türk yok. Şimdi bu bir bütündür. Yani şu gün evinizdeki buzdolabını, evinizin önündeki otomobili, girdiğiz devre mülk taksitlerini doğrudan doğruya ilgilendiren bir hadisedir bu. İstiklâl Marşı’nın yazılmasıyla başlayan hayat kademe kademe, adım adım bu milletin elinden alındı ve bu milletin kendi hayatını, kendi hayat imkânlarını kullanması merhale merhale yok edildi. Bunu bilmemiz lâzım. Onun için bizim, İstiklâl Marşı’nın Anayasa’dan çıkmasına mani olmak suretiyle dünyada mutlak bir sermaye hâkimiyetinin geçerli olmadığını gösterecek bir pozisyonu benimsememiz lâzım. Bu pozisyonu benimsememiz kâfidir. Bunun üzerine ekstra bir şey yapmamız mümkündür ama zarurî değildir. Yani biz duamızı “şerrin mâniayla karşılaşması, hayrın önünün açılması” yolunda yapacak keyfiyeti tutturabilirsek ondan sonrasını zaten melekler yapar. Biz yeter ki o duayı yapabilecek seviyede olalım.
Anayasa’dan İstiklâl Marşı çıkmaz. Çıktığı taktirde esaret zincirini bir mücevher gibi boynumuza takmış olacağız. Onun da mücevher olduğunu iddia edeceğiz zaten. Bugün Türkiye de 150’nin üzerinde üniversite var. Toplamının akademik seviyesi Türkiye’de bir tek İstanbul Üniversitesi varken sahip olunan akademik seviyenin 20’de 1’i bile değil. Türkiye’de zamanında bir tek İstanbul Üniversitesi vardı. Onun varlığı sırasındaki –Dârülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçildi- akademik seviye şu anda 150 üniversitede 20’de 1’lik seviyede bile değil. Bu neden böyle? Çünkü o zaman bir şeye yetişmek için uğraşıyordu insanlar. Şimdi ise bir şeyden mahrum olmamak için üniversiteler çalışıyor. O zaman kâfirlerle baş edebilecek bir imkânı ele geçirmek için çalışıyorlardı insanlar. Şimdi ise kâfirlerin kendilerine sunduklarından mahrum olmamaya çalışıyorlar. Onun için bu ikisi arasında korkunç bir fark var. Mehmet Akif, İstiklâl Marşımızın altında imzası olan zat Dârülfünun’da ders verirken daha ilk dersinde talebelere, “Ne burası Dârülfünun’dur, ne ben Dârülfünun hocasıyım, ne de siz Dârülfünun talebesisiniz. Bunu bilin, böyle başlayalım derse.” demiş. Yani burada söylediği şey şu: Bu isme lâyık -fenler kapısı- bir şey yok. Dârülfünun falan daha yok diyor, olacağı ümit edilerek. Çünkü Osmanlı Batılılaşması dâhilinde Avrupa’da olan eğitim kurumlarına paralel eğitim kurumları ihdas ediliyor Türkiye’de ve bunlara da “dâr”la başlayan isimler veriliyor. Meselâ tiyatro tahsili için Dârülbedayi kuruluyor. Daha sonradan konservatuvar adını alacak olan müzik okulu için Dârülelhan… Buna benzer birçok eğitim kurumu var.
“Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz” dediğimiz zaman İstiklâl Marşı metniyle beraber bize gösterilen hedeften vazgeçmediğimizi ilân etmiş oluyoruz. “İstiklâl Marşı’nın Anayasa’dan çıkmasında bir mahzur yok.” diyen herkes Türkiye’nin bir birim olarak, bir ülke olarak varlığından vazgeçmiş demektir. İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedefleri hedef saymamak Türkiye'yi bir ülke olarak kabul etmemek demektir. İstiklâl Marşı 1921 yılının Şubat ayında TBMM tarafından millî marş olarak kabul edildi. Bu bazılarına göre basit bir idarî boşluğu doldurmak üzere yapılmış bir şey sayılıyordu, nitekim bu gayeyle o yarışmayı açtılar. TBMM bir devlet gibi hareket ediyor; yabancı temsilcilikleri var, sporcular uluslararası müsabakalara katılıyor. Orada millî marş yok. Hatta birtakım hadiseler yaşandığı rivayet edilir. Meselâ bir keresinde spor müsabakasında “Hamsiyi koydum tavaya” türküsü söylenince insanlar da Türklerin millî marşı böyle sanmışlar. Bazılarına göre İstiklâl Marşı gerçekten bu boşluğu doldurmak için… Merakınız varsa bakmışsınızdır, bu yarışmaya katılan ve finale kalan İstiklâl Marşı adayı metinlerin hepsi çok acınacak durumda metinlerdir.
Nakletmek istediğim husus şu: İstiklâl Marşı Türk milletinin geleceğinin karartılamayacağı konusunda hem bir vaat, hem bir teçhizat, hatta mühimmat olarak düşünülmüştür. İstiklâl Marşı’nın varlığı bir milletin gelecek başarılarının çerçevesi çizilmek için doğmuş bir şeydir. Yani ne edebî bir başarı gözetilmiştir, ne de siyasî bir gösteriş bahis konusudur. Bunu anlamayanların İstiklâl Marşı metnine itirazları ve eleştirileri vardır. Bunu anlamadıkları için, “Böyle marş mı olur?” derler. O yüzden İstiklâl Marşı halen bizim üzerinde düşünüp karşı karşıya kaldığımız meselelerin nasıl hal yoluna sokulabileceği, bize askıntı olmuş, musallat olmuş belâların da nasıl defedileceğine dair gözle görülebilir, elle tutulabilir imkânlar bahşeden bir metindir. Bu yüzden de İstiklâl Marşı’ndan bir Anayasa çıkabilir. Bu Anayasa dünyada anayasacılık dediğimiz şeyin çizgisini takip etmek zorunda da değildir. Yani Fransız Anayasası, Alman Anayasası, İsveç Anayasası, Hindistan Anayasası, Güney Afrika Birliği Anayasası nasıl şekillenmişse Türk Anayasası da böyle bir usulü takip etsin demek zorunda değiliz. Çünkü bizim elimizde İstiklâl Marşı var. Yani biz İstiklâl Marşı’nın ideolojisiyle İstiklâl Harbi’ni kazanmış bir milletiz. Bu fevkalâde önemli bir şeydir. Biz sahip çıktığımız davanın galebe çalması için, o davanın hak ettiği yeri elde edebilmesi için fedakârlık yapan insanlar değiliz Türkler olarak. Biz öyle şeyler yaptık ve yapma durumundayız ki bu göz koyduğumuz şeyin yerine göz konabilecek başka bir şey olmaması şartına bağlıdır. İstiklâl Marşı’nda diyor ki, “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” Günlük dili kullandığımız kafayla bu meseleyi anlamaya çalışırsak, “Böyle saçma bir şey olur mu? Canın olmayacak, sevgilin olmayacak, bütün varın da elinden gidecek. Sen zaten o vatanda olmayacaksın.” Demek ki biz Türkler öyle bir şeye gözümüzü dikmişiz ki onun için veremeyeceğimiz şeyler yok. “Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı” Yani senin ortaya çıkman için birileri öyle şeyler yaptılar ki, sen en azından onların yaptıklarına ihanet etme, en azından. İnsanlar neden şehit olur? Canlarından geçiyorlar, değil mi? Bunun bir mantığının olması lâzım. Niye ölüyorsun? İşte Türkiye’nin mevcudiyeti böyle bir şeydir. Dünyada bulunuş sebebine ihanet etmemek için her şeyinden vazgeçiyorsun. Türkiye toprakları, Türk toprakları dârül-İslâm haline getirilerek vatanlaşmış topraklardır. Bu bütün dünyada cereyan etmiş ilk ve son hadisedir. Bir yer dârül-İslâm olmakla aynı zamanda vatan olmaktadır. Bunu defalarca anlattım. Müslümanlar Mısır’ı fethettiler. Mısır neresi? Mısırlıların vatanı. Müslümanlar Mısır’ı fethetmekle Mısırlılara bir vatan vermediler. Mısır zaten onların vatanıydı. Bunu diğer fethedilmiş yerler için de söyleyebilirsiniz. Sadece bugün Türkiye adını verdiğimiz topraklardır ki dârül-İslâm olması sebebi ile vatan olma vasfını kazanmıştır. Onun için, “Bana ne Türkiye’den!” diyen herkes dinden çıkmıştır. Bunu Arap da diyemez, İranlı da diyemez, Afgan da diyemez, Kürt de diyemez, İrlandalı da diyemez. “İrlandalı nereden çıktı?” diyeceksiniz. İrlandalılar İngiliz hâkimiyeti ve nüfuzu altında kalmaktan dolayı bir toprağa hasret duymanın hissini millî his haline getirmişlerdir. Onun için bakın, son zamanlarda Türk tarihiyle, Türk edebiyatıyla ilgilenen çok fazla İrlandalı vardır.
İstiklâl Marşı’ndan bir anayasa çıkar ve bu anayasa modern kültürün istikameti hakkında insanlara bir şey öğretir. İstiklâl Marşı esas alınmaksızın yapılan bütün anayasalar modern kültürün kuyruğuna takılarak yapılmış anayasalar olacaktır. İstiklâl Marşı’ndan çıkan anayasa modern kültürün istikameti hakkında insanlara bir şey öğretecektir ama İstiklâl Marşı’nın yer almadığı anayasa her halükârda 17. asırda doğmuş olan ya da en büyük şahlanışını gerçekleştirmiş olan Avrupa Medeniyeti’nin kıytırık bir ilâvesi olmayı kendisi için iyi sayacaktır. Ben konuşursam hep konuşurum, diğer konuşmacılara vakit kalmaz. Dernek içindeki hiyerarşiye uyarak sözü Durmuş Küçükşakalak’a bırakayım.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmün aleyküm. Ben biraz daha güncel meselelerden yola çıkarak “Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz” mevzuuna değinmeye çalışacağım. Anayasa çalışmalarına dikkatle bakarsanız, aslında bunun bir uzlaşma anayasası olması gerektiğini söyler herkes. Ama kimin kiminle neyi uzlaşacağı, ne uzlaşacağı açık açık söylenmez. Her zaman bir ön kabulle götürülür bu iş. Ve Anayasa tartışmalarında herkesin akıl birliği(!), dil birliği ettikleri soru: Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri değişebilir mi, değişemez mi? Bir anayasa taslağı ortaya koyanların da ortak derdi değiştirilemez maddeler. İlk iki maddede genelde karar kılınmıştır zaten. 1. madde kesinlikle dursun, 2. madde ayıklanabilir, ama 3. maddenin kesinlikle kalkması gerekir. Anayasa taslaklarına da zaten bakarsanız görürsünüz. Yani Anayasa değişikliği meselesinde dillerinin altındaki bakla 3. maddedir. Başka hiçbir tartışma konusu yoktur aslında. Çünkü 3. maddedeki her kelime tevil kaldırmaz bir şekilde Türkiye’yi işaret ediyor. 3. madde Türkiye’nin bir ülke olduğunu tescil eden tek maddedir -dünya haritası ülke olamamış devletler haritası gibidir-. Vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlük, resmî dil, millî marş, bayrak ve başkent… Anayasa değiştirme hikâyesinin özeti 3. maddedir.
Bu anayasa tartışmalarından şunu anlayabiliriz ki Türkiye’nin bir ülke olmaktan çıkarılmasıdır esas tartışma konusu. Bunu gizlemek için birçok zokalarla insanların zihinleri şekillendirilmiş vaziyette. Büyük balığı tutmak için küçük balık şeklindeki çengelli aparata zoka diyorlar. Büyük balık o küçük balığı yutmak için geliyor ve zokaya takılmış oluyor. Bunu Batın’da öğrendim.
İsmet Özel: İstiklâl Marşı Derneği’nin böyle faydaları var.
Durmuş Küçükşakalak: Evet. İşte muhtelif iğneli –iki iğneli, üç iğneli- zokalar kullanıyorlar. Ergenekon hadisesi de bunlardan biri. Rejimin doğal işleyişini, doğal reflekslerini Ergenekon olarak niteleyenlerle; bunun, olmayan bir şeyin avukatlığını yapanlar iki iğneli zokaya gelen sazanlardı. Ve bunların etrafında basın-yayınla da herkese sirayet eden bir işlem yapıldı. Aslında bu ölçüp tartma işlemiydi. Balığı tutma işlemi değil, balığın ağırlığını, kim geliyor, kim gelmiyor, kaç balık geliyor, onları kontrol etme amaçlıydı. Hâlbuki ortada böyle bir şey yoktu. Sadece Amerikancılık kılık değiştiriyordu veya at değiştiriyordu. Amerika’nın emekliye sevk etikleriyle yeni işe aldıkları arasındaki münakaşaya Ergenekon denilip medya aracılığıyla herkese sirayet eden bir ölçme-tartma işlemi yapıldı. Bugünlerde yapılan anayasa tartışmaları da bu seleflerle halefler arasındaki tartışmalardır.
Geçen yıl bunun bir ileri aşaması daha yapıldı. Ölçme-tartma işlemi istatistikî olarak yapıldı. Anayasa’nın bazı maddelerinin değişikliğiyle alâkalı bir referandum yapıldı. Hiçbir gerekçesini söyleyemedikleri uyduruk bir referandum oldu bu. Üç çengelli bir zoka kullandılar. Normal bir referandumda bir evet, bir de hayır cephesi olurdu. Üçüncü bir cephe bugüne kadar hiç olmamıştı. Bunu da bir manipülasyonla becerip herkesi sıkı sıkıya tembih ettiler: “Bakın, sandığa gitmezseniz boykotçu olursunuz.” Boykotçuların da kim oldukları belli. Ve bu oltayı balığın ağırlığını ölçmek için, bir çırpıda karaya çıkarmak için sürekli tarttılar. Türkiye felâkete gidiyor dendiğinde, “Hani nerde felâket? Bunun bir zoka olduğunu söylediniz, hani bir şey çıkmadı. Türkiye’ye bir şey olmadı, bunlar komplo teorisi.” diyorlar. Hâlbuki Türkiye tartılıyor. Ve tek tek istatistiği çıkarılıyor şu anda. Günü geldiğinde o büyük balığı -Türkiye büyük bir balık- karaya çıkaracaklar, hedefleri bu. Hedef 2023 biliyorsunuz. “Konya hazır”, “Ankara hazır”, birçok yer hazır. Bu yaptıkları manipülasyonlarla olgunlaşan meyveyi ya da o balığı, senelerdir tarttıkları o balığı 2023’te karaya çıkarmayı hedefliyorlar. “Cumhuriyetin 100. Yılı” kılıfları da bu. Tabii yerseniz! “Yok, yemeyiz.” derseniz, Lozan Antlaşması’nın da imzalanmasının 100. yılı aslında. Sadece iktidar partisi değil, seçim beyannamelerine bakın, muhalefet partilerinde de 2023 şöyle olsun, böyle olsun falan birçok hikâye duyabilirsiniz. 2023’ü bir bağbozumu, bir hasat zamanı olarak hesap ediyor birtakım şeytanlar. Şeytanlığı beceremeyen birtakım sevindirik delileri de, böyle sonu sıfırlı rakamlara meraklı sevindirik delileri de bunun 10. Yıl, 50. Yıl gibi bir şey olduğunu zannederek cuşuhuruşa geliyorlar.
İşte son yıllarda Türkiye’nin şişirilmesi ya da sunî olarak kabartılması da bununla alâkalı. Bu yapay durum, Türkiye’nin kendine geldiği taktirde başlarına ne geleceğini bilenlerin yaptığı bir manipülasyon. İşte dıştan da buna her bakımdan, medya yoluyla, teşkilâtlar yoluyla destek veriliyor, sürekli ayranımız kabartılıyor. Şu anda Türkiye’yi şişiriyorlar ki günü geldiğinde patlatması çok kolay olsun. Sahici Türkiye’ye giden yolu tamamen görünmez hale getirmek için yoğun bir illüzyon uygulanıyor. Yapılacak bu yeni anayasayla da bu illüzyonların üzerine tüy dikmeyi düşünüyorlar. Eğer bu tüy dikilirse Türkiye düşmanlarının Tanzimat’tan çok daha ileri bir adım atacağının bilinmesi gerekir. Onun için Anayasa’da İstiklâl Marşı’nın olması çok önemli. Çünkü İstiklâl Marşı’ndan ve İstiklâl Harbi’nden sonra bütün gayri-Müslim ve gayri-Türk unsurlar Tanzimat’ın çok çok gerisine düştüler. Tanzimat’la birlikte, Tanzimat’tan İstiklâl Harbi’ne kadar yaklaşık seksen yıllık o dönemde bütün kazanımları İstiklâl Harbi’yle heba olup gitti. İşte bunlar 1960 darbesinden sonra ufak ufak adımlar atmaya başladılar, 1980’den sonra iyice ritmi artırdılar ve son hadiselerle hedeflerine koşmaya çalışacaklar; fiilî adımları hukukî olarak tamamlayarak.
İstiklâl Marşı’nın Anayasa’da durması ne işe yarar? İstiklâl Marşı Anayasa’da dururken yapılacak melânetler yapılamaz mı? “1980’den beri daha hızlı yapılıyorsa yine yapılabilir.” diye akla gelebilir. Şunu bilmemiz lâzım: Bugün mayıştırılmış, uyuşturulmuş bir toplumda yaşıyoruz. Bu mayıştırılmış Türkiye ahalisinin çalışan bir sinir ucu varsa, kaldıysa o da İstiklâl Marşı’dır. İstiklâl Marşı yaşadığımız olaylar bir gün gelip kafaya dank edecek seviyeye ulaştığında kafamızda dank edecek bir nokta kalmasını sağlar. Bundan dolayı Türklüğe ait nişaneleri, emareleri hızla silmeye çalışıyorlar. Çünkü Türklük Müslümanlığın sinir ucudur. Onun için 3. madde ve hassaten İstiklâl Marşı önemlidir. Uyuşmuş bir insanı ciddi bir uyarıcı ile dürtmek gerekir. Yoksa masal anlatarak, hikâye okuyarak o insan ayık hale getirilemez. Üzerine ya bir kova su dökersin veya üvendireyle dürtersin, bir şeyler yaparsın. İşte bu noktayı, İstiklâl Marşı noktasını uyarmanın dışında bitkisel hayattan çıkış yolu yoktur. Millet hayatına geçiş yolu yoktur.
Millet hayatı deyip duruyoruz, bu olmazsa ne olur? Millet hayatı olmazsa yerine Türkiye’de kavim hayatı veya kabile hayatı falan olmaz. Direkt hayvan hayatı olur. Bizim, “Millet olmazsa kavim hayatı yaşarız.” gibi bir tercihimiz yok. Tercihimiz insan hayatı yaşamakla hayvan hayatı yaşamak arasındaki tercih. Çünkü biz bir millet yolunu takip ederek buraya geldik. Başımıza bir belâ geldiyse bu yolda geldi. Bu yolun gerisi çok çok uzaklarda. Biz aslında dünyaya hangi millete mensup olacağımızın imtihanını vermek için geldik. Nasıl ki küfür tek milletse, Kur’ân-ı Kerim Müslümanlar tek millet olsun diye nazil oldu. Yine Son Peygamber, son millet olma hadisesini -aslında biz buna ilk millet olma hadisesi de diyebiliriz- başlatmak üzere hicretten 50 sene önce dünyaya geldi veya gönderildi. Âlemlere rahmet olan Peygamber bunun için dünyaya geldi. Kur’ân-ı Kerim’e bakarsak murâd-ı İlâhî’nin bir millet yaratmak olduğunu hemen anlarız. Kavim hayatında diretenler sonunda helâk olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de -topluluklar mı diyelim- insan kümelerini tanımlarken dört kavram kullanılır. Birincisi kabiledir. İkincisi kavimdir. Üçüncüsü millettir. Dördüncüsü ümmettir. Allah insanları tanışsınlar diye kabilelerden ve şubelerden yaratmıştır. İlk topluluğun saf hali kabiledir. Birbirini kabul etmiş insanlardan müteşekkildir. Bu insanlar ilâhî vahye muhatap olmak suretiyle kavim haline gelirler. Yani bir kıvama ulaşırlar. Takvimleri işlemeye başlar. İlâhî vahyin yanında olacak diye bir şart yok. İlâhî vahyin karşısında da olsa, vahye göre pozisyon belirleyerek kavim olurlar. Kâfir bile olsalar küfürlerinin bir kıvamı olur. Kur’ân-ı Kerim’e bakarsanız birçok peygamber “Ey kavmim” diye hitap eder. Ve murad-ı İlâhî bir millet yaratmaktır ki Yahudiler bunda ilk odak noktasını teşkil etmişlerdir ve ayak diremeleri sonucunda “Aşağılık maymunlar olun” mührüyle o sayfa kapatılmıştır. Lâfı şunun için uzatıyorum: Türkiye’de millet hayatı olmayacak olursa bunun yerini etnik milliyetçilik yaparak kavim hayatıyla falan dolduramazsınız. Millet hayatı yoksa yerinde hayvan hayatı vardır. Bunun üçüncü bir alternatifi yok. Ümmetle millet zaten müteradif olarak kullanılır.
İstiklâl Marşı’nın Anayasa’da olması ya da olmaması bir de şuna yarayacak: İnsanların Türkiye hakkında kafalarında, gönüllerinde ne olduğunu ortaya dökecek. Yapılması düşünülen yeni anayasanın, sinirleri alınmış yani Türklüğe, millet olmaya kapı aralayacak tüm emarelerin devreden çıktığı bir anayasa olmasına İstiklâl Marşı bir mâniadır. Anayasa’dan İstiklâl Marşı’nı çıkarma teklifinde bulunanların ve bunda bir kötülük bulmayanların en başta hangi milliyetten oldukları sorgulanabilir. Ki Türkiye’de milliyetin dine raptedildiğini düşünürsek hangi dinden oldukları sorgulanabilir. Türkiye’de bir de şu var. Son Ramazan ayında da gördük, İstiklâl Marşı’nı Anayasa’dan çıkarmayı teklif edenler oruç tutmadan iftar edenlerdir. Arifeden bir gün önce idi herhalde, bütün oruçsuzlar iftar etti. Ekranlarda bu gösterildi.
Dinleyici: Bayram da yapıyorlar.
Durmuş Küçükşakalak: Tabii, oruçsuzlar bayram da yaptılar. Yine Anayasa’dan İstiklâl Marşı’nı çıkarmayı teklif edenler abdest almadan namaz kılanlardır. Namaz kılanlar teklif ediyor bunu. Amerikalı olduklarını beyan edenler teklif ediyor.
Dinleyici: Anayasa’ya sokanlar da onlar.
Durmuş Küçükşakalak: Acaba?
Dinleyici: Görünen veçhesi bu, çelişkiye düşmeyelim.
Durmuş Küçükşakalak: Kim soktuysa, Kenan Evren de bunu teklif etmiş olabilir, hiç fark etmiyor. Bizim için olayın olmuş olması önemli. Ve şu anda niye çıkarmayı düşündükleri önemli. Bunu çıkarmayı teklif edenler hangi niyetle… Sadece İstiklâl Marşı değil, “3. madde olmasın”; genel ortak kanı bu. Yani Kenan Evren’in bunu teklif ettiğini öğrenirsek ben şaşırmam. Altmış sene Anayasa’da yer almadan İstiklâl Marşı gelmiş bir şekilde.
“İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar”. Niçin? Öncelikle İstiklâl Marşı bir şiirdir. İkincisi, bir marştır. Üçüncüsü, bir ideoloji taşır. Allah milletleri dilleri üzerinden yarattığı için, Türkçe de şiirden doğmuş bir lisan olduğu için İstiklâl Marşı gibi bir şiirden anayasa çıkması fikri öyle anormal bir şey değil. Bilakis bir anayasaya “Türk Anayasası” demek için şiirden neşet etmesi, şairlerin işin merkezinde yer alması şarttır. Şiirden neşet etmeyen ve şairlerin işin merkezinde olmadığı bir anayasa paradan ve para babalarından neşet edecektir. Sermaye hareketlerini daha hızlı hareket ettirmek için, parayla kurulmuş ülkeler skalasında bir yer temin etmek için yapılmış bir anayasa olacaktır. Bir de “Türk milleti ordu millettir.” diyoruz. Bu ordu milletin anayasasının bir marştan neşet etmesi kadar, üstelik kahraman orduya ithaf edilmiş İstiklâl Marşı’ndan neşet etmesi kadar tabii bir şey olamaz. Türk milletinin ordu millet oluşunu saçma bulanlar namaz kılmıyorlarsa hiçbir problem yok. Bunu ona izah etmek de çok külfetlidir. Ama namaz kılıyorlarsa niçin namaz kıldıklarını izah edemezler. Oruç tutuyorlarsa niçin oruç tuttuklarının kendilerini bile tatmin edici cevabını bulamazlar. En fazla işte, “Fakirlerin halini anlamak için tutuyoruz.” falan diyebilirler. Ne Türk olmak ne de millet olmak umurunuzda değilse, ordu millet tanımı eğer ürkütücü bir şeyse o zaman hem namaz kılıp hem de uluslararası standartlara uygun bir anayasa peşinde koşulabilinir. Yani aslında nasıl köle olunurun, nasıl çingene olunurun peşinde koşulacaktır. Bir anayasanın Türk Anayasası olması için ordu milletin bestesiyle ezbere söyleyebileceği ve sadece ordu millete mensup olan insanların anlayıp diğerlerinin buna uyacağı bir anayasa olması gerekir. Yani o millete mensup her fert bir başkasını ezberinde olan anayasayla muaheze edebilme seviyesine ulaşmış olur. Görüyorsunuz İstiklâl Marşı’ndan anayasa çıkarınca anayasa mahkemesine falan gerek kalmadı, ortadan kalktı.
Şüphesiz bir hesap yapıyorlar ve kâfirlerin hesabının ne olduğunu biz bilmiyoruz. Ama yine şüphesiz Allah’ın hesap yapanlara karşı bir hesabı olduğunu da biliyoruz. İşte hesabı görülenler arasında olmamak için İstiklâl Marşı Derneği bu tür toplantılar yaparak elinden bir şey gelmese de dilinden geleni söylüyor. Kalbindeki ise dilindekinden çok daha büyük diyerek bitiriyorum.
İsmet Özel: Durmuş Küçükşakalak’a teşekkür ederiz söylediklerinden ötürü. Biz bu toplantıları birilerini bir şeye ikna etmek üzere yapmıyoruz. Durmuş Küçükşakalak konuşurken, “Bakalım ne söyleyecek?” diye dinlediyseniz veyahut onun söylediklerinde bir tenakuz yakalamak üzere dinlediyseniz burada bulunmanız gereksiz. Bizim işimize engel olmak isteyen insanların bir parçası olarak burada bulunuyorsunuz demektir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak başlangıç sözlerimde de ifade ettiğim gibi öyle kimseye meydan okumuyoruz, kimseyi bir şeye icbar edecek durumumuz yok. Biz sadece bu memlekete kötülük yapmakta olan insanların dışında yer aldığımızı, Türkiye’de Türkiye düşmanları dışında da insanlar olduğunu göstermek üzere bu toplantıları yapıyoruz. Biz kendi varlığımızın Türkiye ortadan kalksa bile devam edeceğini göstermek üzere bu toplantıları yapıyoruz. Yani biz bir gün bir şeyler yapmak üzere harekete geçtiğimiz zaman diyeceğiz ki, “Biz o zaman söylemiştik.” Biz bir şeylere mani olacağız iddiasında değiliz. Pekâlâ, bugün yaptıkları hazırlıklar doğrultusunda Türkiye’ye yapılabilecek her türlü kötülüğü yapabilirler ve bunun için de çok mesafe kat etmişlerdir. Türkiye’de vaftiz olmaya hazır milyonlarca insan var. Onun için biz öyle birilerini tava getirip bir şeyler yapmak hevesinde değiliz. Biz sadece kendi kimliğimizin netliğini göstermek üzere buradayız. Yoksa kimin aklı neye ererse, kimin aklı ne tarafa doğru çalışırsa çalışsın, o kendisi eğer bir hesap vereceğini düşünüyorsa onu düşünsün. Bizimle bir bağlantısı yok.
Müslüman’a yakışan şey sonuç alınamayacak alanlarda söz üretmekten imtina etmektir. Eğer camide iki insan kendi arasında konuşuyorsa üçüncüsü, “Yahu kendi aranızda konuşmayın, vaazı dinleyin.” diye müdahale etmez, onların kendi İslâmî sorumluluklarını hatırlamalarını bekler. Bizim de benimsememiz gereken tavır budur. Bizim de insanların kavranılması gereken hususları kavramalarını beklemekten başka yapacağımız bir şey yok. Onları hiçbir şeye ikna etme imkânımız yok. Bir şeye birilerini ikna ederseniz, kabul ettirirseniz mutlaka sizden daha mahir, daha becerikli, daha zeki birisi çıkıp sizin kabul ettirdiğinizin aksi istikametindeki bir şeyi o birilerine kabul ettirir, telkin eder. İstiklâl Marşı Derneği’nin faaliyeti doğrudan doğruya bu marşın metnine olan bağlılığın esas sayıldığını insanların kavramasına dayalıdır. Biz meselâ bir sene önce şöyle bir fikir beyan ettik: İstiklâl Marşı Derneği üyelerimizin üyelik seviyeleri onların İstiklâl Marşı’nı yazabilmesiyle belirlenecek. 1. sınıf üyelerimiz İstiklâl Marşı’nı ezberden yazabilen üyeler olacak. 2. sınıf üyelerimiz İstiklâl Marşı kendisine sözle söylenirken yazabilen üyelerimiz olacak. 3. sınıf üyelerimiz de İstiklâl Marşı metnini karşısına aldığı zaman onu kâğıda kopya edebilen üyelerimiz olacak ve bunun için hiçbir şekilde imtihan yapmayacağız. Herkes İstiklâl Marşı Derneği’nin hangi dereceden üyesi olduğuna kendisi karar verecek. Kendi yerini öyle tespit edecek. Bizim onlara bir rütbe, mevkii tevdi etmemiz bahis konusu değil. Onlar kendi madalyalarını kendileri takacaklar. Bu insanların sorumluluğu altında bir şey. İstiklâl Marşı’nı anlama ve benimseme; bu kendi başına bir imkândır, kendi başına bir nimettir. Çünkü bizim Cumhuriyet’in ilânıyla millet hayatı dediğimiz şeye adım atmamız gerekiyordu. Bilakis bizim Cumhuriyet’in ilânından sonra bütün organlarımız birçok madde kullanılarak işlemez hale getirildi ve biz bugün 1918’den daha kötü bir durumdayız, millet olarak. 1918’de tarihten silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. İngiliz Mareşal Allenby Selahattin Eyyübi’nin mezarına ayağı ile vurarak, “Yine geldik Selahattin!” dedi. 1918’de o durumdaydık. Adana Şubemiz açılırken ben yaptığım konuşmada şunu söyledim: Adana’ya İngiliz kuvvetleri girdikleri zaman halka bir beyanname dağıttılar. Dediler ki, “Burada kalıcı değiliz, buraya kısa bir süre kalmak için geldik.” Türkiye de millet hayatı dediğimiz şey o seviyedeydi ki işgalci kuvvet, “Biz burayı sürekli olarak elimizde tutmak üzere gelmedik.” diye teminat vererek orada bir süre kalmayı başardı. Biz 1918’de bu durumdaydık. Ama şimdi 1918’den çok geride bir durumdayız. Onun için İstiklâl Marşı’nın 41 mısraı bugün bize 18’den, 21’den, 30’dan, 46’dan daha çok gerekli. Onun için böyle bir gösteriş, tatmin, avuntu falan olmadığını fark edebilmek tek başına bir kazançtır.
Şimdi hiyerarşiye devam ederek Konya Şube Başkanımız Mustafa Deveci’ye sözü bırakıyorum.
Mustafa Deveci:
Merhaba. Panelimizin konusu iki cümleden oluşuyor. “Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz” ilk bölümü. Anayasa’dan İstiklâl Marşı’nı çıkarmak isteyenler ne yapmak istiyorlar? Bu hususta birkaç şey söylemek istiyorum. Kamuoyunda bu aralar bir mevzu çok konuşuluyor. Hukukçu olmam münasebetiyle daha önceden kulak kabartıyordum: “Anayasa meselesini konuşan kişilerin acaba dillerinin altındaki ne?” Şunu kestirmeden söyleyebiliriz: Türk milletine savaş kaybetmiş bir millet muamelesi yapılmak isteniyor. Biz İstiklâl Harbi’ni kazandık, kaybetmedik. Ama sanki bir harbe girmişiz, harbi de kaybetmişiz, “Ağabey, harbe girdiniz kaybettiniz. Hiç kusura bakmayın, buna razı olacaksınız.” diyorlar. Öyle bir muameleye tâbi tutuyorlar. İstiklâl Harbi’nin mağlûpları, İstiklâl Harbi’nin galiplerine İstiklâl Harbi’ni kaybetmiş millet muamelesi yapıyor. Türkiye’de hükümran olan kim? Bu sorunun cevabını gözlerden kaçırıyorlar. “Toplumun tüm kesimlerini bu işe dâhil ederek mutabakatla yeni bir anayasa yapacağız.” diyorlar. Ama ortada Türk milleti yok! “Ben Türk milletine mensubum, Türkiye benim her şeyim, Türkiye benim vatanım.” falan filân diyen hiç kimsenin sesi çıkmıyor. “Benim Türkiye’ye bir borcum var.” diyen insanların sesi çıkmıyor. Ama, “Türkiye’den benim alacağım var ağabey.” diyen herkes konuşuyor. Birisi kalkıyor, “Benim Türkiye’den alacağım var.” diyor, hemen ağzına mikrofon tutuluyor, eline kalem veriliyor: “Şurada yazabilirsiniz.” O da, “Yeni anayasayla benim alacağımı bir garanti edin. Benim Türkiye’den alacağım var.” diyor.
Anayasa konusunda konuşan insanların nasıl bir Türkiye tasavvur ettiğine baktığımız zaman şunu çok net bir şekilde görüyoruz: Cemiyet yüksek bir gaye uğruna topluca bir cehde girmesin. “İdeolojiler dönemi kapanmıştır, davalar dönemi kapanmıştır, dinler dönemi kapanmıştır. Postmodernizm, globalizm, dünya küçük bir köy… O zaman işte yiyip içip yatacağız. Bunu temin etsin anayasa bize.” Böyle bir şey dönüyor.
“Yüksek bir gaye uğrunda cehdetmek için mutabık kalmış bir millet ortaya çıkması gerekir.” Böyle bir fikirden tamamen sarfınazar edilmesi, hukukî tabirle feragat edilmesi isteniyor. Hukukta “vazgeçme” ile “feragat” arasında fark vardır. Vazgeçtiğiniz zaman bunu daha sonra tekrar talep edebilirsiniz. Fakat feragat etmişseniz o hak sükût eder, tekrar dermeyan edemezsiniz. Falan kişiden alacağınız var, dava açtınız. “Bu davadan şimdilik vazgeçiyorum.” dediğiniz zaman, “Ben bunu ileride tekrar kullanabilirim.” demiş olursunuz. Fakat, “Feragat ediyorum.” dediğiniz zaman artık bu hakkı kullanma hakkınız sükût etmiş olur. İşte Türkiye’de, “Türkiye gâvur memleketi değildir. Türkiye Müslümanların memleketidir.” fikrinden feragat etmeniz isteniyor. Bir şey alâmetifarikasıyla var olur. Yani bir şey başka şeylerden alâmetifarikasını tebarüz ederek ortaya çıkar. Türkiye’nin bir karakteri olmasın, bir alâmetifarikası olmasın isteniyor. “Evrensel hukuk” diye parlak bir tamlama kullanılıyor. Biz Hukuk Fakültesinde okurken hiç böyle bir tabir duymadık. Böyle bir şey de yoktur zaten. Tabiî hukuk, doğal hukuk falan bunları okuturlar. Seküler hukuk vardır, dinî hukuk vardır vs. Ama evrensel hukuk nasıl bir şeydir, ben bilmiyorum. Aborjinler hukuku mu meselâ? Evrensel nasıl bir şey? “Evrensel hukuka göre hayatımızı tanzim edelim.” Birisi böyle bir şey diyor, arkasından herkes, “Doğru, evrensel hukuka göre tanzim edelim.” diyor. Bu hususta elime bir makale geçti, Cumhuriyet gazetesinin bir ekinde yayınlanmış bir makale. “Evrensel Hukuk Var mı?” diye bir başlık. Evrensel hukuk deyince gayri ihtiyarî aklımıza hemen seküler bir şey geliyor. İşte makalede Ur Kralı Ur-Nammu’nun yasa kitabı MÖ 2050, Eşnunna yasa kitabı MÖ 1930, Lipit-İştar’ın yasa kitabı MÖ 1870, okul kitaplarına da girmiş olan Babür Kralı Hammurabi’nin yasaları falan bunlardan bahsediliyor. Görüyorsunuz burada nasıl bir zihnî yapıya işaret ediliyor. Gayri-İslâmî, gayri-dinî bir hukuktan bahsediliyor evrensel hukuk denildiği zaman. Yazar en sonunda da mevzuu getirmiş, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden bahsetmiş. Diyor ki, “Aslında bu manada söylenecek cümle şudur: Güçlerin ayrılığı ilkesi evrensel sayılabilecek tek hukuk ilkesidir.” Evrensel hukuk dediklerinin hepsi de neymiş?
İsmet Özel: MS 18. yüzyıl.
Mustafa Deveci: 18. yüzyıl; ortaya çıkmış olan güçler ayrılığı prensibi. Şimdi anayasamıza tek şey mi yazacaklar. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası: Türkiye Cumhuriyeti’nde kuvvetler ayrılığı ilkesi geçerlidir. Yasama, yürütme, yargı birbirinden ayrıdır, müstakildir.” Bu mudur yani? Evrensel hukuk maskesinin altında bize dinimizden irtidat etmemiz teklif edilmektedir. Eğer kitabın ortasında konuşacaksak mesele budur.
İsmet Özel: Montesquieu’den bahsetmiyorlar ama, değil mi?
Mustafa Deveci: Montesquieu yok. Amerikan Anayasası var, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi var, Magna Carta’dan biraz alıntı yapılıyor. Evrensel hukuk dediğimiz, buralarda dolaşan bir şey.
Bir de çoğulculuk meselesi var. Tabirimi mazur görün, bu da janjanlı ifadelerden birisi. “Çoğulcu bir anayasa istiyoruz.” Çoğulcu, nasıl çoğulcu? Cumhuriyet nedir? Bize ilkokul kitaplarında sürekli okuttukları neydi? Çoğunluğun hâkim olduğu bir düzeni işaret eder cumhuriyet. Cumhurun, çoğunluğun. Azınlık değil de çoğunluğa sorulur, şu şöyle olsun mu? Hani doğrudan vardır, dolaylı vardır falan. Çoğunluğa sorulur, çoğunluk da der ki, “Şöyle olsun.” O da öyle olur. Çoğunluğu biliyorduk ama bir de çoğulculuk çıktı. Çoğulculuk ne demek? Bunu bir tefsir etmemiz gerekiyor. Bunun altındaki dönen dolap nedir? İngiliz atasözünden bahsediyor birisi: “Çoğunluk kuralları koyar ya da yönetir, azınlık düzeltir ya da haklarını korur.” İşin esası Türkiye’de azınlıkları çoğunluk mesabesine getirerek kural koyucu hale getirmenin janjanlı bir ifadesidir bu çoğulculuk. Türkiye’de demokrasinin “demos”u Türk milleti ise Türk milletinin özü İslâmiyet’tir. Mademki çoğunluğun dediği olacaktır, o zaman Türkiye Müslümanlaşacaktır. Bunun başka bir izahı yoktur.
Eğer Türkiye’de millî mutabakatla bir anayasa yapılacaksa bizim millî mutabakat metnimiz İstiklâl Marşı’dır. O da imanla yazılan bir şeydir. Mademki Türkiye demokrasiyle idare edilen normal dönemlere gelmiştir, o halde aslî hali tezahür etmelidir. Ama yeni anayasa meselesiyle alâkalı konuşan insanlara bakıyorsunuz, söylediklerinin hepsi Türkiye’de çoğunluğa mensup olmayanların parlatılması üzerine ifadeler. Bir de normal zamanlar meselesi var. Efendim artık darbeler dönemi bitmiş, Türkiye normalleşiyormuş. Şayet Türkiye normalleşiyor ise Tanzimat dönemi öncesinin geri gelmesi gerekir. Bu, bu kadar basit. Buradan o dönemi ideal bir dönem olarak kabul ediyoruz manası çıkmasın. Ama bizim Klasik Osmanlı Dönemi dediğimiz zamanda bir millet hayatımız var. Bizim anormal dönemlerimiz Tanzimat’la başlamıştır. Madem Türkiye normalleşiyor, Tanzimat öncesine dönelim. Ne vardı o zaman? O zaman “millet-i hâkime” ve “millet-i mahkûme” vardı. Millet-i hâkime Müslümanlardır. Yani Türkiye dediğimiz memlekette Müslümanların sözü geçer. Tamam, gayri-Müslimlerin de hakları müdafaa edilir. Canları emanettir, malları emanettir. Fakat istikameti tayin edici tek güç Müslümanlardır. Tamam normalleşelim. Ama Türkiye’de normalleşme diye takdim edilen şey azınlık ceberuduna bizim razı olmamızdır. Türkçede “meşru” diye bir kelime var, şerea kökünden: şın, ra, ayn. Ne demek meşru? Şeriata uygun demek. Türkiye’de herhangi bir şeyi meşru kabul ettirebilmeniz için İslâmî bir dayanağa ihtiyacınız vardır. Türkiye’nin tek meşru gücü Müslümanlardır. Bunu çok iyi bilen birileri Müslümanları razı etmek için yapılacak yeni anayasayı sanki Türkiye’nin Müslümanlaşmasının kapısı gibi göstermektedir. Ki Müslümanlar bu şeye razı olsun.
Birtakım insanlara fikirlerimizi beyan ettiğimiz zaman onlardaki genel tavır şu: “Nasıl olsa iktidar bizde. Eşitlik meşitlik diyoruz ama ayarlarız, kafanızı yormayın.” Böyle bir rehavet var. Bu insanları tabii İsmet Bey’in demin bahsettiği gibi ikna etmeye çalışmıyor muyuz, çalışıyoruz. Lüzumsuz işe giriyoruz bazen. Hakikaten boş bir gayret olduğunu her defasında görmemize rağmen kendimizi alamıyoruz. Çünkü birisi kötüye giden bir şeyi iyiye gidiyor diye görüyorsa aramızda dünya kadar fark var demektir. Bu insan hakikaten Türkiye’de gücün kimde olduğu konusunda hiçbir fikir sahibi değil demektir. Türkiye’de kimin sözü geçiyor? Bunlar diyorlar ki, “Allah’ın bir vaadi yoktur, unutun.” Yeni anayasa çalışmalarından hayır uman insanların umumî sözü bu.
İsmet Özel: Bunu telâffuz ediyorlar mı?
Mustafa Deveci: Telâffuz etmiyorlar fakat zımnen bunu ifade ediyorlar. “Bu hayata intibak edin.” diyorlar. İnsan olmak, adam olmak gibi hedefler ferdin önüne konulmamalıdır. Herkes ne ise o olmalıdır. Şimdi, benim gibi kelin birisi berbere gitmiş, kafasında üç kıl var. Berber demiş ki: “Efendim sağa mı tarayalım, sola mı?” “Sağa tara.” demiş adam. Sağa tarayınca kılın biri kopmuş. “Olmadı, sola tara.” demiş. Berber sola tarayınca kılın bir tanesi daha kopmuş. Kafada bir tek kıl kalmış. Berber, “Bunu ne yapayım?” dediğinde, “Bırak dağınık kalsın!” demiş adam. Herkesin ağzındaki şey şu: “Artık devletin ideolojisinin olmaması lâzım; devletin bütün anlayışlara eşit mesafede olması lâzım; devletin insanları bir yerden bir yere götürmek gibi bir eğitim vermemesi lâzım.” Bırak dağınık kalsın, yani. Meselâ merak ediyorum. Türk lâfzı Anayasa’dan çıkarılırsa ve bu anlayış böyle devam edecek olursa çocuklara tarih olarak Haçlı Seferleri’nin okutulabileceğini mi sanıyorlar bu Müslümanım diyen garibanlar. Bu insanlar başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Böyle ham hayal içindeler galiba. İnsanlar nasıl bir şeye rıza gösterdiklerinin farkında değiller.
İsmet Özel: Kusura bakmayın, ben müdahale edeceğim. Asıl siz hayal içindesiniz! Zaten Türkiye haritadan silindikten ve Türk milleti tarihe gömüldükten sonra o çocuklara bir şey verilmeyecek. Durum çok kötü olacak sanıyorsunuz. Hayır, durum hiç de çok kötü olmayacak çünkü durum olmayacak.
Mustafa Deveci: Şimdi “İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar” bahsinde birkaç cümle nakledeyim, uzun konuştum. Kıta kıta bir çalışma yapmıştım ama bunu kısaca arz edeyim. “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”la başlayan ilk kıta, “O benimdir, o benim milletimindir ancak”la bitiyor. Burada Türkiye’de bir bayrak dalgalanıyor ve bu bayrağın kimin bayrağı olduğu söyleniyor. Bu topraklar üzerinde istiklâlini ilân eden bir millet var. Bayrak bu milletin, burada sadece o millet hükümranlığını beyan edebilir, demektir.
İsmet Özel: Hakkını helâl et, ben gene araya girmek istiyorum. O bayrak Mekke Kalesi’nde dalgalanıyordu. O bayrağın burada dalgalanması, Mekke Kalesi’nde dalgalanmamasının yerini tutan bir şeydir. “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak / O benimdir, o benim milletimindir ancak” derken doğrudan doğruya gönderme Mekke Kalesi’ne. İstiklâl Marşı yazıldığı sırada Mekke Kalesi’nde Türk bayrağı dalgalanmıyordu. “Bizim burada bu bayrak hâlâ dalgalanıyor. Mekke’de dalgalandıramadığınız bayrak burada.” demektir. Buyurun.
Mustafa Deveci: “Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl / Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl”le biten kıtadan: “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…” Burada Türkiye ahalisinin İslâm’la olan olmazsa olmaz irtibatını çok net görüyoruz. Türk milletinin İslâm’la olan bağı olmazsa olmaz bir bağdır. Bu bağ vasıtasıyla biz hak talep edecek hale gelebiliriz. Gayri-İslâmî bir gerekçeye dayanarak herhangi bir hakkı asla talep edemeyiz. Sadece İslâm’dan kaynaklanan bir haklılıkla bir şeye müstahak olabiliriz. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diye başlayan kıtada özgür olarak varlığımızı devam ettirebileceğimiz vurgusunu çok net görüyoruz. Eğer özgürlüğümüzden feragat edersek yok oluruz. Birilerinin tayin ettiği şeyleri, “Böyle de idare edebiliriz.” ile bir yere gidemeyen bir milletiz. Bizim mayamızı, vasfımızı tebarüz ettiren şey, ya tamamıyla istiklâlimizle yaşarız, ya da yok oluruz. Tük milleti kâfir köpeği olarak yaşamaktansa ölürüm, diyen bir vasıfla mücehhez. Bunu yitirdiğimiz anda yok oluruz. Başka kavimler, başka topluluklar bir şekilde birtakım şeyleri idare edebilirler fakat bizim böyle bir şansımız yok. Ya böyle, ya hiç şeklinde bir hayatımız var.
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar”la başlayıp, ‘“Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”la biten kıtada ise varlığımızı medeniyetin bir parçası olarak sürdüremeyeceğimiz… “Dünya milletler ailesi” diye bir şey vardı, şimdi o da kalmadı da; ona mensup olsak bile varlığımızı devam ettiremeyeceğimizi anlayabiliriz. Globalleşme denen şeyin bir parçası olarak bizim varlığımız devam ettirilemez. Bu kıtadan bunu anlıyoruz. Bunlar tabii doğrudan bir hukukî metin gibi görünmüyor ama onun felsefesini ortaya koyan şeyler. “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. / Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.” Burada Türk varlığına kastetmiş olan akımın, modanın, trendin hayâsızlık olduğunu görüyoruz. Şu an maruz kaldığımız tehlike hayâsızlık tehlikesidir. Hayâsızlığı legal ve meşru göstermek isteyenlerse alçaklardır. Meselâ Rio Karnavalı oluyor, değil mi? Rio varlığını hayâsızlığa borçlu. Fakat biz varlığımızı bu hayâsızlığın dışında kalmamıza borçluyuz. Bizden 18 yaşını geçmiş her insanın rahatlıkla her türlü fuhşiyatı yapabileceği bir hukukî düzene razı olmamız isteniyor. “Benim işlerim iyi gidiyor, ne var bunda kızacak?” diyen insanlara sarsılsınlar diye bir şey söyleyeceğim. Belediye mevzuatına göre evler belli bir büyüklükte, belli pencere yüksekliğinde fizikî şartlar gerektiriyor. Bu şartlara uyup müracaat ederseniz insanların evlerinin bulunduğu sokakta bir gazino açmanıza belediye mani olamaz şu an. Gazino açmanın imarla alâkalı birtakım sınırları var. Bu sınırlara uymuşsanız, işte şu kadar metre kareden aşağı olmayacak, havalandırma, ses düzeni vs. bunları yerine getirip belediyeye müracaat ederseniz belediye bunu reddedemez. Reddettiği zaman Bölge İdare Mahkemesi’ne gidersiniz. Bunun çok örneği var Konya’da. Gidersin İdare Mahkemesi’ne, İdare Mahkemesi belediyenin kararını iptal eder, ruhsatını alır geçer gidersin. “Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı / Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” Burada vatanımızdan bahsediliyor. Bu vatanın haddi, hududu var. Bu hudutlardan asla vazgeçmememiz gerektiğini anlıyoruz. “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” Türkiye’ye, “Seni büyüteceğiz ağabey.” diyor birileri, biz de onlarla beraber olup Türkiye’yi büyütüyoruz. “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” Hakikaten olağanüstü bir mısra. Bu mısrada bizim ileride böyle bir tehlikeye maruz kalacağımızın işareti var. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” Türk milleti kendi şahsiyetiyle mutabık olan bir vatanı olmadan yaşayamaz. Üzerinde yaşadığı toprağın bir karakteri olmalı ve bu karakter de o milletin karakteriyle mutabık olmalıdır. Birileri dikkat edin yurttaş kelimesini ısrarla kullanır. Vatandaş demez de yurttaş. Yurtla vatan arasında nasıl bir fark var? Bir türkümüz var: “Ellerin vatanı bana yurt oldu.” Demek ki vatanla yurt farklı. Yurt ne? Yurt insanın beşerî ihtiyacını karşıladığı yerdir. Vatan ise üzerinde yaşadığı cemiyet ve toplulukla aynı karakterde olan kara parçasına denir. Tavattun etmeyle de alâkalı bir şey. Yani Hicret’le irtibatı var. Vatan dediğimiz zaman aklımıza doğrudan Hicret gelir. O yüzden yurttaş kelimesini hususen tercih ediyorlar, seküler bir mantık işlesin diye. Yurt dediğiniz yerde barınırsınız. Hani Almancı deniyor. Adam Almanların vatanını kendine yurt edinmiş, orada yiyor içiyor falan ama kendi vatanı değil. Vatan fikri olmaksızın yaşayamayacağımızın işareti bu. Bu manada Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” ibaresinin bununla aykırı bir şey olmadığı kanaatindeyim; bunlar müteradif şeyler.
“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-”. Burada bu hakikati gözlerimizin önünden kaçırmaya çalışıyorlar. “Efendim biz İslâmiyet’i yayalım, her dinden insanlar kendi dinlerini yaymaya çalışsınlar, din ve vicdan özgürlüğü olsun, misyonerler misyonerlik faaliyeti yapsın, Müslümanlar tebliğlerini yapsın. Bizim dinimiz zaten hak din olduğu için dininize güvenmiyor musunuz? Biz mutlaka üstün geliriz, o yüzden dokunmayalım.” gibi bir anlayış var. Bu anlayış tabii ilk bakışta normal görünebilir. Eşit şartlarda bir yarış olsa bu hakikaten bizim lehimize olacak ancak bunun asla böyle tahakkuk etmeyeceğini tarihten öğrenmemiz gerekiyor. Burada ezan fikri var. Niçin ezana vurgu yapılıyor? Ezan bir ibadet çağrısı olmaktan öte bir mana taşıyor İslâmiyet’te. Nedir bu? Müslümanların, sözü geçerli olanların bir ilânı. “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli- / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” Bu, “Benim yurdumda ezan okunacak yani Müslümanların sözü geçecek.” fikrinin bir tezahürüdür.
İsmet Özel: Ezan konusunda bir şey ilâve etmek istiyorum izniniz olursa. Tam da senin dediğin gibi bir yerde ezan okunuyorsa orada Müslümanlar duruma hâkim demektir. Ama bir de Müslümanlar için İslâmî tesanütün işareti olan ezan vardır. “Gel Müslüman olarak duruma hâkim ol.” diye vakitsiz ezan okunur, ezan vakti olmadığı halde. Birisi ezan okumaya başladığı zaman hemen bu ezanı duyan Müslüman gelir, duruma el koyar. Anlatabiliyor muyum? Bu yüzyıllarca olmuş bir şeydir. Vakitsiz ezan okunabilir. Vakitsiz ezan okunuyorsa bilin ki Müslüman Müslüman’ı çağırıyor demektir. Buyurunuz.
Mustafa Deveci: Burada “namahrem eli” diyor. Bu namahrem eli çok kritik bir söz: “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” Janjanlı ifadelerden biri de dünyanın bir köy olduğu, Türkiye’nin uluslararası sermayeyi cezp edemezse büyüyemeyeceği… Bu tür lâflar ediliyor. “Ulan, yüz kişi söylediğine göre herhalde bu doğru bir şey.” diye insanlar bu tür şeylere ikna oluyorlar. Belli bir süre sonra Türkiye’deki Türkiye ahalisine bu sermayenin işletmelerinde işçi olma hakkının bile verilmeyeceğini görmüyorlar. Şu an Türkiye’nin gelmiş olduğu safha, sermayenin Türkiye’ye el koyma safhasını geçmiştir. Sermaye artık Türkiye’deki işletmelerinde Türkiye ahalisini çalıştırmak istemiyor. Şu anda uluslararası sermayenin Türkiye’de işletme kurmasına hiçbir engel yok hatta teşvik var. Ama Türk işçi çalıştırmak istemiyor. Uganda’dan adam getirip çalıştıracaklar Türkiye’de. Yeni anayasayla yapılmak istenen şey de bu. “Delilin ne?” diyeceksiniz? İstanbul’da 7–8 Ekim’de Anayasa’yla alâkalı bir kongre yapılacak, bir dernek tanzim ediyor bu kongreyi. Kongrenin gündemlerinden birisi de yabancıların yerleşme meselesi. Yani o kongrede yeni anayasanın nasıl olacağı meselesi konuşulacak, bunlardan birisi de dünya anayasalarındaki yabancılar meselesi. Derneğimiz üyesi bir arkadaş Dubai, Katar tarafında bir süre çalıştı. “Yüz bin İngiliz yerleşmiş durumda oralara.” diyor. Bunlar üstelik çok yüksek mevkide para kazanan insanlar. Öyle bir Türkiye isteniyor. Buna yönelik de şöyle bir numara çevriliyor: “Ceberut bir devlet vardı. Bu devlet yapısı değişiyor, Müslümanlar, gayri-Müslimler, her türlü etnik unsur istediğimiz gibi yaşayacağız.”
Türkiye ahalisi olmazsa olmazlıktan çıkarılmak isteniyor. Üstelik o ahali hiçbir imtiyaz elde edemeyecek. Böyle bir şey oluşturmak istiyorlar. Ben buna şöyle bir benzetme yapıyorum: “Türkiye bizim evimiz, yuvamız” fikri ortadan kalksın istiyorlar ve “Biz buraya çok güzel bir otel yapacağız, çok acayip olacak.” diyorlar. İnsanlara da, “Evinizin üzerinde kiremit vardı, bak otelin üzerinde şıngıl var; evinizde kaykay yoktu, burada kaykay var.” diyorlar. “Türkiye’yi büyük bir otel haline getireceğiz, herkes mutlu olacak.” Ve burada esas meselenin sermayeyle alâkalı olduğu çok net görülüyor. “Türkiye herhangi bir milletin evi olmasın. Türkiye büyük bir otel olsun, herkes bundan kârlı çıkacak.” Teklif edilen şey bu. Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Biz de Mustafa Deveci’ye teşekkür ediyoruz. Sözü Erol Karadoğan’a devretmeden önce Mustafa Deveci’nin söyledikleri arasındaki bir ifadeye temas etmek ihtiyacını hissediyorum, o da “kâfir köpeği”. Benim bu yaşımda vardığım kanı, kâfir köpeği diye bir şey olmaz. Amerikan köpeği olur, Alman köpeği olur, Fransız köpeği olur, Rus köpeği olur. Yani insanlar Amerikalılara köpeklik ederler, Araplara köpeklik ederler falan filân ama kâfire köpeklik edilmez. Kimseye kâfir köpeği demeyin, o kâfirdir. Buyurunuz Erol Bey.
Erol Karadoğan:
Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz:
Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin ısrarı üzerine, İstiklâl Harbi’nin özellikle hangi ruh ve ideolojik çerçeve içerisinde verilebileceğini göstermek amacıyla, Mehmet Akif’in Ankara’daki Taceddin Dergâhı’nda yazdığı ve İstiklâl Harbi’ni verecek olan “Türk Ordusu”na ithaf ettiği şiirdir İstiklâl Marşı. Dolayısıyla İstiklâl Marşı nasıl bir harbin verildiğini ve nasıl bir cumhuriyetin ilân edildiğini bize gösterir. Hem harbin hem de olmakta olan vatanın mayasında İstiklâl Marşı’nın ruhu ve ideolojisi vardır. Bu nedenle Türkiye’yi var kılan esas şeyleri ihtiva eder İstiklâl Marşı. O vakitlerde gidişata yön ve istikamet bu şekilde tayin edilebilmiştir. Fakat bu gidişat harp için tayin edilen istikamet ve elde edilen hâsılaya uygun devam etmez, ettirilmez. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamanın ne manaya geldiğini, işin aslını ve esasını bilmeye ve anlamaya çalışan ve bu memleketin evlâdı olduğunu söyleyen herkes, önce kim olduğunu ve nasıl bir mesuliyeti yüklendiğini bilmelidir. İstiklâl Marşı bize şehit oğlu diye hitap etmektedir. O halde bizler ancak şehit oğlu olduğumuzu bilerek tarihimizde ve şu anda olup bitenleri doğru anlayabiliriz. Meseleleri Müslüman aklımızla muhakeme ettiğimizde hakikatle nasıl irtibatlı olduğunu kavrayabiliriz.
Şimdi, eski ve yeni bir tarihte olmuş iki vakıadan iktibas ettiğim bazı yerleri size okuyacağım:
I. 28 Şubat 1856’da Bâb-ı Âli’de bütün bakanlar, yüksek memurlar, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaat ileri gelenleri önünde okunarak Islahat Fermanı ilân edildi ve Paris Antlaşması’nı hazırlayan devletlere de bildirildi. Bu bildirmeyle de fermanın “dış baskı” sonucu çıkarıldığı beyan edilmiş oldu. Fermanda özetle:
Gayri-Müslim tebaaya eskiden beri tanınmış hakların aynen sürdüğü belirtilip din adamlarına devletin maaş bağlayacağı, Hıristiyan rahiplerinin menkul ve gayrimenkul mallarına müdahalede bulunulmayacağı, gayri-Müslimlerin ibadet yerlerinin, okul, hastane ve mezarlıklarının tamirlerine engel olunmayacağı ve yenilerinin yapılmasına izin verileceği, din ve mezhep değiştirmek için kimsenin zorlanmaması ve keza İslâm dininden çıkmanın idam ile cezalandırılmayacağı belirtiliyor ve bunlarla “inanç özgürlüğü”nün kabul edildiği gösterilmiş oluyordu.
II. 27 Ağustos 2011 günü Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na eklenen 11. geçici madde kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. 28 Ağustos Pazar günü, 162 cemaat vakfının ev sahipliğinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve bakanların katıldığı iftarın hemen öncesinde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile daha önce el konulan gayri-Müslim vakıf mülklerinin iade edileceği haberleri gündemi sarstı. Gazete ve internet sitelerinin manşetlerinde “Tek Maddelik Devrim”, “Gayri Müslimlere Bayram Hediyesi”, “Görülmemiş Jest”, “Bütün Mallara İade” başlıklarıyla duyurulan kanun değişikliği, gayri-Müslim din adamları ve vakıf yönetimleri tarafından da övgüyle karşılandı.
Yeni anayasanın Türkiye’nin doğum belgesi olacağı hükümet yetkilileri tarafından söyleniyor. Yeni anayasanın özgürlükçü bir temele dayalı olacağını da Mandela’nın, “Halk özgür olmakta özgürdür.” sözüne müracaat ederek ifade ediyorlar. Nasıl bir ülkenin doğacağı ve belgesini kimden alacağı, kimlerin bu ülkede nasıl özgürlükler peşinde olacağını bilmek ve anlamak hususunda; bu iki iktibasın yeni anayasanın nasıl bir gidişat ve istikamete sahip olduğunun tespiti açısından bir veri olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Anayasa’dan İstiklâl Marşı’nın çıkarılmasının düşünülmesi bile meselenin hangi derekede ele alındığını göstermesi bakımından önemlidir.
İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar:
Biz Türklere varlık kazandıran Müslümanlığımızdır. Müslümanlığımız dolayısıyla elde ettiğimiz kazanımlarımızın ne yazık ki bugüne kadar kıymetini bilemedik, kıymeti bizden saklandı. Bizim olan ne varsa işgal edip dönüştürdüler, dönüştürmeye çalıştılar. Biz neyi aldıysak içini diledikleri gibi doldurup kendi renkleri ile sahiplenmek istediler hatta sahiplendiler ve sahipleniyorlar. Neden? Çünkü burada Müslüman olmadan, Müslümanmış gibi görünmeden hiçbir şey yapmaya salâhiyetin yok! Bunu Türkiye’de en az Müslümanım diyenler biliyor. Nasıl bir kıymetin elimizde olduğunu bilmemiz gerekir.
“Türk”, “Türk Bayrağı”, “Al Sancak”, “İstiklâl Marşı”, “İstiklâl Harbi”, “Türkiye”, “Vatan”, “Millet” kavramları ve değerleri Müslümanların burada, Türkiye’deki kazanımlarıdır. O halde cümlemizi kuralım ve cümle âlem:
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
diyerek bize seslenen marşımızın dediğine şahit olalım. Müslümanlar kâfirle çatışmayı göze almak suretiyle tarihî rollerini bir kez daha İstiklâl Harbi’nde üstlenerek al sancağı yere düşürmediler ve dârül-İslâm Türkiye Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Kâfirlerden kaçırıp kıyam ettikleri, istikbal-i kıble ettikleri bu yeri vatan bellediler.
İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar: İstiklâl Marşı’nı okuduğumuzda ne çıkıyorsa odur anayasamız. Çünkü dinin direği namaz, Türkiye’nin direği İstiklâl Marşı’dır. Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Biz de teşekkür ediyoruz. Ben gene bir şeyler söyleyeceğim ama yorulup Dadaşhan’ın söylediklerini esneyerek dinlemeyesiniz diye hemen Dadaşhan Celaleddin Kavas’a bırakıyorum sözü.
Dadaşhan Celaleddin Kavas:
Teşekkür ederim. Selâmün aleyküm. Az önce Erol Karadoğan’ın da ifade ettiği gibi aslında bugün başka başka şeyler konuşuyor olabilirdik. Ama Allah’a ve Resulü’ne düşmanlıkları sebebiyle öyle ileri gitmiş, azıtmış durumdalar ki kimileri; bir süredir “anayasa” konuşuyoruz. Belki bambaşka şeyler konuşacak bir mevzide olabilirdik. Elbette bugün bunları konuşmamız da bir mevzi kaybı değildir. Ancak bunu ifade etmiş olmak da gerekli. Biz bir kayıplar silsilesinin ardından bir şeyler söyleyebiliyoruz. Bu çarpıklık, karşı karşıya kaldığımız bu sapkınlık “mücrim” bir cehaletten doğuyor. Cehalet zaten bir cürümdür. Ama insanlar kolaylıkla bilebilecekleri şeyleri bilmezden gelerek, kolaylıkla öğrenebilecekleri şeylerin uzağında durmayı tercih ederek bu cehaletlerinde ısrar ediyorlar. Pek çok kişi şöyle sözleri yerinde bulacaktır: Meselâ anayasanın bir ülkenin vatandaşlarının “hak”larını teminat almak üzere yazılmış bir metin olduğu söylenebilir. Ya da sosyal “adalet”i tesis etmek, “adaletli” bir toplum hayatı tanzim etmek için çeşitli ülkelerde anayasaların vazedildiği ifade edilir. Buna benzer birçok söz duyabiliriz. Hâlbuki “hak”, “hukuk”, “adalet” kelimelerinin zaten Esmaül-Hüsna dolayısıyla, Esmaül-Hüsna yüzü suyu hürmetine lisanımızda olduğu çok rahatlıkla ulaşılabilecek bir bilgi iken hiç kimse bunun böyle olduğu hususuna temas etmiyor. Bu İstiklâl Marşımızı okuyan birinin aklına getirebileceği bir şeydir, “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!” dediğinde. O zaman “hak”tan, “hukuk”tan, “adalet”ten bahsedeceksek, hukukî düzenin temeli olan bir anayasa metninden bahsedeceksek İstiklâl Marşı bunun hakiki mesnedini ifade ediyor. Bunu görebildikten sonra “seküler hukuk”tan nasıl bahis açılabileceğini varsın Hıristiyanlar, Yahudiler dert etsin. Ya da Mustafa Deveci’nin işaret ettiği “evrensel hukuk” gibi saçmalıklar nereye konulabilir ki? İşte ancak bu türden çarpıklıkların içinde nefes alıp verebildiklerine kanaat getirenler adalete bir “cehalet perdesi” ya da “cehalet peçesi” (veil of ignorance) arkasından bakabileceklerini vehmetmektedirler. Yani kim olduklarını, nereden geldiklerini, nerede durduklarını bilmeden herkese eşit haklar dağıtabilecek bir adalet teorisi üretebileceklerini söylüyorlar. Bunları tartışıyorlar. Bunlara karşı çıkanlar da aynı cehalet içinde debelenmektedirler. Kastettikleri bir tür “tarihsizlik”tir: kim olduklarını, nereden geldiklerini, nerede durduklarını bilmemekle alâkalı bir tarihsizlik. Bizim de, elbette, cehaletten uzak durmak için tarihe dikkat etmemiz lâzım.
Bir önceki panelimizde Türkiye’de anayasaların ne manalara tekabül ettiği ve Türkiye’yi nerelere uğrattığı hususunda birçok esaslı izahat yapıldı. O tarih perspektifini dikkate alarak bugünü tahlil etmek lâzım. Bugün yeni bir anayasadan bahsediliyor. Az önce Durmuş Küçükşakalak’ın söylediği gibi, yeni anayasadan her bahis açıldığında anayasanın neresi konuşuluyor? Israrla ilk üç maddesi konuşuluyor. Zaten milâdî 2010’daki referandumda Anayasa’da yapılmasını istedikleri birçok değişikliği yaptılar. İsteseler daha fazlasını da değiştirebilirlerdi. Çok sayıda madde değiştirildi. Onun öncesinde de zaten çok madde değiştirilmişti. 1982 Anayasası, çoğunluğu değiştirilmiş bir anayasadır, ilk halinden pek bir şey kalmamıştır. 17 değişiklik paketiyle, 109 maddesi değişmiştir. Dolayısıyla bizim geçen toplantımızda ifade ettiğimiz şeyleri haklı çıkarmak istercesine yeni bir anayasa istiyorlar. Çünkü geriye zaten ilk üç madde meselesi kaldı. Peki, ilk üç madde meselesi nasıl hal yoluna sokulacak? Birinci madde ile ilgili zaten basından takip ettiğimiz kadarıyla aralarında bir mutabakat var. Devletin bir “Cumhuriyet” olduğu hususu kalacak. İkinci maddede ne vardı? Laik, demokratik, sosyal hukuk devletinden bahsedilen madde. Bunlar içinde en tartışmalı olan kavram hangisiydi? Herhalde laiklik idi, insanların üzerinde en çok gevezelik ettikleri. Onu da artık çözüme bağladılar. Artık dünyada laiklik propagandası şampiyonluğu yapıyorlar, laiklik ihraç ediyorlar. Dolayısıyla orada pürüz çıkarılmayacağına dair birbirlerine birtakım işaretler vermiş oldular. Bu aslında çok manidardır. 2009 yılında ABD Başkanı gelip Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Türkiye’nin “seküler demokrasisi”ni methetmişti. Bugün yurtdışında da laiklik propagandası yapanlar belli ki belli bir hiyerarşinin gereği olarak ağız birliği izhar ediyorlar. Gittikleri yerlerde böyle lâflar etmek gibi bir şiarları var. Geriye kaldı üçüncü madde. Asıl amaçlanan değişikliğin üçüncü maddede olduğunu birkaç ay önce söylemiştik. Az önce arkadaşlar da bu hususu tebarüz ettirdiler.
Neden İstiklâl Marşı’ndan anayasa çıkar? İnsanlar bir hukuk metni dolayısıyla bir arada yaşamazlar. Bir hukuk metni, bir anayasa üretip de, “Bu çok güzel bir metin oldu, bari bir araya gelip bir topluluk, toplum, cemaat, cemiyet -her ne ise- böyle bir şey inşa edelim.” demezler. Böyle bir şey ancak istisnai ve sapkınca bir şeydir, bir anomalidir. Onun için Amerika Birleşik Devletleri böyle tesis edilmiştir. Onlar, evet, bir anayasa yaptılar ve güzel bir anayasa olarak gördüler, bir anayasada uzlaşmış oldular. Onların böyle bir tarihleri var. Şu anda buna benzer bir uygulamanın üzerinde yaşamakta olduğumuz topraklara taşınması söz konusu, anlaşılan. Farklı etnik, dinî kimliklere sahip kimselerin bir anayasada uzlaşmaları, hatta mevcut sınırlarımızın ortadan kaldırılmasıyla çevredeki toplulukların da bu uzlaşmaya dâhil edilmeleri gibi şeyler gündeme sokuluyor. Bunun menşeini tespit etmek hiç de müşkül değil.
Sözü daha fazla uzatmadan şunları ifade etmek istiyorum. Bugün kimlerin ne yaptıkları, ne yapmaya yeltendikleri hakkında bir şeyler söylüyoruz. Bize sorulabilir; az önce Genel Başkanımız da böyle bir istifhama temas etti: Ne yapabiliriz ki? Onlar şu anda güç ve iktidar sahibi olarak görünüyorlar, egemenliklerinden dem vuruluyor, önlerine kimse geçemezmiş gibi bir intiba var; ne yapılabilir? Şunu hatırlatabilirim. Siyaset teorisiyle alâkadar olanlar varsa belki hatırlayacaklardır: Egemen olan, olağanüstü halde karar verendir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak hep söyledik, hep dilimize doladık, dedik ki: Her şey olup bittikten sonra dahi hâlâ bir şeyler yapabileceğine akıl erdirebilen insanlar olmak niyetindeyiz. Her şeyin olup bitmesini beklemeye elbette lüzum yok. Kaldı ki bu yönde çok adımlar attılar. Az önce Durmuş Küçükşakalak’ın dediği gibi 2023 hedefleri gibi lâflar ediyorlar. Kaldı ki 2023’ü bekleyecekleri tahmini de su götürür. Bu belki bizi oyalamakla alâkalı bir şey. Ama biz her şey olup bittikten sonra dahi hâlâ karar verebilen, ihtiyar sahibi olabilen kimseler olmak niyetindeyiz. Mohaç’ta, Maraş’ta hangi millet kendini gösterdiyse, onların torunları olarak dünyaya kendimizi göstermeyi ümit ediyoruz. Bu niyetimizi bozmuyoruz. Dolayısıyla görüleceği gibi siyasî egemenlik aslında bizim uhdemizde. Kendimizi olağanüstü şartlarda dahi karar verebilen pozisyonda tutma hazırlığındaysak, hazırlığımız kavi ise bunun başka izahı yok. Allah’ın hâkimiyetine rıza ile, memnuniyet ile boyun eğdiğimizi, Hakk’a tapan millet olduğumuzu dünyaya kabul ettirme duası ediyoruz.
Şu anda iktidar sahibi gibi görünenler İstiklâl Marşı’ndaki “yarından da yakın”ın heba edilmesi suretiyle elde ettikleri bir mühletten faydalanıyorlar. Onların bu halleri arızî bir haldir. İstiklâl Marşı’nın hükmü ise ortadan kalkmamıştır; bir daha İstiklâl Marşı yazılmayacaktır. Onun için Türkiye dârül-İslâm’dır. Onun için İstiklâl Marşı’ndan anayasa çıkar. İstiklâl Marşı’ndan anayasanın çıkarılabildiği, Allah’ın vaat ettiği o gün geldiğinde –hafazanallah- elimizden kaçmayı başarabilirlerse, bugün güç ve iktidar sahibi gibi görünenler zaten soluğu bir yerlerde alacaklar. Ama o gün, 29 Ekim 1923’te gördüğümüz bahar avdet etmiş olacak. “Bahar”ın ne olduğunu o zaman bütün dünya görecek. Teşekkürler.
İsmet Özel: Dadaşhan’a teşekkür ediyoruz. Ben onun bıraktığı yerden söze devam edeceğim. Biz başından beri, İstiklâl Marşı Derneği kurulduğundan itibaren bunu söylüyoruz. Biz olan bitene mani olmak üzere bir harekete tevessül eden insanlar değiliz. Birileri Türkiye’yi haritadan silmeye gayret ediyor ve birileri de onların işini kolaylaştırıyor. Bizim gücümüzün buna son vermeye yeteceğini söylemek komik olur. Bir şeyler olmakta. Biz neler olmakta olduğunu kavramak ve eğer istemediğimiz çok kötü şeyler cereyan edecek olursa o şartlarda dahi mevcudiyetimizin gereği olan, mevcudiyetimizi izah eden hususu elden bırakmamak üzere işe koyulacak insanlar olmayı seçtiğimiz için İstiklâl Marşı Derneği’ndeyiz. Yani Türkiye haritadan silinebilir ama biz İstiklâl Marşı Derneği olarak faaliyetlerimizi gene “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” mısraının bize öğrettiği şekilde devam ettiririz.
Faaliyetlerimizi devam ettirebilmemiz için ne olup ne bittiğini anlamamız lâzım. Erol Karadoğan 1856 Islahat Fermanı’ndan bahsetti, 2011’de bunun nasıl tekrar edildiğini anlatmak üzere. Ama ipin koptuğu tarih ondan öncedir: 1839. Bir sene önce Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması imzalandı: 1838. Bu anlaşmayla beraber İngiliz mallarının gümrüksüz olarak Osmanlı topraklarına girmesi temin edildi. Klasik bir Osmanlı düzeni vardı ve bu klasik Osmanlı düzeni milletler prensibi ile işliyordu. Yukarıda millet-i hâkime, millet-i hâkimenin altında hiyerarşik olarak diğer milletler. Grekler en üstte, onların altında Ermeniler, onların altında Yahudiler ve kilise güçlerine göre ya da mabetlerinin şekline göre milletler. Yani devlet bu milletlerin varlığını tanıyor ve Müslüman hâkimiyeti esas olmak üzere sistem işliyordu. Bu sistemi Tanzimat Fermanı ortadan kaldırdı. “Osmanlı padişahının bütün tebaası birbirine eşittir.” ilkesi geldi. Bu siyasî bir vakıaymış ve dolayısıyla siyasî bir manzara ortaya çıkarmış gibi anlarız. Hayır, böyle değildi; bilhassa böyle değildi. Tanzimat Fermanı’nın sonuçları siyasî hayatta ya da sosyal hayatta sonuçlarını vermedi. İlk sonuçlarını iktisadî hayatta verdi. Tanzimat Fermanı’yla beraber devletin, Osmanlı topraklarında ticaret konusu olan şeyler üzerindeki hakkı feshedildi. Tanzimat Fermanı’na kadar devlet satılan her malın kalitesi ve fiyatı konusunda hak ve yetki sahibiydi. Tanzimat Fermanı’yla beraber insanlar birbirlerine şunu demeye başladı: Gözünü aç, aldanma. Hâlbuki Tanzimat Fermanı’ndan önce herkes gözü kapalı olarak alışveriş edebilirdi, çünkü kendisine düşük kalitede ve pahalı bir mal satıldıysa bunu şikâyet konusu eder ve o malı satan adamın cezalandırılmasını sağlardı. Hiç kimse devletin tespit ettiği, narh koyduğu şeyin dışına çıkamazdı Tanzimat Fermanı’ndan önce.
Konuşmamın başlangıcında dedim, devre mülk taksitlerini düşünüyoruz, oraya getirdiler Türkiye’yi. Tanzimat Fermanı’yla beraber gayri-Müslimler eşit ve hür olmadı. Gayri-Müslimler gün gün, ay ay, yıl yıl zenginleşmeye başladı. Bunun karşılığı da Müslümanların gün gün, ay ay, yıl yıl fakirleşmeleri demekti. 1918 yılına geldiğimizde Müslümanlar ekmeğe muhtaç, gayri-Müslimler müreffeh durumdaydı. Savaş kaybedildiğinde Türkler tarihten silinmemek için seferber oldukları zaman karşılarında hasım olarak buldukları insanlar, sadece din farkıyla değil servet farkıyla onlara galebe çalmaya çalışıyordu. Bugün Türkiye’de Ermeni davasını savunan; Türklerin ve Müslümanların İstiklâl Harbi’ne katılmasını sağlayan gücün ve bilhassa Maraş, Urfa, Antep savaşlarında motivasyonu sağlayan gücün vatan aşkı olmadığını, dönmekte olan Ermenilerin mallarını geri alacağı korkusu ile Türklerin ve Müslümanların savaşa girdiklerini iddia eden dangalaklar var. Ama bu dangalaklar 1839’dan itibaren Türkiye’deki bütün gayri-Müslimlerin -ister Grek, ister Ermeni, ister Yahudi, ister Süryani, ne olurlarsa olsunlar- Müslümanlar aleyhine servet sahibi olduklarını söylemiyor. Biz memleketimizde soyulan, aldatılan, hakarete uğrayan insanlar olarak yaşıyorduk. Zaten cumhuriyet ilân edilmeden önce Mustafa Kemal’in, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir.” sözü bunu belgeleyen bir şeydir. Çünkü cumhuriyet ilân edildiği zaman Müslümanlar kendilerinin de bir devletlerinin olduğunu hissettiler. Türkiye Cumhuriyeti Müslümanların devletiydi artık. Osmanlı idaresi Müslümanları koruyamayan, korumayı bir tarafa bırak kendi saltanatlarını devam ettirmek için kâfirlerin her dediğine uyan insanların idaresiydi. Osmanlı idaresi 1575 yılından itibaren Avrupa’dan şekillendirilen, Avrupa’dan telkin edilen görüşlerle yürüdü. 19. yüzyıla geldiğimiz zaman Türkiye’de küçük büyük bütün Osmanlı idarecileri devletlerinin yıkılacağına ikna edilmişti. Dolayısıyla bugün, “Müslim, gayri-Müslim farkı gözetmeyelim.” falan filân derken ne diyorsun sen, neden bahsediyorsun? Karşımda bir Ermeni var diyelim. Ben buna ne gözle bakacağım. 1915 yılında, “Osmanlı Devleti madem çöktü, artık ben kendi topraklarımı ele geçireceğim.” diye harekete geçmiş bu Ermeni. Ki Van’da başarı elde ettiler. Ermeni devletini kurdular Van’da ve Rus çarından da tebrik ve tesanüt mesajı aldılar 1915’te. Ama 1915’te henüz ihtilâl olmamıştı Rusya’da. 1917’de ihtilâl olduktan sonra bu Ermenilerin de aleyhine oldu. Çünkü eğer Rusya’da ihtilâl olmasaydı ve Çarlık devam edecek olsaydı kendi himayelerinde Büyük Ermenistan’ı Ruslar kuracaktı. İstanbul’u da alacaklardı vs. Olmamış şeylerden bahsetmeyelim. Ama netice itibariyle ben bugün bir Ermeni’yle nasıl konuşacağım? Ya 1915’te çektiklerinin acısını benden çıkarmak isteyen veyahut 1915’te canını kurtarmak için Müslüman olmuş ve, “Biz Gregoryen, Katolik, Protestan olarak devletimizi kuramadık ama Müslüman olarak kuracağız.” diyen bir Ermeni var karşımda. Şu anda, “Müslüman olsam da Ermeni’yim.” diyen insanlar var. Şu an, “Müslüman olsam da Pontus davasını terk etmeyeceğim.” diyen insanlar var. Onun için biz bu memleketi öyle demokrasiyle falan elde etmedik. Can pahasına elde ettik.
İstiklâl Harbi’nin kritik noktası Sakarya Meydan Muharebesi’dir. Sakarya Meydan Muharebesi’nde dokuz alay komutanımız ölmüştür. Alay komutanı! Alay komutanı meydan muharebesinde ölür mü? Biz savaşı neden kazandık? Şundan kazandık: “Allah bana şehadet nasip ederse edecek, onun için ben öldürebileceğim kadar gâvur öldüreyim.” dedik, bunu da yaptık. Bizim İstiklâl Harbi’nde kayıplarımız gâvurların kayıplarından daha çoktu. Biz daha çok öldük ama savaşı kazanan biz olduk. Savaşı daha çok sağ kalanın kazanması lâzım değil mi? Hayır, onlar daha az öldüler ama savaşı kaybettiler. Çünkü onlar şehit olmak diye bir şey bilmiyorlardı. Netice itibariyle biz Türkiye’de İstiklâl Harbi’ni Müslümanların mı desteğiyle kazandık? Hayır! Müslüman geçinenlerin büyük kısmı ya asker kaçağıydı yahut bir yolunu bulup cepheden uzak kalmış insanlardı. İstiklâl Harbi’ni, “Ben bu toprakları gâvura yedirmem.” diyen bir avuç insanla kazandık. Onun için bizim vatan sahibi olmamızın temelinde demokrasi yok. Bizim vatan sahip olmamızın temelinde bir irade var, bir geri adım atmama var. O yüzden demokrasiden bir şey beklememize gerek yok. Çünkü bize bir şey vermedi demokrasi. Biz eğer Müslüman isek, biz eğer Türk isek demokrasi sebebiyle bir kazanç sahibi değiliz. Biz davamızı terk etmediğimiz için bir şey var elimizde. Başka bir mesnedi yok bunun, başka bir dayanağı yok. Bundan sonra da bir şeyler olacaksa bu daha çok sayıda insanın bizimle beraber olması yüzünden olmayacak. Bundan sonra da bir şey olacaksa meselesini sarahatle ifade eden, özü sözü bir olan insanların yaptıklarıyla olacak.
Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak hiçbir şeyi saklamıyoruz. Meselâ hedeflerimizden bir tanesi yazımızı geri almak. Bizim millet oluşumuzun temelinde yerine başka bir şeyin konamayacağı bir şey var, o da yazımız. Türkçe diye söylediğimiz lisan günlük hayatta kullanılan dilin aruz veznine tatbikiyle doğmuş bir lisandır. Türkçe bu topraklarda doğmuştur. Tataristan’da, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Azerbaycan’da doğmuş bir lisan konuşmuyoruz biz. Biz burada Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmiş olan, sarf-nahiv bilen âlim kişilerin bize neyi nasıl söylememizi öğretmeleriyle sahip olduğumuz lisanı konuşuyoruz. Arapça ve Farsça olmayan kelimelerimizin teşkili de doğrudan doğruya Kur’an kaynaklıdır. “Yok” kelimesi meselâ “Yok” kelimesi herhalde başka bir lisandan gelmedi dilimize. Ama biz bunu Özbek’ten, Tatar’dan, Kırgız’dan farklı bir şekilde telâffuz ettiğimiz gibi, farklı bir mana yükleriz söylediğimiz söze. Bazen “Türkiye Türkçesi” falan diyorlar, öyle bir şey yok. Türkçe diye bir şey var. Ama bunun da mevcut olması şiirimizle doğrudan alâkalı. Eğer Yunus Emre diye bir şair olmasaydı biz bugün neye nasıl ad vereceğimizi bilir durumda olmayacaktık. Ama Yunus Emre böyle çölün ortasında bitmiş bir kaktüs değildir. Tabii ki Yunus Emre gibi bir şeyler yapan binlerce insan vardı. Ama onlardan bir tanesi olarak Yunus Emre “primus inter pares = eşitler arasında birinci” olarak dikkat çekti. Bu bir millî hadiseydi. Neden millî hadiseydi? Bugün Hıristiyan takvimine göre 21. asırda en az yedi tane Yunus Emre mezarımız var. Türk milleti kendisini ortaya çıkaran bir manayı -Yunus Emre aslında maddeden çok manadır- sahipleniyor. “Yunus Emre bizim burada yatıyor.” diyor insanlar. Bir insanın yedi tane mezarı olmaz. Ama böyledir. Meselâ İstanbul şehrinde de birçok sahabi mezarı var. Bunların en azından yarısı gerçek mezar değildir. İstanbul’un Müslüman ahalisi ashaptan o kişilerin İstanbul’da olmasını istediği için; meselâ, “Ebu Derda’nın da mezarı buradadır.” demiştir. Hâlbuki değil. Onlara sonradan mezar yerine makam adını verdiler. Biz millet olmaklığımızı dinimizden başka bir şeye borçlu değiliz. Yazımızı elimizden alarak bizim millet oluşumuzu yok ettiler. Yani bir temele oturması lâzım. Temel kelimesi de Grekçe.
Anayasa’dan İstiklâl Marşı çıkmaz. Çünkü bu ülkede sayıları ne olursa olsun dinini Allah’ın indindeki din olarak kabul eden, kendilerini de verilecek hesaba ayarlamış olan insanlar samimiyetlerini zahirde gösterebilirlerse, birilerinin dünya hayatında uğrayacakları şeyler sebebiyle gözlerinin korkması yüzünden işler bizim istediğimiz şekle girecektir. Anayasa’dan İstiklâl Marşı’nı çıkaramayacaklar. Benden korktukları için değil. Ama geleceği Allah’tan başkası bilmiyor. Biz dua edelim ve kendimizi de o seviyeye ayarlayalım. İnşallah İstiklâl Marşı’ndan anayasa çıkaracak bir cesamete, bir kıymetler silsilesine sahip çıkabiliriz.
24.09.2011, Ankara
Bugün beşincisini gerçekleştirdiğimiz panelimizin konusu önceki konularımız gibi itikadîdir.
İstiklal Marşı Derneği, Şanlıurfa şubesiyle birlikte bünyesi için gerekli gördüğü azalarına kavuştu.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,
Panelimizde bir “Yeni Kana Yasa” başlığı var, bir de “Yenik Anayasa” başlığı var. Yeni Kana Yasa... Yani yeni bir kan var, bu kana uygun bir yasa isteniyor Türkiye’de.
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik.