Benim milletimin İstiklâl Marşı’dır bu! 1 Mart 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa ve tekrar tekrar okunup söylendiği günden tâ bugüne, saymak mümkün mü, kaç defa söylenilmiştir? Kaç yüzyıl daha söylenilecek, mümkün mü cevap vermek? Yürekleri helecan ve göğüs kafesleri harf harf bu marşın mısra ve mânâsıyla dolup taşan kaç nesil geldi, kaç nesil yetişti ve yaşlandı? Ve daha kaç nesil gelecek ve yaşlanacak?…
İstiklâl Marşı’mızın yazılışından bu yana yarım yüzyılı çoktan aştık. MEHMET ÂKİF’in doğumundan bugüne, yüzyılı, ölümünden ise kırk yılı aşkın bir süre geçti. 27 Aralık 1936’da aramızdan ayrılmıştı; 1978 yılının 27 Aralık’ı 42. ölüm yıldönümü. Onun öldüğü tarihte çoğumuz ya ilk, orta veya lise öğrenimi görüyorduk ya da yeni doğmuştuk. O yıllarda ne Âkif’ten ne de şiirlerinden ve düşüncelerinden pek söz edilmezdi. İstiklâl Marşı’ndan, Çanakkale Şehitlerine şiirlerinden başka doğru dürüst hiçbir şiirini bilmezdik. “Bu neden böyleydi?” sorusuna cevap veremezdik o zamanlar. Yıllar geçti, yaşımız ilerledi ve öğrendik ki, bir milletin İstiklâl Marşı’nı yazan şair “geri bir cemiyet anlayışına sahip”; karanlık bir “ortaçağ zihniyeti ile düşünüp yazıyor”, "Mısır’a çekip gitmiş Devrime karşı çıkmış”; İslâmcı, İslâm birliğine inanmış, tam manasıyla çağdışı ve “yobaz’ın biri”! Ondan, bu sebepler yüzünden bahsedilmez. Adetâ “aforoz” edilmesi bunun için.
Genç kafalarımızda bir süre böyle yaşatıldı, bize böyle tanıtıldı Âkif, ama yıllar ilerlemeğe devam edip, Tanzimat’tan, Meşrutiyet’ten ve hatta Cumhuriyet’in ilk üç beş yılından sonra gerçeğin aydınlığında bütün o ıslahatlar, inkılaplar, devrimler gerçek yüzleri ile ortaya çıkınca kimdir Mehmet Âkif, tanıdık ve öğrendik! Evet, bütün kötülemelere, aleyhinde söylenilenlere ve bütün yanıltmalara rağmen bizim de mensubu olduğumuz bir Cumhuriyet nesli, onu kendi eserlerinden, ne dediğini, ne söylediğini ve ne düşündüğünü, neyin mücadelesini yaptığını kendi yazdıklarından okuyarak, onun hayatını öğrenip tanıyarak değerlendirmiş, ona saldıranların samimiyetsizliğini anlamakta gecikmemiştir. Âkif’e neden kıyasıya saldırılmıştır, Safahat’ı okudukça anladık. 1908’den sonra neyin kavgasını vermiş ve bütün Millî Mücadele boyunca neye ve nasıl hizmet etmiş, bunları bir bir öğrenince gördük ki, çağdışı olan, ortaçağ zihniyeti taşıyan o değil, ona saldıranlardır! Ahlâkta, imânda, Türklükte âbide şahsiyeti ortaya çıktıkça, ona saldıranlar küçüldüler, tarihteki lâyık oldukları yeri aldılar.
Bu yaşadığımız 20. yüzyılın ilk yarısında yetişmiş en büyük mücahit, en büyük şâirlerimizden biri, hatta başta geleni Mehmet Âkif’tir. Hakikat bu olduğu ve bu yüzyılın ilk yarısına, hiç bir şekilde tartışılamayacak seçkin şahsiyetiyle damgasını vurduğu halde Âkif’in ne idi suçu? Bu kadar yıl kasıtlı olarak ne diye saldırıya uğrayıp durdu? Türk ve İslâm dünyasının en felâketli, en acı ve yaralı günlerinde şiirleriyle, vaızları ve yazdıklarıyla yiğitçe haykıran bu sese, belli bir kesim neden tahammül edemedi ve neden yeni nesillerce tanınmasına, bilinmesine engel olunmak istendi? Nedendi ona karşı bu düşmanlık?Bütün bu soruların cevabını iki kelimede toplayabiliriz: İmânı ve heyecanı…
Türk ve Müslüman olmanın heyecanını duyan bir yazarımız, muhterem Sâmiha Ayverdi çok güzel ifade ediyor: “Onun büyük suçu, diyor, toprağının ve imânının dertlerini görüp, onları realist ve heyecanlı san’atıyle göstermeyi başarmasıdır. Suçu büyüktür, çünkü imânıyle, milli heyecanları atbaşı gitmiştir. Zaman zaman Ümmetçi zihniyeti de bir yana koyup millileşmiştir, ırkının ve toprağının dertlerine derinlemesine dalmış ve bir milli şâir hüviyetiyle kendinden geçercesine Türklüğe arka çıkmıştır.”
Ayverdi hanımefendinin bu söylediklerine daha neler neler ekleyebiliriz. Çöken, düşman istilasına uğrayan koca bir Türk-İslâm İmparatorluğunun acısını yüreğine gömüp İstiklâl Savaşı’mızın başında hemen Anadolu’ya koşan; Kuvayi Milliye’ye katılan ve bu mücadelenin başarısı için yokluklara, sıkıntılara aldırmadan, millette millî mücadele ateşini tutuşturan; Anadolu şehirlerini dolaşıp, iki büyük savaştan bitkin ve ümitsiz çıkmış insanlara yeni bir ruh aşılayan, güç ve imân kazandıran; açılan ilk Millet Meclisinde milletin temsilcisi olarak şerefle yer alan ve bu temsilciliğin hakkını veren ve sırtına geçirecek paltosu dahi yokken mükâfat olarak konulan bir büyük meblâğı elinin tersiyle iterek, karşılık beklemeksizin yine o büyük milletin İstiklâl Marşı’nı yazan bu insan, elbette ki suçludur, çünkü, Kurtuluş Savaşı’nın bitiminde, Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında atılmaya başlanan ters adımları, yapılan yanlışları görmüş, bağışlamamış, karşı durmuş, tasvipkâr davranmamıştır.
Suçludur, çünkü, yazarak ve yaşayarak savaş verdiği kırk yılı aşan bir sürede sözüyle ve kalemiyle, yok olmaya yüz tutmuş bir koca İmparatorluğa payanda vurmak için çırpınmıştır; bu çöküşe ve çözülüşe seyirci kalan sözde aydınlarla, bir takım insanlarla durup dinlenmeden mücadele etmiştir; gerek İmparatorluğun son yıllarında, gerekse Cumhuriyet’in başında İslâm’da birleşilmesi, Din-i İslâm’a lâyık olduğu yerin verilmesi için çırpınmış ve didinmiştir.
Âkif, sarsılmaz bir inançla haykırdığı için suçludur! Türk tarihinde kahramanlığın, vatan savunmasının en güzel örneklerini, millî edebiyatımızın birer âbide değerinde şaheserlerini milletine hediye ettiği için suçludur! Ve Âkif, İstiklâl Marşı’nın şâiri olduğu için suçludur!
Rahmetli Nihat Sami Banarlı’ya, yukarıda ifade ettiğimiz hakikatleri teyid ettiği için, katılmamak imkânsız: Âkif, eğer Bülbül şiirini, Çanakkale Şehitleri’ni, hele İstiklâl Marşı’nı söylememiş olsaydı, bugünkü muârızları, ona hücumu belki de lüzumsuz görürlerdi. Değerli edebiyat tarihçimiz sözüne, “milletleri yapan büyük adamlardır” diye devam ediyor. Hiç şüphe yoktur ki, bu milleti millet yapan büyük adamlardan biri de Âkif idi. Onu, genç nesillerin gözünden düşürmek için de suçlamak gereklidir ve bu yüzden Âkif ihtilâllerin eskimiş taktiği icabı suçlu gösterilmeliydi. Gösterildi de…
Şimdi yıllar ve bütün o aşağılık suçlamalar geride kaldı. Şimdi biz, her bayrak çekilen yerde ve vakitte, yüzler, binler, milyonlar, tek bir ağız olup yazdığı İstiklâl Marşı’nı her söylediğimizde hepimiz birer Mehmet Âkif oluyoruz. Onun yazdığı marşı milletçe her haykırışımızda, Âkif’i suçlamağa kalkışanlar günahlarının cehenneminde bir kere daha ve tekrar tekrar ölüyor, unutuyorlar. Âkif’in ebediyete göçüşünden bu yana kırk yıl O’nu ölümsüzler katına yükseltti. Bugün, bütün bir millet, her sevinçli günde, her bayramda ve her yaşanılan buhranda, her kanlı gün ve ortamda onun yazdığı marşı tekrar etmekle kalmıyor, yeniden ve biz yazıyor gibi yaşıyor ve haykırıyoruz:
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin İstiklâl.
H. Rıdvan Çongur, Divan Dergisi, Aralık 1978, S.2
İstiklâl marşının bestekârı Zeki Üngören söylüyor:
Evvelki gün bir işim düştü de Moda'ya gittim. Moda’ya gitmişken İstiklâl marşımızın kıymetli bestekârı Zeki Üngöreni ziyaret etmeden dönemezdim.
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar dizesindeki “dişi”yi “domuzun dişisi kalmış” ...
Bugün, Mehmet Âkif adının, ölümünün ellinci yıldönümü dolayısıyla...
Fakat 1914 den bugüne kadar Türk edebiyatında cıvık ve cırlak san’at iddialarile çırpınıp duran şairlerimizin millî marşa mevzu olacak iki satırlık bir nazım çıkaramadıklarını gördükten sonra...
Marş Cephelerde Okunuyor...
Elimize gelen 700 den fazla şiirin içinden Âkif'inki de dahil olan üç tanesini seçtik...
MEHMED AKİF
Ölümile memleketimizin fikir ve sanat adamlarının hayat ve şahsiyeti üstünde düşünmeğe davet eden Mehmed Akife, bu satırlarımla son vazifemi yapmak istiyorum.
"Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın mısraları dökülüyordu."
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 temmuz 1922 tarihli oturumunda, Erzurum Milletvekili Salih Efendi’nin Kurban Bayramını tebrik etmek üzere Batı Cephesi’ne
Bülend avazla ve kemali mehabbetle Tekbir etmişler.
Yalnız şu vak'a, Mehmed Beyin fart-ı zekasına hüccet addolunmağa layıktır.


