İstiklâl Marşımızın zihnimin öteden beri takıldığı bir kaç noktası üzerinde düşündüklerimi söylemek istiyorum. Şu muhakkaktır ki, İstiklâl Marşımız mazide olduğu gibi bugün de milli, vatanî duygularımızın tehzib ve terbiyesinde, ruhî gelişmelerimizde, maşerî hayatımızda pek tabii olarak üzerine mühim bir vazife almıştır. Gençlerimiz ve hepimiz, bu marşı daima âbidane bir ciddiyetle dinler veya söyleriz. Geçmiş kara günlerin ıstıraplarını ve mesut bir akıbetle sona eren İstiklâl Savaşımızın gönüllere ferah veren acı, tatlı hatıralarını hep bu marşın güftesi ve bestesi içinde duyar ve yeniden yaşarız. Böylece milli ve vatani duygularımızı tehziz etmiş oluruz. Ancak İstiklal Harbi günlerinin ağır ve kederli havası içinde yazılmış ve o günlere mahsus tahassüs ve ilhamlardan doğmuş bulunan bu marşın, milletin buhranlı kara günlerinde kendine güven, geleceğe iman, azim ve irade, milli gurur ve emsali yüksek duyguları telkin hususundaki mücerret ve mutlak kifayeti her türlü tereddütten azade olmakla beraber, güftenin öteden beri zihnimin takıldığı ve manzumenin en başına tesadüf eden "Korkma" kelimesi üzerinde düşündüklerimi söylemek istiyorum.
Bir Müşahade
Bu husustaki düşüncelerimi yazmaya başlıca saik olan keyfiyet, orduda iken sık sık şahit olduğum bir manzaradır. Ordu İçtüzüğü mucibince her gün guruptan önce her garnizon kıt’alar, tabur ve alay halinde kışlaların meydanında içtima ederler; akşam yoklamasını yaparlar. Bu yoklamanın sonunda tabur ve alayca bütün efrat ve subaylar hep bir ağızdan İstiklâl Marşı'nı söyleyerek törene son verirler. İşte bu törenlerde okunan bu marşın en başındaki ilk ağza gelen bu "Korkma" kelimesinin, bilhassa köyündeki sade ve sakin hayatından ayrılıp orduya yeni gelmiş ve muhitine karşı henüz ürkek ve çekingen bulunan acemi erlerimizin zihinlerinde, saf ve basit ruhları üzerinde müsbet olmaktan ziyade vehim ve tereddüt duyguları uyandıracağından şüphe ve endişe etmek bilmem ki yersiz ve haksız mıdır?
Filhakika İstiklâl Savaşı günlerinin ağır havasını teneffüs etmemiş, o kara günlerdeki şartları hiç tanımamış olan bugünkü nesle ve gelecek nesillere, milletin ve vatanın geleceği hakkında sönmez bir ümit ve iman, dönmez bir azim ve cesaret ve gururlu bir itimat telkin etmek istenildiği bir zamanda, sanki muhatabına ortada korkulacak bir şey mevcut olduğunu ve fakat kendisinin farkında olmadığını ihsas etmek istermiş gibi "Korkma" kelimesiyle söze başlamak, psikoloji itibariyle de isabetli olmasa gerektir. Hele mânası ve mahiyeti tamamiyle menfî ve pasif olan bu kelimenin, marşın en başında birinci kelime olması, bugünkü şartlara göre ayrıca talihsiz bir tesadüftür. Mevlüt sahibi Süleyman Çelebi mevlüdün en başında birinci kelimeyi ne güzel bulmuştur: "Allah adın zikredelim evvelâ."
Evet manzumenin yazıldığı günlerde, yani vatanın içeriden ve dışarıdan sayısız düşmanlarla çevrildiği, aziz milletimizin tasvir gelmez yolsuzluklar ve perişanlıklar içinde bulunduğu, "Şafaklarda yüzen al sancağımız" ile beraber bütün ümitlerin de söneceğinden korkulduğu bir zamanda, manzumenin en başında "Korkma" sözü ne kadar yerinde ve anlaşılır kıymette ise; o şartlardan hiç eser kalmadığı, korkudan âzâde ve âsûde bir devirde de o kadar anlaşılmaz bir hale düşmüş olmuyor mu?
Medeniyete Dair
Bundan başka manzumenin "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" mısraını da günümüzün şartlarıyla telif etmek imkânsızdır. Evet, dünyanın en medeni tanınmış en büyük devletlerinin milletimize insafsızca, canavarca saldırdıkları o korkunç günlerin atomsferi içinde türlü ısdıraplarla kıvranan her vatandaşın ağzından o günün düşmanlarına karşı hiddet ve asabiyetle böyle bir sözün çıkması ne kadar haklı ve tabii ise, bugün de milletimizin ancak bir an evvel Batı medeniyetini temessül etmekle kurtulabileceğine inandığımız, bel bağladığımız ve o yolda yürümeğe çalıştığımız bir zamanda bu mısraın marşımız içinde bulunması fazla garip olmaz mı?
Öyle zannediyorum ki, yakın tarihimiz çok kederli bir safhasında hepimize ümit ve teselli vermiş, ruhumuzu ateşlemiş olan fakat bugünün ihtiyaç ve şartlarına mutabakat ve kifayet derecesi çok meşkuk bulunan bu güzel marşımızı - Ara sıra bazı törenlerimizde gene çalmakla beraber -milletimizin sönmez bir sevgi ve vefa duygularile anarak İstiklâl Savaşı tarihimizin arşivindeki mutena ve müstesna mevkiine koymak; ve onun yerine milli tarihimizin yalnız bir safhasına değil, Türk’ün asırlara sığmayan engin mazisini, ebediyetle beslenen istikbalini bütün şümul ve azametiyle kavrayacak olan ve milli istiklâlin ebediyetini, milletimizin eşsiz hamaset üstünlüğünü, asılar içindeki yüksek varlığını coşkun, gururlu ve pervasız bir ifade ile terennüm eden, zaman ve nisyan mefhumlarını aşan ve her türlü hâdiselerin üstünde kalacak olan «Ebet - devam» bir millî marş yazmak hem halin, hem istikbalin ihtiyaç ve intizarını daha etraflıca tatmin etmiş olacaktır.
Beste
Marşın bestesine gelince: Evet, kabul etmek lâzımdır ki, beste hakikaten çok ağırdır. Ve hele giriş ve başlangıç kısmı… Bilmem ki; ağır bestelenmiş olan bu marşımızın, bu haliyle meselâ: Marşın güftesini hiç bilmeyen, marşı sadece çalınırken dinleyen bir insanın ruhunda azim ve hamasî duygular uyandırabilecek milli bir isyan gururunun alevli heyecanını yaratabilecek midir?
Meşrutiyetin ilânı günlerinde hemen her yerde sık adeta Fransızların «Marsaillaise»’i gibi çalınan bir hürriyet marşımız vardı. Güftesi şöyle başlıyordu: Kalkın ey ehli vatan bizde şâdân olalım». O da bir nevi milli marş olmasına rağmen çok ağır bir tarzda bestelenmişti. O yıllarda ordumuzda muallim olarak vazife gören Alman «Raabe» bir gün bu marşı dinlerken tercümanına güftesini sormuş ve sonra "—Bu insanı kaldırmıyor, uyutuyor" demiş.
İyi hatırlıyorum: O uyuşuk istibdat devrinin resmi günlerinde, merasimlerde çalışan bir Sultan Hamid marşı vardı. Ne kadar hareketli ve sarsıcı idi. Mızıka daha başlar başlamaz, insan kendisini seri bir «Hazır ol!» kumandasına muhatap olmuş gibi hissederdi.
Bizim eski "Ey Gaziler" türküsü gibi yeniçerilerin de cenge giderken mehter takımı tarafından çalınan bir cenk marşı vardı. Yiğit, serâzüd serdengeçit bir ruhtan fışkıran, coşkun,çâlâk nağmelerle dolu olan o cenk şarkısının ruhları öyle kavrayıcı, ateşleyici, insanı «Ceng-ü vega» sahnesinin hamasî atmosferi içinde sürüp götürücü bir hali vardır ki; eskiden bazan radyoda, "Kahramanlar Geçiyor" konuşmasının sonunda bu havayı dinlerken insan, derhal tesiri içine düşmekten kendini alamıyordu. Ordu, kışla, harb ve darb hayatına yaraşan da zannederim ki böylesidir.
Millî Eğitim Bakanlığınca yeni bir milli Marş güftesi ve bestesi için bir müsabaka açılırsa acaba muvafık olmaz mı?
Fevzi Akarçay, Ulus Gazetesi, 16 Ağustos 1966
Safahat’ı... bugün baştan sona okumaya kalkışsam afakanlar boğar...
Hele Safahat’ı –şiirden anlamadığımı göstermek için söylemiyorum– bugün baştan sona okumaya kalkışsam afakanlar boğar sanırım.
Akifin gayzını şimdi daha iyi anlıyorum...
Mısırda bir dostuma telgraf çekmem lazım geldi. Bir kaç cümle sıraladım. Sonra, on lira uzatarak...
Nuran Özlük - Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Polemikleri
– Evet, diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, orada Cuma'yı tuttuk.
İstiklâl Marşımızın Yazıldığı Ev
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bugün benzerleri yurdun her köşesinde sıralanan bir gecekondu hüviyeti içindeki mütevazi yapı...
İstiklâl Marşı Bestesi Üstüne Düşünceler
Bilindiği gibi İstiklal Marşımızın milli marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisince kabulü 12 Mart 1921 tarihine rastlar.
Başbakanlığı döneminde Celal Bayar çağrılı olarak Yunanistan'a, oradan da Yugoslavya'ya resmi bir geziye çıktı.


