Selamun Aleykum.
Allah’ın bana ihtida nasib ettiği günlerde, Müslümanların yaptıkları toplantılarda alkış olmazdı. Çünkü Cahiliye Devri'nde putlara tapma merasimlerinin bazıları alkışla cereyan ederdi. Onun için Müslümanlar alkıştan uzak dururlardı. O günlerden bu güne çok şey değişti. O günlerden Türk Milleti’ni itikadî zaafları sebebiyle kafeslemek birilerinin vazifesiydi. Bu kafeslemeyi yapmak için de kafese birtakım yemler koyuyorlardı. Bu, alkıştan uzak durmak da bu yemlerden birisiydi. Yemi yedi yiyenler, semirdiler, şimdi kaşınıyorlar. Çelimli Çalım'dan bahsedeceğiz, kimin çalımının kime olduğunu izaha gayret edeceğiz. Hadiselere nereden bakıyoruz? Görmek istediğimiz yerden mi, bize gösterdikleri yerden mi? Dünyada bugün fevkalâde hadiseler cereyan ediyor yani alelâdenin fevkinde hadiseler cereyan ediyor. Biz bunları görebilecek bir yerden mi bakıyoruz? Yoksa bu hadiseleri manipüle edenlerin bizi görmeye icbar ettikleri yerden mi bakıyoruz? 11 Eylül 2001 günü, Hıristiyan takvimine göre Dünya Ticaret Örgütü Teşkilatı'nın iki kule binasına, bina kulesine -artık ne dersen- uçaklar çarptı. Bu hadise cereyan ettiği zaman belki dinleyiciler arasında doğmamış olanlar var. O uçakların çarpmasından sonra dünyada yaşayan insanlara, İslâm hadisesine, bu vakıa sebebiyle bakmak teklif edildi hatta dayatıldı. Yani insanlar bu hadisenin şurasında veya burasında olmayı kaçınılmaz saydılar. Bazılarına göre iyi ki bu uçaklar çarpmıştı, bazılarına göre Amerika Birleşik Devletleri ilk defa kendi topraklarında saldırıya uğruyordu, vs. Yani bize İslâm diye tesmiye edilen neyse o birileri tarafından bir şekilde gösterildi. Ama biz kendi yerimizi İslâm münasebetiyle nerede sayıyorduk? Bu işler olsa da, olmasa da biz İslâm'ı ne olarak bilirdik. Bu, mahfuz tutuldu. Şu anda dünyada bir şeyler oluyor ama kendi topraklarımızda olan şeyler dünyada olan şeylerin en çok kesafet taşıdığı yerler. Bu toplantı İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip ettiği bir toplantı. İstiklâl Marşı Derneği niçin var ve 11 Eylül 2001 yılında olan hadiseyle İstiklâl Marşı Derneği'nin ne münasebeti var? Çelimli Çalım bu suallerin sorulmasına sebep olan canlılığı temsil etmek üzere neşrolunan bir mevkute. Bazı şeyler bize hiç olmadıkları gibi kabul ettiriliyor. Mesela, geçtiğimiz ay veya aylarda Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Seçimi diye adlandırılan bir şey oldu ve böylece Türkiye'de halkın oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğu söylendi. Hiç kimse çıkıp demedi ki, bilmiyorum ben o kadar tetkik etmedim her tarafı, vardır belki kıyıda köşede böyle bir şey yazmıştır, Türkiye'de halkın oylarıyla seçilen ilk cumhurbaşkanı Kenan Evren'dir. Kenan Evren, 1982 Anayasası'nın kabulüyle beraber cumhurbaşkanlığını oylamaya sunmuştur ve %92 mi nisbetinde, yani öyle 50 filan değil, %92 nisbetinde Türkiye'de halkın seçtiği cumhurbaşkanıdır Kenan Evren. Hangi halkın? Saz semaisi dinlemeyi umursamayıp fısıl fısıl konuşan halkın cumhurbaşkanıydı Kenan Evren. “Bu adamlar bize bu musikiyi bize niçin dinletiyorlar?” diye ufacık bir zihni çaba göstermeyi kendine lüks sayan insanların cumhurbaşkanıydı Kenan Evren.
İstiklâl Marşı Derneği 2007 yılında Amerikan istihbarat örgütlerinin İsmet Özel'i bir kısır çabaya mahkum etmek üzere kurdurdukları bir teşkilattır. Ve Amerikan istihbarat örgütlerinin gayesi tahakkuk etmiştir. Yani, İstiklâl Marşı Derneği yedi buçuk senede adına layık olan bir dernek olmadı. “Olamadı” değil. Yani olmaya çalıştı da olamadı değil; olmadı. İstiklâl Marşı Derneği'nde yedi buçuk senedir ben melunların melânetini geriletmekle uğraştım sadece. İstiklâl Marşı Derneği bir ürün veremedi, bir sonuç, bir netice istihsal edemedi. İstiklâl Marşı Derneği, İstiklâl Marşı hangi sebeple yazıldıysa o sebeple kuruldu. Bunu söyledik başından beri. İstiklâl Marşı hangi sebeple yazılmıştı? Türk topraklarının yağmalanmasına muhalefet etmek üzere. “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” diyerek yazılmış bir metin. Ve İstiklâl Marşı Derneği de bu sebeple şekil aldı, almaya niyetlendi.
İkinci Habitat toplantısı sırasında İstanbul'a gelen Fidel Castro etrafını çeviren gazetecilere dedi ki: “Hangisi daha büyük problem sizin için? Kürt meselesi mi, şeriatçılık mı?” Yani dünya sistemi Türkiye'nin başını yiyecek iki mevzu olduğunu biliyor. Çünkü kendileri ürettiler bunu. Biri Kürt meselesi, diğeri şeriatçılık. Bu ikisi Türkiye Cumhuriyeti'nin sonunu getiren olayları başlatabilir, ilerletebilir ve o sonu herkes görür. Şu anda dünyada, Türkiye'de olan biten şeyler bu hadiselerin kendi küçük dünyasına hapsolmuş insanları perişan etmek üzere alevlendirildiği bir durumu arz ediyor. Bir çözüm sürecinden bahsediyorlar. Birilerinin bu çözüm sürecini desteklediklerinden söz ediliyor, birilerinin bu çözüm sürecini sabote ettiklerinden söz ediliyor, değil mi? Ama kimse çözüm sürecinin neye taalluk ettiğini ne söylüyor ne de bildiriyor. Bilmediği şeyi zaten bildiremez. Ama hani “Biz aslında çözüm süreci diyoruz ama gaye şudur” diye bir şey de söylemiyorlar. Fidel Castro’nun sorduğu sorudaki birinci şey, yani maddelerden bir tanesi tasfiye edildi. Türkiye'de bir şeriatçılık problemi yok. Türkiye'de “Müslüman’ım” diye ortalıkta dolaşan insanlara şeriattan bahsettiğin zaman “Geç onları” diyorlar. “O defter kapandı!” Kala kala, Türkiye'de hapsolamadığı için dünya ölçüsünde bir varlık gösterdiği için Kürt meselesi var. Onu birçok başka gayeler için ısıtıp ısıtıp sofraya getiriyorlar, yiyen yiyor. 11 Eylül 2001 yılında uçaklar kulelere çarptığı zaman ilk planda hiç kimse ne olduğunu bilmiyordu. Planlayanlar dışında. O yüzden bir süre George W. Bush havada gezdi. Yani havalandı uçak, uçak bir yere gitmiyordu, sadece geziyordu, ne olduğunu anlamak için. Ondan sonra ne olduğu anlaşılıp indi uçak. Kimse bilmiyordu. Ve Havana'dan Washington'a bir telefon geldi: “Eğer durum gerçekten vahimse, bizim havaalanlarımızı kullanabilirsiniz.” Anladınız mı? Yani bu Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkartma yapmaya niyetlendiği ülke! Domuzlar Körfezi Çıkartması, hatırlamazsınız, '60 yılında oldu o. Yani bir düşman ülke. Bunu zikretmemdeki gayem, dünyada bizim ulaşamayacağımız bir mekanizma hareket halinde. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak, görünen, bilinen, telaffuz edilen hususlar içinde kalmayı benimsiyoruz ve teklif ediyoruz. Yani Türkiye'de bir İstiklâl Marşı var, bu İstiklâl Marşı'nın yazılma sebepleri var ve bu İstiklâl Marşı'nın muarızları var. Yani bunlar bizi ilgilendiriyor. Kim biz? Bu bizden bir şey anlamamız lazım. İstiklâl Marşı, “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” diye başlıyor. Bu topraklar üzerinde tüten ocaklar var, bu ocaklar tütmeye devam edecek. Bayrağın sonu demek, o ocağın sönmesi demek. Bu manalı bir laf mı? Yoksa işte şair zırvası mı? Dünyada üç tane milli marş var. Doğrudan doğruya hangi milletin marşıysa onun hayatını birinci derecede ilgilendiren. Bunlardan bir tanesi Marseillaise diye bilinen Fransız milli marşı, diğeri 1871 yılında İmparatoluk'un tesis edilmesiyle “Deutschland Deutschland Uber Alles” nakaratını taşıyan Alman milli marşı, üçüncüsü de İstiklâl Marşı diye bildiğimiz Türk milli marşı. Diğer milli marşların tamamı, işte yani, bir milli marş noksan olmasın diye yapılmış marşlar. Fransızlar Avrupa'da merkezi krallık vasıtasıyla ilk milli devleti teşkil etmiş olan insanlardır. Onlar Fransız İhtilali sırasında milletin tercihini öne çıkaran bir milli marş sahibi oldular. Stefen Zweig marşı yazıp besteleyene “bir gecelik dâhi” diyor. Diğeri Joseph Haydn'ın bestesini yaptığı ve Avrupa'da batı medeniyetine alternatif bir kültürü temsil eden Almanların milli marşı. Avrupa'da batı medeniyetinin hâkimiyetini reddedip ona alternatif bir kültür temsil eden Alman milli marşı. Diğeri de 1.Cihan Harbi sonunda tarihten silinmek istenen bir milletin milli marşı: İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı'nda: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı “Türklerin, medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı insanların istiklâl hakkı yoktur” tezine itiraz eden bir mısraydı bu. Yani Avrupa kültüründe, Avrupa medeniyetinde bu baş belası Almanlar ve onlara 1.Cihan Harbi'nde yardakçılık yapan Türkler. Almanlar mağlup edildi, Türkler de tarihten silinecek. Onlar kendilerinden çok emindiler, İslâm bir askeri güç ve bir siyasi organizasyon olarak dünyadan silinmişti, dünyadan tard edilmişti 1918 senesinde. Ama 1919 yılı itibariyle başlayan bir hareket İslâm'ın hem bir siyasi organizasyon olarak kendini kabul ettirdiğini hem de bir askeri güç olarak hasımlarına kök söktürebildiğini gösterdi. Bu hareket Türkiye'de kasdi olarak okullarda öğretilmiyor. Yani bizim bir İstiklâl Harbi verdiğimiz devletin resmi ideolojisinde yok. Mekteplerde bir tarih dersi var, bir de İnkılâp Tarihi dersi var. İstiklâl Harbi dersi yok. İnkılâp Tarihi, nereden çıkmış bu? Ne demek? Bu Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı okundan bir tanesi yani eğer o inkılâp tarihi dersinde doğru dürüst bir şeyler öğretiyorlarsa, sahici, doğru şeyle söyleniyorsa o derste, o dersin olmaması lazım! Çünkü zaten tarih dersi var. Niye ayrıca inkılâp tarihi dersi var? Çok özel bir durumumuz var da onun için. Türkiye diye bir yer var ve bu yerin özellikleri var. Hala Türkiye, İstiklâl Marşı'nı anladığı takdirde, İstiklâl Marşı'nı benimsediği takdirde önünde bütün insanlığın gıpta edeceği bir gelecek olan bir ülke ama dediğim gibi bu işler Türkiye'de yasaklanmış olan şeyler. İstiklâl Marşı'nı, anlaşılasın diye, prozodisi bozuk bir melodiyle terennüm ediyorlar. "O-be, nim-mille" böyle bir şey var, onu hiç kimse anlamıyor. “Larda” diye bir kelime var. “Larda yüzen...”
Kobani... Böyle bir yer haritada var ama orası Türkiye. Çünkü Misak-ı Milli'nin sınırları Halep'in 20 kilometre güneyinden geçiyor. Kobani, Halep'in kuzeyinde. Öyle değil mi? Halep'in 20 kilometre güneyinden geçiyor Misak-ı Milli'nin sınırları. Biz Suriyelilerle bir sınır anlaşması yapmadık Türkler olarak. Oralar, 1.Dünya Savaşı sonunda, savaşın en az tahribata uğramış ülkesi olan Büyük Britanya'nın Fransızları susturmak için onlara sus payı vermek için onlara bıraktıkları yerler Suriye dediğimiz yerler. Suriye diye bir devlet ne zaman var? 1933'te başlıyor çalışmaları 36'da bitiyor. Yani 1936'dan itibaren Suriye diye bir ülke var, Lübnan diye bir ülke var. Yani bizim güneyde sınırımız son Osmanlı Meclisi kapanırken aldığı kararla tespit edilmiş olan sınırdır. Misak-ı Milli sınırları içindedir oralar. Dolayısıyla bizim böyle her santimetrekaresi Amerikalılar tarafından şekillendirilmiş ve boyanmış, bir harekette anlaşılır bir yerimiz yok. Olan biten her şey Amerikalıların, daha 1.Dünya Savaşı akabinde planladıkları, İsrail kurulduktan sonra ekstra revizyondan geçen hazırlıklarıyla alakalı şeyler. Bunlar bizi hiç ilgilendirmiyor, eğer biz bir milletsek. Eğer o son ocak sönmemişse. Ama söndüyse onu bilmem. Şimdi ben lafı çok uzatmamayım, daha söyleyecek çok şey var tabii. Arkadaşlar da burada beni dinlemek üzere bulunmuş olmasınlar, kendileri de bir şeyler söylesinler. Ben de aslında çok merak ediyorum her ikisinin de söyleyeceği şeyleri. O yüzden önce ikinci başkanımız Durmuş Küçükşakalak'a sözü bırakıyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Selamun Aleyküm. İsmet Bey’in daha söyleyecek çok şeyi var. Onun için ben de oldukça derli toplu kısa şeyler söylemeye çalışacağım. Çelimli Çalım mevzuumuz ve mecmuamızın ismi. İlk sayımızda bir müjdeyle çıkışımızı duyurmuştur. “Müjde! Kılıcımız Keskin Değil!” demiştik. Bu müjde kime? Bu kılıç neyin nesi? Niye kesin değil? Bu konuda bana da arkadaşlara da sorular gelmiş. Bu konu üzerinden bir şeyler söylemeye çalışacağım. Şunu söyleyebiliriz eğer çalımla özellikle “çelimli” çalımla, aframız taframız eğer kâfirlere, müşriklere, münafıklara karşı değilse bu Allah’a isyandan başka bir manası yoktur, bu yapılan işin de, söylenen sözlerin de. Çünkü ayetle ve hadisi şerifle sabittir ki; çalımlı yürümek Allah’ın hoş görmediği sevmediği hasletlerdendir. İşte “yeryüzünde böbürlenerek dolanmayın, dolaşmayın ne yeri yarabilirsiniz ne de boyca dağlara erişebilirsiniz” mealinde ayetler vardır. Ve buna eski meal verenler, Elmalılı gibi, Ömer Nasuhi Bilmen gibi en eski mealcilerimiz diyelim, bunlar direk “çalım”la tercüme ederler. Yani Uhud Savaşı’nda meşhur, bildiğimiz, herkesin bildiği bir hadise vardır. Resulullah, elindeki kılıcı sahabeye sorar “Bunu benden kim alır?” der. Birçok sahabe talip olur. Bu sefer soruyu değiştirir. “Bu kılıcın hakkını vermek üzere bunu benden kim alır?” Bir sahabe “Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sorar. Resulullah da “Bu kılıcın hakkı eğilip bükülünceye kadar, kırılıncaya kadar düşmana çalmaktır, bununla Müslüman öldürmemek, kâfirin önünden kaçmamaktır!” der ve “Bu hakkı yerine getirmek üzere o kılıcı ben alıyorum!” der sahabe. Savaş meydanına çıkar, öyle bir yürür ki Resulullah şöyle der: “Bu yürüyüş sebebiyle geçmişte birçok kavim helak oldu. Bu Allah’ın harp meydanı dışında sevmediği bir yürüyüş şeklidir” Hadise bu şekilde cereyan ediyor. Hatta bazı kaynaklarda o kılıcın üzerinde bir beyit yazılı olduğu söylenir. O beyitte de “Korkaklarda zillet, atılımda şeref ve izzet vardır. Korkaklık ile kaderden kimse kurtulamaz.” Mealen bu şekilde bir beyit olduğu söylenir. Yani sadece bu hadise değil. Çalımlı yürümek aslında sünnettir. Hem de çelimli çalım duruşu, tavrı, yürüyüşü sünnettir. Hem de haccın sünnetlerindendir. Hacda iki yürüyüş şekli vardır normal insan yürüyüşünün dışında. Biri tavaf sırasında, diğeri say denilen Safa ile Merve esnasında iki farklı yürüyüş şekli vardır. Birine remn denir tavaf esnasında yürüyüş, bu. Güçlü ve kıvrak yürüyüştür. İkincisi tabii her yerde değil tavafta Kâbe’nin belli bir kısmında ve yine onun simetrik olarak Safa ile Merve arasındaki kısımda göğsün kabartıldığı kol hareketlerinin de eklendiği çalımlı bir yürüyüş vardır. Bu sünnettir. Bu neden böyledir çünkü Hudeybiye’den sonra Resulullah umre ve haccın da o bölgede müşrikler oturup Müslümanlar ne yapacak diye seyretmeye koyulduğunda Resulullah sahabeye “Öyle bir yürüyün ki kimse Müslümanlar bitkin, hasta diyemesin” der ve o bölgelerde, müşriklerin oturup seyrettiği bölgelerde çelimli çalım yürüyüşü yapılır. Yani bütün bu anlattıklarımdan “Ne yani savaş meydanında mıyız nedir bu?” diye, İsmet Bey’in girişte bahsettiği “Olaylara nereden bakıyoruz, İstiklâl Marşı Derneği’nin yeri, konumu, Türkiye’de neler olup bitiyor? ...” hadiselere nereden baktığımızla alakalı bu anlattıklarım. Ehlisünnet olmanın bir şartı var. İmam Muhammed’în koyduğu bir şart: cihadın kıyamete kadar süreceğine iman etmek. Ehlisünnetin şartlarından birisi bu. Yani cihadın kıyamete kadar süreceğine iman etmeyen insan ehlisünnet olmaktan çıkar. Bu ne demektir?
Yani şimdi nerede bulacağız nasıl anlayacağız bunu işte üçüncü sayımızda İsmet Bey’le yapılan mülakatta “İstiklâl Harbi Bitti Diyenler Tasfiye Edilmelidir” sözü vardı ve bu manşetteydi. “İstiklâl Harbi bitti” demek katıksız bir cihad olan İstiklâl Harbi bitti manasına gelir ve İstiklâl Harbi’nin bittiğini söyleyerek biz o şartların uzağında yaşadığımızı söylemiş oluruz. Şu anda Türkiye’de son hadiselerde ki önümüzde 2015 Ermeni olaylarının her yerden püsküreceği bir yıl var. Bütün o İstiklâl Harbi’ni hazırlayan şartların ne kadar uzağındayız, ne kadar içindeyiz, yine meseleye bakışıyla alakalı bir şey bu. Bugün işte Ortadoğu’da olup biten şeyler acaba bizim bakışımıza nasıl tesir ediyor. Bu işlerde illa bir taraf tutmak, bir yerlerden bakmak zorunda kaldığımız bu işlerde meseleye Müslümanca nasıl yaklaşabiliriz. Ortada dönen dolaplar nedir bunlara bakabilmek lazım. Birkaç örnek üzerinden giderek bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Şu anda işe Yeni Türkiye diye bir şeyden bahsediliyor. Geçenlerde başbakan dedi ki yeni Türkiye kavramı çok güzel bir kavram ve bunun içini biz dolduracağız. Bir kavramın içi doldurulmaz, doldur zaten, o şekilde kavram olur boşaltılır, boşaltılmış bir kavramın içi tekrar doldurulabilir. Yani bir şeyin kavram haline gelmesin için o şey dolar ve kavram haline gelir. Yani buradan da anlayabiliriz ki “Yeni Türkiye” bu ibare tamamen tercüme bir kavramdır. Nereden tercümedir? 2007 yılında Graham Füller’in yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabından. Ne olduğunu kimsenin bilmediği ama işi kodlayanların, klonlayanların programlayanların gayet iyi bildiği bir hadisedir ve bunlar bu kavramın içini doldurmak için iş başındalar, iş yapıyorlar bunu bilmek lazım. Yine aynı CIA eski şefi 99’da yayınladığı kitabında mesela diyor ki “Bu hükümet -o günkü Ecevit bahçeli üçlü hükümetini kastederek, koalisyon hükümetini kastederek- bir ekonomik krizle karşı karşıya gelecek yıkılacak, yerine Refah Partisi’nden kopan bir ılımlı İslâmcı parti kurulacak bu kartopu gibi büyüyecek daha sonra mecliste İslâm’a soğuk olmayan bir sol oluşturulacak. Akabinde Türkiye iki partili siteme gebe, başkanlık sistemine gebe” diyor. Bunu 99’da söylüyor. Yani biz Türkiye’de seçimler oluyor, birileri şunu seçiyor, cumhurbaşkanlığın iki aday çıkıyor falan filan. Bunların gerçek olduğuna inandığımız anda İstiklâl Harbi’nin de, Türkiye’nin ne odluğunu da nereye gittiğini de, nereye götürüldüğünü anlamamız imkânsızdır. İşte 11 Eylül 2001’den sonra ne olup bittiğine bugünkü başbakanla yapılan mülakatta hemen birkaç ay sonra 11 Eylül’den birkaç ay sonra yapılan mülakatta bugünkü başbakan olan zat şunu söylüyor. Diyor ki “ABD bu saldırıları, ikiz kulelerin uçaklanması saldırılarını bahane ederek iki İslâm ülkesine girecek. Daha sonra Müslüman avı başlatacak dünyada. Bu tüm dünyada Amerika’nın prestijini sarsacak. Bu sarsılan prestiji tekrar toparlamak için siyahi bir başkan seçecekler…” falan filan diye cümleler kuruyor röportajda. Kehanet, yahut bazıları diyor ki siyasi deha, işte adam boşuna başbakan olmadı… Şimdi buna kim nereden bakacak. Onun için durduğumuz yer çok önemli. Buna Müslüman feraseti denmez buna direk CIA ve Pentagon raporlarıyla içli dışlı olmak denir. Başka bir izahı yoktur bunun. Yani söyleyeceğim, Türkiye’de bu şekilde bir şeyler oluyor. Yani iç boyutunu bilmiyoruz çünkü içinde değiliz. Yani onun tam olarak ne olduğunu anlamak için o işin içinde olmak lazım. Hamdolsun işin dışındayız ama sadece gösterilenlerden, görebildiklerimizden. Türkiye’de her şey Türkiye aleyhine oluyor. Ve bunları Türkçe konuşan insanlarla yapıyor, İngilizce konuşan insanlarla bu iş yapılmıyor. İşte bizim çelimimiz de, çelimli çalımımız da bütün bunlara ve karşı ve keskin değil. Müjdemiz o. Çünkü Türkler tarihleri boyunca savaş esnasında keskin kılıç kullanmadılar. Şefkatten merhametten değil, ibret olsun diye. Yaralamak için o kılıcı kullandılar. Savaştan saf dışı etmek için kullandılar ki saf dışı kalsın başına gelenleri diğerlerine anlatabilsin. Ölüden bir fayda da yok, zarar da yok. Ama yaralı bir insan başına gelenleri anlatabilir ve Türk korkusu diye bir şey vardıysa eğer dünyada ki halen vardır. o keskin olmayan kılıçla sağlanmıştır.
İsmet Özel: Teşekkür ederiz, Durmuş Küçükşakalak'a, ben de Türk korkusundan lafı alayım, Türk korkusu bilhassa Osmanlılarda vardı. Osmanlılar gaza beyliklerini yok ederek bir cihangirane devlet kurdular. Gaza beylikleri İslâm dünyasının baş tacı kuruluşlardı. Çünkü bütün gaza beylikleri diyar-ı rum’da Hıristiyan hegemonyasını yok edip, burada sadece Müslümanların örnek insan sayıldığı bir yaşama tarzı ürettiler, bütün gaza beylikleri. Osmanlılar gaza beyliklerinin ideallerini kâr getiren, keyif duyulan bir sisteme çevirdiler. Bunu yaparken de en büyük destekçileri gayr-i müslim tebaa idi. Yıldırım Bayazıd, İstanbul'da şimdi Anadolu Hisarı dediğimiz, o zaman Güzelce Hisar denen kaleyi yaptırdığı zaman, gaza beyleri -ki birçoğu beyliklerini kaybetmişti o güne kadar- Timur'a haber gönderip “Gel bu adamı tepele, bu bir imparatorluk kurma sevdasında İstanbul'u alıp, bir daha bizim artık geleceğimiz olmayacak” diye haber gönderdiler. Timur'da bunun üzerine geldi, gerçekten onu tepeledi ve gaza beyliklerini tekrar ihdas etti, geri verdi topraklarını onlara. Ondan sonra biliyorsunuz tarih kitaplarında Fetret devri dediğimiz bir dönem yaşandı. 50 sene boyunca Çelebi Mehmet tekrar Yıldırım Bayazıd'ın getirdiği düzene getirmeye çalıştı devleti, oldu. Ondan sonra ikinci Murat padişah oldu, ama Osmanlılar bu gaza beyliklerinin kalıntıları sebebiyle Anadolu toprağından her zaman rahatsız oldular. Onlar her zaman Rumeli’yi, Balkanlar’ı kendi vatanları bildiler. Çünkü orada doğrudan doğruya, aracısız kullandıkları insanlar vardı. Bunların bir kısmı gayri müslim idi, bir kısmı Müslüman’dı. Osmanlılar Balkanlar’da bir İslâmlaşma faaliyeti ya da müessiriyeti göstermediler. Çünkü eğer herkes Müslüman olursa Osmanlı’yı kim takar? Osmanlılar gayri müslimlerin kendilerine olan boyun eğişleriyle yükselen bir şeydi aynı zamanda. Hazine de buradan doluyordu, onlardan aldıkları vergilerle.
Bizim lisanımızda serbest diye bir kelime var. Eğer etimolojisine bakarsanız Farsça başı bağlı demek. Best, beste… Ser de “kafa”. Kafa da yunanca bir kelime. Öyle Türkçe kelime aramayın. Serbest… Serbest deyince ne anlıyoruz? İngilizce “free” diye tercüme ediyorsunuz değil mi, serbesti? Halbuki işte başı bağlı demek, ne demek? Başı şeriata bağlı, onun başı şeriata bağlı olduğu için ona kimse karışamaz. Yani o yaptığını şer’i esaslar dâhilinde yapıyordur, sen anlamıyor olabilirsin ama ona serbest, o serbesttir. Gaza beyliklerinin bütün diyar-ı rumda tesis ettikleri düzen serbest insanların eliyle gerçekleşti. Onlar mesuliyetlerini bilen ve İslâmi hudutların muhafızlığını yapan insanlardı. Bu günümüze kadar maalesef ulaşamadı, neden ulaşamadı? 1973 yılında Siyasal İslâm diye bir şey icat ettiler. Bu, gaza beyliklerinden beri gelen Müslüman üstünlüğüne son veren bir hareketti. Ne demek bu yani? Siyasal İslâm çıkmadan önce Türkiye'de Müslüman üstünlüğü mü vardı? Evet, yani insanlar İslâm’a mugayir şeyleri yapmaktan, “Bir gün bunun hesabını biri benden sorar” diye çekiniyorlardı. Siyasal İslâm, bu İslâm adına hesap soracak adamların üç kuruş paraya göbek atacak insanlar olduğunu göstererek Türkiye'de Müslümanların hesap soran pozisyonunu yok etti. Tam tersine bunlar kâfirlere yaltaklanan, kendilerine Türkiye düşmanları tarafından verilen payeleri kullanarak Türklere baskı yapan insanlar haline geldiler. Türk korkusu hala var. Çünkü “Ben Türk’üm ve başka bir şey değilim” diyen insanların bu ülkede yapacakları düzenleme dünyada yürürlükte olan düzenlemenin mezarını kazacak ama bu bilhassa söyletilmeyen bir cümle. “Ben Türk’üm ve başka bir şey değilim!” bunu söyletmiyorlar. “Bunun yerine Müslüman’ım desen olmaz mı?” Hayır, olmaz. “Ben Ermeni’yim ama Müslüman’ım!” Bunu söyleyecek Türkiye'de milyonlarca insan var, milyonlarca. Ben “Grek asıllıyım ama Müslüman’ım!” bunu söyleyecek insanlar onlardan daha çok ve bunlar Türkiye'nin yani yakın geleceğinde, İstiklâl Marşı Derneği duruma el koymadığı takdirde, bunlar yakın bir gelecekte, çok uzak bir gelecek değil bu, yakın bir gelecekte Türkiye'nin haritadan silinmesine sebep olacak olayların başını çekecekler. Ben yıllardan beri söylüyorum. Eğer Türkiye'de bir bölünme bir parçalanma tehlikesi varsa, bunun başlayacağı yer Doğu değildir. Bunun başlayacağı yer Batı’dır ve ilk adımı da Türk-Yunan Konfederasyonu olacaktır. Buna razı, hazır, bunun için çalışan gene Türkiye de şu anda milyonlarca insan var. Türkiye'de Hıristiyanlaşmanın hangi boyutlarda olduğunu hiç kimse konuşmuyor. Türkiye'de üstelik Hıristiyanlaşma çeşitli şekillerde oluyor. Bazıları eski dinlerine dönüyorlar, bazıları Avrupa’da ki Hıristiyan teşkilatların bir parçası haline gelerek bu işi yürütüyorlar. Ve bunun delili şudur, cumhurbaşkanı olan zat da övünerek bahsediyor bundan, haç işareti olduğunu kimsenin inkâr edemeyeceği Türk Lirası remzi Türkiye'de bir itirazla karşılaşmadı. Hiçbir dükkân sahibi “Kaldır bu haçı gözümün önünden!” demedi. İnsanlar haç işaretiyle alışveriş yapmayı çok tabii karşılıyorlar Türkiye'de. “Canım, bu kadar, buna bir şey olmaz, girsin çıksın, kalbini temiz tut!...” Bütün hadise budur. Bakalım İstanbul Şubesi yönetim kurulu üyemiz Dadaşhan Celaleddin Kavas ne diyecek?
Dadaşhan Celaleddin Kavas: Bu panel İstiklâl Marşı Derneği için bir ilk. İstiklâl Marşı Derneği, ilk defa yaptığı bir şeyi anlatan, açık hale getiren, tavzih eden bir panel tertip ediyor. Bu, "önce yap sonra açıklarsın" tavsiyesine de uygun bir davranış.
Elimizde bir mecmua var. İlk sayısında Türk Milliyetçilerinin Mecmuası olma şiarıyla kendini ifade etmiş oldu. Türk Milliyetçilerinin Mecmuası serlevhasını ilk sayının çıkmasına ramak kala tespit ettik. Yazılar ikmal olmuş, mizanpaj neredeyse tamamlanmış, Derneğimizin İkinci Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ın yazısının başyazı kıvamında neşredilmesine karar vermişiz, fakat Durmuş Bey yazısına bizim, İstanbul’daki yazı heyetinin bir ad koymasını rica etmiş. O gece Faysal Toprak’la birlikte dernekte Durmuş Bey’in yazısının bir kahramanlık gösterdiğini müşahede ederek (Gökhan Göbel’in son yazısı kahramanlığın ne demek olduğunu çok güzel anlatıyor) hem yazıya bir ad koyduk, hem de ilk sayıya bir manşet bulma imkânı elde ettik. Yazı “Türk Milliyetçilerinin Mecmuası” diye çıksın dedik. Bunları niçin hikâye ediyorum? Çelimli Çalım için, bir proje olarak aylar boyunca çalıştığımız vakitlerde, böyle bir isimlendirme zihnimizde mevcut değildi.
İşlerimiz hep böyledir. İmanı amelden gayri bir şey olarak kabul ettiğimiz zaman, birtakım zihni hazırlıkların kâfi geleceği zannına kapılıyoruz. Önümüzü görebildiğimiz zannına kapılıyoruz. Hâlbuki hangi konuda olursa olsun, yapmış olduğumuz zihni hazırlıklar o işin vuku bulmasıyla elde edeceğimiz kazancı veya karşılaşacağımız kayıpları önceden kestirebilmemize yetmiyor. Âdemoğlunun gücü neyi bilmeye yetmiş zaten. Kalemle yazı yazmak bize öğretilmiş bir şey, denizlerde rüzgâr kuvvetinden istifade ederek seyahat etmek bize öğretilmiş bir şey. Yani bize nakledilmedikçe bilmeye güç yetirebileceğimiz bir şey yok. O nakil de bize amellerimiz vasıtasıyla kavuşuyor. Ben böyle vaaz verir havada konuşmayayım. Önce yap sonra açıklarsın sözüne bigane kalamayız. Yaptıkça öğreniyoruz. Yaptıkça, önceki zihni hazırlıklarımızın ne işe yaradığını keşfedebiliyoruz. Çelimli Çalım fikrini Genel Başkanımız miladi 2012’nin Kasım veya Aralık ayında ilk olarak dile getirdi. Bu tarihi, bizim belgeselimizin ilk gösterildiği tarih vesilesiyle hatırlayabiliyorum. Çok genel hatlarıyla bir tarif yapmıştı. Bunun içinin nasıl doldurulacağı, nasıl bir kıvamda olacağı meseleleriyle bir süre uğraştık. Yani Çelimli Çalım, bu fikrin ortaya atılışından aşağı yukarı bir buçuk yıl sonra neşredilmeye başlayabildi. Ve sonunda “Türk Milliyetçilerinin Mecmuası” olduğunu yapınca öğrendik.
Derneğimizi yakından takip edenler, aslında 40bir Mısra adlı bir mecmua fikrinin Derneğin kurulduğu günlerden beri mevcut olduğunu biliyorlar. Derneğin geride bıraktığı yedi yılı aşkın zaman içerisinde 40bir Mısra gerçekleştirilemedi. Bu biz Dernek üyelerinin vaziyetiyle alakalı. Ama Derneğin kurulmasından 6 sene sonra ortaya atılan Çelimli Çalım fikri yedinci senenin ortalarında gerçekleşebildi. Bunun dernek üyelerinin vaziyetiyle alakalı olup olmadığı meselesi biraz bulanık. Niçin bulanık? Çünkü Çelimli Çalım, dernek üyelerinin vaziyetinden ziyade Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartların zaruri kıldığı bir ürün. Bulanıklıktan kastım, Dernek üyelerinin performansıyla Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartların zaruri kıldığı işler arasında bir mesafe var. Eğer bu mesafe olmasaydı biz 40bir Mısra’yı da çıkarabilmiş olurduk. Ve daha tahmin edilebileceklerin çok ötesinde birçok şey olurdu. Yani “40bir Mısra çok daha yüksek bir hedef, şimdilik Çelimli Çalım’a güç yetirebiliyoruz” demek de tatmin edici bir izah değil. Çünkü 40bir Mısra nasıl bir neşriyat olacak, nasıl bir kıvamı olacak, bunu henüz yapamadığımız için zaten bilemiyoruz.
Çelimli Çalım’ın neşriyata başlaması bir buçuk yıl civarında bir hazırlık sonrasında gerçekleşti dedim. Bu bir buçuk yıllık süre Çelimli Çalım’ın eşsizliğiyle alakalı bir süre. Türkiye’de bugün dergi piyasasına baktığımız zaman neyi görüyoruz? Dergiler ya yazarlarının ihtiyaçları için, ya piyasanın ihtiyaçları için, ya da devletin ihtiyaçları için çıkıyor. Ve dergilerde yazan çizen insanların, piyasanın ve devletin ihtiyaçları birbirine birçok yerinden bağlı olduğu için bu dergiler çıkabiliyor. Yani “Artık dergi dönemi bitti, internet kasıp kavuruyor” denen bir zamanda dahi hayret verici bir şekilde neşredilmeye devam eden dergiler var. Buradan Çelimli Çalım’ın eşsizliğine geliyoruz. Normalde bir dergi nasıl çıkar? Birtakım yazı işleriyle uğraşan insanlar kendilerine bir mecra bulabilmek için bir araya gelir bir dergi çıkarırlar. Veya mevcut dergilerde kendilerine yer bulmaya çalışırlar. Çelimli Çalım’da bu olmadı. Bir buçuk yıl bununla alakalıdır. Çelimli Çalım bir buçuk yıl boyunca kendine yazar yetiştirdi. Yani biz, Çelimli Çalım’da yazan dernek üyeleri, hayatında böyle yazı çizi işlerine aslında yer olmayan kimseler olarak bir buçuk yılı, kendimizi Çelimli Çalım’da yazmaya hazırlamakla geçirdik. Sadece yazı yazmak değil, mizanpaj yapmak, dağıtım işlerine girmek gibi birçok işi öğrenmeye çalıştık. Hayatında yazı çizi işlerine yer bulunan, çeşitli mevkuteler neşreden kimseler de zaten bize katılmadılar. Biz, diyelim ki, beş on kişi birbirimizi ağırlayıcı bir tavırla bu işe katılmak isteyenlere mani olan bir tavır takınmadık. Yani Çelimli Çalım’da daha önce hiç konuşmadığımız hatta yüzünü bile muhtemelen görmediğimiz dernek üyelerinin de yazıları oldu. Dediğim gibi, hatta son sayıdaki yazımda ifade ettiğim gibi Çelimli Çalım’ı başka mevkutelerle yan yana koymak imkânsız olduğu için bu dergi vs. işlerini bilen kişiler bizimle olmadılar. Yani onların neşriyat konusunda bildikleri şeyler bizim yaptığımız işe faydası dokunacak şeyler değil. Çelimli Çalım, yazarlarının ihtiyaçlarını gideren, piyasanın ihtiyaçlarını gideren veya devletin ihtiyaçlarını gideren bir neşriyat değil. O bir buçuk yıllık süre içerisinde bu hazırlıkları yaparken ortaya çıkan yazılardan bazı seçtiklerimizi de Derneğin internet portalinde “İstiklâl Gündemi” köşesinde neşrettik. Bunu da bizi yakından takip edenler bilirler.
Şimdi, Türk Milliyetçilerinin Mecmuası’na dair izahatta bulunmak için Türk Milliyetçilerinin kim olduğuna dair izahatta bulunmak da lazım. Bu konuda önümüzdeki ay Konya’da bir seminer programımız olacak. Ama burada da bu hususta birkaç kelam etmek gerekiyor. Tıpkı Çelimli Çalım’ın eşsizliği gibi, Türk Milliyetçileri’nin eşsizliğinden bahis açmak gerekiyor. Türk Milliyetçileri diğer milliyetçilikler karşısında niçin eşsiz? Çünkü biz Türk Milliyetçileri olarak “İşittik ve itaat ettik” sözünün tespit ettiği bir sahada hareket ediyoruz. Yani bizim için Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi kendine ihtisas konusu yapmış kimselerin iktidarından bahsedilemiyor. Yani bizde Ruhbanlık yok. Kelime-i Şahadet getirerek İslâm’a kavuşabiliyoruz, doğrudan doğruya salâhiyettar kimseler olabiliyoruz. Bizden dünyevi ölçülere vurulabilecek irtibatlar veya ilave malumat talep edilmiyor. Onun için başımızda bir ruhban sınıfı olmadığı gibi bir aristokrasi de mevcut değil. Başımızdaki kişiye Emirül Müminin diyoruz. Yani başımızdaki adamın da bizim adamımız olduğunu, bizden olduğunu bilmek istiyoruz. Klasik Osmanlı düzeninde de milletler sistemi böyle şekillenmiş. Avrupa’daki sınıflara dayalı yatay bölünme yerine dikey bölünme bizde geçerli. Yani devlet idaresi bu hali dikkate alarak gayrimüslimleri de bizim millet oluşumuz gibi bir millet formuna sokmaya çalışmış. Her gayrimüslim milletin başına onların kendi sapık itikadlarınca muteber olan adamları konulmuş. Onların başlarında bir Patrik, bir Hahambaşı bulunsun denmiş. Hatta Ermenilere bir Patriklik bizzat Osmanlı idaresince ihdas edilmiş. Yani onların aristokrat sınıflarından ya da elebaşlarından bir adam onların başına bir kral, bir tekfur, bir derebeyi olarak tayin edilmemiş. Bizim adamımız ise Emirül Müminin. Halife-i Ruyi Zemin. Osmanlı hanedanı Avrupa’daki hanedanlara benzemiyor. Yani Türkler Osmanlı ailesini kutsal bir aile gibi gördüğü için başlarında tutmamış. Osmanlı ailesi, Anadolu’daki diğer siyasi iktidar sahiplerinin tepesine inecek bir performans gösterdiği için başımızda kalabilmiş. O yüzden Türkiye’de Saltanatın kaldırılması olarak bilinen hadise değil, Hilafetin kaldırılması olarak bilinen hadise tartışılan bir mesele olmuştur.
Başımızda bizim adamımız olması arzusu, bizim milliyetçiliğimize işaret ediyor. Yani bizim dünyevi menfaatlerimizi kollamaktan, karnımızı doyurmaktan ziyade bizimle aynı şeyi düşünebilecek bir adam olsun istiyoruz. Onun için mesela birilerine “Zam yapsın da yeterse o yapsın” denebiliyor Türkiye’de. Karnımızı doyuramasak da bizim adamımız başta olsun. Bu bizim milliyetçiliğimizle alakalı. Yani biz millet olarak kendimizi bir tutmayı, menfaat olarak milli menfaatimizi kollamayı ve bir şey yapacaksak millet olarak yapmayı istiyoruz. Bu en güçlü yanımız olduğu gibi en zayıf yanımızdır aynı zamanda. Çünkü bunu bilen, tepemize çıkmak için bütün siyasetini bizden görünmeye, yani Müslüman bilinmeye istinat ettiriyor. Bütün kartlarını bizden biri olduğuna inandıracak faaliyete oynuyor.
Aynı delikten iki defa ısırılmamak konusunda hususi dikkat gösterenler Türk Milliyetçileri. Israrla ifade ettiğimiz gibi Türklük bir etnisite olmadığı gibi bir kültür de değildir. İmanı kalplere yerleştiren Allah’tır. Onu dilediğine verir. İman sahibi imiş gibi yapanlar yapma bir işle meşguldürler. Yani insan elinden çıkma bir iş. Bu numarayı çekenleri Türk Milliyetçileri nasıl teşhis edebilir? İnsan elinden çıkma olmayan, etnisiteye veya kültüre dayanmayan bir silahla: lisanla. Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır. Allah Âdem’e isimleri öğretmiştir. Bizdenmiş gibi görünerek tepemize çıkanları Türkçemiz yardımıyla teşhis ve teşhir edebileceğiz. Türk Milliyetçilerinin silahı Türkçedir. Hiç şaşmaz. Yani düşmanlarımızı enselemek için istihbarat bilgisine, birtakım fiziki silahlara sırtımızı dayamıyoruz. Onların azıp sapmışlardan veya gazaba uğramışlardan oluşlarını Türkçesizliklerinden yakalayabiliriz. Onun için “dinsel milliyetçiliğe karşıyız” diyor mikroplar. Onun için bütün milliyetçilikleri ayaklarının altına aldıklarını söylüyorlar. İşte Çelimli Çalım Türk Milliyetçilerinin Mecmuası olarak Türkçeyi bir silah gibi kullanıyor. Çelimli Çalım’ın Türk yazısına işaret edişi bundandır. Bir Müslüman’ın ibadet için Kur’an’ı yüzünden veya ezberden okuyabilmesi yeterlidir. Yani okuduğu Kur’an’a dair bir tercüme bilgisi şart değildir. “Manasını bilmese de olur” demiyorum çünkü Kur’an kendisini yüzünden veya ezberden okuyana da bir manayı öğretir zaten. Gerekli olan şey doğru okumaktır. Bu doğru okuma hassasiyeti bizi bir şekle sokuyor. Bir lisanı doğru tekellüm etmek için yüksek ahlaktan başka bir şeye ihtiyacımız yok.
Onun için Çelimli Çalım Türkçeye sadakat göstermenin neticelerini bize gösterecektir. Biz netice peşinde değiliz. Ama yaptığımız işlerin bir neticeye müteveccih olduğunu biliriz. Bu partizanca bir tavırdır. Çelimli Çalım, Partizan şiirinin okuyucusuna hitap etmesi gereken bir mecmuadır. "Bir neticeye müteveccih" dedim. Çelimli Çalım İstiklâl Marşı’nın bir program olduğunu ve bu program uygulamaya sokulmadıkça İstiklâl Harbi’nin bitmiş sayılamayacağını söylüyor. Bunu biz manşet yaptık. İstiklâl Marşı’nın kırk bir mısraında ortaya konulmuş olan program tatbik edilmediği halde İstiklâl Harbi’nin bittiğini, geride kaldığını söyleyenlerin tasfiye edilmesi gerektiğini İstiklâl Marşı Derneği söylüyor. Bugün İstiklâl Marşı’nda Hakk’ın vaat ettiği günleri değil Eski Türkiye-Yeni Türkiye’yi konuşuyorlar. Çelimli Çalım Yeni Türkiye’nin yenisini Yeni Türkiyecilerin ağızlarına, Eski Türkiye’nin eskisini de Eski Türkiyecilerin ağızlarına tıkıştıracaktır. Çelimli Çalım bunların ağızlarının payını ağızlarına vermek için var. Biz İstiklâl Marşı’nda teklif edilen programın davacısıyız. İstiklâl Marşı Derneği üyeleri olarak biz bu işin peşini bırakmadığımızı amellerimizle ortaya koymadığımız takdirde öbür tarafta birbirimizin yüzüne bakamayacak bir halde kalacağız. İstiklâl Marşı Derneği üyeliği bir defa ele geçecek bir imkân. Çelimli Çalım da birçok üyemizin yazı yazmak, dağıtımında çalışmak, mali destekte bulunmak gibi birçok katkıda bulunabileceği bir imkân. Dolayısıyla Derneğin çıkardığı bir mecmua için hiçbir gayret göstermeyen dernek üyeleri hakkında söylenebilecek çok şey var. Yani bu sebeple adam harcamaktan kaçınacak halimiz yok.
Çelimli Çalım çok okuyucuyla buluşmak hedefi gözetmiyor. Şu anda 3000’e yakın bir tirajımız olduğunu biliyorum. Ancak asıl mesele Çelimli Çalım’ın tıpkı kendi yazarlarını bulması gibi, kendi okuyucusunu da bulması meselesidir. Yoksa satış rakamları, maliyet işleri, bunların hepsi manipüle edilebilecek şeylerdir. Mühim olan özü sözü bir olan, adam gibi adamların Çelimli Çalım’ın güzelliğine güzellik katmasıdır. Biz sadece adam harcamıyoruz, adamımızı tutmasını da biliriz inşallah. Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Biz de teşekkür ederiz. Dadaşhan Celaleddin Kavas bazılarınızın kolay anlamayacağı şeyler söyledi. Çok yüksek şeyler olduğu için. Şimdi ben daha yalın, temiz ve acımasız bir yol tutayım. Şimdi önce şu. Tabii o dikkat etseydi bu ifadeleri kullanmazdı. Saltanatın, hilafetin kaldırılması meselesinden başlayalım isterseniz. Celaleddin Kavas dedi ki Türkiye’de saltanatın kaldırılmasına değil hilafetin kaldırılmasına tepki daha büyük oldu ya da insanlar bununla daha alakadar idi. Hiç şüphesiz doğru bir yargı. Galatasaray Lisesi talebeleri Mekteb-i Sultani’ydi onun adı o zaman, öğlen yemeğini protesto ettiler hilafet kaldırıldığı için. Yemediler öğlen yemediği. Türkiye’de ne saltanat kaldırılmıştır ne de hilafet ilga edilmiştir. Türkiye’de padişahın veya sultanın bütün hak ve yetkileri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devrolunmuştur. Türkiye’de halifenin bütün hak ve yetkileri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devrolunmuştur. Yani ilk defa saltanatın kaldırılıp Abdülmecid’in halife olarak tensip edilmesi Vahdeddin’e ulaştığında: “Bizim birader demiş, tekke şeyhliğini kabul etmiş.”
Biz İstiklâl Marşı Derneği mensupları olarak İstiklâl Marşı’ndan aldığımız güçle Türkiye’de hiçbir şekilde parlamenter sistemden vazgeçilemeyeceğini söylüyoruz. Hatta bunun zayıflatılmasının da çok zararlı ve tehlikeli olduğunu söylüyoruz. Bir zamanlar çok fazla milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması gibi terbiyesizlikler yapıldı bu ülkede. Milletvekillerinin dokunulmazlığının tahkim edilmesi lazım. Çünkü bunlar saltanatın ve hilafetin muhafızları hususiyetini gösteren insanlar. Yani TBMM saltanatı ve hilafeti uhdesinde barındıran mevki ve makamdır. Bunun aksini hiç kimse iddia edemez. Yani bugün mesela “Millî Saraylar” diye bir tabirle karşılaşıyorsunuz. Ve bu Millî Saraylar’ın yönetimi meclis başkanının elindedir. Neden? Çünkü TBMM artık sultan. TBMM artık halife. Ve Adnan Menderes Demokrat Parti grup toplantısında “Muhterem heyetiniz hilâfeti bile geri getirebilirsiniz.” diyor. Doğru yani bu böyledir. Onun için birtakım insanların kendilerinin kirletilmesine izin vermemeleri lazım. Yani biz Türkiye’de yaşayan insanlardan bunu bekliyoruz. İnsanlar kendilerinin kirletilmesine izin vermemeli. İnsanlar kendilerine daha temizliklerine yarar şeyler sürüyorlarmış gibi yapıp insanları kirletiyorlar. Yani Türkiye’de yaşayan insanların temizliğine dikkat etmesi lazım. Neden etmiyorlar? Çünkü onlar temizliği Türklükte değil başka bir yerde arıyorlar. Sakarya Meydan Muharebesi’nde mağlup ettiğimiz ordudaki insanların çoğunluğu Yunanistan’dan gelmiş insanlar değildi. Çoğunluğu Anadolu topraklarında yaşayan Rumlardı. Üstelik 1838 (Hıristiyan takvimine göre) kurulmuş olan Yunanistan “Artık bizim de bir toprağımız var!” deyip oraya göçen insanlar geri geldiler. Neden geri geldiler? Çünkü orada kazançları Türkiye’deki kadar iyi değildi. Bunlar Türkiye’de daha iyi bir hayat sürebildikleri halde Türkiye’nin yok olması ve büyük Yunanistan’ın kurulması için cansiperane çalıştılar. Hala çalışıyorlar. Buna Yahudileri ve Ermenileri ilave ettiğiniz zaman Türkiye’de siyasi gelecek olarak sadece Türkiye’nin haritadan silinmesini bilen insanlar ne yapıyorsa yapıyor. Yani şimdi dedim ya: kendimizi kirlettirmeyelim. Biz nasıl kirleniyoruz?
Mesela “Bu konuda Abdullah Öcalan böyle düşünmüyor!” diye saçma sapan bir laf söylüyorlar. Yani Abdullah Öcalan’ın bir fikri olduğunu sanmak kirliliktir. Çünkü ne oldu? Hepimizin gözü önünde olan şeyler. Belki yaşı çok genç olanlar bir şeyleri hatırlamıyor olabilirler. Kenya’da Yunan konsolosluğunda Amerikalılar tarafından yakalanan adam Türkiye’ye geldi ve uçağa bindirilirken “Devlete hizmetlerimiz olur daha. Biz çok hizmet ettik!” diyen adam bu. Yani böyle saçma şey olur mu? Bu adamın görüşünden falan bahsediliyor. Üstelik mahkeme sırasında da kendisini bu işe bulaştıranlara da sitem etti. Dedi ki işte, “Evlenemedim sizin yüzünüzden, çoluk çocuğa karışamadım…” Kendinizi komik duruma düşürüyorsunuz “Abdullah Öcalan’ın da bir görüşü var” dediğiniz zaman. Böyle bir şey yok. İmralı Adası bizim açık hapishanemizdi. Adalet Bakanlığı personeli orada tatil yapardı. Güzel bir ada. Onlar da bedavadan orada tatil falan... Ondan sonra, açık cezaeviydi İmralı. Tahliyesine az zaman kalmış olan mahkûmlar oraya giderlerdi. Bir de zaten çok hafif mahkûmiyeti olanlar mesela 3 aylık, 4 aylık bir mahkûmiyeti var. Onu İmralı’ya gönderirlerdi. Ve İmralı’da üretim yapılırdı. Hem gıda üretimi, hem de ayakkabı kumaş gibi şeyler. Ve bunların İstanbul’da Mısır Çarşısı’nda karşılıklı iki dükkânı vardı. İmralı Mağazaları vardı ve ben çok alışveriş ettim oralardan. Bunları niye anlatıyorum size? Eğer Türkiye’de bir devlet olmuş olsa, bir adanın, üstelik devlete bu kadar kâr sağlayan bir adanın birini muhafaza etmek ve hatta abad etmek üzere tahsis edilmesini bir devlet yapmaz. Bu yaptırılan bir şeydir. Dolayısıyla eğer “İmralı’nın görüşü” diye bir şey işitiyorsak, burada “Bu kimin görüşü?” diye sormamız lazım. Yani Türkiye’yi mahvetmek isteyen hangi odağın görüşü? Türkiye’yi mahvetmek isteyen bir tek odak yok. Onun için kendimiz dediğimiz şeyin hudutlarını tanımamız lazım. Biz bir Türk tarifi getirdik başından itibaren: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu Müslüman siyah derili olabilir, bu Müslüman çekik gözlü olabilir. Bu Müslüman tek kelime Türkçe bilmiyor olabilir. Ama bu insan Türk’tür. Kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür. Çünkü Türklük, Türk adı taşıyan şey kâfiri zor durumda bıraktığı için tarih sahnesine çıkmıştır. Ondan önce Türk yoktu. Yani tarihte Türk yoktu. Türk adı gene vardı. Yani tarih sahnesine Türk çıkmadan önce Türk adı vardı. Török olarak. Yani töresi olana török diyorlardı. Yani ahlaken diğerlerinden daha üstün olana török diyorlardı. Ural - Altay arasında bir yerde. Töresi olmayana da “tat” diyorlardı. “Tat mısın murtad mısın?” diye Türkçede hala yaşayan bir tabir vardır. Yani mürtedliği ve tatlığı aynı kapta tutarlar. Onlar sonradan “tater” oldular ve “Tatar” dendi onlara. Ama onlar da Müslüman’mış gibi yapıyorlar gene. Şuna dikkat edin. “Türklük Müslümanlıktan ayrılmaz” gibi bir laf saçma bir laftır. Müslümanlık yoksa Türklük hiç yoktur. Ekstradan bir Türklük yoktur. Biz Bulgar’a Türk diyor muyuz? Finlere Estonyalı’lara Macarlara Türk diyor muyuz? Ki Macarlar lisanlarında bizim eski adımızı da muhafaza etmişlerdir. Macarlar bize “török” derler hala. Bir neden “török” demiyoruz. Çünkü Kur’an dilinde “ö” harfi yok. Kuran dilinde “ö” harfi olmadığı için kendimize Türk diyoruz. “Ü” diyoruz ayni. Arnavutlar da ö diyemiyorlar, “üldü” diyorlar onun için. Ama biz “ö” diyebildiğimiz halde Müslüman odluğumuz için Türk diyoruz. “Ö” diyebiliyoruz ama konuştuğumuz lisan Kur’anî’dir. Onun için Türk’üz.
Çelimli Çalım neşrolunduktan sonra, insanlar bu İstiklâl Marşı Derneği’nin öyle bir fiskeyle ortadan silinebilecek bir şey olmadığını gördüler. Daha önce bu fiskeyi vurmayı düşünüyorlardı. Ama Çelimli Çalım çıktıktan sonra “İsmet Özel’den başka da, birileri bu saçmaları kendi fikri olarak ileri sürüyor” dediler ve bunu daha fazla yaymamak için daha çok sineye sindirmemek için, bize belli bir alaka gösteriyorlar. Geçende herkes televizyonda İstiklâl Marşı’nı bir dizide bizim okuduğumuz gibi okuduklarını falan söyledi. Ben de dinledim ama
“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli”yi
söylemediler. Şimdi İstiklâl Marşı Derneği’ne karşı herhangi bir tavır göstermek, doğrudan doğruya bir İslâm devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne itiraz etmek demektir. Çünkü İstiklâl Marşı herhangi bir metin değildir. İstiklâl Marşı 12 Mart 1921 günü TBMM tarafından milli marş olarak kabul edilmiştir. Yani İstiklâl Marşı’nın kanuni bir dayanağı vardır. Yani bir kanundur İstiklâl Marşı. Meclis buna evet demiş yani. Ha “O Meclisi nerde bulacaksın?” diyebilirsin. Daha çünkü o Lozan Anlaşması imzalanmadan İstiklâl Marşı milli marş olarak kabul edildi. Bu yüzden diyoruz ki İstiklâl Marşı’nın Cumhuriyet’e hiçbir borcu yoktur. Cumhuriyet her şeyini İstiklâl Marşı’na borçludur. Bundan yedi buçuk sene önce Derneğimizin çiçeği burnundayken şunu söylüyorduk. Diyorduk ki bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde din dersi hocalarının birçoğu Kur’an’dan Sünnet’ten kalkarak bazı şeyleri savunamadıkları zaman İstiklâl Marşı’na müracaat ediyorlardı. Din dersi hocaları kendi öğrettikleri şeyin doğruluğunu İstiklâl Marşı’ndan örnek getirerek ispata yelteniyorlardı. Bu manada bizim gelişme istikametimizi de, İstiklâl Marşı bizzat tayin etmiştir. Bizim kendi geçmişimize, onun ne yapmamıza müsait olduğunu ne yapmamamıza el verdiğini bilerek bakmamız lazım. Bize geçmiş diye öğretilen şeylerin bir şeyler bina etmemize imkân verip vermediğine bakmamız lazım. Çok uzatmayacağım. Yani bir şeyleri yerli yerince öğrenmemiz lazım. Dünyada bugün insanın ruhi sıhhatine hiçbir yer tanımayan bir sitem yürürlükte. İnsanlar ruhen sefil. Fiziki olarak değil, ruhen sefil olmaya mahkûm olmaya mahkûm edilmiş bir sistemin ceberutluğu altında yaşıyorlar. Bundan kurtulmanın yolu da, anahtarı da Türklerin elinde. Çünkü Türkler bugün dünyada kapitalizm diye bilinen işleyişin hiçbir nimetine muhtaç olmaksızın bir yaşama biçimi yaşama ritmi ürettiler. Avrupa kendi gelişmesini nimet bilerek kapitalizmden nasıl kurtulabileceğine dair bir hazırlık yaptı. Alman idealizmi Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiği bir arada bir şey bir gelecek üretmeye çalıştılar. Ama bu harabelerden, harabelerin malzemesinden bir bina inşa etmeye benzeyen bir şeydi ve bu binayı Sovyetler Birliği’nde inşa etmeye çalıştırlar. Yani harabelerden aldıkları malzemelerle bir bina yapmaya çalıştırlar. Bu bina ancak bu malzemenin dayandığı kadar dayandı. Ama ondan sonra Türk düzeninin tehdidinin gelmesinden korkuyorlardı. Ama gelmedi. Yani Türkiye’deki hususi gelişmeler öyle ayarlanmıştı. Türk varlığı Dünya Sistemi’nin tekerine çomak sokabileceği halde sokmadı. Gorbaçov, Turgut Özal Moskova’ya ulaştığında Sibirya’ya seyahate çıktı. Neden? Çünkü “Benim Dünya Sistemi içindeki yerim bu paryanın elini sıkmama manidir” diye düşündü. Ve Gorbaçov Rusya’nın başında olduğu halde Turgut Özal’la karşı karşıya gelmedi. Bunu Alman şansölyesi Schröder de yapmak istedi. O da kendini matah bir şey sanarak Recep Tayyip Erdoğan’ın elini sıkmamak üzere seyahate çıkmaya kalktı. Amerikalılar onun kulağından tuttular, “Salak! Sen de işgal altındaki bir ülkesin. Gorbaçov’a özenme. Bal gibi sıkacaksın elini” dediler. O sıktı. Yani biz Türk milleti olarak dünyanın ümidiyiz. Başından beri bu böyleydi. Bakın, açın tarih atlaslarını. İslâm’ın yayılışı bahsini ya da Google’da yazın İslâm’ın –Ausbreitung- yayılışını size bir harita çıkacaktır. O haritada Bizans vardır. Dolayısıyla bugün Türk toprakları diye bildiğimiz yerler henüz İslâm’ın en geniş alanı içinde değildir. Yani Türkler başından beri Diyar-ı Rum’u vatan haline getirmek suretiyle dünyanın ümidi oldular. Onun için Avrupa’da edebiyat Türklerin ne yaptıklarını tetkikle başladı. Anlatabiliyor muyum? Bilim tarih falan değil, edebiyat! Çünkü yeni bir ahlak daha doğrusu Avrupalıların tanımadığı bir ahlak ve yeni bir insan münasebetleri düzeni. Bunu biz dünyaya gösterdik ve bunu yaptığımızı şuurlar kavradığımız zaman yeniden gösterebiliriz. Şimdi hazirun bazı şeyleri bilmiyor. Ben de bilmiyordum. İstiklâl Marşı Derneği sağ olsun bunları öğrendim. Neyi öğrendim? Bizim topraklarımızda iki kez at katliamı yapıldı. Birisi, 1947-48 yıllarında diğeri 1962-63 yıllarında. Bizim topraklarımızda at katliamı yapıldı. Çünkü Türkleri atlarından mahrum ederek ancak dilenci durumuna sokabilirdiniz. Eğer bizim atlarımız başında yani 1944’teki -benim doğduğum yıl- kadar atımız olsaydı bir kere o atlar nallanacaktı. Koşumları olacaktı, eyerleri olacaktı. Yani bu çok canlı çok aktif çok da çevreci bir iktisadı çevrim bir iktisadi cycle doğuran bir şeydi. Bu bir. İkincisi çok önemli. İnsanların atlarla münasebeti. Atlar, Allah’ın yani Allah bize at yetiştirmeyi emrediyor, övdüğü hayvan. Ve insanlar at yetiştirir diyorlar. Hayır, atlar insanları yetiştirir. Yani insanlar atlarla kurdukları münasebetten dolayısıyla daha üstün bir ruhi meziyet sahibi olurlar. Yani birincisi 1947-48 yıllarında yapılan katliamın sebebi, İkinci Dünya Savaşı sırasında motorize birliklerden çok atlı birliklerin sonuç alması yüzündendir. Yani biz Türklerle kapıştığımız zaman bunlar atlarını devreye sokarlarsa bizi darmadağın ederler diye düşündüler. Onun için atlarımızı öldürdüler. Sonra, atlarımızı öldürdükten sonra biz atlarımızdan gene vazgeçmedik. 27 Mayıs 1960 sabahı, Kur’an Devletimiz’i lağvettikleri zaman baktılar ki bunlar gene at edinmiş. Bu sefer o zaman da temizlediler. Bu sefer İkinci Dünya Savaşı falan filan yoktu. Dediler bunlar durmuyorlar, boş durmuyorlar. Bunlar çocukça şeyler gibi görünebilirler birilerine. Ama düşünün biz şu anda atlı bir millet olmuş olsaydık. Ki Allah nasip ederse biz gene Moğolistan’dan bol bol at getireceğiz. Başka bir yerlerden de getiririz, İngiliz atları bile getiririz. Sonra da, sonra değil yani bununla beraber, bununla iç içe olarak Türkiye’deki bütün suları birbirine birleştireceğiz. Çoruh’tan Meriç’e kadar Türkiye su üzerinde ulaşım mümkün olacak. Yani bunun getirisini düşünün. Bunun gıda bakımından getirisini düşünün münakalat bakımından getirisini düşünün, insan münasebetleri bakımından getirisini… Türklerin Türk olması bu yüzden son derece tehlikeli bir şeydir. Birileri diyor ki “Biz Büyük Ermenistan’ı kuracağız, Gregoryen olarak kuramadık ama bu sefer Müslüman olarak kuracağız.” Yani şu anda Türkiye’de İslâmi hareketin içinde ve başını çeken birçok Ermeni var. Bunlar “Biz Müslüman’ız ama Ermeni’yiz” diyorlar. “Ermenistan’ı Gregoryen olarak kuramadık Müslüman olarak kuracağız.” Grekler bu bakımdan şey değiller, Grekler kompleks sahibi değiller. “Biz zaten 1453’ten beri Türkleri idare ediyoruz. Ama Müslüman olarak idare ediyoruz. Yani Müslüman görünerek Türkleri idare ediyoruz. Onun için bunu yeniden yapmamız çok zor bir şey değil.” Yani dikkat edin yeni yapılan camilerin hemen hepsi Bizans karakterlidir. Dikkat etteniz mi buna? Yani İstanbul’da falan. Böyle numaralar dönüyor. Yani bunlar önemsiz şeyler deyip sırtımızı dönebiliriz. Doğrudur sizin için önemli değildir çünkü siz bu projelerin bir parçası olmayı şeref sayıyor olabilirsiniz. Yahudiler daha bu topraklar darülİslâm olurken kendilerini Müslüman olarak göstermiş büyük bir zümredir. Yani onlar Müslümanlıktan da Türklükten de hiç gocunmazlar. Ama 10. asırda Meymenudes (İbn-i Meymun) onlara bir fetva verdi. Türkiye topraklarında değil, Endülüs topraklarında. Dedi ki asil akdinize sadık kaldığınız halde diğer dinlere girebilirsiniz. Onun için bir Yahudi’nin Hıristiyan ya da Müslüman olması şeydir. Eh işte… Başkalarını Müslüman ya da Hıristiyan olmamakla itham etme hakkını onlara verir. Onların da içi gayet rahat, hareketleri gayet rahat, ferah. Biz Türk olduğumuzu vurgulamadığımız takdirde, ihsas ettirmediğimiz takdirde bunların Dünya Sistemi’yle bitişik, yapışık, kaynaşık planları realize olacak. Besbelli bir şey. Türkiye’de İslâm dediğin zaman “Ne? Bizi 1400 sene geriye mi götüreceksiniz?” diyorlar. Demek bu Avrupa’da başlayan evrim ve gelişme fikrinin mutlak manada doğru olduğunu savunmak demektir. Bugün “gelişmiş ülke” gibi şeylerden bahsediyorlar. Bu ülkeler ne bakımdan gelişmiş? Bu ülkeler tutulacak hiçbir yeri kalmamış insanların yaşadığı ülkeler. Yani bir insan kim gibi olmak ister? “Bir Fransız gibi, bir İtalyan gibi, bir İspanyol gibi, bir İngiliz gibi, bir Alman gibi, bir İsveçli gibi, bir Rus gibi olmak istiyorum ben” diyen insanlar var mı? Çünkü bunların model sayılması lazım. Bunların farklı farklı modeller olmaları bir problem. Bir de bunların üstünde bir model olduğunu varsaymak başka bir problem.
Allah bize Türkçe gibi bir lisan vermiş. Dünyada itikatla beyanın kaynaştığı Arapça dâhil başka bir dil yok. Beyan ile itikadın iç içe olduğu başka bir lisan yok. Bunu birçok kelimeden dolayı biliyoruz. “Kaza” kelimesinden biliyoruz. “Fena” kelimesinden biliyoruz, say sayabildiğin kadar… Yani Türkçede bir şey ifade etmek aynı zamanda mü’min olduğunu ikrar etmek manasına gelir. Bir şey “fena”dır. Ne demek? Arapça söylersen bunu, “geçici” demek ama Türkçe söylersen “kötü” demek. Bir şey çirkindir, şirklidir yani. “Şirkin” Yani biz güzel bulmuyoruz. Eğer bir şey Allah’tan başka bir ilah, bir mabut üretiyorsa onu çirkin buluyoruz, şirk bu yani. Vesaire. Bizim bu konuda Dernek olarak çalışmalarımız var. Muammer sağ olsun dört ciltlik bir şey yaptı. Daha önce “Türk’ün Dili Kur’an Sözü” yaptık. Şimdi de “Resul-ü Ekrem Söyledi Türk Dinledi” diye bir kitap yayınlayacağız. Yani Türk’ten başkası dinlemedi. “Resul-ü Ekrem Söyledi Türk Dinledi” diyeyim. Bugünkü buluşmamız hayırlı olsun inşallah. Selamun Aleyküm.
Oruç Özel:
Selamun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle,
İstiklal Marşı Derneği’nin birinci sene-i devriye merasimine hepiniz hoş geldiniz. İstiklal Marşı Derneği 6 Şubat 2007 tarihinde kuruldu. Dernek olarak bir seneyi geride bıraktık.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
İstiklal Marşı, bir gün gelip de hesaba çekileceğini birinci meselesi yapmış insanların vasfından, Müslüman vasfından doğmuştur.
Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.