İP FIRLATILMIŞ; AMA NEDENSE TUTULMAMIŞ
İSMET ÖZEL
.

T.S. Eliot’un Four Quartets kitabının ikinci şiiri East Coker şu ibareyle başlar: In my beginning is my end. İsterseniz bu ibareyi Türkçeye “Sonum başlangıcımda saklıdır” diye tercüme edebilirsiniz. Ben de Robert Frost gibi şiirin tercümede kaybolan şey olduğuna inanıyorum. Bu inanç bana “isterseniz” dedirtti. Şiir tercümesi olarak bildiğimiz şeyin tamamen keyfi olduğunda karar kılalım. Gelin sizinle muhtevayı bahane ederek söz üretelim: İnsan göz önüne alındığında başlangıç ile son arasındaki ilişki hiçbir bakımdan yalın ve anlaşılır bir iş değildir. Hesaba öncelikle insanın bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını katacaksınız. Doğan bebeğe hangi tarafın kalıtımının daha çok iz bıraktığı büyük bir muammadır. Bir de hamilelik sırasında ceninin şartlanmaları var. Bu bahisleri zihninizde açıklığa kavuştursanız bile çekinik genlerin sizi ne zaman ve ne şekilde davranmağa ittiğini öğrenemeyeceksiniz. Polisiye romanların her katmandan insanı cezbetmesinin sebebi budur. Bütün insanlar şaşırtılmaktan hem korku, hem de zevk duyar.

İnsan bedeni ne bitkilerin gövdesine benzer, ne de bir canlının vücuduna. Diğer yaratıklardan kendini hayal edebilen bir yaratık olmakla ayrılır insan. İnsanın kendini görmesi için aynaya ihtiyacı yoktur. Âlemlerle ilişkisini ömrü boyunca sual ederek ve maruz kaldığı suallere cevap yetiştirerek kurar. Sorulan suallerde ve temin edilen cevaplarda isabet kaydedilmiş midir? Böyle bir tereddütle temas için sanat eserleri, bilim kuramları, felsefe metinleri gayret sarf eder. Tereddüt giderilmiş midir? Hayır, ama gün gelip tereddüdün giderileceğine inananlar vardır. Bu inananlar çocuk değildirler, çocukluk yıllarını çok geride bırakmışlardır. Bu inananlar deli değildirler, en çok kendilerine deli denilmesinden korkarlar. Bu inananlar şair değildirler, iletişim kurmaya yarasın diye müracaat ettikleri ifadelerin mantığa ve gramere aykırı düşmemesini gözetirler. Selâmeti mantıktan ve gramerden uzak durmakta arayan şiirle miladın 1962nci yılında tanıştım. Gerçek bir tanışmaydı bu. Şiiri tanımakla kalmadım. Kendimi de şiire tanıttım. Dünya ölçüsünde şiirin tanımayı reddetmeyeceği bir tavra sahip çıkmıştım. Edip Cansever’in “Partizan” yerine “Haziran” da desen olurdu hükmüne varmasına sebep olan da, Memet Fuat’ı “Partizanlığı şiirini yemiyor” hükmüne sürükleyen de aynı şeydi. 

Şiiri ikame edilemez metinlerden sayarak yazdım. Türk topraklarının III. Selim saltanatından itibaren modern yapılarla kaynaştırılmasıyla Türk şiiri arasında görülecek bir hesap olduğu fikrine uğramadan yaptım bunu. Yaptığımın temelinde cahil cesareti olduğunu söyleyebilirsiniz. Yine de çok acele etmeyin. Çocukluğumun geçtiği evde Necmettin Halil Onan’ın birinci hamur kâğıda basılmış ve hem başlangıç, hem de bitiş sayfaları kopmuş İzahlı Divan Şiiri Antolojisi vardı. Yıllar yılı bu kitap elimden düşmedi. Bana birisi kalkıp şiir denilen şeyi bu güldestede mi, yoksa buradaki gazellere, kasidelere ihanet edip Yahya Kemal’in “Bu gidişle siz bizi geçeceksiniz” sözlerine karşılık “Aman efendim, biz bunları alay olsun diye yazıyoruz diyen Orhan Veli’de mi bulabilirsin diye soracak olsaydı andığım kitabı işaret ederdim.

İşaret etmekte haklıydım zira Türk toplumu batılılaşma yönünde atılan ilk adımlardan itibaren terk ettiklerinin yerine daha iyilerini koymak istiyor ve bir bakıma yeni bir Divan Edebiyatı özlüyordu. “Garip” şiirine öncülük eden Orhan Veli 36 yaşında ölmeseydi şiirde hangi marifetleri gösterecekti? Bu hususta tahmin yürütmeği hiç denemedik. Ölmeseydi Oktay Rifat’ın dediği gibi dünya şiirini mi fethedecekti? Yoksa tıpkı Oktay Rifat’ın ve Melih Cevdet’in yaptığı gibi İkinci Yeni Şiirine mi katılacaktı? “Katılmak” mastarı işi hafifletiyor. Oktay Rifat bizzat İkinci Yeni şiirini kendisinin başlattığını iddia etti ve buna itiraz edenlerle söz dalaşına girdi. Edebiyat sahasında görüş bildirmede bir tuhaflık var. Meselâ, Türk edebiyatında kime göre kimin nerede olduğunu tespit edebilmemiz imkânsızdır. Bu imkândan niçin mahrumuz? Bu sualin cevabını edebiyat sahasında değil, siyaset sahasında bulabiliriz. Niçin Osmanlı Devlet Örgütlenmesi içinde kendi içine kapalı bir “sunuf-u devlet” bir de içinde “beraya” yı da barındıran “reaya” vardı? Bu bölünme edebiyat sahasında bir yanında “Divan Edebiyatı” diyebileceğimiz, bir de “Âşık Edebiyatı” diyebileceğimiz çatlamış yapının doğmasına mı sebep olmuştu? Hayır, öyle olmamıştı. Âşık edebiyatı Türk toplumuna Gaza Beylikleri devrinden tevarüs etmiş bir şeydi. Bir neydi? Karacoğlan’ı Âşık Veysel’le aynı kategoriye yerleştirmekten başka çare bulamamış anlayış bu suale bir cevap bulamayacaktır. 

Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayıran, ayırmak şöyle dursun birbirinin düşmanı ilân eden anlayış Türk vatanına müteallik hiçbir suale hiçbir cevap bulamayacaktır. Oysa sarahaten bilinmelidir ki, yerkürede Batılaşmanın bir aşamasından sonra Türkçe denilerek telâffuz edilen dil Kur’an hafızlarının ve muhaddislerin himayesinde temayüz etmiştir. Arapça’yı Türkçe’nin tahrip olmasına sebep olan yabancı dil gözüyle görüp Arapça hudut demektense Yunanca sınır (synoron) demeği tercih eden anlayış edebiyatı olduğu kadar Türkçeyi de gayri-Müslim bir fanusa sıkıştırdı. Yerkürenin neresine yerleşmiş olursak olalım biz Türkler o fanusun içinde Misak-ı Millî’ye düşmanlık andı içmiş gibi davranıyoruz.

İsmet Özel, 26 Muharrem 1444 (24 Ağustos 2022)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.