BİLİYORUM, BİLMİYORUM
İSMET ÖZEL
.

Müslüman olduğunuza göre “bilmiyorum” sözünün ilmin yarısı olduğu hükmünü işitmiş olmalısınız. Acaba aranızda kaçınız bilmek ve bilmemek üzerine kafa yormuştur? Öyle sanıyorum ki, pek azınız. Eğer Türkiye’de yaşayıp da Müslüman kimliğine özen gösteren insanların çoğu bilmenin ve bilmemenin mahiyetine merak sarmış olsaydı ne bir siyasi parti olarak AKP vücut bulabilir, ne iktidara gelebilir, ne de yapmış gibi göründüğü şeyleri övünç vesilesi kılabilirdi. Bugün AKP’li gençler arasında Recep Tayyip Erdoğan’ın dünyaya kafa tuttuğuna inanan kimseler var. Belki de yok. Birileri böyle olmadığı halde böyle bilinmesini menfaat gereği sayıyor veya o menfaati çoktan temin etmiş ve müktesebatın keyfini sürüyor. İsrail’den veya dünyanın çeşitli ülkelerindeki Yahudi cemaatlerinden ödüller almış bir şahsiyetin dünyaya kafa tuttuğu zannına kapılmak size gülünç gelmiyor mu?

Bana geliyor. Milâdın 1973üncü yılında Siyasal İslâm zuhur edinceye kadar dindarlık toplum örgüsünde kendine yer bulamamış bir kavramdı. Kemalistlere göre 1950’den itibaren dine, yani İslâm’a haddinden fazla taviz verilmişti. Bu görüş birilerinde öyle ağır basıyordu ki 1973 genel seçimlerinde Adalet Partisi bünyesinden dindarlar kopartılabilirse adını andığım parti zaafa düşecek ve neticede Millî Selâmet Partisi AP’nin yerini alacaktı. Bu tahminler tutmadı. Genel seçimlerde devletin bütün körüklemelerine rağmen MSP ancak kırk sekiz milletvekili çıkarabildi ve üçüncü büyük parti olarak arenada yerini buldu. Türkiye’de Siyasal İslâm’ın başına neler geldi ve hangi güçler kimden neler umdu? Bu suallere cevap bulabilmek ciltler dolusu çalışmalara açıktır. Gele gele Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası meselesine geldik. Acaba Cumhuriyet’in ilânından günümüze kadar bu meseleden bir an bile uzaklaşıldı mı? Bana göre zorluklar her gün birbiri üstüne biniyor. Hadiselerin şu veya bu istikamette seyri Türk topraklarında yaşayan herkesi bir bir ilgilendiriyor.

Hazreti İsa’nın doğduğu günden 1839 sene geçtikten sonra Tanzimat Fermanı okundu. Böylece Müslümanların “beraya” sayılıp üstün tutulduğu bilinen düzen terk edilerek Osmanlı Padişahının bütün tebaası birbirine eşit sayıldı. Binek olarak eşeğe ve katıra mahkûm edilmiş gayri-Müslimler de bundan böyle ata binme hakkına sahip olacaklar ve ibadethanelerini civardaki herhangi bir camiden daha büyük inşa edebileceklerdi. İslâm düşmanlarının Müslümanlar karşısında imtiyazlarla donatıldığı açıkça beyan edilmiyor ve fakat fiiliyatta başka bir şey yaşanmıyordu. Üniversite camiasında Tanzimat Fermanı’nı bir “Habeas Corpus Libertatum” sayıp yönetimi Müslümanlara bırakılmış toplumda benzerine hiç rastlanılmamış bir “kurtuluş” beyannamesi sayanlar artık kahir ekseriyettedir.

İşte bilme ve bilmeme hakkındaki kanaatlerin önemi burada parlıyor. Dünya hayatının Mü’min için niçin zindan olup da, kâfirlerin aradıkları cennetin dünya hayatında bulunabileceğini böylece akledebiliyoruz. İslâm tarihinin en muhtasar bilgilerine bir bakalım: İslâm’la şereflendirilme öncesi zamana “cahiliye devri” diyoruz. Bugün Medine diyerek andığımız şehrin önceki adının Yesrib olduğu başlangıç bilgilerindendir. Şehirde İslâm şeriatı yürürlüğe girince oraya “Medine-i Münevvere”  yani “Aydınlanmış Şehir” denilmeğe başlandı. Müslüman olmak, Müslümanlarca aydınlığa kavuşmak, cehaleti terk etmek anlamına geliyordu. Neydi Müslümanların ulaştığı bilgi? Ansiklopedilerde karşımıza çıkan türden bir şey mi idi? Asla değildi. Müslümanların kalbi din günü bilgisiyle nurlanıyordu.

Müslümanlık yüzünden iktisap ettiğimiz şey yaşadığımız her anın ve her hadisenin hesabını vereceğimiz bilgisiydi. Namaz kılıyorduk çünkü rabbimizin huzuruna ancak küfrü reddederek ve küfre hak ettiği cezayı vererek çıkabilirdik. Oruç tutuyorduk çünkü bütün beşeriyete insan varoluşunun maddi imkânların bir lütfu olarak gerçekleşmediğini ilân etmemiz gerekiyordu. Namaz kılmamız cihat etmeği reddedenin dinden çıkacağının işaretiydi. Namaz kılmak için abdestli olmamız şarttı. Yani önce ruhen dünya hayatı ile bağımızı koparıyorduk. Oruca başlamadan sahur yemeği yiyorduk. Bununla gayemizin Allah’ın tesis ettiği düzene isyan olmadığını vurgulamak zorundaydık.

İnsan bedeninin diğer bütün bedenlerden farklı olduğu bilincine Kur’an okuyarak ve giderek onu hıfz ederek kavuşabileceğimiz Müslümanlıkla başlar. İslâm bizi algıların türettiği karanlıktan kurtarmadıysa henüz bize ulaşamamıştır. Ulaştıysa ilk yapacağımız iş kâfirlerin faaliyet alanını daraltmak olacaktır. Kâfirlerle aynı yolu paylaştığımızda yolun hâkimiyetine sadece Müslümanın lâyık olduğu bilincine alan açacağız. Bununla cehaletten kurtulmanın alışılmış olanın ötesinde yeni bir düşünce sahası açtığı gösterilmiş olur. Modernlik dünya hayatına beşeriyetin mahkûm olduğu iddiasına güç kazandırdı. Türk istiklâli böyle bir mahkûmiyetin insan şerefini tanınamaz bir şekle soktuğunu ve bir askeri güç olarak ve bir siyasi örgüt olarak İslâm’ın yeri doldurulamaz bir mevkie sahip olduğunu göstermesi gerekiyordu. Yüz iki senedir bu gerek yerine getirilemedi. Dahası? Dahası yok.

İsmet Özel, 26 Cemaziyelahir 1444 (18 Ocak 2023)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.