KEDERLERİMİZİ NİÇİN TARİF EDEMİYORUZ?
İSMET ÖZEL
.

Dünya tarihi diye bir şey var mı; veya böyle bir şeyi kayda geçirmek mümkün mü? Bu suali sormağa bizi modernizm icbar ediyor. Modern felsefenin başını René Descartes’ın çekmiş olması özne ile nesnenin belirgin biçimde birbirinden ayrılmasına sebep oldu. Her ne kadar bilime olan merakımız bizi organik ve inorganik arasında ciddiye alınacak bir fark olmadığını öğretmiş olsa da hiçbirimiz her gün en az üç defa sofraya oturduğumuzda canlı bir masayla iletişime geçtiğimizi düşünmüyoruz. Modernizm yükünü üstlendiğimiz hayatımızı düşüncelerimizden kopardı. Daha da kötüsü hepimiz inanmadığı şeylere ikna edilmiş yabancılara dönüştük. Buna rağmen her siyasetçi antik çağın değerlerine atıfta bulunarak hareket ediyor ve hangi kavme mensup olduğumuz dikkate değer hale geliyor.

Dünya tarihinin mevcut olması Dünya Sistemi’nin lehinedir. Eğer okur yazar bilinen bizler dünya tarihinin varlığına inanacak olursak her siyasi kıpırdanışa kader gözüyle bakarız ve acı çekenler bizde merhamet hissi uyandırmaz. Dolayısıyla hiçbirimiz dile getirmemiş olsak da Dünya Sistemi takdir-i ilâhinin görüntülerinden biridir ve onunla savaşılmaz. Burada kaderin ne olduğu hususunda fikirler üretecek değilim. Dikkat çekmek istediğim bir kavmin kendi yöneticileriyle olan münasebetidir. Geçmişte tarihe yön vermiş saydığımız hadiselerin hepsi yöneticilerin kavimleriyle sıkı irtibatından doğmuştur. Osmanlılar “gerçek vatan” olarak Anadolu’yu değil Balkanları biliyorlardı. Çünkü Balkanlarda Müslüman Türk demek devlet demekti. Üç sınıftan (seyfiye-ilmiye- kalemiye) müteşekkil devlet Türk hâkimiyetini fethe ve müstemlekeleştirme benzeri bir yöntemle halkın gönlünü kazanmağa çalışan dervişlere borçluydu.

Gaza Beylikleri'nin tesis edildiği, Osmanlı Devleti henüz kendini göstermeden İslamlaşmış olan Anadolu bir gaziler yurduydu. Anadolu’da kendini Osmanlı Devleti’yle eşit gören aileler vardı. Devletin başına iş açmak Anadolu’da en kuvvetli ihtimaldi. Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nda “cennet vatan” olarak adlandırdığı yer Anadolu idi. İlginç bir ifade olarak şunu söyleyelim: Bir siyasi birlik olarak Osmanlı’dan söz etmek gerekiyorsa Balkanlarda devlet, Anadolu’da millet vardı. Şehzadelerin saltanata hazırlanmaları için seçilen yerlere bir bakın: Trabzon, Amasya, Manisa. Balkanlarda devletin varlığını bilhassa hissettirişini şuradan da  anlamak mümkün: Macar dilinde Zoltan kelimesinin çıktığı kelime “sultan”dır. Macarlar bu adı halen çocuklarına sıkça verir. Tıpkı azizlerin adlarını verdikleri gibi. Çünkü idaresi altında yaşadıkları sultan yüzyıllar boyunca erişilemeyecek derecede yukarıda sayılmıştır.

Halen başımıza iş açan vakıaların başında Osmanlı klasik yapısının yürürlükte tuttuğu ayrımcılık (discrimination) gelir. Bir aralık köylüler için haftada iki kez yayınlanan bir gazete vardı: Karagöz. (Bu vakıayı Sovyetler'in köylüler okusun diye kendi klasik eserlerini iri harflerle kalın kitaplar halinde yayınlamalarıyla karşılaştırın.) Günlük gazete ebadında değildi Karagöz; daha küçüktü. Ulaşılabildiği ölçüde köy odalarına gönderilirdi. Okur muydu köylüler Karagöz’ü? Onu köylülere köyün öğretmeni veya imamı okurdu. Böylece her şeyin olup bittiğini mi kabul edelim? Hayır, etmeyelim. Okuyan kişi okunandan köylünün pek bir şey anlamadığını fark ettiğinden biraz önce okuduğu şeylerde neler söylendiğini dili döndüğünce izaha çalışırdı. Yani tahsil görmüş insanla görmemiş arasındaki fark kapatılamayacak kadar büyüktü. Konuyu kapatmadan ilâve edelim ki, yukarıda yazdıklarım sadece kalburüstü köylerde cereyan eden şeylerdi. 

Bir Türk’e kulak vermeği değil, bir Türk’e tahakküm etmeği marifet bilen insanlarla içli dışlı yaşıyoruz. Dolayısıyla cennet vatanın cennetliği sadece gönlümüzdedir. Eğer Dünya Tarihi diye bir şey olsaydı Türklerin vatanına yer biçmek hiç zor olmazdı. Bir dönem ülkeleri üç bölüme ayırmışlardı. Birinci bölümde müstemlekeci devletler yer alıyordu. Onlar XIV. Hıristiyan asrından itibaren dünyayı haraca kesmiş ülkelerdi. Girdikleri savaşı kaybetmeleri halinde müstemlekeleri ellerinden alınıyordu. İkinci bölüm Varşova Paktı ülkeleri, yani Sovyet bloğuydu. Onlara bazıları dünyanın umudu olarak bakıyordu. Bakmayanlar çoğunluktaydı. Müstemleke durumuna düşürülmüş ülkelere “Üçüncü Dünya Ülkeleri” deniyordu. Dünyadaki hiçbir toprak parçasını müstemlekeleştirmemiş Türk yönetimi bu tasnifi anlam dışı bırakıyordu. Gelişmiş denilenlere bakarak Türkiye Cumhuriyeti’ni gelişmiş bir ülke saymak imkânsızdı. Bütün dünyayı hayrete düşürmesini gerektirecek kadar uzun bir “Duraklama Devri”miz var.

Her dönüm noktasında ihanete uğramış bir milletin fertleriyiz. “Madem devletin yeniden tanzim edilmesi zaruri sayılıyor o halde elimizde Kur’an ve fıkıh var” diyen Namık Kemal bu görüşü itibariyle yapayalnız bırakıldı. Dikkatten kaçan nokta İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasının imzalanma tarihinin 1838 olması ve bu anlaşmayı uygulamak için gerekli hukuki çerçevenin 1839’da Ferman’la çizilmiş olmasıdır. Millet hayatı için elzem olanın bilerek isteyerek dikkatten kaçırılması kederlerimizi tarif etmemizi imkânsız hale getiriyor. Tarif bile edemediğimiz kederlerin giderilmesini beklemek saflığı avutuyor bizi.

İsmet Özel, 15 Şevval 1445 (24 Nisan 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.